KARADENİZ’İN İKİ YAKASI

Dr. MEŞFEŞ’Ü Necdet Hatam

Karadeniz…

Karadeniz, soykırımımızın devamı sürgünümüzdür, hafızalarımıza kazınmış. Bir yolağzıdır, anavatanından koparılanların yok oluşuna açılan…

Geride kalan sevgiliye yakılan ağıttır, yağmadır Karadeniz… yokluktur, yoksunluktur…

Karadeniz, anasının çoktan soğumuş bedenini emmeye çalışan bebeğin ağlaması, götürüldüğü meçhulün ağıtıdır…

Karadeniz ölülerle birlikte, soyulup denize canlı atılan Çerkestir…

Onun içindir ki Karadeniz, olduğundan daha kara, olduğundan daha tuzludur,  toplumsal hafızamızda…

Karadeniz, her iki yakadaki vebadır, koleradır, karantinadır…

Karadeniz, yemek davetlerine bile evinde yemek yiyerek gitme, sofrasında sadece önüne konan ile yetinme geleneği olan onurlu bir halkın, ekmek dilenmek zorunda kalması, ölü yağmalamasının utancıdır…

Yabancı elçiliklerin raporlarına giren toplu ölümlerdir…

Karadeniz, Osmanlı esir pazarındaki Çerkes kızlarının fiyatlarının düşmesidir. Osmanlının dört bir yanına dağıtılan parçalanmış ailelerin dramıdır.

Sürgünün daha ilk günlerinde yürekleri dağlamaya başlayan, ancak engelleri aşamayan DÖNÜŞ ateşidir, ANAVATAN özlemidir.

Özetle;

Eğer hep geçmişte kalacaksak, yok oluşa teslim olmuşsak, ölmeye yatmışsak… Ulusal onurumuza mendil sallayıp “elveda” demişsek eğer…

Var olmak için direnmeyeceksek… Aydınımsı, yurtseverimsi, sürgünümsü, dönüşçümsü isek, özellikle de “Türkiyeli Çerkes Çemberi”ni bir türlü kıramamışsak eğer,

Karadeniz, diaspora ile anavatan arasında, kapkara, hırçın, korkulu, aşılamaz bir duvardır…

Yirmi bir Mayıslarda binler toplanır bu aşılmaz duvarın etekleri Karadeniz’in güney kıyılarında…  Kuzeye, ufka bakılır buğulu gözlerle, ağıtlar yakılır… yumruklar sıkılır… barış dilenir öfke taşan seslerle…

Geçen yıldan bu yana neler yapıldığını, var olma yolunda ne gibi başarılar gerçekleştirildiğini sormaz kimseler birbirlerine de kendi kendilerine de…

Özellikle sormazlar birbirlerine çünkü yanıt bellidir ve tencere karasıdır gerçekte…

Ama ölmeye yatmayı değil de var olmak için direnişi seçtiysek eğer, Karadeniz’in kıyıları döven hırçın dalgaları gençlerimizin coşkulu danslarıdır. Dalganın kıyıya vuruş uğultusu bir ana çığlığıdır, ölüm tehlikesine karşı yavrusunu uyaran…

Suyun çekilirken kıyıyı okşayışı, yavrusunun başını okşayan ana sevgisidir, nine fısıltısıdır torununu şımartan…

Karadeniz kıyısı yine bir yol ağzıdır, ama bu kez anavatanda yaşama dönüşü müjdeleyen… Bir köprüdür anavatan ile diasporayı birbirine ulayan.  Karadeniz’in azgın dalgaları, radyo dalgalarıdır iki yakadaki kardeşlerin sevinçlerini, üzüntülerini birbirinin yüreğine akıtan, yürekleri sarıp sarmalayan… Birlikte sevinebilmeyi, birbiri için üzülebilmeyi sağlayan…

Özetle Karadeniz diasporanın anavatana kavuşacağı umudu, anaya kavuşmanın coşkusudur…

Dönülebilecek vatanı diasporaya armağan eden anavatan bekçileri ile anavatana kavuşanların birlikte kuracakları düğüne, binlerce yıl öteden gelip katılacak Çerkes ruhlarının da mutluluğudur.

Bilinmeli  ki bu mutluluk ancak Karadeniz’in iki yakası birbirini anlayabildiği, diğerinin mutluluğu ile mutlu olabilip, acılarını paylaşabildiği, diğerinde umduğunu bulamayışını sorgulamaktan çok bulabildiğini içselleştirmeye çalıştığı ölçüde daha yakın olacak, yaşanabilecektir….

Karadeniz’in iki yakası birbirlerinden haberdar olamadıkları, birbirlerinden az haberdar oldukları uzun yıllar boyunca neler çekip neler elde edebildikleri, bu noktaya hangi bedelleri ödeyerek ya da bedel ödeyemeyerek gelindiği bilindiği ölçüde mutluluk daha bir anlam kazanacaktır.

Özetle var olmak için ant içtiysek eğer Karadeniz’in karası, içinde geçmişimizi, günümüzü, geleceğimizi bulduğumuz bir maviliktir…

Mavi de aydınlıktır…

Mutluluğun gizi de, Karadeniz’in karanlığı içindeki bu maviliği, aydınlığı görebilmek, içselleştirebilmektir…