GÖZ AĞRISI ALENİ, GÖNÜL AĞRISI GİZLİDİR

KELDI Sabri

Topraklarımızdan az ya da çok bir miktarı elimizde kaldı. Halkımızın bakiyesi olarak kalan insanlar bu toprak üzerinde yaşadı, bu günlere ulaştılar. Adige yurdunun tümden yitip gitmesine engel olanlara, anadilimizi koruyup geliştirerek bu güne getirenlere, cemiyetimizi koruyup muhafaza eden ve yarınlara taşıyanlara tanrı uzun ömürler versin. Eduard Şevardnadze bir tarihte BBC radyosuna verdiği demeçte şöyle demişti: “Dünyada Adigelerin başına gelen felaketin bir benzerini yaşayan çok az sayıda millet vardır.”

Her birimiz hiç tereddütsüz biliyoruz ki; evet biz Adige’yiz! Pek çok haksızlığa uğramış, pek çok baskıyı yaşamış ve görmüş, buna rağmen ayakta kalabilmiş güçlü bir milletiz.

Fakat bizim bu sözü söyleyebilmemiz için kaç soydaşımız can feda (!) etti?

Bacılarım, kardeşlerim, halkımın çocukları: Binlerce yıl süre ile dağlarda darmadağın Adigelerin bunca zaman zarfında uğradıkları saldırıları şöyle bir gözünüzün önüne getirin lütfen.

Yakılıp yıkılan dünyaları, öldürülen insanları, ortadan kaldırılan geçmişimizi düşünün.

Ellerini semaya açmış tanrıya yakaran, ondan yardım dileyen yaşlı anaları düşünün.

Feryat figan içerisinde açlıktan ölen çocukları, onların üzerlerine kapanmış ağıtlar yakan, beddualar eden, çocuklarının ölülerini vermek istemeyen anneleri düşünün.

Kocalarının uğruna can verdikleri vatana gözleri yaşlı bir şekilde dönüp bakan dul kadınları, ne yapacaklarını bilmez bir biçimde, başları önlerine eğik düşünceler içerisindeki çaresiz dedeleri düşünün.

Bu insanlar senin annen ile benim annem; senin kardeşin ve benim kardeşimdir.

Senin büyük annen ile benim büyük annemdir. Bu sensin! Belki de benim.

Şöyle bir bakın, gelişme ve kalkınma imkanı olmayan, ulusal sorunlarına çözüm arama hakkından yoksun olarak yabancı halkların arasında, baskı altında yaşayan soydaşlarımıza.

Bu güne kadar devlet başkanına – devlet idaresine sahip olma özgürlüğü olmayan anayurttaki kardeşlerimize.

Adige halkının başına gelen bu felaketi yüreğinin bir köşesinde her daim taşıyan, dili, dini, yaşantısı paramparça edilen ve geçmişinin acıları ile her zaman yüreği sızlayan insanlara bakın.

İşte bu dur geçmişimiz, dün yaşadığımız, tarihimiz budur.
Bu dur yüreğimizdeki gizli sızıların nedeni.

Mısır’da bir yazar halkımızın tarihi hakkında bir kitap yazdı. Bu kitabına “Nil’i Çaldırdım” adını verdi.

Irmağını çalan, toprağını da çalmıştı onun.

Tıpkı bizim vatanımızdan sürgün edildiğimiz zaman gibi :yurdumuzu, tertemiz pınarlarımızı, ueşx’amahuemizi, geleneklerimizi ve dilimizi çaldılar acımasızca.

Bizim yokoluşumuza neden olan üç ana etken var:

Birincisi, Rus Çarı’nın Kafkasya’ya hakim olmak için yürüttüğü acımasız siyasettir.

İkincisi, Kafkaslardan geçen ipek yolunu kontrol etmek, bir geçiş noktası olan bölgeyi kontrol etmek isteyen İngiliz siyasetidir.

Üçüncüsü, hepsinden öte halkımızın yokoluşunu getiren ise herkesin bildiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’dur.

Bu gerçek bütün tarihlerde açıkça görülmektedir. Osmanlı, savaşçı insanlarımızı vaatlerle kandırarak anayurttan koparttı ve onları kendi topraklarında parça parça yerleştirdi. Çaresiz, çocuklu genç kadınları da kendi askerleri ile evlendirerek sağlıklı ve güzel bir nesil yaratmak için uğraştı. Yaşlı erkek ve kadınlar ile çocuklar ise çeşitli bölgelerde darmadağın ve sefil bir halde ortada bırakıldılar.

