GERÇEK, YERDE ARANIR; ÇÜNKÜ İNSANIN GÖBEK BAĞI YERDEDİR, GÖKTE DEĞİL

Ayşe Nart
17/08/2025

İnsanlık tarihi boyunca adalet, çoğu zaman göklere havale edilmiştir. Haksızlıkların, zulümlerin, eşitsizliklerin hüküm sürdüğü dünyada, insana “gerçek öte dünyadadır” denmiş, teselli gökte aranmıştır. Fakat aslında insan gökte değil, yerde doğar; insan için gökte bir doğum yoktur, göbek bağı bu toprağa bağlıdır. Bu yüzden insanın adaleti de yeryüzünde araması gerekir. Göklerde vaat edilen adalet, yaşanan hayata dokunmadıkça, sadece bir avutma, bir susturma aracı olur. Dinler ve ideolojiler, kimi zaman bu söylemi insanların bilinçlerine kazımış, “adalet burada değil, ötede” diyerek onları yaşadıkları adaletsizliğe alıştırmıştır. Bunun kökü çok derinlerde, insanın bilinçdışında aranmalıdır. Bilinçüstü şimdiki zamandır; o anın farkındalığıdır. Bilinçaltı, bilinçüstünün tortusu, hatırlanabilir birikimidir. Ama bilinçdışı bambaşka bir yerdir: insanlık tarihinin gömüldüğü karanlık bir mezar. Orada genlerle taşınan, kuşaktan kuşağa akan sesler vardır. “Adalet göklerdedir” sözü de işte bu mezarın yankılarından biridir. İnsan farkında olmadan bu sesi içselleştirir, çünkü bilinçdışı bireyin değil, tüm insanlığın yükünü taşır. O yüzden de göksel adalet fikri, toplumsal hafızada kökleşir ve nesiller boyunca tekrarlanır.

Oysa insan yerseldir. Toprağa basar, havayı solur, suyu içer; bedeni de hikâyesi de dünyaya aittir. İnsan için gerçek, ancak yeryüzünün terazisinde tartılabilir. Adaletin göğe taşınması, hem insanın doğasına yabancılaşmasıdır hem de umudun yanlış yere sevk edilmesidir. Çünkü umut, gökten indirilen bir lütuf değil, yaşamın içinden doğan bir bağdır; insanın en temel içgüdülerinden biri, neredeyse varoluşun nefesidir. Umut yoksa insan yoktur; umut koptuğunda yaşam bağı kopar, karanlık başlar. Bu bağlamda adalet ile umut aynı damarda akar. Adalet, umudun toplumsal biçime bürünmesidir; umut, adaletin iç nefesi. Umut olmadan adalet talep edilmez; adaletin imkânı hatırlanmaz. Adalet olmadan da umut, soyut bir avuntuya dönüşür. İkisi birbirini doğrular, birbirine tutunur. Adalet er ya da geç, yerde ve şimdi kurulmadıkça; yasa, kurum, ilişki ve vicdan düzeyinde inşa edilmedikçe, “öte”ye havale edilen umut, pasif bir bekleyişten öteye geçemez.

Böyle düşündüğümüzde adalet, sırf kuralların uygulanması değil, bir işçilik ve incelik meselesi olarak görünür: Oysa adalet bir sanattır. Sanat nasıl ölçü, denge, ritim ve sezgi gerektiriyorsa, adalet de öyle gerektirir. Sanatçı malzemesini  -renk, taş, sözcük, ses-  nasıl sabırla işlerse, adaleti kuran toplum da ilişkilerini, kurumlarını, dilini ve belleğini sabırla işler. Yalnızca kural yazmak yetmez; insanın acısını “duyan/gözeten”, onu dönüştürmek için yaratıcı çözümler üreten bir adalet gerekir. Bu yüzden adalet, mekanik bir dağıtım değil; yaşayan bir duyarlılık ve yerinde bir ölçü meselesidir. Umut burada hem kaynak hem yöntemdir. Yaşamın malzemeleri -acı ve mutluluk- umutsuz bırakıldığında ya işkenceye ya da boş hazza dönüşür. Oysa insan, acının içinden umut doğurabildiğinde aydınlanma başlar: acı, bir ifadeye, bir derse, bir dönüşüme, bir eyleme evrilir. Umut bu dönüşümün kıvılcımıdır. Bir çocuğun yürümeye çalışırken defalarca düşüp kalkması gibi; bir toplum da adalet ararken defalarca tökezler, ama umut oldukça ayağa kalkar, yeniden dener, “daha adil”in peşine düşer.

