‘ELENİ GİTTİ, BAKIŞI BENDE KALDI’ (Abhazya’daki Greklerin dönüş öyküsü)

Sezai Babakuş
06.04.2010

Neredeyse yirmi yıldır bir fotoğraf dolaşır benimle, siyah-beyaz bir sadakatla nereye gitsem peşimde. Bıkmadan, bıktırmadan… Biraz boynu büküktür. Çocuksu, masum bir yüz. Sanki bir tutam sitem serpmiş müebbet hüznüne. Yine de kıyamaz sanki, helal eden minik bir gülümseyişle selamlar, kocaman zeytin gözleri. Sevgiyle, tutkuyla bakar. Sarıp sarmalar beni.

Bu, Eleni’nin fotoğrafıdır. Nereye gitsem benimle…

1992’nin 1 Haziran sabahı, henüz güneş uykudayken, ince bir sisin sessizliğinde sahil boyu yürümüştük, Sohum limanına. Selanik bandıralı büyük beyaz gemi yolcularını bekliyordu. Yüzyıllardır Abhazya’da yaşayan Grek kolonisinin mensuplarını anavatanlarına geri götürecekti. Liman ve çevresinde sessiz, ürkek, acemi bir koşuşturma vardı. Bu, geriye dönüşün gemisiydi.

Denkler yüklenmiş, gideceklerle kalacakların veda kucaklaşmaları başlamıştı bile. Kederle kaygının, telaşla heyecanın iç içe geçtiği bu ağır atmosfere yaklaştıkça Eleni’nın yürüyüşü yavaşlamış, avucumdaki eli daha bir serçeleşmişti. Bizi gören babası, annesi ve henüz çocuk yaştaki erkek kardeşi karşılamak için öne çıktılar. Eleni’den ziyade küçük valizine gülümsemişlerdi. Demek kızları kendileriyle gelecekti. Demek aile eksiksiz yol alacaktı. Ona sarıldılar, ‘herşey iyi olacak’la teselli etmeye çabaladılar. Bana düşense, teessüf mü yoksa teşekkür mü olduğu belirsiz boş bakışlarıydı.

Bir şey dikkatimi çekmişti. Çocuklar dahil herkes, Eleni gibi siyah/beyaz ve tonlarından ibaret bir sadelikteydi. Makyaj yok, takı yok, aksesuar yok. Ellerdeki valizler, çantalar bile uyumlanmış. Eski bir film seti gibi. Eleni’ye sordum, neden böyle. Dedi, bu ne düğündür ne eğlence. Bir vatanı bırakıp diğerine gideriz, bir yaşamı bırakıp diğerine koşarız. Siyah, geçmişimizden kopuşumuza ağıttır, beyaz sa geleceğimizin umudununa şarkı. Bak, yaşlılarda siyah çoktur. Bir de, sevdiklerini geride bırakanlarda. Eleni’nin bluzu kırık beyazdı. Başını, siyah eteğini işaret edercesine eğdi.

Herkes kendi dünyasında zaman akıp gitti. Bir saat kadar sonra, gemiye binmek için hazırdılar.

Sözün bittiği an gelip çatmıştı. Ayrılıklara şerbetli, vedalara alışık ben, ilkmiş kadar acemi ve çaresizdim. Yalancı bir gülümsemeyle Eleni’yi yüreklendirmeye çabalıyordum. Ne ki o, ayrılığı edebileştirmeyi bildi; valizin ön cebinden bir fotoğraf çıkardı, ‘Sana bakışımı bırakıyorum, eğer seni görebiliyorsam mutluyum ve bir eksiğim yok demektir’ diye tutuşturdu elime. Baktım, yüzü buğulanmıştı. Bir fotoğrafına bir kendisine baktım. Evet, tam da o anki bakışı fotoğraftaydı. Ya da, tam da fotoğraftaki gibi bakıyordu, o an.

Dedim ya, daha önce de olmuştu böyle yüce anlarım. Lakin bu kez sanki başka. Daha mı sarsıcı, ne !… ‘Gözlerim uslu dur, uslu dur ey yürek’… İçmırıldanmalar boşunadır, hükümsüzdür bu kez.

Tuzlu bir sarılış, kontrol noktasından geçiş ve geminin merdivenlerini tırmanış.

