”İDEOLOJİ” OLARAK TEKNİK VE BİLİM

Jurgen Habermas
Herbert Marcuse ‘e, 19 Temmuz 1968‘deki 70. doğum günü için, Yapı Kredi Yayınları
Çeviri: Mustafa Tüzel

Max Weber, kapitalist ekonomi etkinliğinin, burjuva özel hukuk ilişkisinin ve bürokratik iktidarın biçimini belirtebilmek için “rasyonellik”kavramını kullandı. Rasyonelleştirme öncelikle rasyonel karar verme ölçütlerine tabi toplumsal alanların yaygınlaşması anlamına gelir. Buna, toplumsal çalışmanın, araçsal eylemin ölçütlerinin yaşamın başka alanlarına da sızmalarına (yaşam tarzının kentlileştirilmesi, ulaşımın ve iletişimin teknikleştirilmesi) yol açan endüstrileştirmesi karşılık gelir.

İki durumda da söz konusu olan, amaç-rasyonel eylem tipinin yerleştirilmesidir. Birinde araçların örgütlenmesine, diğerinde iki seçenekten birinin seçilmesine bağlıdır.

Planlama, sonuçta ikinci kademedeki bir amaç-rasyonel eylem olarak anlaşılabilir: o bizzat amaç-rasyonel eylemin sistemlerinin kurulmalarını, iyileştirilmelerini ve genişletilmelerini hedefler.  Toplumun artan “rasyonelleştirilmesi” bilimsel ve teknik ilerlemenin kurumsallaşmasıyla bağıntılıdır.  Tekniğin ve bilimin, toplumun kurumsal alanlarına sızdıkları ve böylelikle kurumların kendilerini dönüştürdükleri ölçüde, eski meşrulaştırmalar tasfiye edilirler.

Eylem yönlendirici evren imgelerinin, kültürel geleneğin tamamının sekularize edilmesi ve “büyüden arındırılması”, toplumsal eylemin artan “rasyonellik”inin diğer yüzüdür.

I

Herbert Marcuse, Max Weber’in kapitalist girişimcinin ve ücretli endüstri işçisinin amaç-rasyonel eyleminden, soyut hukuk kişisinin ve modern yönetim memurunun amaç-rasyonel eyleminden çıkardığı ve bilim ve teknik kriterlerinde sabitlediği biçimsel rasyonellik kavramının belirli içeriksel kapsamlarının olduğunu gösterebilmek için bu çözümlemeye dayanmıştır.

Marcuse, Weber’in “rasyonelleştirme” dediği şeyde, “rasyonelliğin” değil, tersine rasyonellik adına, belirli bir zikredilmemiş politik iktidar biçiminin yattığına inanır.

Bu tür bir rasyonellik;

– stratejiler arasında doğru seçime,
– teknolojilerin uygun kullanımına ve
– sistemlerin amaca uygun kurulmalarına (verili durumlarda konulmuş hedeflerde) uzandığı için, onu, düşünsemenin ve akıllı bir yeniden-inşanın, içinde stratejilerin seçildiği, teknolojilerin kullanıldığı ve sistemlerin kurulduğu toplam toplumsal ilgiler bağlamından alır.

Dahası rasyonellik salt bağıntılarda mümkün olan teknik uygulamaya uzanır ve bu yüzden doğaya veya topluma hükmetmeyi içeren bir eylem tipini gerektirir. Amaç-rasyonel eylem , yapısı gereği denetim kurmaktır. Bu yüzden yaşam ilişkilerinin bu rasyonelliğin ölçütlerine göre rasyonelleştirilmesi, politik olarak tanınmaz hale gelecek bir iktidarın kurumsallaştırılmasıdır: amaç-rasyonel eylemin bir toplumsal sistemin teknik aklı, politik içeriğinden vazgeçmez. Marcuse’ün Max Weber eleştirisi şu sonuca varır: Belki de teknik akıl kavramı bizzat ideolojidir. Tekniğin salt kullanımı değil, bizzat kendisi de (doğa ve insan üzerinde) iktidardır yöntemli, bilimsel, hesaplanmış ve hesaplayan iktidar. İktidarın belirli amaçları ve ilgileri (interesse) tekniğe ancak ‘sonradan’ ve dışarıdan empoze edilmiş değillerdir – onlar bizzat teknik aygıtın yapısına dahildirler; teknik her defasında tarihsel-toplumsal bir tasarımdır; ve onda bir toplumun ve ona hükmeden ilgilerin insanlara ve şeylere yaklaşımları yansıtılmıştır. İktidarın böyle bir amacı ‘maddi’dir ve bu bakımdan bizzat teknik aklın biçimine aittir.

