TANRININ SEÇİMİ

Rc Sproul
Çeviri: Hasan Can Külahcıoğlu
TANRININ SEÇİMİ
Kaynak:
www.hristiyan.net

MÜCADELE

Beysbol, Hot dog, Elmalı turta, Chevrolet. İşte Amerikan salatasının en bilindik karışımları. Bir de bu karışımın tadını tamamlamak için şu meşhur Amerikan sloganını ekleyelim: “Din ve politika tartışmayacağız!”. Sloganlar, yıkılmak için vardır. Belki de hiç bir Amerikan kuralı din ve politika tartışmamak kadar sık yıkılmamıştır. Hepimiz defalarca bu tartışmalara bir şekilde girmişizdir. Ve ne zaman sohbet konusu gelip din boyutuna ulaştığında ise seçilmişlik konusu en çok göze batan konu olmuştur. Ne yazık ki bu konunun açılması ile sohbet tartışmaya dönüşmüş ve serinletici bir ışık hüzmesi yerine  kızgınlık alevlerinin saçılmasına sebep olmuştur..

Önceden Belirlenme hakkında tartışmak, neredeyse katlanılamaz bir hale gelmiştir. Bu konu iştahlarımızı kabartmış ve felsefeye dair ne varsa, hepsi hakkında ağız kavgası yapmamız için bize gerekli ortamı hazırlamıştır. Bu konunun her açılışında, hepimiz insan Özgürlüğü Tepesi’ni, Patrick Henry’nin bile hayal edemeyeceği heves ve azimle savunan, birer süper kahramana dönüşmüşüzdür. Bizlerin lehinde, hatta aleyhinde karar alma gücüne sahip olan bir Tanrı fikri hepimizin şu çığlığı atmasına sebep olmuştur: “Ya özgür irade, ya da ölüm!”

Önceden Belirlenme cümlesinin duyulması bile sanki bizlere kötü bir haber verir gibidir. Bu konu Fatalizmin (kadercilik), umutsuzluk öğretisi ile bağdaştırılmış ve karamsar bir yapıda olduğu ileri sürülerek hepimizin anlamsız kuklalar olduğumuza işaret edilmiştir. Bu cümleyi duyduğumuzda zihinlerimizde, hayatlarımızla değişken oyunlar oynayan şeytani bir tanrı görüntüsü oluşmuştur. Garip arzuların eseri olan korkunç hükümlere maruz kalmış ve doğmadan önce canlı canlı betona gömülmüşüz gibi gözükmüştür. Hatta hayatlarımızın yıldızlara bağlı olması bile bu durumdan daha iyi gözükmektedir, en azından günlük yıldız fallarımızda kaderimiz ile ilgili ip uçları bulabilme imkanımız olurdu.

Önceden Belirlenme kelimesinin yarattığı bu korkunç manzaraya bir de bu öğretinin en ünlü öğreticilerinden birisi olan meşhur John Kalvin’in halk portresini eklersek işte o zaman tüylerimiz diken diken olur. Kalvin bize katı ve acımasız suratlı bir zorba, dik kafalı din düşmanlarının yakılmasından şeytani bir haz alan, on altıncı yüzyılın Ichabod Crane’i olarak tanıtılmıştır. Tüm bunlar, bizleri hem bu tartışmadan uzaklaştırır, hem de din ve politika tartışmamak için içtiğimiz andı tekrar etmemize sebep olur.

İnsanların bu kadar nahoş buldukları bu konunun tartışılıyor olması bile mucizedir. O halde Neden bu konu hakkında konuşur dururuz? Nahoş olmaktan mutlu olduğumuz için mi? Kesinlikle hayır. Bu konunun tartışılma sebebi, bu konudan kaçmayı beceremememizden gelmektedir. Çünkü bu doktrin, Kutsal Kitap’ta açık bir şekilde öne çıkartılmıştır. Önceden Belirleme hakkında hiç durmadan konuşuyorsak bunun sebebi Kutsal Kitab’ın önceden Belirleme hakkında konuşmasıdır. Eğer isteğimiz Kutsal Kitap’a dayanan bir teoloji bina etmekse, kendimizi hep bu kavram ile karşı karşıya buluruz ve kısa bir süre sonra anlarız ki Önceden Belirlenme’nin yaratıcısı John Kalvin değildir.

Genel olarak bütün Hıristiyan kiliselerinin önceden belirleme konusunda bazı resmi doktrinleri mevcuttur. Emin olduğumuz bir şey varsa o da Roma Katolik Kilisesi’nin Önceden Belirleme konusundaki doktrinin, Presbiteryen Kilisesi’nin doktrininden farklı olduğudur. Lutheranların bu konudaki görüşü ile Episkopsallarınkinden farklıdır.

Önceden Belirleme hakkında bu kadar farklı doktrinlere varılmasının ortaya koyduğu tek unsur,  eğer Kutsal Kitap’a uygun bir düşünce tarzına sahip olmaya çalışıyor isek Önceden Belirleme hakkında bir doktrine sahip olmamız gerektiği gerçeğinin altının çizilmesidir. Aşağıdaki çok iyi bildiğimiz ayetleri nasıl görmezlikten gelebiliriz?

O, kendi önünde, sevgide kutsal ve kusursuz olmamız için dünyanın kuruluşundan önce bizi Mesih’te seçti. Kendi isteği ve iyi amacı uyarınca, İsa Mesih aracılığıyla kendisine oğullar olalım diye bizi önceden belirledi.  (Efesliler 1:4, 5).

Her şeyi kendi isteği doğrultusunda düzenleyen Tanrı’nın amacına göre önceden belirlenip Mesih’te seçildik.  (Efesliler 1:11).

Tanrı, önceden bildiği kişileri, Oğlunun benzerliğine dönüştürmek üzere önceden belirledi. Öyle ki, Oğul birçok kardeşler arasında ilk doğan olsun. (Romalılar 8:29).

Eğer amacımız Kutsal Kitap’a uygun bir doktrin geliştirmekse, sorun Önceden Belirleme hakkında bir doktrine sahip olmalı mıyız ya da olmamalı mıyız değil, hangi tür öğretişe sahip çıkmamızın gerekli olduğudur. Eğer Kutsal Kitap, Tanrı’nın Sözü ise, beşeri bir eser değil ise ve eğer Tanrı’nın kendisi Önceden Belirleme diye bir şey olduğunu beyan ediyorsa bu durumda böyle bir doktrini kucaklama arzusundan bizi kimse alamaz.

Eğer bu yapıda bir düşünce tarzımız varsa, en doğal olan hareket bir adım ileri gitmektir. Önceden Belirleme hakkında her hangi bir düşünceye sahip olmak yeterli değildir. Tanrı’nın Sözü’nü görmezlikten gelme ya da saptırma suçuna düşmemek için Önceden Belirleme konusunda ki doğru görüşü aramak bizim görevimizdir. İşte bu noktada gerçek mücadele başlamaktadır. Bu mücadele Kutsal Kitap’ın bu konuda tam olarak ne öğrettiğini ortaya çıkarma mücadelesidir.

Önceden Belirleme konusundaki mücadelem Hıristiyan yaşamımın erken dönemlerinde başlamıştır. Üniversitede Kalvinist öğretişine sahip olan bir felsefe profesörü tanıyordum. Bir gün önümüze Önceden Belirleme konusundaki “Reform” görüşünü getirmişti. Ben şahsen bu görüşü hiç sevmemiştim ve Üniversite yıllarım boyunca bu görüşe karşı tüm gücümle mücadele etmiştim.

Üniversiteden mezun olduğum zaman önceden belirleme konusunda ne Reform ne de Kalvinist görüşe ikna olmuştum. Üniversiteden sonra gittiğim seminerin öğretim kadrosunda ise  Kalvinistlerin kralı olarak bilinen John H. Gerstner’de vardı. Fizik için Einstein ne ise Önceden Belirleme konusunda Gerstner de öyleydi. Bu konuda Gerstner’e meydan okumaktansa izafiyet konusunda Einstein’a meydan okumayı ya da tercih ederdim.Ancak bende o cahil cesareti dedikleri şeyden vardı.

Sınıfta defalarca Gerstner’le uğraşmaya kalktım, tamamen bir baş belası oldum hatta bir sene boyunca iyi bir direnç gösterdim. Ancak yenilgiyi aşama aşama yaşamaya başlamıştım, bana acı veren aşamalardı bunlar. İlk darbeler kilisede stajyer Pastör olarak çalışmaya başladığım zaman gelmeye başladı. Bir kağıda aşağıdaki notu yazıp, çalışma masamın üzerinde her zaman görebileceğim bir yere astım.

KUTSAL KİTAP’IN GERÇEK DEMESİNİ İSTEDİĞİN ŞEYİ DEĞİL,
KUTSAL KİTAP NEYE GERÇEK DİYOR İSE SEN DE BUNA İNANMAK,
VAAZ ETMEK VE ÖĞRETMEK ZORUNDASIN.

Not kafamdan bir saniye bile çıkmıyordu. Ancak en büyük darbeyi son sınıftayken aldım. Jonathan Edwards’ın çalışmaları üzerine üç kredili bir dersim vardı. Gerstner’in öğretmeni olduğu bir sınıfta, Edwards’ın en meşhur kitabı olan The Freedom of the Will (İradenin Özgürlüğü) çalışacaktık. Daha da ötesi o dönem Romalılar kitabının Yunanca çeviri kursunu almaktaydım. Bu kursu alan tek öğrenci bendim ve bir Yeni Antlaşma profesöründen teke tek bir ders almaktaydım. Kaçabileceğim hiçbir yer kalmamıştı.

Bu ikili beni aşmaya başlamıştı. Gerstner, Edwards, Yeni Antlaşma profesörü ve hepsinin üzerinde olan Elçi Pavlus, benim direnç gücümü aşan, yenmesi güç bir takım oluşturmuşlardı. Romalılar kitabının dokuzuncu bölümü ise bana sarılıp beni sarsan bir bölüm olmuştu. Hiçbir şekilde bu ayetlerde öğretilenleri görmezliğe gelmek gibi bir olasılığım yoktu. Gönülsüzde olsa  teslim bayrağını çektim ancak bu teslimiyet kafamda gerçekleşmişti, yüreğimde değil. “Tamam, burada yazılanlara inanıyorum ama bunları benimsemem gerekmez!”