Limanın ucuna doğru birikmiş yüzlerce uğurlayıcının cesaret ve şans dileklerini, geminin güvertesine sıkışmış yüzlerce uğurlananın el sallayışları karşılk veriyordu. Son veda sözünü geminin bas-bariton sireni söyledi ve yavaş yavaş yola koyuldu. Uğurlayıcılar büyük beyaz geminin Karadeniz’in sisinde kayboluşuna, yolcular sa kaç kuşaktır yaşadıkları Sohum’un silikleşen silüetine son kez baktı. Ne Angelepulos’un sinematografyası yeterlidir bu anı anlatmaya, ne Karaindrou’nun notaları.

Eleni gitti, bakışı bende kaldı…

Eleni’yle, altı-yedi ay kadar önce, “kültürel dostluk” partisinde tanışmıştık. Abhazya’da yaşayan her kültürden, her etnisiteden insan vardı. Çeşit çeşit lezzetler, içkiler, skeçler, pandomimler, şarkılar, danslar… Keyifli, eğlenceli bir geceydi. İlerleyen saatlerde, bıcırık bir kız, güleç yüzü ve kocaman bakışıyla bulunduğum kalabalıktan koparıp aldı beni. ‘Ben Eleni’yim, sen kimsin? Ben Grek’im, sen nesin?’ diye diye piste sürükledi. O Eleni’ydi, Grek’ti. Ve de gönülçelendi…

İşte böyle başladı bilmem kaçıncı duygusal yorgunluk terapim. Teslim alınmanın huzuru içinde, akıntıya bıraktım kendimi. Günler, haftalar geçti. Uzaklarda fısıldanan Greklerin anavatanlarına dönüş öyküleri giderek yakınımıza sokuldu. Gidenlere Eleni’nin akrabaları da eklenmeye başlayınca, arada bir laf ola söylenen,’kal dersen kalırım’lar usulca ciddiyet kazandı. Sevdim ama aşık mıydım? Yük taşıyacak yürekte miydim? Dahası, ‘kal’ diyecek kalıcılıkta mıydım?.. Sorular çetrefilliydi ve henüz cevabı yoktu.

Ve sonunda gün geldi, ailesinin de gitme kararıyla kaçınılmaz son kapıya dayandı. 31 Mayıs akşamı, küçük bir vinileks valizle çıkageldi, kaldığım Ritsa Oteli’ne. Biraz çakırkeyfti, biraz ajite. ‘Belki kal dersin diye eşyalarımla geldim. Sabah altıya kadar vaktimiz var’ diye bıraktı kendini. Zor bir durumdu, zor. Sorular hala cevapsızdı. Benim için, kalması gitmesinden zordu. Sabah kolay olanı seçtim.

Evet bu, geriye dönüşün gemisiydi. Abhazya’daki Greklerin büyük çoğunluğu, üç-dört ay içinde gemilerle Yunanistan’a geri döndü. Gemiler Yunan hükümeti tarafından tahsis edilmişti. Geri dönenler Selanik’te karşılanıyor, devletin, yerel idarelerin ve yerli halkın desteği ile yeni hayatlarına tutunduruluyorlardı. Selanik, Greklerin anavatana dönüş limanıydı. Özellikle son yüzyılda Anadolu’dan ve Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden yüz binlerce Grek “dönüş” gemileriyle Selanik’e taşınmış, oradan yeni yerleşim bölgelerine dağıtılmıştı. Abhazya’dan gidenlerin vardığı, varacağı liman da Selanik’ti.

Aslında Abhazya’dan geri dönüş, küçük gruplar halinde beş yıldır sürüyordu. Onbeş bin kadar olan nüfusları son gidenlerle dört-beş bine geriledi. Daha sonra, 1992-93 savaşında da gidişler sürdü. Sonuçta geride, belki yeni bir hayatı göze alamayacak kadar yorgun düşenler ile başka etnik grup mensuplarıyla evlenmiş olanlardan ibaret iki binlik bir koloni kaldı.