İşte bu dönemdir Adige halklarının uğradığı en büyük felaketin yaşandığı zaman. Bu bir sel felaketi gibiydi bizleri adlı götürdü yurdumuzdan uzaklara, pek çoğumuzu boğdu. Fakat herkesi boğamadı bu sel hepimizi yok edemedi. Geriye kalanlar bizleriz ve yaşıyoruz işte: Gerçeği tüm çıplaklığı ile ifade edemeden, birleşerek el ele verip halkımızı savunamadan yükseltip yüceltemeden, tıpkı uykudan yeni uyanmış yarı uyuşuklar gibi yaşıyoruz.

Paranın ve mülkün üzerimizde hükümranlık kurmaya başladığı bu zor döneme, bireysel kurtuluş kaygılarımız ile eşlik ederek yaşıyoruz.

Bu günün Çerkesleri olarak biz kimiz? Gücü aklı yiğitliği ve kültürü ile dünyaya nam salmış, bu ismi taşımış eski Adigelerin devamıyız. Bunu kanıtlayan çok fazla sayıda kitap, makale, araştırma ve benzer bilimsel çalışma mevcut.

Rus bilimadamı Prof. Turçaninov’un araştırmalarına konu olan eski mezar taşlarında ve yazıtlarda anlaşıldığına göre; Adigeler sadece yeryüzünün en eski halklarında olmayıp aynı zamanda 4000 yıl öncesinde gelişmiş bir medeniyetin temsilcisi, yazısı olan bir halktır.

Turçaninov araştırmalarını kitap haline getirdiğinde eski Sovyetler Birliği’nde bu kitabı basmak istememişler ve kitap Suriye’de Arapça olarak basılmıştı. Bu kitap bizim elimizdedir bu gün, okuyor, muhafaza ediyoruz.

Halkımızın tarihine yönelik araştırmalar pek çok farklı ülkeden farklı bilimadamı tarafından yapılmıştır, Fransız bilimadamları da diğerleri de pek çok defa yazdılar ki “Avrupalı beyaz insanın kökeni Kafkaslara dayanmaktadır”.

Suriye’den tarih araştırmacısı APEZAWU Cemal yaptığı araştırmaları kitap haline getirerek yayınladı, bu kitapta aynı bilgiler belgeler ile yer almaktadır.

Aynı şekilde Mısır televizyonunu izlerken bizzat ben kendim Memluklardan bahseden bir programda bu konudan bahsedildiğine “Avrupa’ya beyaz insanı veren Kafkaslardır” denildiğine şahit oldum.

Ünlü Arap tarihçisi Rasim Rüşdü Kafkasya’dan Mısır’a gelen Memlukların köle veya esir olarak değil yiğitlikleri ve savaşçılıkları ile ün saldıkları için asker olarak geldiklerini yazar.

Burada bir temsil anlatmak istiyorum bir Yunan ile bir Adige tartışırlarken Yunan “siz Yunan değil Memluksunuz” demiş, Adige buna cevaben “önemli değil demiş. Biz memluk olarak gelip sizin başınıza padişah olduk, maazallah beylerimiz prenslerimiz gelse kim bilir sonunuz ne olurmuş”.
Geçmiş medeniyetimize ve kültürümüze dair pek çok bilgi belge kaynak bulmak mümkündür;yeter ki arayalım, yeter ki araştırmak öğrenmek isteyelim.

Şimdi diğer halklar ile kendi halkımızı şöyle bir kıyaslayalım. Geçtiğimiz yüzyılda onların gelişmelerine veya yok olmalarına neden olan şeylere kısaca bir göz atalım. Kafkasya halklarının anayurtlarını terk etmeleri 1864 yılında başlar. Yukarıda da söylediğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu Kafkas halklarını yanıltarak kendi istediği yola sokmuş ve sonunda hepsini Türk topraklarında bir araya getirmiştir. İstediği kadar asker ve savaşçı seçtikten sonra da kalanları Balkanlara yerleştirmiştir. Aç ve çaresiz bir şekilde ortada kalan Kafkasyalılar komşu köyleri basmaya, insanların yiyeceklerine el koymaya, vermeyenleri öldürmeye başladılar. Bunun üzerine Avrupa, Osmanlı’ya baskı yaparak “soyguncu Çerkeslerin Balkanlardan çıkartılmasını, getirildikleri yerlere geri gönderilmesini” talep etmeye başladı.