Kısa bir süre sonra ise Tanrı’nın bizi yaratırken yüreğimizi, zihnimizi takip eder bir şekilde yarattığını keşfettim. Bu yüzden cezalandırılmayacağından emin olsam da, zihnimde sevdiğimden yüreğimde nefret edemedim. Gözlerimi yumup kendimi bu doktrinin yüksek ikna gücüne ve derin anlamının kollarına bıraktım, gözlerimi açtığımda Tanrı’nın lütfunun yüceliğini ve hakimiyetinin verdiği eşsiz huzuru gördüm. Yavaş yavaş bu doktrin yüreğimi ele geçirdi ve Tanrı’nın merhametinin zenginliğini ve derinliğini bana gösterdiği anda ruhum coşkuyla dolup taştı.

Artık ne Fatalizmin cinlerinden nede bir kukla olduğuma dair çirkin düşünceden korkuyordum. Aksine tek ölümsüz, tek görünmez ve tek Bilge olan lütufkar Kurtarıcımın sayesinde tekrar neşe ile dolmuştum.

“İkna olmuş bir kişinin coşkusundan daha rahatsız edici bir şey yoktur” diye bir söz vardır. Örneğin ikna olmuş bir Arminiyanı ele alalım. İkna olmuş Arminiyanların ateşli bir Kalvinist olma eğilimleri vardır, işte sizde şu an bir ikna olmuş Arminiyanın çalışmasını okumaktasınız.

Verdiğim mücadelenin bana öğrettiği ve gösterdiği birkaç şey olmuştur, örneğin her Hıristiyan’ın Önceden Belirleme konusunda benim kadar coşkulu olmadığını anladım. Benden daha iyi olan insanlar gördüm ve aynı zamanda bu insanların benim vardığım sonuca katılmadıklarını da. Bir çok kişinin bu Önceden Belirleme konusunu yanlış öğrendiğini de. Aynı zamanda hatalı olmanın verdiği acıyı da öğrenmiş oldum.

Ne zaman Önceden Belirleme doktrinini öğretsem, inatçı bir şekilde bu öğretişi reddeden kişiler yüzünden hüsrana uğrarım. İçimden onlara, “Farkında değil misiniz, karşı koyduğunuz Tanrı’nın Sözüdür diye?” diye seslenmek gelir. Bu hüsran durumlarında en azından bir iki olası günaha düştüğümü söyleyebilirim. Eğer benim Önceden Belirleme anlayışım doğru ise aynen benim gibi bu öğretişe karşı iç çatışma yaşayan insanlara karşı sabırsızlık gösteriyorum ve daha da kötüsü bana katılmayan kişilere karşı  kibirli ve gururlu davranıyorum.

Eğer benim önceden belirleme hakkındaki anlayışım hatalı ise, benim görüşüme karşı çıkan ve bu meleklere sahip çıkmak için mücadele eden azizlere iftira attığımdan dolayı günahım katlanmaktadır. Bu yüzden, bu konuda yüklendiğim sorumluluğun  farkındayım.

Önceden Belirleme hakkındaki mücadeleyi en fazla zorlaştıran unsur ise kilise tarihinde yer alan büyük isimlerin bu konuda uzlaşmaya varamamış olmalarıdır. Aydınlar ve Hıristiyan liderler, geçmişte ve günümüzde, bu konuda farklı tavırlar almışlardır. Kilise tarihinde yapılan titiz bir araştırma ise, önceden belirleme hakkındaki tartışmaların, Liberaller ile Muhafazakarlar arasında ya da imanlılar ile imansızlar arasında gerçekleşen bir çekişme olmadığını açıkça ortaya koyar. Bu tartışma imanlıların, en Tanrısal ve en içten Hıristiyanların kendi içinde yaşadığı bir konudur.

Geçmişte yaşamış olan en büyük öğretmenlerin bu konuya nasıl baktıklarını görmek faydalı olabilir:

“Reform” görüşleri     Karşı görüşleri
Agustine     Pelagius
Thomas Aquinas     Arminius
Martin Luther     Philip Melanchthon
John Kalvin     John Wesley
Jonathan Edwards     Charles Finney

Bu kitabı okurken geminin güvertesini doldurmaya çalıştığımı düşünebilirsiniz. Klasik Hıristiyan inancının en büyük isimleri hatta titanları olarak anılan düşünürlerin çoğunluğu Reform tarafında kalmaktadır. Ancak önemli olan bir nokta ise bu listenin benim görüşüm olmadığıdır, bu kişilerin bu konudaki fikirleri görmezlikten gelinemez tarihi gerçeklerdir. Tabii ki Agustin, Aquinas, Luther, Kalvin, ve Edwards’ın bu konudaki görüşlerinin hatalı olması olasıdır. Bu isimler başka doktrin konularının bazı noktalarında birbiri ile hemfikir değillerdir. Bu kişiler ne bireysel ne de grup olarak kusursuz değildirler.

Ancak, bizler doğru olanı tespit etmek için havaya kalkan elleri saymayız. Tarihin en büyük düşünürleri de hatalı olabilir. Ancak burada kesinlikle anlamamız gereken bir şey varsa o da Önceden Belirleme hakkındaki Reform doktrinin yaratıcısının John Kalvin olmadığıdır. Kalvin’in Önceden Belirleme konusunda belirttiği görüşlerde daha önce Luther ve Agustin tarafından belirtilmemiş hiçbir şey mevcut değildir. Daha sonraları, her ne kadar Lutheranizm taraftarları bu konuda Luther’in öğretişini takip etmeseler de Melanchthon, Luther’in ölümünden sonra bu konudaki fikirlerini değiştirmiştir. John Kalvin’in ise meşhur teoloji üzerine  yaptığı bilimsel inceleme olan, The Institutes of the Christian Religion (Hıristiyan Dininin Kuralları), isimli eserinde bu konuya az değinmiş olması da dikkat edilmesi gereken bir noktadır. Luther, önceden belirleme konusunda Kalvin’den çok daha fazla yazı yazmıştır.

Tarih dersini bir kenara bırakırsak, bu bilge kişilerin bu kadar zor bir konuda hemfikir olduklarını belirtmek yeterli olacaktır. Ancak tekrar belirtmek istediğim nokta, bu kişilerin hemfikir olması, Önceden Belirleme konusunun doğruluğunu belirleyecek bir kriter değildir. Bu kişiler hatalı da olabilirlerdi, ancak bu konuda hem fikir olmaları bizlerin dikkatini çeken bir faktördür. Reform görüşünü, tuhaf bir Presbiteryen kanısı olarak kabul edip bir kenara atamayız. Ben şahsen, Önceden Belirleme öğretisi karşısındaki büyük mücadelemi verirken, klasik Hıristiyan inancının en büyük titanlarının bu konudaki tek sesliliklerinden çok rahatsız olmaktaydım. Bu kişilerin kusursuz olmadıklarını ya da hata yapmış olabileceklerini tekrar ederken bu kişilerin bizlerin saygısını ve içten bir şekilde kulak vermemizi hakkettiklerini de belirtmek durumundayım.

Çağımızın Hıristiyan liderlerine baktığımız zaman, hemfikir olma ve olmama konusunda daha dengeli bir liste karşımıza çıkmaktadır. (Bu tabloyu hazırlarken kişilerin genel görüşlerini dikkate aldığımızı ve her liste içerisinde bazı noktalarda fikir ayrılıklarının mevcut olduğuna dikkat ediniz.)

“Reform” görüşler     Karşı görüşler
Francis Schaeffer     C. S. Lewis
Cornelius Van Til     Norman Geisler
Roger Nicole     John Warwick Montgomery
James Boice     Clark Pinnock
Philip Hughes     Billy Graham

Bill Bright, Chuck Swindoll, Pat Robertson ve diğer bir çok liderin bu konudaki görüşlerini bilmesem de Jimmy Swaggart’ın Reform teolojisini açıkça şeytani bir sapkınlık olarak gördüğünü bilmekteyim. Kendisinin bu doktrine karşı yaptığı saldırılar kendini kaybetmiş bir üslupla yapılmıştır. Bu saldırılar, “Karşı görüşler”  sütununda bulunan isimlerin hassasiyetini ve samimiyetini yansıtmaktan çok uzak kalmışlardır. Bu sütundaki isimlerin görüşleri ise yakından takip edilmeyi hakketmektedir.

Benim yegane umudum hepimizin bu mücadeleye devam etmesidir. Asla bu tartışmanın sona erdiğini düşünmememiz gerekmektedir. Ancak anlamsız şüphecilikte de hiç bir anlam bulunmamaktadır. Her an bilgisini arttıran fakat asla gerçek bilgeliğine ulaşamayanlar, art niyetlidir. Tanrı ise sağlam ve içten bir inanca sahip olanlardan hoşnuttur ve inancımızın Tanrı gerçeği üzerine olması konusunda kaygı duymaktadır. Bu yüzden ümidim, önceden belirleme doktrinini incelerken yapacağımız faydalı yolculuk boyunca  sizlerin de benimle beraber bu mücadeleye katılmanızdır.

 

ÖNCEDEN BELİRLENME VE TANRI’NIN HAKİMİYETİ

ÖNCEDEN BELİRLEME doktrinini incelerken ilk yapmamız gereken bu kelimenin anlamını açık bir şekilde kavramak olmalıdır. İşte bu noktada ilk zorluklar ile karşılaşırız. Sık sık bu kelimeye yüklediğimiz anlam inandığımız doktrinin izlerin taşımaktadır. Bu tanım konusunda tarafsız bir kaynaktan faydalanırsak -Webster sözlüğü gibi bir kaynak- bu tip bir önyargıdan arınmış bir anlama ulaşacağımızı düşünmemiz doğru olacaktır. Ancak gene de gerçeklerden kaçma şansımız yoktur (ya da ilahi takdir bu kaçışı engellemiştir). Websters New Collegiate sözlüğündeki şu karşılıklara bir bakalım:

Önceden belirlenmiş: geleceği önceden belirlenmiş, daha önceden nasip olunan; ilahi bir takdir ile evvelden mukadder kılınmış beşeri veya ebedi bir yazgı.