Abhazya’daki Grek nüfusun büyük çoğunluğu Sohum ve çevresinde, diğerleri de Novy Aphon ve Pitsunda’da yaşıyordu. Sohum (Abhazca adıyla Agua) M.Ö. 6. yüzyılda Dioskuria adıyla Grekler tarafından ticari koloni olarak kurulmuştu. M.Ö. 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu döneminde Sebastopolis adıyla kalekent olarak yeniden konumlandırıldı. Bizans İmparatorluğu döneminde (M.S. 4. yüzyıldan itibaren) adı yeniden Dioskuria oldu. Abhaz Krallığı’nda (8. yüzyıldan itibaren) Agua adını aldı. Osmanlı döneminde (1583-1810) Sohumkale adıyla anılan kalekentin büyük bölümü artık sular altındadır. Sohum 2.500 yıl boyunda Karadeniz’in en gözde ve en önemli ticari ve askeri merkezlerinden biri oldu. Kent planlaması ve mimarisiyle tipik bir Grek sahil şehridir. Denizle bütünleşiktir. Büyük bir liman, yanlara ve arkaya doğru derinleşen bir şehir. Yüzyıllar boyunca kent yeniden ve yeniden inşaa edilmiş, suların yükselmesi yüzünden geriye çekilmiştir. Sonuçta bugüne kalan, denize dik inen ve onları kesen paralel geniş caddelerle; içerden avlulu, çok kapılı, çok mekanlı, genellikle iki katlı eklektik yapılarıyla (ki birçoğuna zamanla Ermeni yapı ustalarının sihirli elleri deymiş) mükemmel bir sahil kentidir…

Grekler, bulundukları her yerde olduğu üzere Abhazya’da da denizle karayı bütünleştiren, sahilkent kültürünü ayakta tutan, yaşamı denizin bitmez cömertliğiyle zenginleştirmeyi, lezzeti çoğaltmayı becerebilen yegane halktı. Ne biz Abhazlar, ne Ruslar, ne Ermeniler, ne Gürcüler ve ne de diğer halklar Greklerin bıraktığı boşluğu dolduramaz. Onlar kadar sahil kentinde yaşamanın keyfini süremez.

Eleni’yle “kültürel dostluk” partisinde tanışmak nasıl bir ironiymiş ki, altı-yedi ay içinde ben Grek sevgiliyi Abhazya ise Grek kültürünü yitirdi. Eksik kaldık.

Greklerin Abhazya sahillerine ulaşıp koloni kurması M.Ö. 5. yüzyıla (2.500 yıl öncesine) dayanır. Aradan geçen bunca zamana rağmen, nüfusları bazen artarak bazen eksilerek Abhazya’daki yaşamlarını bugünlere kadar sürdürebilmişlerdi. Yani, o 1992 yazında gemilerle anavatanlarına dönmüş olanlar aşağı yukarı 2.500 yıldır Abhazya’da tutunmuş Grek diasporasının mensuplarıydı. Onlar Abhazya’ya zorla gönderilmemişti. Ticaretin sınır tanımazlığı ve ait oldukları imparatorlukların genişleme dalgalarıyla sürüklenmişlerdi. Şimdi, başka güçlü dalgaların etkisiyle geri çekiliyorlardı. Dönüşleri belki biraz gerekliliktendi, biraz zorunluluktan. Belki de daha iyi hayat vaadinden. Ve illaki anavatanlarının çağrısıyla düştüler yola. Bunca aradan sonra dönüş öykülerini yazdılar. Cesaret onlarlaydı. Şans da onlarla olsun…

Ya biz!

Daha yüzelli yıl evvel, bir başka imparatorluğun genişleme dalgalarının söküp savurduğu bizler !.. Hala dün gibi hatırladığımız ve ağıtlar yaktığımız bir sürgüne kurban bizler !..

Devran dönmüşken, yollar açılmışken hala bizi anavatana geri götürecek bir gemi bulmayı ne zaman becereceğiz?. İstanbul’dan, Sinop’tan, Samsun’dan ya da bilmem hangi zıkkım sürgün yolu sahilinden, dönüşümüzü yüklenmiş bir gemiyi ne zaman uğurlayabileceğiz? Ne zaman bir tekne dolusu hasret ve yurtseverlik biriktireceğiz?..

Hep sürgün öyküleri mi anlatırız, hep ağıt mı yakarız. Ne zaman dönüş öyküleri yazmaya başlarız, ne zaman şarkı söylemek düşer bize. Gereklilik mi eksik, gerekçemiz mi. Neyi bekleriz, niye bekleriz… Yüreğimiz o kadar mı paslı, ruhumuz o kadar mı tutsak. Cesaret ne zaman uğrar bize, mecburiyet ne zaman. Sıra ne zaman gelir bize?…

Velhasıl,

İşte bunca yıl sonra şimdi, Anadolu Hisarı’ndaki sığınağımda, hala bakışını benden esirgemeyen Eleni’nin hatırlattıkları ve düşündürdükleri. Sanırım Eleni’den çok gidişini sevdim. ‘Sana bakışımı bırakıyorum’ deyip siste kayboluşunu…

Eleni gitti, bakışı bende kaldı. O beni görüyor. Mutludur ve bir eksiği yok demektir.