Efe Duyan
Peter Burke, Kültür Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Ekim 2006
Çeviri: Mete Tunçay
Tarih, yaşanmış üzerine örülüdür. Yaşanmışın tarihi kadar, tarihin tarihi de mümkün. Tarih yazmış olanların da, haliyle bir tarihi var. Hatta tarihin tarihinin tarihi de mümkün mü ya da bu böyle gider diyerek, tarihin tarihinde uslu uslu durmak mı gerekir? Tarih, eğer yaşanmış olayları anlatmakla yetiniyorsa, o zaman tarih yazımının tarihi de anlamsızlaşır, tarihin kendisinin bir kopyası haline gelir. Yok, biz Marksistlerin düşüneceği gibi, tarih yazmak da diğer tüm her şey gibi dünyaya bakışla ilintiliyse, o zaman tarihin yazımının tarihi de tarihin bir konusu ve insanlığın dönüşümünün parçasıdır. Soru sormak bir giriş paragrafında iyidir ama biraz çok mu sorduk ama bir tane daha. Tarih yazmak, birebir gerçeği anlatmak değil de yaşanmış olanın bir yorumu ise birden fazla tarih mümkün müdür?
Marksistlerin tarihe bakarken didişmeleri gereken sorulardan biri budur. Marksist tarih, mutlak bir doğruluk mu içermektedir yoksa ona değerini ve gücünü veren siyasal nedenler midir?
Bir kitap tanıtırken, geçerken yüz elli yıldır Marksistlerin tartışıp durduğu konuları çözüvermek olamayacağı için test usulü, ikinci seçeneği işaretliyorum.
Marksist tarihin hem gücü hem güçsüzlüğü buradadır. Başka bir deyişle, ne tarihi, ne felsefeyi, ne ekonomiyi, ne de sanatı, kendi başlarına kendi içlerinde değerlendirmekten kaçınmasındadır. Her yere bulaşır siyaset. Her sözün ucunda, bazense yalnız ufuk çizgisinde devrim vardır.
Öte yandan Marksist tarih kuramsal olarak başka tarihsel perspektiflere oranla çok güçlüdür. Ancak, diğer yandan çeşitli nedenlerle elimizin altındaki Marksist tarih yazını sınırlı konudadır ve kuramsal gücüne oranla az sayıda Marksist tarih metin yazılmıştır.
Peter Burke’nin Kültür Tarihi kitabı, bu noktada ilginç sorularla okunabiliyor. Kültür Tarihi, bir tarih yazımı tarihi. Yaklaşık son otuz yıl içinde kültür tarihine artan ilginin nedenlerini ve ortaya çıkmış külliyatı ele alıyor.
Gerçekten, kültür tarihine yönelik ciddi bir ilgi var ve yakın dönemde önemli sayıda kültür tarihi metni yazıldı.
Marksizm’in, tüm dünyada hem siyasal olarak hem de düşünsel olarak güç kaybetmeye başladığı döneme denk geliyor bu yükseliş. Toplumsal hayattan ve ekonomik ilişkilerden soyutlanmış bir kültürel hayat tanımı ve tarihinin, Marksist geleneğin zayıfladığı dönemlerde önem kazanmaya başlaması doğal. Bu anlamda, kültür tarihleri, çoğunlukla siyasal bir bakış açısına teğet geçerek, çok sınırlı bir alanda kendilerini var etmekteler.
Elbette, genellikle. Genellikle, çünkü, tüm bir kültür tarihi yazımı Marksizm’e olan mesafesi yüzünden görmezlikten gelinemez. Zira, kültür tarihinin, Marksist bir perspektifle yazılmamış ve yazılmıyor olmasından aynı zamanda Marksistler de sorumlu değil midir?
Başka bir deyişle, kültür tarihi, gündelik hayatı ve çoğunlukla halkın yaşantısını konu edinmiştir. Gündelik hayatın, ideolojinin en yoğun olarak işlediği alan olduğu açık ve böyle bir tarihin Marksist bakış açısıyla zenginleştirilebileceği ortada. Öte yandan, halk kültürleri, içlerinde muhalif bir birikimi, isyanların ruhlarını, mücadelenin simgelerini barındırıyorlar. Bütünüyle siyasal bir alan. İlerici mücadeleden kopuk kültürel bölme ise, bu kez tam da hegemonyaya yakın durduğu için siyasal. Yani, yine siyasal.
Peter Burke’nin kültür tarihine ilişkin Marksist eleştirilere dair çeşitli yorumları bulunuyor çalışmada: “Kültüre klasik yaklaşıma yöneltilen başlıca Marksist eleştiri, onun ‘havada’ kalması, yani herhangi bir ekonomik ya da toplumsal temele dayanmamasıdır. Burckhardt’ın daha sonra kendisinin de kabul ettiği gibi, İtalyan Rönesans’ının ekonomik temelleri üzerine söyleyeceği çok az şey vardı; Huizinga ise geç Ortaçağlardaki ölüm duygusu üstüne yorumunda Kara Ölümü (veba) düpedüz görmezden gelmişti. Yine, Panovsky’nin denemesi de Gotik mimarlığın ve skolastisizmin başarılarından sorumlu olan iki toplumsal grubun -taşduvar ustalarıyla bilim/sanat ustalarının- temasından pek söz etmemekteydi.
Klasik kültür tarihçilerine yöneltilen ikinci bir Marksist eleştiri, onları kültürel türdeşliği fazla abartmak ve kültür çatışmalarını ihmal etmekle suçlamaktır. (…)”
Her şey bir yana, kültür tarihi, akla gelebilecek her şeyin tarihsel olduğunu akılda tutmaya yardımcı olacaktır. Her şey, tarihin bir anında ya da bir sürecinde, ortaya çıkmış ya da düpedüz icat edilmiştir. Egemen ideolojik motiflerse, çoğu kez bunu gizlemeyi yeğler.
Temizlikten, mutfağa, duyguların tarihinden, algının tarihine zengin bir alanın kapısını aralıyor Peter Burke’nin “Kültür Tarihi”.
Tüm tartışmalar bir kenara, tarih öyle ya da böyle keyifli, düşündürücü, hatta eğlendirici. Hatta derinlikli olduğu oranda heyecan verici. Kültür tarihi ise, yalnızca siyasal çatışmaların değil, insanın da hikayesi. Eğer siyaset, yalnızca siyaset değil, biraz da her şeyse, kültür tarihi Marksistler için bir başlı başına mücadele alanı değil midir? Burke’nin dediği gibi belki kültürün toplumsal tarihi XXI. yüzyılın başlarında “intikamını” alacaktır.