Önceden belirleme: Tanrı’nın, her şey üzerindeki ön bilgisinin sonucu olarak, şaşmaz ve yanılmaz bir biçimde kurtuluş için seçilmiş olanları yönlendirmesi doktrini.

Önceden belirlemek: geleceği önceden belirleme, önceden hükmetme, karar verme, saptama ya da ayarlama.

Noah Webster’ın Lutheran olması gerektiğinden başka bu tanımlardan ne öğrenebiliriz bilemem. Ancak, zor bela da olsa Önceden Belirleme’nin, son durağımızla bir şekilde ilgisi olduğunu ve bu son durak ile ilgili bazı şeylerin biz daha oraya varmadan önce bizler için yapıldığını çıkartabiliyoruz. Önceden belirleme ifadesindeki ‘önce’ kelimesi zamanı bağlayan bir kelimedir. Webster önceden belirleme kelimesinin gideceğimiz yer ile alakalı olduğu sonucuna varmıştır.

Seyahat acenteme telefon açıp rezervasyon yaptırmak istediğim anda karşılaştığım ilk soru: “Yolculuk nereye efendim?” sorusudur. Bazı zamanlar bu soru daha da yalın bir hal alır: “Nereye gidiyorsunuz?” Gitmek istediğimiz yer, bizim hedefimizdir. Teolojide ise gidilecek iki yer vardır; ya Cennete gideriz ya da Cehenneme. Her iki durumda da bu yolculuğu iptal etme olasılığımız yoktur. Tanrı bizlere sadece bu iki son durağı vermiştir. Ya bir ya da diğeri bizim gideceğimiz yerdir. Ölümden sonra Araf diye bir yer daha olduğuna inanılan Roma Katolik inancında bile, bu üçüncü yer son hedefe ulaşmadan önce aradaki bir duraktır. Onların yolcuları uzun yoldan giderken, Protestanlar çevre yolundan ilerlemeyi tercih etmişlerdir.

En basit formu ile ele alırsak, önceden belirlemenin anlamı şudur: “Gideceğimiz son yer olan Cennet ya da Cehennemden hangisine gideceğimizi Tanrı biz daha oraya ulaşmadan önce değil, biz daha doğmadan önce belirlemiştir. Yazgımız bizlerin elinde değil Tanrı’nın elindedir”. Başka bir deyişle: “Sonsuzluklar, hatta biz daha doğmadan önce, Tanrı insan ırkının bir kısmını kurtulması için ve geri kalan kısmını da yok olması için seçmiştir.” Tanrı bir seçim yapmıştır-bazı bireyleri sonsuzluklar boyunca sürecek bir bereket içinde Cennette yaşamak için seçmiştir ve diğerlerini de seçmemeyi seçmiştir, onları da günahlarının sonucu olarak Cehennemde azap çekmek için belirlemiştir.

Bu konuya nasıl yaklaşırsak yaklaşalım bu ifadeler kulağa sert gelir ve kendi kendimize şu soruyu yöneltiriz, “Bizim bireysel hayatlarımız Tanrı’nın seçimine bir etki yapmakta mıdır? Her ne kadar Tanrı seçimini biz daha doğmadan önce yapmış olsa da, O bizim hayatlarımız hakkındaki her şeyi biz daha doğmadan önceden bilmektedir. Peki Tanrı seçimini yaparken bu önceden bilmenin etkisini dikkate alarak mı seçimini yapar?” İkinci soruya vereceğiniz cevap sizin önceden belirleme konusuna bakış açınızın Reform bakış açısı ile uyuşup uyuşmadığını gösterecektir. Hatırlamanız gereken bir nokta, daha önce de belirttiğimiz gibi neredeyse bütün kiliselerin önceden belirleme hakkında şöyle ya da böyle bir doktrine sahip olduğudur. Kiliselerin çoğunluğu, “Tanrı’nın kararlarını biz daha doğmadan önceden aldığı” konusunda hemfikirdir. Tüm mesele şu soruda odaklanmaktadır, “Tanrı karar alırken bu kararını neye göre almaktadır?”

Bu soruya cevap vermeden önce bir başka noktayı açığa kavuşturmamız gerekmektedir. İnsanlar  önceden belirleme konusunu düşünürken, bu konuya genellikle trafik kazaları ya da benzeri olayları içeren günlük bir perspektifle yaklaşırlar. Tanrı’nın Galatasaray’ın Avrupa Kupasını kazanıp kazanmayacağı konusunda ne karar aldığını ya da arabalarının üzerine düşen ağacın Tanrısal bir irade eseri olarak mı düştüğünü merak ederler. Bazı sigorta şirketlerinin poliçelerinde, bu gibi durumların “İlahi Takdir”  olarak sınıflandırıldığı görülmüştür.

Buna benzer sorular genel olarak teolojinin büyük başlıklarından birisi olan “İlahi Takdir” başlığı altında toplanmıştır. Bizim önceden belirleme hakkındaki bu çalışmamızda odaklanacağımız nokta, önceden belirlenmiş kurtuluş ya da lanetlenme hakkındaki büyük soru işareti ile kısıtlanmıştır, ya da bizim deyişimizle seçilmişlik ve lanetlenmişlik. Diğer noktalar da çok önemli ve ilgi çekici olmalarına rağmen bu kitabın kapsam alanının dışında kalmaktadır.

TANRI’NIN HAKİMİYETİ

Önceden Belirleme hakkında yapılan tartışmaların bir çoğunda, insanlığın saygınlığını ve özgürlüğünü koruma konusunda büyük bir endişe ile karşı karşıya kalırız. Ancak Tanrı’nın hakimiyetinin can alıcı önemini de dikkate almak durumundayız. Tanrı bir yaratık olmamasına rağmen, O’nun en yüce saygınlığa ve en yüce özgürlüğe sahip bir kişiliği vardır. Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğü arasındaki ilişkiyi çevreleyen hassas problemlerin farkındayız ancak aynı zamanda Tanrı’nın hakimiyeti ve Tanrı’nın özgürlüğü arasındaki yakın ilişkiyi de fark etmemiz gerekir. Hükmedenin özgürlüğü her zaman hükmettiklerininkinden daha büyüktür.

Tanrı’nın hakimiyetinden bahsederken hem Tanrı’nın yetkisinden hem de Tanrı’nın kudretinden de bahsederiz. Hakim ve Egemen olan Tanrı, gökler ve yer arasındaki en üstün otoritedir. Diğer tüm yetkiler O’nun otoritesinin altındadır. Evrende var olan bütün yetkiler Tanrı’nın otoritesinden gelmiştir ve Tanrı’nın otoritesine bağlıdır. Yetkinin diğer bütün formları ya Tanrı’nın buyruğu ile ya da Tanrı’nın izni ile var olmaktadırlar.

Otorite kelimesi yapısal olarak içerisinde author (yazar) kelimesini içerir. Tanrı, üzerinde yetkisi olduğu her şeyin yazarıdır. Evreni O yaratmıştır. Evrenin sahibi O’dur. Sahip olmasından kaynaklanan hakları vardır. Sahibi olduğu evrene, kutsal iradesinin isteği olan her şeyi yapabilir.

Aynı şekilde, evrendeki tüm güçler, Tanrı’nın gücünden kaynaklanmaktadır. Evrendeki bütün diğer güçler, O’nun gücünün astıdır. Tanrı’nın hükmedici izni olmadan Şeytan bile tamamen güçsüzdür.

Hıristiyanlık iki başlı bir inanç değildir. Bizler, birbirine denk iki gücün, üstünlüğü kazanmak için kendi aralarında ebedi bir mücadelede olduklarına inanmayız. Eğer Şeytan, Tanrı’ya eşit olsaydı, iyinin kötüye karşı zafer kazanması için ne ümidimiz ne de güvenimiz olurdu. İki eşit ve karşıt gücün arasındaki sonsuz mücadelenin ortasında kalmaya mahkum olurduk.

Şeytan bir yaratıktır. Kötü olduğu kesindir, ancak bizim kendi kötülüğümüz gibi onun kötülüğü de Tanrı’nın hakimiyetine tabidir. Tanrı’nın otoritesi mutlaktır; O’nun kudreti sınırsızdır. O her şeye Egemendir.

Seminerde çalışmakta olan bir profesör olarak görevlerimden bir tanesi de Westminster İnanç Açıklaması’nın teolojisini öğretmektir. Westminster İnanç Açıklaması, tarihsel Presbiteryenizmin merkezindeki inanç metni olmuştur. Presbiteryen Kilisesinin klasik doktrinlerini ortaya koymaktadır.

Bu seminerdeki akşam derslerinin bir tanesinde, bir sonraki hafta inanç açıklamasının  önceden belirlemeyi içeren bölümü hakkında bir çalışma yapacağımızı duyurdum. Akşam derslerinin halka açık olduğunu bilen öğrencilerim ise büyük bir hevesle bu ilgi çeken tartışmaya katılmaları için arkadaşlarını davet ettiler. Bir sonraki hafta ders vakti geldiği zaman sınıf öğrenciler ve misafirlerle ağzına kadar dolmuştu.

Derse Westminster İnanç Açıklaması Bölüm III’ün giriş cümlelerini okuyarak başladım:

Tanrı, tüm sonsuzluktan beri kendi isteğinin en bilge ve kutsal doğrultusunda, tüm olayların akışını değişmez bir şekilde önceden belirlemiştir.

Bu noktada okumayı durdurdum ve şu soruyu sordum, “Bu odada biraz önce okuduğum cümleye inanmayan birisi var mı?” Bir kaç el havaya yükseldi. Arkasından şu soru ile devam ettim, “Bu odada hiç ikna olmuş bir ateist var mı?” Kimse elini havaya kaldırmadı. İşte o anda öfkeleri uyandıracak bir ithamda bulundum: “İlk soruma elini kaldıran her kez, ikinci sorumada elini kaldırmak zorundadır.”