Bunun üzerine Kafkaslardan gelen bir grup Ürdün ve Suriye’ye göçmen olarak gönderildi. 1885 yılında Suriye’ye gönderilen göçmenler Munbic, Humus, Coulan bölgelerine yerleştirirler. İkinci grup olarak 1905 yılında gelen kafileyi ise Osmanlı İmparatorluğu sürerek Suriye’nin Anasir bölgesine gönderdi ve bunlar 1910 yılında ayrı bir köy olara yerleştirilerek aile başına 30 hektar toprak verildi. Yerleştirilen bu insanlara tüfek dağıtılarak “kendilerini ve köylerini bedevilerden korumaları” tavsiye edildi.

O dönemde bedeviler hacca gidenlerin yolunu keserek soyuyor, paralarına eşyalarına ve yiyeceklerine el koyuyor binek hayvanlarını da ellerinden alıyorlardı. Adigelerin bölgeye yerleşmeleri ile hem hac kafilelerinin hem de Arapların kendilerinin korunmaları sağlanmış oldu. Xkeust Nadya’nın şiirlerinde bu tür olaylar sıklıkla anlatılır. Sonuç olarak her ne kadar yok olmamışsak da anayurdumuzdan uzaklara düşmekle çok büyük bir talihsizliğe uğramıştık.

Babamın büyüklerinden naklen anlattığına göre Anayurttan ayrılmak üzere pasaportlarını mühürletmek için Nalçik’e giden insanlara oradaki yetkili pasaportları mühürlemeyi reddederek şöyle söylemiş: “Yanılmayın, yurdunuzu terk etmeyin. İnanın bu benim kafamda saç biter de o sizin güvenip gittiğiniz topraklarda ot bitmez, Türk topraklarında size düşecek olan taş ve çakıl arazilerdir, toprağınızda ot bile bitmezse siz ne yiyeceksiniz, hayvanlarınıza ne yedireceksiniz.”

Buna rağmen büyüklerimiz bu sözleri dinlememişler. Şerec Qanıque ile Anzorların oğlunun Osmanlı elçileri ile el ele yürüttükleri propaganda üstün geldi ve insanlar yurtlarından ayrıldılar. Adige halkı olarak diğer milletler gibi bir arada yaşamayı da başaramadık.

Bildiğiniz gibi Türklerin Anadolu’dan sürdükleri Ermeniler Suriye’ye 1916 yılında geldiler. 1940 yılına gelindiğinde bu halk ana dili ile eğitim verebilecek şekilde kendi okulunu açmış, ünlü doktorlara tüccarlara, mühendislere ve sporculara sahip olmuştu aradan geçen kısa süre içerisinde.

Oysa biz fakirdik, bilgisiz ve eğitimsizdik, üstelik bu eksiklerimiz bizi hiç terk etmeyen bir kader gibi geliyordu yaşamımızda. Ermeniler birlik olabiliyorlar, din adamlarının ve idarecilerinin kararlarında birleşebiliyorlar, elele vererek yaşayabiliyorlardı. Ermeniler başlarına gelen felaketi tüm dünyaya anlatabildiler, filmler, belgeseller çektiler, bu konuyu işleyen araştıran insanları yüceltti değer verdiler. Bizim başımıza gelen felaketi çekecek bir belgeselci, kitaplaştıracak bir tarih araştırmacısı neden yok?

İkinci bir örnek olarak medeniyet açısından hiç de gerisinde olmadığımız Yahudileri alalım. Yahudilerden daha akılı bir halk, Yahudilerden daha çok düşman sahibi bir halk, Yahudilerden daha tutkun bir halk bulmak çok zordur şu yeryüzünde. Onların dünyanın her tarafında faaliyet gösteren bankaları, ticaret şirketleri, halkına hizmet eden örgütleri dünyanın her ülkesine dağılmış durumda. Ortak karar almadaki başarıları ve işbirliği içerisindeki sonuç getirici çalışmaları ile bu başarılı sonuca ulaştılar.

Üçüncü olarak Kürtleri ele alalım. İngiliz işgalcileri tıpkı bizde olduğu gibi Birinci Dünya Savaşı’nda onların yurtlarını işgal ederek parçalayıp içinde yaşayan halkı da sürerek toprakları bölgedeki ülkeler arasında paylaştırdılar. Buna rağmen o halk bu güne kadar tek bir halk haline gelmenin kavgasından vazgeçmedi. Bu gün Avrupa’da 8 ayrı televizyon kanalına sahipler, hem ulusal sorunlarını dile getiriyor, dünyayı bilgilendiriyorlar, hem de kültürlerini her nerede olurlarsa olsunlar muhafaza edebiliyorlar.

Benim halkım yukarıda bahsettiğim halkların hiç birisinden bilgi olarak, güç olarak, zeka olarak daha geri değil. O halde geriye kalan tek neden var, biz daha tembeliz ki niçin böyle olsun, hiç tahammül edemediğim şey budur.