Marcuse daha 1956’da tamamen başka bir bağlamda şu özgün fenomene dikkati çekmişti: Endüstriyel olarak ilerlemiş kapitalist toplumlarda iktidar, politik iktidarın ortadan kalkmasına yol açmadan, sömürücü-baskıcı karakterini yitirme ve “rasyonel” olma eğilimi gösteriyordu: “İktidar artık, aygıtı bir bütün olarak koruma ve genişletme yeteneği ve ilgisi koşuluna bağlıdır.”

Her ne kadar üretici güçlerin seviyesi, tam da “bireylere yüklenen fedakarlıkların ve yükümlülüklerin gitgide daha gereksiz, daha usdışı görünmelerini” sağlayan bir potansiyel taşısa da, iktidarın rasyonelliği üretici güçlerin bilimsel-teknik ilerlemeyle eşlenmiş yükselişini kendi meşruluğunun temeli yapmasına izin veren bir sistemi sürdürmesiyle ölçülür.

Marcuse, objektif açıdan aşırı baskıyı “bireylerin yoğunlaştırılmış bir şekilde devasa üretim ve dağıtım aygıtının boyunduruğu altına girmelerinde, boş vakitlerin özele ait olmaktan çıkartılmasında, yapıcı ve yıkıcı toplumsal çalışmanın nerdeyse birbirlerinden ayırdedilemeyecek kadar iç içe geçmelerinde” görmekten söz ediyor. Fakat bu baskı paradoksal biçimde halkın bilincinden yitip gitmiştir, çünkü iktidarın meşrulaştırılması yeni bir karaktere bürünmüştür: yani   “bireylerin yaşamını da gittikçe daha rahatlaştıran, sürekli artan üretkenlik ve doğaya hakim olma”ya işaret eder.

Üretici güçlerin bilimsel-teknik ilerlemeyle kurumsallaştırılmış olan artışı, bütün tarihsel orantıları altüst eder. Kurumsal çerçeve meşruluk şansını buradan alır. Üretim ilişkilerinin açınmış üretici güçlerin potansiyeli ile ölçülebilecekleri düşüncesi, mevcut üretim ilişkilerinin kendilerini rasyonelleştirilmiş bir toplumun teknik olarak zorunlu örgütlenme biçimi olarak sunmalarıyla kesintiye uğratılmış olur. Max Weber’in anladığı biçimde “rasyonellik” burada çifte yüzünü gösterir: o artık, salt tarihsel olarak zamanını doldurmuş üretim ilişkilerinin objektif açıdan aşırı olan baskısının maskesinin düşürüleceği, üretici güçlerin seviyesi için eleştirel bir ölçü değildir, tersine aynı üretim ilişkilerinin işleve uygun bir kurumsal çerçeve olarak haklandırılabilecekleri savunusal bir ölçüttür de. Evet “rasyonellik” savunusal kullanılabilirlikleriyle ilişkisinde eleştirinin ölçütü olarak köreltilir ve tashih için sistemin içine çekilir: böylece artık söylenebilecek tek şey, toplumun “yanlış programlanmış” olduğudur.

Üretici güçler de bilimsel-teknik açınımlarının bu seviyesinde üretim ilişkileriyle yeni bir biraradalık içine girmiş görünürler: artık politik bir aydınlanmaya, geçerli meşrulaştırmaların eleştirisinin temeli olarak hizmet etmezler, tersine kendileri meşrulaştırma temeli olurlar.