Bu ifademin hemen ardından sınıftan homurtular ve itiraz sesleri yükselmeye başladı. Tanrı’nın tüm olayların akışını önceden belirlediğine inanmayan birisini nasıl olurda Ateistlik ile suçlayabilirdim? Bu ifademi protesto eden kişiler ne Tanrı’nın varlığına ne de Hıristiyanlığa karşı idiler, onlar Kalvinizme karşı çıkıyorlardı.

Tanrı’nın tüm olayların akışını önceden belirlediği fikrinin, Kalvinizme, hatta Hıristiyanlığa ait bir fikir olmadığını sınıfa açıklamaya çalıştım. Bu fikir, tek tanrılı inançların basit bir prensibidir(-ve de gerekli bir prensibidir-)

Tanrı’nın tüm olayların akışını bir şekilde önceden belirlemesi, O’nun Hakimiyetinin mecburi bir sonucudur. Bu fikri kendi başına ele alırsak, Kalvinizm’in savunması olmadığı görülür. Bu fikir, Tanrı’nın yarattıkları üzerinde Mutlak bir Hakimiyeti olduğunun yalın bir ifadesidir. Beyan ettiği tek gerçek budur. Tanrı her şeyi farklı şekillerde önceden belirleyebilir. Ancak vuku bulan her şeyin, en azından O’nun izni ile gerçeklemesi bir mecburiyettir. Eğer O bir şeye izin verirse, demek ki bu şeyin gerçekleşmesine izin vermeyi kararlaştırmıştır. Eğer O bir şeyin gerçekleşmesine izin vermeyi kararlaştırmış ise o zaman mantık çerçevesinde bu gerçekleşecek şeyi önceden belirlemiş olmaktadır. Tanrı’nın bu dünya daki her hangi bir şeyin gerçekleşmesini durduramayacağını hangi Hıristiyan iddia edebilir? Eğer Tanrı isterse, tüm evreni durduracak kudrete sahiptir.

Tanrı’nın tüm olayların akışını önceden belirlediğini söylemek demek basit bir şekilde, Tanrı’nın yarattıkları üzerinde mutlak bir hakimiyeti olduğunu söylemek demektir. Eğer her hangi bir şey kendisine egemen olandan bağımsız bir şekilde gerçekleşirse bu durum hakim olanın egemenliğini bozmuş olur. Eğer Tanrı bir şeyin gerçekleşmesini reddeder ve bu şey gene de gerçekleşirse, bu durumda bu şeyin gerçekleşmesine sebep olan her ne ise, bu şeyin Tanrı’dan daha büyük bir yetkisi ve kudreti vardır. Eğer Tanrı’nın hakimiyetinin dışında kalan her hangi bir yaratılış var ise bu durumda Tanrı her şeye egemen olan değildir. Eğer Tanrı, her şeye egemen olan değil ise bu durumda Tanrı’da değildir.

Eğer evrende kendi başına hareket eden, Tanrı’nın hakimiyetinden tamamen özgür tek bir bağımsız molekül olsaydı bile, Tanrı’nın en ufak bir vaadinin gerçekleşeceğine dair hiç bir garantimiz olamazdı. Bu bir adet bağımsız molekül, Tanrı’nın bizler için yaptığı ve bizlere vaat ettiği bütün muhteşem ve görkemli planları alt üst edebilirdi. Eğer Oliver Cromwell’in böbreğindeki bir kum taneciği İngiliz tarihinin akışını değiştirebiliyor ise, bahsettiğimiz bağımsız molekülde kurtuluş tarihinin akışını değiştirebilirdi. Belki de bu bir adet bağımsız molekül, Mesih’in geri gelmesini engelleyecek sebep olabilirdi.

Hepimizin bildiği bir hikaye vardır: bir mıh bir nal kaybettirir, bir nal bir at kaybettirir, bir at bir süvari kaybettirir ve bir süvari ise bir savaş kaybettirir. Bir mıh bir savaşı kaybettirebilmektedir. Kendi döneminin en müthiş araba yarışçılarından birisi olan Bill Vukovich’in Indianapolis 500 yarışmalarında bir kazada canını vermiş olmasını her hatırladığımda üzülürüm. Kazanın sebebi ise, 10 centlik bir kopilyadaki yalıtım hatası olmuştur.

Bill Vukovich’in yarış arabaları üzerinde inanılmaz bir hakimiyeti vardır. Müthiş bir sürücüdür. Fakat, her şeye egemen değildir. 10 cent değerindeki bir parçaya hakim olmamasından dolayı canını vermiştir. Tanrı, 10 centlik bir kopilyanın, planlarını alt üst etmesi hakkında endişe etmez. Etrafımızda bağımsız olarak hareket eden bir tane bile bağımsız molekül yoktur. Tanrı her şeye hakim ve egemendir. Tanrı, Tanrı’dır.

Öğrencilerim, tanrısal hakimiyetin Kalvinizme özgü hatta Hıristiyanlığa özgü bir konu olmadığını anlamaya başladılar. Hakimiyeti olmayan bir Tanrı, Tanrı olamaz. Eğer tanrısal bir hakimiyeti reddedeceksek aynı zamanda ateizmi kucaklamamız gerekmektedir. Bu hepimizin karşısında dikilen bir sorundur. Tanrı’nın hakimiyetine sımsıkı sarılmamız şarttır. Ancak bunu insan özgürlüğünü yok etmeyecek bir şekilde yapmamız gerekmektedir.

Bu noktada sizlere akşam sınıfındaki öğrencilerim ile yaptığımı yapmalı yani Westminster İnanç Açıklamasındaki ifadenin tümünü okumalıyım. Bu maddenin devamı şöyledir:

Tanrı, tüm sonsuzluktan beri kendi isteğinin en bilge ve kutsal doğrultusunda, tüm olayların akışını değişmez bir şekilde önceden belirlemiş olmasına rağmen, ne günahın yazarıdır, ne şiddet (davranışları) yaratıkların istemine zorlanır, ne de ikincil sonuçların doğallığı ve bağımlılığı ortadan kaldırılır fakat tersine o şekilde olmaları kesinleştirilir. İnanç Açıklamasında dikkat etmeniz gereken husus, Tanrı’nın her şey üzerindeki hakimiyeti belirtilirken aynı zamanda Tanrı’nın kötülük yapmayacağı ya da insan özgürlüğünü yok etmeyeceği de vurgulanmaktadır. İnsan özgürlüğü ve şeytanda Tanrı’nın egemenliğinin altında bulunmaktadır.

TANRI’NIN HAKİMİYETİ VE KÖTÜLÜK SORUNU

Şüphesiz cevaplaması en zor soru olsa gerek; tamamen Kutsal, Hakim ve Egemen olan Tanrı’nın var olduğu bir durumda şeytan nasıl var olabilir? Korkarım bir çok Hıristiyan bu problemin derin ciddiyetini fark etmemektedir. Şüpheciler (Septikler) bu konuya  “Hıristiyanlığın Aşil Kirişi” ismini vermişlerdir.

Bu dikenli problemin  acısını ilk çektiğim anı çok iyi bir şekilde hatırlıyorum. Üniversitede birinci sınıfta okuyan bir öğrenci idim ve sadece birkaç hafta önce iman etmiş bir Hıristiyan’dım. Erkek yurdunun salonunda Ping-Pong oynuyordum, tam topa vururken aklıma gelen şu soru ile irkildim,

Eğer Tanrı tamamen adil ise, Şeytan’ın da  içinde var olduğu bir evreni nasıl yaratabilir {syf 29}? Eğer her şey Tanrı’dan geliyor ise, o zaman şeytan da O’ndan gelmiyor mudur?

Şu an olduğu gibi kötülüğün, Tanrı’nın hakimiyeti için bir sorun olduğunu fark ettim. Tanrı’nın hakimiyetine rağmen kötülük nasıl var olmuştur? Eğer öyle ise, Tanrı tamamen egemen değildir. Eğer öyle değil ise, kötülüğün Tanrı tarafından önceden belirlendiği sonucunu kabul etmemiz gerekmektedir.

Yıllar boyunca teologların ve filozofların çalışmalarına gömülüp bu sorunun çözümünü aradım durdum. Bu problemi çözmek için atılmış zekice adımları keşfetmeme rağmen ne yazık ki tatminkar bir cevaba ulaşamadım.

Bu ikileme için ortaya sunulan en bilinen çözüm ise, insanın özgür iradesine yapılan basit atıflardır. Şu tip ifadeleri duymuşsunuzdur, “Kötülük, insanın özgür iradesi sonucu dünyaya gelmiştir. Günahın yaratıcısı insandır, Tanrı değil.”

Tabi ki bu ifade Kutsal Kitap’ta ki günahın orijini ile ilgili olarak anlatılanlar ile uyuşmaktadır. İnsanın özgür bir irade ile yaratıldığını ve günah işlemeyi özgürce seçtiğini biliyoruz. Günaha düşen Tanrı değildi, insandı. Buna rağmen yine de insanın aklını meşgul eden bir soru vardır. İnsanın günaha olan en ufak eğiliminin bile kaynağı ne olmuştur? Eğer insan günahı arzular bir şekilde yaratılmış ise Yaratıcının güvenilirliğine bir gölge düşmüş demektir. Eğer insan günahı arzulamaz bir şekilde yaratılmış ise o zaman sormamız gereken soru bu arzunun nereden geldiğidir.

Günahın gizemi bizlerin özgür iradeden, insanın yaratılış esnasında ki durumundan ve Tanrı’nın hakimiyetinden ne anladığımız ile yakın bir bağlam içerisindedir. Özgür irade  bizlerin önceden belirleme anlayışımız için hayati bir önem taşımaktadır, bu yüzden bu kitabın bir bölümü sadece bu konuya ayrılmıştır. Bu noktada çalışmamızı ilk günah konusu ile sınırlamak durumundayız.

