KİRAMİ

Tolgay Kaya

Ben Kirami’yi İstanbul’da, Uzunyayla Kafkas Kültür Derneği’nde tanıdım.

Tam manasıyla tanışmamız; derneğin o çok eleştirilen ve kalksın mı kalkmasın mı tartışmaları her zaman gündemde olan lokalinde oldu. Derneğin o dik merdivenlerden çıktın yorgun argın, bu karmakarışık şehrin içinde kendini iyice yalnız hissederek gezdin durmadan. Kalabalığın içine attığın her adım seni daha bir yalnızlaştırdı bu koca şehirde. Kendine ve ruhuna yabancılaştın, metropol anaforda geçen her gün senden bir şeyler aldı götürdü, her geçen günle kendinden biraz daha uzaklaştın. Bozkırın o tek düze hiç değişmeyen görüntüsü gitmeye başladı hafızandan. Fırsat buldukça gitmeye çalıştığın, seni sen yapan o topraklara, her yaklaştığında ve o bozkırın acınası yoksunluğunu uzun zamandan sonra yeniden görmeye başladığında, seni sen yapan seni yeniden hatırladın. Yeniden hatırladın, çünkü aslında sen bir “Bozkır Kurtu’ydun”

Lokalden içeri girdin. Bilmem kaçıncı defa ve bilmem kaçıncı defa oturdun, çuhaları eskiyen ve sinmiş sigara dumanı kokan dernek lokalinin, o basık, o havasız küçük salonunun masalarından birine. Masalarda oturanların bir bir ellerini sıkmak içinden gelmedi, canın sıkkın olduğunda öyle yapardın genelde. Her gün gelmesine ve oradaki insanları her gün görmesine rağmen, bıkmadan usanmadan her içeri girdiğinde herkesle, ayrı ayrı merhabalaşan insanlara hayretle karşılık bir saygıda duyardın. Zavallı Kirami elinde sigarası ve başında hiç çıkarmadığı Uzunyayla kasketiyle öylece oturur olurdu bir masada, bir başına. Başınızla selamlaşırdınız her zaman. En çok onunla Çerkesce konuşmayı severdin. Çünkü sen çocuklarla ve köpeklerle Çerkesce konuşmayı severdin. Kirami, çocuklar ve köpekler senin o bozuk, sonradan öğrenilmiş, berbat telaffuzlu Çerkesce’ni anlarlar ya da anlarmış gibi yaparlar ve seninle alay etmeden sana gülümserlerdi. Lokalin gazetesini masaların arasında kah sürünerek, kah milletin sırtını eğip bükerek bulur, şöyle sert bir hareketle gazetenin sayfalarını sana doğru hafif bir meyille eğilecek bir biçime soktuktan sonra Ercan ağabeye seslenirdin.

- Ercan ağabey! Bana ve Kirami’ye çay getir. Ne o, yoksa çay borcumuz varda haberimiz mi? Yok, niye bakmıyorsun bize?
– Olur mu efendim hemen geliyor çaylar.

Sonra elindeki tepsiyle bir şarkı mırıldanarak çay ocağına geçerdi Ercan ağabey…

- Ben içeeerrriiimm banaaaaaaa getiiiiiiiirr.

Ercan ağabeyin arkasından bakmasan bile, elindeki gazeteye başını gömersin. Sanki gazetede okuduğun haberlerdeki insanlar yanında oturan Kirami’den daha çok ilgiyi hak ediyorlarmış gibi. Oysa biz bu derneğin lokalinde can havliyle bir birimize sarılmamız gerekirken, içimizde en çok ilgiyi ve şefkati hak eden bu zavallı insandan esirgiyoruz sevgimizi. Zavallı Kirami, köyden kente göçün travmasını atlatamamıştı. Bu yeni yaşama ayak uydurmakta güçlük çekiyordu besbelli. Sense bütün diğer hemşerileri gibi onun ruhunda kopan fırtınalardan habersizdin. Çok sosyal olununca psikoloji ıskalanıyordu maalesef. Esenlerin her tarafında karşılaşabilirdiniz onunla, ellerini beline koyar, başındaki kasketi ve tuhaf bakışıyla zaman zaman insanları korkutur ama onun zararsız olduğunu anlayan ve bilen insanlar onun varlığını yadırgamazlardı. Derneğin lokalinde onunla şakalaşmayı seven bir kaç insanla şakalaştığını gördüğünde onunla ilgilenen insanlara karşı minnet duyardın. Onunla sigara alış verişleriniz olurdu bazen, elini dudaklarına götürür sigara işareti yapar, sende paketinden bir sigara uzatırdın, bir yandan mırıldanırken bir yanda da başını hızlı hızlı evet manasında sallaması onun teşekkür işaretiydi. Bazen dalmış ya oyun oynayanları seyrederken ya da gazete okurken bir el koluna dokunurdu, başını kaldırdığında Kirami’yi görürdün, elindeki sigarayı sana uzatmış olurdu. Sigara sosyal bir alışkanlıktı ve Kirami’nin tek yaşam biçimiydi.

Onun ruhunda kopan fırtınayı ilk ne zaman fark ettin? Derneğin lokalinde yan masada oturanların oyununa bakarken bir el omzuna dokundu arkanı döndüğünde onu gördün. Kirami büyük bir sevinçle o ne dediği tam anlaşılmayan Türkçe’siyle sana televizyonu gösteriyordu. Sende yüzünü televizyona döndüğünde onun ruhunda kopan fırtınayı bütün çıplaklığıyla gördün. Onun sana televizyonda hararetle gösterdiği şey bir koyun sürüsünden başka bir şey değildi. İşte o anda köyden şehre göçün insanlar üzerinde yaptığı tahribatı ve Kirami’nin nasıl bir özlem cehenneminde yanıp tutuştuğunu anladın ve o anı bir daha hiç unutmadın.

Aradan aylar geçtikten sonra onu uzun zamandan beri görmediğini fark edip, Ercan ağabeye onu son zamanlarda görüp görmediğini sorduğunda ise, onun hasta evde yattığını öğrendin, hatta kanser olduğunu duyduklarını da. Uzunyayla-İstanbul arasında kırık bir yaşam ve göç öyküsüydü onun hayatı. Belki herkes onun kadar uyum sorunu yaşamadı ama her göçmenin içinde ve ruhunda bir kırıklık ve bir özlem ateşi için için, kor halinde de olsa yanmaya devam ediyor. Uzunyayla’nın Çerkesleri gibi son derece sosyal ve birlikte yaşayan bir toplumda bile ciddi anlamda bir travma yaratıyor.