Sanat, bu süreçte adalet ve umudun dili olur. Burada sanat bağımsız bir tema değil; adalet-umut damarının iç sesi, görünür kılma tekniğidir. Sanatın görevi “olumsuzu olumlamak” değildir; olumsuzu dönüştürmektir. Sanat, acıyı yalnızca teşhir etmez; ona biçim verir, anlamlandırır, yeni bir görme, duyma ve düşünme imkânı yaratır. Adalet de işte böyle çalışmalıdır: Haksızlığı inkâr etmek değil, onu fark etmek, yüzleştirmek ve dönüştürmek. Sanatın iki doğumu gibi; ilki sanatçının içinde, ikincisi eseri deneyimleyenlerin zihin ve yüreklerinde. Adaletin de iki doğumu vardır. İlk doğum, ilke ve ideal düzeyinde: “Adil olmalıyız.” İkincisi, yaşama dokunduğu anda: bir mahallenin barış içinde çözüm üretmeyi öğrenmesinde, bir kurumun şeffaflaşmasında, bir yargının yalnızca yasa metnini değil, insan onurunu gözeten ölçülülükle verilmesinde. Yazılı ilke, yaşamsal pratiğe dönüşmediğinde, tıpkı paylaşılmayan bir eserin ölmesi gibi, adalet de kâğıt üzerinde kalır ve solar.

Toplumun belleği burada belirleyicidir. Bir eserin kaderi nasıl alıcıların elinde şekilleniyorsa, adaletin kaderi de toplumun vicdanında ve alışkanlıklarında şekillenir. Toplum bazen en kıymetli eseri sokağa düşürebilir, yüzeyselleştirebilir, metalaştırabilir; bazen de unutulmuş bir eseri diriltip kendi baş tacı yapabilir. Adalet de bazen kalıplaşmış bir söylem olarak “her taş yerinde” diyerek haksızlıkları örter; bazen de bir kuşağın ısrarıyla yeniden anlam kazanır, nefes alır. Bu nedenle adalet, salt mahkeme duvarlarının arasında değil, gündelik hayatın ince ayarında kurulur: dilde, davranışta, iş bölümünde, hak dağılımında, hatayı onarmada.

Umutla beslenen adalet, cezalandırmayı tek seçenek saymaz; onarımı ve iyileştirmeyi de adaletin asli parçası kabul eder. Çünkü umudun mantığı, yıkmaktan çok kurmaktır; kurarken de cezasızlığı değil, sorumluluk almayı ve dengeyi hedefler. Bu, haksızlığı aklamak anlamına gelmez; tam tersine, ona hakkaniyetli bir yanıt vermek, tekrarını önlemek, mağdurun onurunu ve failin sorumluluğunu birlikte ele almak demektir. Bu yaklaşım, adaletin “sanat” tarafını gösterir: Her dosya biriciktir, her vaka kendi bağlamında ölçülür, ama ortak bir ilke çerçevesi asla terk edilmez.