Adem ve Havva günaha nasıl düşmüşlerdir? İkisi de iyi olarak yaratılmışlardır. Bu sorunlara çözüm olarak Şeytanın ustalığını öne sürebiliriz. Şeytan onları aldatmıştır. Onları yasak meyveden yemeleri için kandırmıştır. Yılanın, ilk ebeveynlerimizi halis ve eksiksiz bir şekilde kandıracak kadar kurnaz olduğunu var sayabiliriz.

Bu cevap, birkaç meseleden dolayı yetersiz kalmaktadır. Eğer Adem ve Havva ne yaptıklarını fark etmediler ise ve eğer gerçekten tamamen kandırıldılar ise o zaman bu günah tamamen Şeytan’a ait bir günah olurdu. Ancak Kutsal Kitap, yılanın kurnazlığına rağmen Tanrı’nın emrine karşı çıkar bir şekilde konuştuğunu açık ve net olarak göstermektedir. Adem ve Havva, Tanrı’nın bu konudaki yasaklamasını ve uyarısını açıkça duymuşlardır. Aynı zamanda Şeytan’ın,  Tanrı ile çeliştiğini de duymuşlardır. Verdikleri karar önlerinde açıkça bir şekilde durmakta idi. Kendilerini haklı çıkartmak için Şeytan’ın kurnazlığını bahane edemezlerdi.

Eğer Şeytan Adem ve Havva’yı hem kandırmış hem de günaha düşmeye zorlamış olsaydı bile içinde olduğumuz ikilemden gene kurtulamazdık. Eğer, haklı olarak, “bizi buna şeytan zorladı deselerdi,” bile şeytanın günahının sorunu ile karşı karşıya kalırdık. Şeytan nereden gelmiştir? İyi olmaktan nasıl oldu da düşmeyi başarmıştır? İster insanın düşüşü ister Şeytanın düşüşü hakkında konuşalım, her iki durumda da iyi yaratıkların kötü olması problemi ile karşı karşıya kalırız.

Bir kez daha bu problemlerin en “kolay” açıklaması olan, kötülüğün yaratıkların özgür iradesinden doğduğunu duyarız. Özgür irade güzel bir şeydir. Tanrı’nın bizlere özgür irade vermiş olması, O’nu suçlu çıkartmaz. Yaratılış esnasında insanlara günah işleme ve işlememe kabiliyeti verilmiştir. İnsan günah işlemeyi tercih etmiştir. Sorumuz şudur, “Neden?”

Bu yazının içinde problemin kendisi bulunmaktadır. Bir insanın günah işleyebilmesi için öncelikle bu günahı işlemek için bir arzusu olması gerekmektedir. Kutsal Kitap bizlere kötü işlerin, kötü arzulardan kaynaklandığını ifade etmektedir. Ancak kötü bir arzunun varlığı zaten kendi başına bir günahtır. Bizler günah işleriz çünkü bizler günahkarlarız. Günahkar bir doğa ile dünyaya geldik. Bizler düşmüş yaratıklarız. Ancak Adem ve Havva düşmüş yaratıklar olarak yaratılmamışlardır. Doğalarında günah yoktu. Onlar özgür iradeye sahip iyi yaratıklardı. Ancak buna rağmen günah işlemeyi tercih ettiler. Niçin? Bilemiyorum. Şu ana kadar da bilen birisini bulamadım.

Bu acı veren probleme rağmen, Tanrı’nın günahın yaratıcısı olmadığına inanmamız gerekmektedir. Kutsal Kitap, tüm sorularımıza cevaplar sunmamaktadır. Kutsal Kitap, Tanrı’nın doğasını ve karakterini açıklamaktadır. Kesinlikle düşünülmemesi gereken bir şey varsa o da Tanrı’nın günahı yarattığı ya da günahkar olduğudur.

Bu bölümün konusu, Tanrı’nın hakimiyetidir. Karşımızda dikilen soru ise insanın günahı gerçeği ile Tanrı’nın hakimiyetinin nasıl bir ilişkisi vardır? Tanrı’nın tüm olayların akışını önceden belirlediği bir gerçektir, bu durumda mantıksal olarak şüphe duyamayacağımız bir diğer gerçek ise Tanrı’nın dünyaya günahın girmesini de önceden belirlediğidir. Bunu anlamı Tanrı’nın bunu gerçekleşmesini zorladığı ya da kötülüğü yarattıklarına empoze ettiği değildir. Tüm bunların anlamı, Tanrı’nın bütün bunların gerçekleşmesine izin vermiş olması gerektiğidir. Eğer Tanrı egemen olan ve bunların gerçekleşmesine izin vermemiş olsaydı o zaman bunlar gerçekleşmezdi, eğer buna rağmen gerçekleşirse de bu durumda egemen olan olmazdı.

Tanrı’nın her şeye egemen olduğunu biliyoruz çünkü Tanrı’nın Tanrı olduğunu biliyoruz.  Bu yüzden Tanrı’nın günahın varlığını önceden belirlediği sonucuna varmamız gerekir.  Başka varabileceğimiz sonuç var mıdır? Tanrı’nın dünyaya günahın girmesine izin verme kararının iyi bir karar olduğu sonucuna varmamız gerekmektedir. Burada kastettiğimiz, günahın iyi bir şey olduğu değil, sadece Tanrı’nın kötü olan günahı işlememize izin vermiş olmasının iyi bir şey olduğudur. Tanrı’nın kötülüğe izin vermesi iyi bir şeydir ancak O’nun izin verdiği kötülüğün kendisi kötüdür. Tüm bunlar ile Tanrı’nın alakası tamamen adaletlidir. Bizlerin günah ile olan ilişkimiz ise kötüdür. Tanrı’nın bizlerin günah işlemeye olanaklı kılması gerçeği, bizleri günahın sorumluluğundan maruz bırakmamaktadır.

Sık sık karşılaştığımız itirazların bir tanesi de, eğer Tanrı önceden bizim günah işleyeceğimizi bilmekte ise neden ilk başta bizi yarattığı sorusudur. David Hume bu problemi şöyle ifade etmiştir: “Eğer Tanrı bizlerin günah işleyeceğini bilmekte ancak bunu durduramamakta ise bu durumda Tanrı ne gücü sınırsız olan ne de her şeye hakim olandır. Eğer Tanrı bunu durdurabilme gücüne sahip olduğu halde ancak durdurmamayı tercih ediyorsa, bu durumda O ne seven bir Tanrı’dır ne de iyi olandır.” Bu yaklaşım sonucunda, ne tür bir cevap verirsek verelim, Tanrı kötü olarak gösterilmektedir.

Tanrı’nın, insanın günaha düşeceğini önceden bildiğini kabul etmek zorundayız. Aynı zamanda kabul etmememiz gereken bir gerçekte Tanrı’nın bunu durdurmak için müdahale edebilme ya da hiç birimizi yaratmamayı tercih edebilme kudretinin olduğudur. Tüm bu varsayıma dayalı olasılıkları kabul etmekteyiz. Sonuç olarak bildiğimiz şey, Tanrı’nın bizlerin günaha düşeceğini bildiği; ancak buna rağmen bizi yarattığıdır. Neden bu O’nun bizi seven bir Tanrı olmadığı anlamına gelsin ki? Aynı şekilde Tanrı önceden, bu düşmüş yaratıkları için, O’nun adaletini mükemmel bir şekilde beyan eden, sevgisini ve merhametini en mükemmel bir şekilde ifade eden bir kurtuluş planını tamamlayacağını da bilmekteydi. Halkının, ya da Kutsal Kitab’ın isimlendirdiği gibi “seçilmiş” olanların, kurtuluşunu önceden belirlemesi tamamen Tanrı’nın sevgisinden kaynaklanmaktadır.

Problem olanlar ise seçilmemiş olanlardır. Eğer bazı kişiler kurtuluş için seçilmemişler ise Tanrı, onlara karşı hiç de sevgi dolu gibi gözükmemektedir. Onlar için hiç doğmamış olmak Tanrı sevgisinin daha iyi bir ifadesi olmaktadır.

Belki onlar için durum böyle olabilirdi ancak gerçekten çok zor bir soru olan şu soruyu sorma durumundayız: Adaletli bir Tanrı’nın, kendisinden nefret eden, devamlı bir şekilde Kendisinin ilahi otoritesine ve kutsallığına karşı isyan eden bir yaratığa sevgi göstermesi için bir mecburiyeti var mıdır? Bir filozofun ileri sürdüğü itiraza göre ise “Tanrı’nın günahkar yaratıklarına karşı sevgi borcu vardır.” Bu durumda tam olarak ifade edilmeyen tez, Tanrı’nın günahkarlara karşı lütufkar olma mecburiyeti olduğudur. Ancak filozofun atladığı nokta şudur: Eğer lütuf mecburi olursa, buna daha fazla lütuf denemez. Lütfun en önemli özelliği hakkedilmemiş olmasıdır. Tanrı her zaman merhamet göstereceği kişilere merhamet gösterme hakkını kendisinde saklar. Tanrı’nın belki insanlara adalet borcu olabilir ama asla merhamet borcu olamaz.

Bu problemlerin, egemen olan bir Tanrı’ya inanan tüm Hıristiyanların karşısına çıkacağına bir kez daha işaret etmek çok önemlidir. Bu sorular sadece önceden belirlemeye dair belli bir görüşe ait sorular değildir.

İnsanlar, Tanrı’nın bütün günahkarlar için bir kurtuluş yolu sunacak kadar sevgi dolu olduğunu öne sürerler. Kalvinizm ise kurtuluşu sadece seçilmişlerle sınırladığı için sanki daha az seven bir Tanrı’ya inanıyormuş gibi görünmektedir. En azından yüzeysel olarak bakarsak Kalvinist olmayan bir görüş, Kalvinist olan görüşe göre insana daha fazla kurtuluş imkanı sağlıyor gibi gözükmektedir.

Bir kez daha bu sorunun cevabı ileri bölümlerde derinlemesine açıklanacak olan konularla daha çok aydınlanacaktır. Şu an için yalın bir ifade ile özetlemem gerekirse, eğer günaha düşenlerin kurtuluşu için verilecek son karar, günaha düşenlerin ellerine bırakılsaydı, bir kişinin bile kurtulacağına olan ümidimizi yitirirdik.