Marcuse bunu dünya- tarihsel açıdan yeni bir şey olarak kavrar. Ama eğer böyle bir ilişki içindeyse, amaç-rasyonel eylemin sistemlerinde cisimlenen rasyonelliğin, özgün bir şekilde sınırlandırılmış bir rasyonellik olarak anlaşılması gerekmez mi? Bilim ve tekniğin rasyonelliği, mantığın ve başarı-kontrollü eylemin değişmez kurallarına dayandırılmak yerine içeriksel ve tarihsel olarak oluşmuş, yani geçici bir a ”priori’’yi içine almış olamaz mı? Marcuse bu soruya olumlu yanıt verir:

“Modern bilimin ilkeleri a priori öyle yapılanmışlardır ki, kavramsal aletler olarak, bir evrene kendiliğinden oluşan, üretken bir kontrol hizmeti görebilirler; teorik işlemselcilik, sonunda pratik işlemselciliğe denk düşer.  Doğaya gittikçe daha etkin bir hükmetmenin yolunu açan bilimsel yöntem, daha sonra doğaya hükmetme aracılığıyla insanların insanlar üzerindeki gittikçe daha etkin iktidarı için saf kavram ve aletleri de sunmuştur.

(…) Bugün iktidar kendini salt teknoloji aracılığıyla değil, tersine teknoloji olarak ölümsüzleştirmekte ve genişletmektedir, ve bu da bütün kültür alanlarını içine alan, geniş politik erki, büyük meşrulaştırmayı sağlamaktadır. Teknoloji bu evrende insanlığın özgürsüzlüğünün büyük rasyonelleştirilmesini de sağlamakta ve özerk olmanın, yaşamını kendi kendine belirlemenin ”teknik” olanaksızlığını da kanıtlamaktadır. Çünkü bu özgürsüzlük ne usdışı ne de politik olarak değil tersine daha çok yaşamın rahatlıklarını arttıran ve çalışma verimliliğini yükselten teknik aygıtın boyunduruğu altına girme olarak görünmektedir.

Böylelikle, teknolojik rasyonellik iktidarın haklılığını ortadan kaldırmaktan çok onu korumaktadır ve aklın araçsalcı ufku rasyonel türde totaliter bir topluma açılmaktadır.”

Max Weber’in “rasyonelleştirme”si, salt toplumsal yapıların uzun vadeli bir değiştirilme süreci değil, aynı zamanda Freud’un anladığı anlamda da bir “rasyonelleştirme”dir: Gerçek güdü, nesnel açıdan günü geçmiş iktidarın ayakta tutulması, teknik buyruk gerekçesiyle gizlenir. Bu gerekçe, yalnızca bilim ve tekniğin rasyonelliğinin daha baştan içkin bir itaat ettirme, bir iktidar rasyonelliği olmasıyla olanaklıdır.

Marcuse, çağdaş bilimin rasyonelliğinin tarihsel bir oluşum olduğu düşüncesini, Husserl’in Avrupa krizi üzerine araştırmasına olduğu kadar, Heidegger’in Batı metafiziğinin yıkılışı düşüncesine de borçludur. Bloch materyalist bağlamda, bilimin ve de modem tekniğin halen kapitalistleşerek biçimi bozulmuş bir rasyonelliğin, saf bir üretici gücün masumluğunu gasp ettiği görüşünü geliştirmiştir. Ama ancak Marcuse “teknik aklın politik içeriğini” bir geç kapitalist toplum teorisi için analitik çıkış noktası yapar. Bu bakış açısını salt felsefi açıdan geliştirmekle kalmayıp, tersine sosyolojik analizde de korumak istediği için, düşünce zorluklan ortaya çıkabilir. Ben burada yalnızca Marcuse’ün kendisinden kaynaklanan bir tutarsızlığa dikkat çekmek istiyorum.