Sizi temin ederim ne Türkiye’de ne Suriye’de ne Ürdün’de bir devlet olmak idare kurmak gibi beklentim yok. Rusya ile savaşmak veya ayrılmak da değil istediğim. Ben başka şey istiyorum. İstiyorum ki, halkımız el ele birlik olsun, insanlarımız mensup oldukları milleti sevsin, kültürümüzü sanatımızı geliştirebilelim, dünya ortalamasının gerisine düşmeden gelişebilelim, güçlenebilelim.

Suriye’de iyi bir arkadaşım var benim. Azam Muhammed adındaki bu dostum aslen Filistinlidir, bu arkadaş hiç usanmadan bana ”Sen de ben de sürgünüz, bir gün anavatanlarımıza ulaşmak nasip olursa birbirimize yazalım, haberleşelim dertleşelim istediğine kavuşan çocuklar gibi sevinip oynayalım şarkılar söyleyelim” derdi. Bir gün ben anayurda dönecek olunca bu arkadaşım sıkı sıkı tembihlemişti bana “eğer buraya gelirsen ilk önce bana uğrayacağına söz ver. Birlikte anavatan şerefine kadeh kaldıralım konuşup görüşelim” demişti. Ne zaman gitsem ilk önce ona uğrarım, ben anayurduma kavuştum ama o hala sürgünde.

Anayurduna kavuşmanın mutluluğunu ben bu gün yaşıyorum. Eskiden soydaşlarım bu gün ise yurttaşlarım olan insanlarımızı gözlemliyorum, düşünüyorum. Halkımın her ferdinin onurlu bir yaşam sürebilmesi için imreniyor, gelecek neslin güzel bir dünya kurabilmesini ümit ediyorum. Bunları istiyor, ümit ediyorum fakat gerçekte ne oluyor, ne işitiyorum, anayurtta ne görüyorum, yaşamımız ne durumdadır?

Anadilimi ikiye böldüler de bana yetersiz geliyor. Başka ülkede yaşayan benim başıma gelen anayurttakilerin de mi başına geldi acaba? Adigeler en fazla sayıda Kabardey-Balkar’da yaşamalarına rağmen ticarethanelerde, okullarda, restoranlarda daha çok başka bir lisan konuşuluyor.

Dil ile edebiyat ile ilgili her kime sorduysam Adige sözü olan “Ğuable-taze, diri” kelimesinin anlamını söyleyebilen çıkmadığı gibi bunun Adige sözü olmadığını iddia eden bile çıktı, oysa bu babalarımızın bize öğrettikleri gerçek Adige sözüdür.

Dil üzerine çalışan biliminsanlarımız gücenseler de bu günkü ulusal yazı dilimiz de insanı tatmin edebilecek düzeyde değildir. Bilim dilimiz de aynı durumdadır. Niçin Adigece olarak dilimizde “propaganda, bakteri, nötron” ve bunlar gibi pek çok sözcüğün karşılığı olmasın? Adigelerin yaşadığı her üç cumhuriyette de Adige dili devlet dili olarak kabul edildiğine göre biliminsanlarımızın dilimizdeki yabancı sözcüklerin yerine kendi kelimelerimizi koyacak güçleri yok mudur?

Halkının güzel dilini kullanabiliyor olması insana gurur vermez mi, örnek olmaz mı, güzel olmaz mı?

Edebiyat dilimiz? Halkımıza coşku verecek güzel ideallerle donanmış ve uyuyanları da uyandıracak şiirler, şarkılar ne kadar da az bizim dilimizde. Üzülerek söylemeliyim ki, destanlardaki romanlardaki kahramanların isimleri çocuklarına veriyorlar. Niçin yazarlarımız maharetlerini ve yaratıcılıklarını göstermiyorlar bu gün?

Burada çıkan kitaplarda bulabileceğiniz şeyler, Mısır ile, komsomol ile, kolhoz ile ilgili sınırlı konulardan ibaret. Tamam bu da tarihtir, bunu da kabul ediyorum fakat çok kısa süre önce şöyle bir örnekle karşılaştım: Seçkin yazarlardan kabul ettiğim bir isim Fransa’da bir süre kalmış ve geri dönmüştü, onun bu seyahati ile ilgili yazdıkları “nasıl dinlendiği, nasıl ağırlandığı, Paris’te gördükleri” idi. Ben beklerdim ki, o yazarımızdan Jan Dark’ın kahramanlığına mekan olmuş bu ülkeden tarihe ve vatan sevgisine dair bir ses ulaşsın yeni neslimize. Her Adige yazarından da beklentim bu yöndedir.