Her şeye egemen olan Tanrı ile günaha düşmüş bir dünya arasındaki ilişkiyi düşündüğümüz zaman temel olarak dört opsiyonla karşı karşıya kalırız:

1) Tanrı, hiç kimseye kurtuluş için fırsat vermemeye karar verebilir.
2) Tanrı, herkese kurtuluş için fırsat sunabilir.
3) Tanrı, dolaysız bir şekilde müdahale ederek bütün insanların kurtulmasını güvence altına alabilir.
4) Tanrı, dolaysız bir şekilde müdahale ederek bazı insanların kurtulmasını güvence altına alabilir.

Hıristiyanların çoğunluğu anında birinci olasılığın üzerini çizeceklerdir. Birçok Hıristiyan’da üçüncü olasılığın üzerini çizeceklerdir. Karşımızdaki problem, Tanrı’nın herkesi değil bazılarını kurtarmasıdır. Kalvinizm, dördüncü olasılığı kabul etmektedir. Önceden belirleme konusundaki Kalvinist görüş Tanrı’nın aktif bir şekilde seçilmişlerin kurtuluşlarının güvence altında olması için hayatlarına müdahale ettiğini öğretir. Tabi ki geri kalan insanlarda Mesih’e davet edilirler ve eğer isterlerse kurtuluş için bir “fırsata” sahiptirler. (Tittus 2:11) Ancak Kalvinizm Tanrı’nın müdahalesi olmadan kimsenin Mesih’i isteyemeyeceğine inanmaktadır. (Efesliler 1:4-5) Eğer kendilerine bırakılsaydı, hiç kimse, hiçbir zaman Mesih’i seçemezdi.

İşte tartışmaların koptuğu nokta tam olarak bu noktadır. Reformcu olmayanların önceden belirleme hakkındaki görüşleri, her düşen insanda Mesih’i seçme kapasitesinin mevcut olduğu inancını içermektedir. Bu görüşe göre insanlar, Kalvinizmin inandığı gibi Tanrı’nın müdahalesine ihtiyaç duyacak kadar düşmemişlerdir. Reformcu olmayan görüşler insanların ebedi yazgılarının hükmünü, insanların ellerine bırakmaktadır. Bu görüşlere göre en iyi olasılık iki numaralı yani Tanrı’nın herkese kurtuluş için fırsat sunduğu olasılığıdır. Ancak nedense bu fırsatlar çok adaletli değildir ne de olsa milyarlarca insan İncil’i duymadan ölmüştür ve ölmektedirler.

Reformcu görüşe sahip olmayan bir insan, kurtuluşu Tanrı’nın seçmiş oldukları ile sınırladığı için dördüncü olasılığa itiraz eder. Reformcu görüşe sahip olan bir insan ise ikinci olasılığı herkesi kurtaracak kadar sunulmadığı için reddeder. Kalvinist görüşe sahip olan bir insan Tanrı’nın düşen insan ırkı için dördüncü olasılıkta, ikinci olasılığa göre çok daha fazlasını yaptığına inanır. Kalvinist görüşe sahip olmayan bir insan ise tam zıttını görür. Bu kişiye göre her ne kadar hiç kimsenin kurtuluşunu güvence altına alacak bir kudrete sahip olmasa da, evrensel bir fırsat verilmesi sadece seçilmişlerin kurtuluşunun güvence altında olmasından daha iyidir.

Kalvinist görüşe sahip olan bir insan için en kötü problem ise üç ve dört nolu olasılıklar arasındaki ilişkidir. Eğer Tanrı bazı insanların kurtuluşunu güvence altına almayı seçebiliyor ve seçiyor ise neden bütün herkesin kurtuluşunu güvence altına almamaktadır?

Bu soruyu cevaplamaya çalışmadan önce belirtmem gereken nokta bu problemin sadece Kalvinistlerin değil tüm Hıristiyanların karşısında tüm ağırlığı ile durduğudur. Her Hıristiyan da bu problemin ağırlığını hissetmelidir. İlk karşılaştığımız soru şudur, “Tanrı’nın herkesin kurtuluşunu güvence altına almaya kudreti var mıdır?” Şüphesiz Tanrı her katı yürekli günahkarın yüreğini değiştirebilecek ve bu günahkar kişiyi kendisine  çekebilecek kudrete sahiptir. Eğer bu kudrete sahip olmasaydı, o zaman Her Şeye Hakim Olan da olamazdı. Eğer bu kudrete sahip ise, neden bu kudretini herkes için kullanmamaktadır?

Reformcu olmayan düşünür genellikle, Tanrı’nın kudretini isteksiz insanlar üzerine empoze etmesini insanın özgürlüğüne bir müdahale olarak görür. Bir insanın özgürlüğüne müdahale etmek ise günahtır. Tanrı günah işleyemeyeceğine göre isteksiz günahkarlar üzerine tek taraflı bir şekilde kurtuluş lütfunu empoze edemez. İsteksiz olan bir günahkarı istekli yapmak, bu günahkarın  özgürlüğüne müdahaledir. Kısaca ileri sürülen fikir şunu ifade etmektedir: Tanrı, Müjdenin lütfunu sunarak, bir günahkarın kurtulması için elinden geleni yapmış olur. İnsana baskı yapacak mutlak güce sahiptir ancak bu gücün kullanımı Tanrı’nın adaletliliğine karşı bir davranış olur.

Bu düşünüş cehennemdeki günahkarın içini ferahlatmamaktadır. Cehennemdeki günahkar haklı olarak şu soruyu sorar, “Tanrım, eğer beni gerçekten sevdiysen, niçin bana inanmam için baskı yapmadın? Sonsuz gazabın varolduğu bu yerde olmaktansa özgür irademe müdahale etmiş olmanı yeğlerdim.” Eğer gerçektende Tanrı’nın insanın özgür iradesine kendisini empoze etmesi kötü olsaydı bile, lanetlilerin bu yakarışları Tanrı’nın adalet anlayışını belirlemezdi. Kalvinist düşüncede olan birisinin yönelteceği soru ise şöyledir, “Tanrı’nın günahkar bir kişinin yüreğinde iman oluşturmasının ne gibi bir kötü yanı olabilir ki?”

Tanrı, günahkar bir kişiye ne yapacağı konusunda bu kişinin iznini almak zorunda değildir.  Günahkar kişi ne doğacağı ülkeyi, ne ebeveynlerini seçmiştir bunlardan öte, doğup doğmamayı bile seçememiştir. Aynı şekilde günahkar olan bir kişi günaha düşkün bir doğa ile doğmayı da seçmemiştir. Bunların hepsi Tanrı’nın her şeye egemen olan kudretinden gelen kararlarıdır. Eğer Tanrı, bir günahkarın sonsuz istikametini etkileyecek bu kararları alıyor ise bir adım daha öteye gidip bu kişinin kurtuluşunu güvence altına almasında ne gibi bir kötülük vardır? Yeremya, Tanrı’ya, “Bana üstün geldin, beni yendin” (Yer. 20:7) diyerek ağlarken ne demek istemiş olabilir? Kesin olan bir şey, Yeremya’nın Tanrı’ya kendisine üstün gelmesi için yalvarmadığıdır.

Niçin Tanrı sadece bazı kişileri kurtarmaktadır? Eğer Tanrı insanların özgür iradelerine  müdahale ederek onları kurtarabiliyorsa, niçin herkesin özgür iradelerine  müdahale ederek onları kurtuluşa getirmemektedir?  Gibi sorular hala daha karşımızda dim dik durmaktadır. (Bu yazıda müdahale kelimesinin kullanılmasının sebebi benim kötü bir müdahale olduğuna olan inancım değil, Kalvinist olmayan kişilerin bu kelimenin kullanımında ısrar etmesidir.)

Bu soruya ise verebileceğim tek cevap bilmiyorum olacaktır. Tanrı’nın neden bazı kişileri kurtarıp bazılarını kurtarmadığı hakkında bir fikrim yok. Bir an için bile olsun Tanrı’nın herkesi kurtaracak kudrete sahip olmadığını düşünmem ancak herkesi kurtarmak için seçmediğini bilirim. Bunun neden böyle olduğunu ise bilmiyorum.

Ancak emin olduğum bir şey vardır. Eğer bazı kişileri kurtarıp, diğerlerini kurtarmamak Tanrı’yı hoşnut ediyor ise, bu durumun hiçbir kötü yanı yoktur. Tanrı’nı herkesi kurtarmak gibi bir mecburiyeti yoktur. Eğer bazı kişileri kurtarmayı tercih ediyorsa, bu O’nu diğerlerini de kurtarma yükü altında bırakmaz. Kutsal Kitap defalarca, Tanrı’nın merhamet göstereceğine merhamet göstermek gibi bir Tanrısal imtiyazı olduğunu belirtir. (Romalılar 9:15 Çıkış 33:19)

Kalvinist kişi bu noktada “Bu haksızlık!” itiraz ve çığlıklarını duyar. Ancak burada haklılıktan kast edilen nedir? Eğer haklılıktan kast ettiğimiz eşitlik ise tabi ki bu itirazlar yerinde ve doğrudur. Tanrı tüm insanlara eşit davranmaz. Kutsal Kitap’ta bundan daha açık başka bir konu yoktur. Tanrı, Musa’ya Hammurabi’ye gözüktüğü gibi gözükmemiştir. Tanrı, Pers ülkesini İsrail’i bereketlediği gibi bereketlememiştir. Mesih kendisini Pilatus’a, Şam yolundaki Pavlus’a beyan ettiği gibi beyan etmemiştir. Kısaca Tanrı tarih boyunca bütün insanlara aynı davranış üslubu ile yaklaşmamıştır.  Bu çok açık olan bir gerçektir.