II

Marcuse’ün toplum analizini dayandırdığı fenomen, yani teknik ve iktidarın, rasyonellik ve baskının özgün kaynaşması, bilim ve tekniğin salt maddi Apriori’sinde sınıfsal ilgi ve tarihsel konumla belirlenmiş bir dünyalar tasarımının -Marcuse’ün Sartre ’ın fenomenolojisine bağlantılı olarak söylediği gibi, bir “proje”nin- saklı olduğundan başka türlü anlatılamayacaksa, o zaman bilim ve tekniğin kendisinin devrimcileştirilmesi olmadan bir özgürleşim düşünelemez.

Marcuse bu noktalarda, bu yeni bir bilim düşüncesini, Musevi ve Protestan mistiğinden bilinen “düşmüş doğanın yeniden dirilişi’yle bağlantılı olarak izlemek çabasındadır: bilindiği gibi bu, Şvebya pietizmi üzerinden [Schelling’in (ve Baader’in) felsefesine girmiş olan, Marx  ’ın Paris Elyazmaları ‘nda tekrar ortaya çıkan, bu gün Bloch felsefesinin merkezi düşüncesini belirleyen ve düşünsenmiş biçimiyle  Benjamin’in,  Horkheimer ’in ve Adorno  ’nun daha gizli umutlarını yönlendiren bir konudur.

Böylece Marcuse’ü de etkiler: “Vurgulamaya çalıştığım şey, bilimin kendi özgün yöntemi ve kavramları yüzünden, doğaya hükmetmenin, insanlara hükmetmeyle bağlı kaldığı bir evren tasarladığı ve teşvik ettiğidir – üstelik bu evrenin bütünü için tehlikeli olma eğilimi gösteren bir bağ. Bilimsel açıdan kavranmış ve zaptedilmiş olarak doğa, bireylerin yaşamlarını sağlayan ve iyileştiren ve aynı zamanda onları aygıtın efendilerine tabi kılan teknik üretim ve yıkım aygıtında yeniden görünür; rasyonel hiyerarşi, toplumsal hiyerarşiyle böyle kaynaşır. Durum böyle olunca, ilerlemenin yönünün, bu tehlikeli bağı çözebilecek şekilde değiştirilmesi, bizzat bilimin yapısını, bilim tasarımını da etkileyebilir. Hipotezleri, rasyonel karakterlerini yitirmeden özünde farklı bir deneyim ilişkisine doğru (sükuna kavuşmuş bir dünyada) gelişirler; bunu takiben bilim doğanın özünde farklı kavramlarına ulaşır ve özünde farklı olguları saptar.”

Sonuç olarak Marcuse yalnızca başka bir teori oluşumunu değil, ilkesel olarak farklı bir bilim metodolojisini gözünde canlandırıyor. Doğanın, yeni bir deneyimin nesnesi haline getirildiği aşkın çerçeve, artık araçsal eylemin işlev sahası olmazdı, tersine olası teknik kullanımı bakış açısının yerine, doğanın potansiyelini özgür kılan bir bakış açısı, bak ve koru, alırdı: “iktidarın iki türü vardır:biri baskıcı ve biri de özgürleştirici.”   ( En azından bir alternatif tasarım düşünülebilir olursa, yeniçağ biliminin tarihsel olarak biricik proje şeklinde kavranılmasına karşı çıkılabilir. Ve daha sonra alternatif bir yeni bilim, yeni bir tekniğin tanımlanmasını içermelidir. Bu düşünüş boşa çıkar, çünkü teknik tamamen tek bir tasarıma da yanıyorsa, açıkçası yalnızca insan türünün tamamının tek bir “projesi”ne dayandırılabilir, tarihsel açıdan aşılabilir bir projeye değil.