300 yıl süren Rus-Kafkas savaşları konusunda, Adigelerin ortaya koydukları sanatsal veya bilimsel eser bulabilmek çok zordur. Halkımızın edebiyatçılarından çocuklarımız için yazanların sayısı da yok denecek kadar azdır. Selman el İsa adında büyük bir şair yaşadı bir dönem. 1967 yılında İsrail Ürdün, Suriye ve Mısır’a saldırarak topraklarından bir bölümü işgal etmişti. Bu üç ülkenin nüfusu 80 milyon, İsrail’in nüfusu ise 3 milyondu, fakat üç devletin insanları da uykuda oldukları için İsrail’e direnen bile çıkmamıştı bu saldırıda. Bu olaya çok içerleyen Selman El İsa şöyle söylemiş: “Yurdumun büyüklerinden ümidi kesmek gerek, fakat yurdumun çocuklarını uyandırmak gerekiyor, o nedenle ben bu günden itibaren yurdumun çocukları için yazacağım.” İsa verdiği sözü yerine getirerek o günden sonra çocuklar için yazdı ne yazdıysa.

Bizim de ne yazacaksak çocuklarımız için yazmamız gerekiyor. Çocuk ne şekilde eğitim verirseniz onu alır. Yurdunu halkını seven bir nesil yetiştirmeyi ihmal edersek artık güvenebileceğimiz hiç bir şey kalmamış demektir. Yine başımdan geçen bir örnek vermek istiyorum. Türkiye’de yaşayan torunum Nalçik’e gelmiş bizde kalıyordu, çocuk resim yaparken bir bayrak resmi çizdi ve sevinçle içeriye koşup ninesine göstererek ”nine nine bak bayrağımızı yaptım” dedi. Ninesinin bayrağa bakınca yüzünün değiştiğini gören çocuk mahzun bir edayla sordu “ne oldu nine, güzel olmadı mı?”. Ninesi çocuğa sarılarak “benim güzel bebeğim çok güzel yaptın ama bu bizim bayrağımız değil” dedi, çocuğu yanına oturtarak Adige bayrağını anlattı uzun uzun. Bunun üzerine gördüğünden başkasına inanmayan çocuğa 7 yaşındaki çocuk çocuk gösterin o zaman Adige bayrağını bana diyerek dikildi karşımıza.

Aynı gün halası çarşıya çıkarak bir Adige bayrağı aldı getirdi çocuğa. O andan sonra çocuk Adige bayrağının resmini yapmaya başladı. Bu örneği anlatmamın nedenine gelince: Yurduna ve halkına sevgiyi, aidiyeti her şeyden önce yetişen neslimize aşılamak gibi bir görevimiz var, bu gün yazarlarımız da bu görevi ihmal etmeden yetişen nesil için çok daha fazla çalışmalı yazmalı üretmeliler, ancak o zaman güzel günler ümit edebiliriz.

Sanatçılarımızı ve onların idarecilerini gücendirmek istemem ama onların görevleri halkları için çalışmak olmasına rağmen çalışmalarının halkımıza yönelik olduğunu söyleyemeyeceğim bu hali ile.

Adige tiyatromuz var ve pek çok halkın imrendiği bir nimettir bu halkımız için. Kabardey Devlet Tiyatrosu adı ile tüm dünyadaki tek tiyatrodur bu. Fakat halk tiyatromuza sırtını dönmüş durumda insanlarımız, bir kaç samimi insanın çabalarına rağmen durum budur maalesef.

Fakat öte yandan ulusal kültürümüze, geleneklerimize, tarihimize, neslimizin eğitimine yönelik vatan sevgisine yönelik bir çalışma göremiyoruz ne yazık ki sahnelerimizde. Tiyatromuz halkımızın yazarlarının bu yöndeki eserlerini niçin bize izletemiyor, bunu engelleyen nedir, bu günkü rejisörler ile oyuncuların faaliyetleri niçin organize değil? Bakış açıları niçin birbirine hiç olmazsa yakın değil ?Halkımıza yönelik konuları niçin öne çıkartıp işleyemiyorlar, buna engel olan nedir?

Bilim adamları, kültür adamları, sanatçılar edebiyatçılar değil midir tüm yaşamları boyunca halk için çalışmakla yükümlü olanlar? Vatan ve millet sahibi olmak isteyenlerin görevi değil midir onlara yardım etmek? Bütün bu konuları çözümleyip ayağa kalkamazsak yarın gelecek neslimiz için yapılacak ne kalıyor geriye?

Yarın yankıları neslimize dönecek olan bizim bu günkü sesimizdir.