Büyük bir olasılıkla bu itirazlarda “haklılık” olarak kast edilen şey “adalettir.” Tanrı’nın bazı kişileri merhametini alması için seçerken diğerlerini bunun faydalarından uzak tutması adaletsiz gibi gözükmektedir. Bu problem ile başa çıkabilmek için biraz sınırlı ama çok önemli olarak düşünmemiz gerekir. İlk olarak Tanrı’nın gözünde tüm insanların günahlarından dolayı suçlu olduğunu kabul edelim. Tüm insanlığın kitleler halinde, günah yüzünden suçlu bir şekilde beklerken her şeye egemen olan Tanrı bu insanlardan bazılarına merhamet göstermeye karar vermektedir. Peki diğerleri ne elde eder? Onlarda adalet alır. Kurtulmuş olanlar merhameti ve kurtulmamış olanlar ise adaleti elde eder. Böylece hiç kimse haksızlığa uğramaz. (Tanrı’nın Adaleti ile ilgili kısa bir açıklama; Tanrı’yı Tanımak: Sf. 123-133, Prof. Dr. J.I. Packer)

Adaletsiz olan içine adaletli olanın kategorisinde bulunmayan her şeyi almak durumundadır. Adaletsiz bölümünde iki adet alt-konsept ile karşılaşırız; merhamet ve haksızlık. Merhamet, adaletsizliğin güzel bir unsuru iken, haksızlık adaletsizliğin barındırdığı kötü bir unsurdur. Kurtuluş planında Tanrı kötü hiçbir şey yapmaz. Hiçbir adaletsiz davranışta bulunmaz. Bazı kişilere merhamet sunulurken diğerleri hakkettikleri adalet ile karşılaşırlar. Tekrar belirtmemiz gerekirse bir kişiye merhametin lütfedilmesi diğerlerine de bunun sunulmasını mecburi kılmaz. Tanrı merhametini sunma yetkisini kendisinde saklamıştır.

Bir insan olarak Tanrı’nın herkese eşit olarak merhametini sunmasını tercih edebilirim ancak bunu talep edemem. Eğer Tanrı kurtarıcı merhametini bütün insanlığa dağıtmaktan hoşnut olmuyor ise benim, O’nun kutsal ve adaletli kararına boyun eğmem gerekir. Tanrı’nın günahkarlara karşı  asla, asla, asla merhametli olmak gibi bir mecburiyeti yoktur. Ancak bizlerin, Tanrı’nın lütfunu tam olarak kavrayabilmemiz için bu noktayı çok iyi anlamaya mecburiyetimiz vardır.

Gerçek sorumuz ise, “Niçin Tanrı herkese karşı merhametli olma eğilimindedir” sorusudur. O’nun merhameti hakkedilmese de O, seçtiklerine bu merhametini karşılıksız olarak vermektedir. Merhametini Esav’a, Yakup’a verdiği gibi vermemiştir. Yahuda İskariyot’a, Petrus’a verdiği gibi vermemiştir. Tanrı’yı hem merhameti hem de adaletinden dolayı yüceltmeyi öğrenmemiz gerekmektedir. Adaletini uyguladığı zaman yanlış bir şey yapmamaktadır. Adaletini doğruluğundan dolayı uygulamaktadır.

TANRI’NIN HAKİMİYETİ VE İNSAN ÖZGÜRLÜĞÜ

Her Hıristiyan, büyük bir memnuniyet ile Tanrı’nın her şeye egemen olduğuna inanır. Tanrı’nın hakimiyeti bizler için bir huzur ve rahatlık kaynağıdır. Bu hakimiyet bizlere, Tanrı’nın vaat ettiklerinin gerçekleşeceğine dair sağlam bir güvencedir. Ancak Tanrı’nın hakimiyetinin çıplak gerçeği bir büyük soru işaretinin daha ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Tanrı’nın hakimiyeti ile insan özgürlüğü, birbiri ile nasıl bağdaşır?

Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğü sorusu ile karşılaştığımızda karşımıza, “ya savaş ya da kaç” ikilemi çıkmaktadır. Mantıksal bir çözüm bulmak için didinip durabilir ya da bu konu karşımıza çıktığı zaman o mekandan en hızlı şekilde uzaklaşabilirisiniz.

Bir çok kişi bu konudan uzak durmaya çalışmıştır. Bu konudan kaçışın değişik güzergahları mevcuttur. En bilineni ise, Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğünün çeliştiğini belirtmek ve bu konuyu bu şekilde kabul etme eğiliminde olduğumuzu belirtmektedir. Bu konuyu anlayabilmek ve karışan kafalarımızı sakinleştirebilmek için çeşitli benzetmeler kullanırız.

Bir üniversite öğrencisi iken duyduğum iki benzetme, aynen aspirin gibi bana geçici bir rahatlama vermişti:

Benzetme 1- “Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğü sonsuzlukta birbirine kavuşan paralel çizgilerdir.”

Benzetme 2- “Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğü kuyuya sarkıtılmış iki halat gibidir. Kuyunun tepesinde birbirinden ayrı duran bu halatlar, kuyunun karanlık derinliklerinde birbirleri ile birleşmektedirler.”

Bu benzetmeleri ilk duyduğumda çok rahatlamıştım. Cümleler yalın gözükse de, aslında derin ve etkileyici gibiydiler. Sonsuzlukta birbirine kavuşan iki paralel çizgi fikri beni tatmin etmişe benziyordu. Artık elimde, Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğü arasındaki ilişki sorulduğu zaman verebileceğim zekice bir benzetme vardı.

Ancak bu rahatlama dönemi geçici olmuştu. Kısa bir süre sonra daha güçlü bir aspirine ihtiyacım olduğunu keşfettim. Bu rahatsız edici soru kafamdan uzaklaşmayı reddediyordu. Nasıl?, dedim kendi kendime, ister sonsuzlukta olsun ister her hangi bir yerde, paralel çizgiler birleşebilir ki? Eğer çizgiler birleşirse zaten bu çizgiler mükemmel paralel çizgiler değildirler ki. Zaten mükemmel paralel çizgiler olsalardı asla birleşemezlerdi. Bu benzetme hakkında ne kadar fazla düşündüysem, bu problemin çözümüne o kadar uzak olduğumu fark ettim. Sonsuzlukta bir birine kavuşan paralel çizgiler ifadesi baştan sona saçma bir ifade olduğu gibi aynı zamanda haddini bilmez bir çelişkiyi de içermekteydi.

Çelişkilerden hiç hoşlanmam. Çelişkilerin olduğu yerde çok az huzur bulabilirim. Aynı zamanda  bir çok Hıristiyan’ın çelişkiler ile rahatsız olmadan huzur içinde yaşamalarına da hayret etmekten asla vazgeçemeyeceğim. Teolojide, çelişkilerin faydasını savunmak için, “Tanrı mantıktan daha yücedir!” ya da “İman, sağduyudan daha uludur!” gibi ifadeler duymuşsunuzdur.

Tanrı’nın mantıktan daha yüce ve imanın sağduyudan daha ulu olduğuna kesinlikle katılıyorum. Hem de tüm yüreğim ve mantığım ile. Ancak benim kaçmak istediğim, mantıktan küçük olan Tanrı ve sağduyudan küçük olan imandır. Mantıktan küçük olan bir tanrı mantığa yenilmeye mahkumdur. Sağduyudan uzak olan bir iman mantıksız ve gülünçtür.

Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğü arasındaki çekişmenin, bir çok Hıristiyan’ı çelişkilerin imanın en meşru unsuru olduğunu iddia etmelerine sebep olan konu olduğunu tahmin etmekteyim. Bu fikre göre mantık, Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğünü birbiri ile bağdaştıramaz. Bu ikili mantıksal uyuma aykırı davranır. Eğer Kutsal Kitap bizlere bu çelişki sopasının iki ucunu da öğretiyor ise bizleri de her ne kadar çelişkili olsalar da her ikisine de inanmamız gerekir.

Tanrı korusun! Hıristiyanlar için haddini aşan bir çelişkinin iki ucunu da kabul etmek hem entelektüel bir intihar hem de Kutsal Ruh’a hakarettir. Kutsal Ruh, karmaşaların yazarı değildir. Tanrı, çatallı bir dil ile konuşmaz.

Eğer, Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğü arasında gerçek bir çelişki var ise bu durumda birisinden birisinin var olmaması gerekir. Eğer hakimiyet, özgürlüğü eliyor ve özgürlük, hakimiyeti eliyor ise, bu durumda ya Tanrı hakim olan değildir ya da insan özgür değildir.

Ne mutlu ki, bir alternatif daha mevcuttur. Eğer Tanrı’nın hakimiyeti ile insan özgürlüğünün birbiri ile çelişmediğini anlayabilirsek bu durumda ikisine de sarılma imkanımız olur.

Olaya beşeri bir açıdan bakarsak, insanların gerçek anlamda bir özgürlükten mutlu olabilmeleri için her şeye egemen tek bir yönetici tarafından yönetilen bir ülkede yaşamaları gerekmektedir. Bu hakimiyet, özgürlüğü yok etmez; hakimiyetin olduğu yerde var olamayacak tek şey otonomidir.

Otonomi (özerklik) nedir? İki kelimenin birleşmesinden oluşan bu kelimenin, ilk kelimesi auto kelimesinden, ikinci kelimesi isenomos   kelimesinden gelmiştir. Auto kelimesinin anlamı “kendi”dir. Otomobil, kendi kendine hareket eden bir araçtır. “Otomatik” kelimesi, kendi başına eylem yapabilmeyi tanımlar.

İkinci kelime olan nomos ise the Yunanca’daki “kanun” kelimesidir. Otonomi kelimesinin bu durumdaki anlamı ise, “kendi- kanun”, otonomi yönetimi ise kendi kendine kanun olmak anlamındadır. Otonomiye sahip bir yaratık, hiç kimseye hesap vermek durumunda değildir. Üzerinde herhangi bir yönetici ya da egemen bir güç olmaz. Otonomiye sahip bir yaratığın olduğu yerde ise her şeye egemen olan bir Tanrı’nın var olması mümkün değildir. Bu iki konsept istisnasız olarak birbirine zıttır. İkisinin bir arada olmasını düşünmek, asla hareket etmeyecek bir obje ile, karşısında dayanılmaz olan bir gücün aynı yerde olması demektir. Bu durumda ne olurdu? Eğer bu obje hareket ederse bu durumda artık bu objeye hareketsiz denmezdi. Eğer bu obje hareket etmez ise o zaman karşısında dayanılmaz olan bir güç, artık dayanılmaz güçlülüğünü yitirirdi.