Arnold Gehlen, gördüğüm kadarıyla mecburen, bizim bildiğimiz teknik ile amaç-rasyonel eylemin yapısı arasında içkin bir ilişki olduğuna dikkat çekti. Eğer başarı-kontrollü eylemin işlev sahasını rasyonel karar verme ve aletli eylemin birleştirilmesi olarak anlarsak, tekniğin tarihini amaç-rasyonel eylemin adım adım nesnelleştirilmesi bakış açısıyla yeniden kurabiliriz. Yine de, teknik gelişme, insan türünün amaç-rasyonel eylemin önce insan organizmasında bulunan işlev sahasının ilksel öğelerini, birbiri ardından teknik araçlar düzlemine yansıttığı ve kendi kendini sözü geçen işlevlerden kurtardığı şeklindeki açıklama modeline uyarlar.

– Önce devinim aygıtının (eller ve bacaklar) işlevleri,
– Sonra (insan bedeninin) enerji üretimi,
– Sonra duyu aygıtının (gözler, kulaklar, deri) işlevleri ve
– En sonunda da kumanda eden merkezin (beyin) işlevleri güçlendirilmiş ve ikame edilmişlerdir.

Eğer, teknik gelişmenin amaç-rasyonel ve başarı-kontrollü eylemin yapısına -ki bu da çalışmanın yapısıdır- uygun düşen bir mantığı izlediği gözönünde bulundurulursa, o zaman insan doğasının örgütlenmesi değişmediği sürece, demek ki yaşamımızı toplumsal çalışma ve çalışmayı ikame eden araçların yardımıyla kazanmak zorunda olduğumuz sürece, teknikten ve üstelik bizim tekniğimizden, niteliksel olarak farklı bir başkasının lehine nasıl vazgeçebileceğimiz görülemez.

Marcuse’ün zihninde doğaya alternatif bir yaklaşım vardır, fakat bundan yeni bir teknik düşüncesi kazanılamaz. Doğayı olası teknik kullanımının nesnesi olarak ele almak yerine, onunla olası bir etkileşimin rakip’i olarak karşılaşabiliriz. Sömürülen doğa yerine, kardeş doğayı arayabiliriz. Hayvanları, bitkileri ve hatta taşları, iletişimin kopmasıyla yalnızca işlemek yerine, henüz tamamlanmamış bir öznelerarasındalık düzleminde, onlara öznellik atfedebilir ve doğa ile iletişim kurabiliriz. Ve, insanlar arasındaki iletişim iktidardan arınmadıkça, doğanın zincirlenmiş öznelliğinin serbest kalmayacağı düşüncesi, en azından, özgün bir çekim kuvvetine sahip olmuştur. Ancak, insanlar zorlamasız iletişim kurduklarında ve her biri kendini diğerinde tanıyabildiğinde, ancak o zaman insan türü doğayı başka bir özne olarak -idealizmin istediği gibi onu kendi ötekisi olarak değil, tersine kendini bu öznenin ötekisi olarak- tanıyabilir.

Her zaman olduğu gibi, tekniğin kaçınılmaz verimleri, kaşları çatılmış bir doğayla elbette ikame edilemezler. Mevcut tekniğe alternatif, doğanın bir nesne yerine bir rakip olarak tasarlanması, alternatif bir eylem yapısına: amaç-rasyonel eylemden farklı olarak simgeler aracılığıyla sağlanan etkileşime dayanır. Fakat bu her iki tasarımın, çalışmanın ve dilin projeleri, belirli bir dönemin ve belirli bir sınıfın, aşılabilir bir durumun değil, bütün insanlığın projeleri oldukları anlamına gelmektedir. Düşünce yeni bir tekniğe ne kadar az götürürse, sonucunda yeni bir bilir düşünülmesine de o kadar az izin verir, aksi halde bilim bizim bağlamımızda modern, olası teknik kullanılabilirlik anlayışıyla yüklü bilim anlamına gelmelidir: tıpkı bilimsel-teknik ilerleme için olduğu gibi, onun işlevi için de “daha insani’ bir ikame yoktur.