İnsanın yerselliği, bu sanatın hem konusu hem koşuludur. İnsan gökten inmez, göğe çıkarak da insan olmaz; insan olmak, burada ve şimdi mümkün olur. Bu yüzden, adaleti göğe havale eden söylemler umutla çelişir; umut ışıktır ama “erteleyici” değildir. Erteleme, umudu tükettikçe umutsuzluğa döner. Umut ise eylem gerektirir: “burada” kurmayı, “şimdi” başlatmayı. Küçük bir söz, küçük bir onarım, küçük bir şeffaflık hamlesi: biriktiğinde büyük bir adalet iklimi yaratır. Bilinç katmanları bu iklimin psikolojik altyapısını açıklar. Bilinçüstü, şimdiki zamandaki farkındalığımızdır; bilinçaltı, geçmiş yaşantılarımızın tortusu; bilinçdışı ise tür olarak taşıdığımız karanlık yazgı. Göksel adalet fikrinin oradan yükselen bir fısıltı olması şaşırtıcı değildir; çünkü insanlık, yüzyıllar boyunca haksızlıkla baş edemediğinde, “öte”ye sığınmıştır. Fakat aynı bilinçdışı, umudun da ilksel kıvılcımını taşır: hayatta kalma, devam etme, yeniden başlama itkisi. Göreve düşen, o kıvılcımı yere, yaşama, ilişkilere indirmek; umudu “bekleyiş” olmaktan çıkarıp “kuruluş”a dönüştürmektir. Burada sanatın pratik bir rolü daha belirir: tanıklık. Sanat, adaletsizliğe tanıklık ederken yalnızca belge üretmez; duyarlılığı örgütler, empatiyi derinleştirir, dili dönüştürür. Dil değiştiğinde, dünya değişir: “Kurban” dediğimizde bir tür pasifleştirme üretiyorsak, “yaşayan/direnen” dediğimizde özneyi geri çağırırız. Adaletin dili de böyledir; sadece hüküm cümlelerinden değil, dinleyen, anlayan, onaran tümcelerden örülmelidir. Yargı metninin diliyle gündelik dil arasında onarıcı bir köprü kurulmadıkça, adalet soyut kalır.

“Adalet bir sanattır” derken, bu sanatı icra edenin yalnızca yargıçlar ve yasama olmadığını, esasen hepimiz olduğunu unutmamak gerekir. Her insan, gündelik hayatında minyatür bir adalet zanaatkârıdır: çocukla kurduğu diyalogda, iş yerindeki paylaşımda, trafikteki sabırda, komşusunun hakkını gözetmede… Küçük teraziler, büyük adalet iklimini doğurur. Bu iklimin rengi ise umuttur: umudun ışığı olmadan terazi terazilikten çıkar; körleşir, taş kesilir. Umut, teraziye göz değil; görme kazandırır. İnsanın umudu doğuştandır; hepimiz aynı ışıkla doğarız. Fark, bu ışığı nasıl öğrendiğimizdedir. Işığı büyütmeyi, paylaşmayı, korumayı öğrenebiliriz. İntihar, çoğu zaman ışığın görülmediği uçurumdur; bu uçurumun eşiğinde bile, bir elin uzanması, bir sözün söylenmesi, bir kapının aralanması, yani umudun en küçük kıvılcımı hayatı geri çağırabilir. Adalet tam da bu çağrıyı kurumsal ve toplumsal düzeyde örgütleme sanatıdır: yalnız bırakmamak, hakkı gözetmek, yanlışın hesabını sorarken insanı yok etmemek.

Özetle şunu vurgulama isterim; adaleti ve umudu göklere göndermek, insanın yersel doğasına yabancıdır. Gerçek, yerde aranır. Çünkü insanın göbek bağı yerdedir, gökte değil. Adalet, bu yeryüzünün terazisinde; umut, bu yeryüzünün nefesinde mümkündür. Sanat ise, bu ikisinin hem dili hem tekniği: acıyı dönüştürmenin, hakikati görünür kılmanın, umudu örgütlemenin yolu. Adalet sanat olduğunda, umudu kendi rengi kıldığında, insanın ve toplumun yüzü değişir. Gökten beklenen, yerde kurulur; öteden umulan, bugünde kök salar. Ve o zaman, teselli değil, denge gelir; avuntu değil, hak; erteleme değil, kuruluş.

İnsan, göğe bakarak değil, yere basarak insan olur. Adalet de umut da bu basışın ritminde, bu toprağın sıcaklığında filizlenir. Geriye kalan, hepimizin o filizi işleme becerisidir: incelikle, ölçüyle, merhametle; tıpkı iyi bir ustanın elleri gibi.