Marcuse’ün kendisi de bilim ve tekniğin rasyonelliğini tek bir “tasarım”da göreceli kılmakta kuşkuya düşmüş görünüyor. One Dimensional Man ‘in birçok yerinde devrimcileştirme, kurumsal çerçevenin, üretici güçlerin oldukları gibi kaldıkları bir değiştirilmesi anlamına gelir. Sonra bilimsel-teknik ilerlemenin yapısı korunur, yalnızca başı çeken değerler değişirler; yeni olan bu ilerlemenin yönüdür fakat rasyonellik ölçütünün kendisi değiştirilmeden kalır: “Bir araçlar evreni olarak teknik, insanın gücünü artırabildiği gibi zayıflığını da artırabilir. Bugünkü aşamada insan belki de kendi aygıtı karşısında her zamankinden daha güçsüzdür.”

Bu tümce üretici güçlerin politik masumluğunu tekrar vurgulamaktadır. Marcuse burada yalnızca üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki ilişkinin klasik tanımlanmasını yenilemektedir. Fakat böylelikle, varmak istediği yeni biraradalığa, üretici güçlerin politik açıdan tamamen bozulmuş oldukları iddiasıyla varılabilecek kadar az varmaktadır.

Bilim ve tekniğin bir yandan gelişen üretici güçlerin artan, kurumsal çerçeveyi tehdit eden potansiyeline işaret eden ve diğer yandan da sınırlayıcı üretim ilişkilerinin meşrulaştırılmasının ölçütünü veren özgür “rasyonelliği”, -bu rasyonelliğin çift anlamlılığı ne kavramın tarihselleştirilmesiyle, neo  ortodoks anlayışa bir geri dönüşle, ne ilk günah modeliyle ne de bilimsel teknik ilerlemenin masumiyeti ile yeterince temsil edilebilecektir.

Kavranılmaya çalışılan durum bence en temkinli bir şekilde, aşağıdaki gibi formüle edilebilir: ‘Teknolojik apriori, doğanın dönüştürülmesi insanın dönüştürülmesiyle sonuçlandığı ve ‘insanların ortaya koyduğu yaratılar’ toplumsal bir bütünden çıktıkları ve ona geri döndükleri ölçüde, politik bir apriori’dir.

Yine de, teknolojik evrenin makine parkının, politik amaçlar karşısında kayıtsız olduğu konusunda diretilebilir – o bir toplumu yalnızca hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir. Bir elektronik hesap makinesi kapitalist bir rejime olduğu gibi sosyalist bir rejime de hizmet edebilir; bir siklotron hem bir savaş partisi hem de bir barış partisi için iyi bir gereç olabilir .

(…) Ne var ki, teknik maddi üretimin kapsayıcı biçimi olursa, o zaman tüm bir kültürü yeniden biçimlendirir; tarihsel bir bütünsellik ve –bir evren tasarlar.”

(Marcuse’ün, teknik aklın politik içeriğini dile getirmekle yalnızca üstünü örttüğü zorluk, bilim ve tekniğin rasyonel biçiminin, yani amaç-rasyonel eylemin sistemlerinde cisimlenmiş rasyonelliğin, kendini yaşam biçimine, bir yaşama evreninin “tarihsel bütünselliğine” genişletmesinin ne anlama geldiğinin kategorik açıdan daha tam bir belirlenmesidir.

Max Weber toplumun rasyonelleştirilmesi ile aynı süreci göstermek ve açıklamak istemişti. Bence ne Max Weber ne de Herbert Marcuse, bunu doyurucu bir şekilde başarabilmişlerdir. Bu yüzden Max Weber’in rasyonelleştirme kavramını başka bir ilişki sisteminde yeniden formüle etmek ve sonra bu temel üzerinde Marcuse’ün Weber eleştirisini olduğu gibi, bilimsel teknik ilerlemenin (üretici güç ve ideoloji olarak) çifte işlevi tezini de irdelemeye çalışmak istiyorum. Bir denemenin çerçevesinde sunulabilen ama kullanışlılığı ciddi olarak sınanamayan bir yorumlama modeli öneriyorum. Bu yüzden tarihsel genellemeler yalnızca şemanın açıklanmasına hizmet ediyorlar; yorumlamanın kendisinin uygulanması yerine geçemezler.