Aynı durum hakimiyet ve otonomi için geçerlidir. Eğer Tanrı her şeye hakim ise, insanın otonomiye sahip olması mümkün değildir. Eğer insan otonomiye sahip ise bu durumda da Tanrı’nın her şeye hakim olan olması mümkün değildir. İkisinin aynı yerde olduğu fikri çelişkilidir.

Bir kişinin özgür olması için otonomiye sahip olması gerekmez. Otonominin sunduğu  özgürlük mutlak bir özgürlüktür. Bizlerde özgürüz ancak bizim sahip olduğumuz özgürlüğün belirli sınırları vardır. En büyük sınır, Tanrı’nın hakimiyetidir.

Bir zamanlar, bir Hıristiyan’ın şöyle bir ifade de bulunduğunu okumuştum, “Tanrı’nın hakimiyeti, insan özgürlüğünü asla kısıtlayamaz.” Hıristiyan bir düşünürün böyle bir ifadede bulunduğunu düşünebiliyor musunuz? Bu katıksız bir hümanizmdir. Tanrı’nın yasası insan özgürlüğüne sınır koymuş mudur? Tanrı’nın, seçeceğim her şeye limitler koymaya izni yok mudur? Tanrı hem benim özgürlüğüme ahlaki sınırlamalar koyabilir hem de beni kötü seçimlerimi uygulamaktan alıkoymak için şu an canımı alabilir. Eğer Tanrı’nın zorlama hakkı yok ise, bu durumda yarattıklarına hükmetme hakkı da yok demektir.

Yukarıdaki ifadeyi tam tersine çevirmek daha yerinde olacaktır: “İnsan özgürlüğü,  Tanrı’nın hakimiyetini asla kısıtlayamaz” İşte hakimiyet konusu, tamamen bu kadardır. Eğer İnsan özgürlüğü,  Tanrı’nın hakimiyetini kısıtlayabilseydi, bu durumda egemen olan Tanrı değil, insan olurdu.

Tanrı özgürdür. Ben özgürüm. Tanrı benden daha özgürdür. Eğer benim özgürlüğüm, Tanrı’nın özgürlüğüne karşı gelmek isterse, ben kaybederim. O’nun özgürlüğü benimkini sınırlar, benimki O’nunkini kısıtlayamaz. Bir aile ile ilgili bir benzetme vardır: Benim özgür bir iradem vardır ve küçük çocuklarımın da özgür iradeleri vardır. Ancak iradelerimiz çatıştığı zaman benim, onların iradelerine hükmedecek otoritem vardır. Onların iradeleri benim irademin astıdır, benim iradem onlarınkinin üstüdür. Tabi ki bu bir benzetmedir ve burada bahsedilen hüküm, mutlak bir hüküm değildir.

Tanrı’nın hakimiyeti ve insanın özgürlüğü, genellikle birbiri ile çelişkili olarak görülür çünkü yüzeysel olarak baktığımızda aynen öyle gözükmektedir. Eğer içinden çıkamayacağımız bir karmaşa yaşıyor ve bu karmaşadan kurtulmak istiyorsak, bu konuya istikrarlı bir şekilde yaklaşmalı ve bilinmesi gerekli olan bazı ayrımları gözönünde bulundurmamız gerekmektedir.

Kelime haznemizde bulunan ve çoğu kez bir biri ile bağdaştırıldığı için karıştırılan aşağıdaki üç kelimeyi ele alalım:

1) Çelişki
2) Paradoks
3) Gizem

1) Çelişki

Çelişkinin mantık çerçevesindeki işleyişine göre, bir şey aynı anda ve aynı ilişkide iken hem kendisi hem de kendisi olmayan bir şey olamaz. Bir insan aynı anda hem baba hem de oğul olabilir ancak aynı anda hem insan hem de insan olmayan olamaz. Bir insan aynı anda hem baba hem de oğul olabilir ancak aynı ilişkide ikisi birden olamaz. Hiç kimse kendi babası olamaz. Bizler İsa’nın Tanrı/insanlığından bahsederken bile hassas bir şekilde O’nun aynı anda hem Tanrı hem de insan olduğunu ancak aynı ilişkide hem Tanrı hem de insan olmadığını söyleriz. O’nda hem tanrısal hem de beşeri bir doğa mevcuttur ve bunların birbiri ile karıştırılmaması gerekir. Tanrı’nın zihninde bile olsa, çelişkiler aynı anda var olamazlar. Eğer Tanrı’nın zihnindeki orijinal bir çelişkinin iki unsuru da doğru olsaydı, bu durumda Tanrı’nın bizlere açıklamış olduğu hiçbir şeyin geçerliliğinin olması mümkün olmazdı.    Eğer Tanrı’nın zihninde, iyi ve kötü, adil ve adil olmayan, erdemli olan ve erdemli olmayan, Mesih ve Mesih-karşıtı ve bunun gibi zıt olan şeylerin hepsi aynı anlamı ifade ediyor olsaydı, bir şeyin doğruluğundan bahsetmek tamamen imkansız olurdu.

2) Paradoks

Dikkatli bir inceleme ile çözülebilinecek olan açık bir çelişkiye Paradoks denir. Bir çok eğitmenin, Hıristiyanlıktaki Üçlü Birlik inancının bir çelişki olduğunu ifade ettiğine tanık oldum. Üçlü Birlik inancı kesinlikle bir çelişki değildir. Hiçbir mantık kuralı ile ters düşmemektedir. Tarafsız çelişki kanunu sınavından başarı ile geçmektedir. Tanrı, özünde tek, kişi olarak üçtür. Bu konuda çelişkili bir nokta yoktur. Eğer Tanrı, özünde tek, hem de kişi olarak ta tekdir deseydik, işte bu durumda kimsenin çözemeyeceği bir çelişki çukuruna düşerdik. Hıristiyanlık ümitsiz bir şekilde mantıksız ve saçma bir inanç olurdu. Üçlü Birlik bir paradokstur ancak çelişki değildir.

Bu konuyu biraz daha kurcaladığımda karşıma çıkan kelime ise antinomi olmuştur. Bu kelime genel olarak çelişkinin eş anlamlısı olarak kullanılsa da, ikinci kullanımı paradoksun eşanlamı olacaktır. Bu kelimeyi incelediğimizde otonomi ile aynı kökten yani “kanun” anlamına gelen nomos kelimesinden geldiğini görmekteyiz. burada kullanılan ön ek ise anti dir ki anlamı, “karşı olmak” ya da “yerine olmak”  demektir. Böylece antinomi kelimesinin anlamının “kanuna karşı” olduğunu görmekteyiz. Peki, burada bahsettiğimiz kanun hangi kanundur? Çelişki kanunu. Bu kelimenin orijinal anlamı ise “çelişki kanununu çiğneyen”dir. Bundan dolayı, orijinal kullanımda ve normal bir  felsefi tartışmada, antinomi kelimesi,  çelişki kelimesinin tam dengi olarak kullanılır.

Karmaşanın başladığı nokta ise insanların antinomi kelimesini orijinal bir çelişki için değil paradoks ya da açık bir çelişki için kullandığı noktadır. Hatırlarsanız paradoks, çelişkiye benzer bir kelime olsa da aslında çelişki değildir. Özellikle İngiltere’de antinomi kelimesi, paradoks kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanılır.

Bu ince ayrımlar üzerinde çalışmamın iki sebebi vardı. Birinci sebep; eğer bir karmaşadan kaçınmak istiyorsak, gerçek bir çelişki ile çelişki gibi görünenin arasındaki hayati fark hakkında kesin bir fikre sahip olmamız şarttır. Bu fark, mantıklı ile mantıksız, gerçek ve saçma arasındaki farktır.

İkinci sebep; günümüz dünyasında önceden belirlenmişlik doktrininin en büyük savunucularından birisinin antinomi kelimesini kullanmasından dolayı, bu ifadenin kesin anlamını ortaya koymak gereklidir. Burada bahsettiğim kişi, meşhur teolog, Dr. J. I. Packer’dır. Packer, sayısız insanın Tanrı’nın karakterini ve özellikle Tanrı’nın hakimiyeti konusunu daha derinden kavramalarına yardımcı olmuş bir kişidir.

Dr. Packer’ın antinomi terimini kullanışını kendisi ile şahsen tartıştım ve kendisinin bu terimi kullanışının İngiltere’de ki gibi  paradoks anlamı olduğunu gördüm. Zaten kendisinin Tanrı’nın Söz’ünde gerçekten çelişkiler olduğunu iddia etmesini asla düşünemezdim. Aslında kendisi, Müjdecilik ve Tanrı’nın Hakimiyeti, isimli kitabında Tanrı’nın gerçeğinde asla çelişki olmayacağı konusunda çalışma yapmıştır. Dr. Packer hem Hıristiyan teolojisinin yorulmaz bir savunucusudur hem de aynı derecede başarılı bir savunma ile Kutsal Kitab’ın kusursuzluğunu ortaya koymaktadır. Eğer Kutsal Kitap, gerçek çelişki anlamında antinomiler içerse idi bu durumda kusursuzluğunu kaybederdi.

Bazı kişiler Tanrısal gerçekte, ciddi çelişkiler olduğunu savunmaktadır. Onlara göre bu çelişkiler ve kusursuzluk birarada olabilir. Bu durumda da kusursuzluğun anlamı, Kutsal Kitab’ın Tanrı’nın gerçeğindeki çelişkileri kusursuz bir şekilde açıkladığı olurdu. Bu konu hakkında bir dakika bile düşünen bir insan, açık olarak Tanrı’nın gerçeğinde çelişki olması durumunda, bu gerçeğin daha fazla gerçek olamayacağını anlayacaktır. Bunun sonucu olarak ise gerçek kelimesi bile anlamını yitirecektir. Eğer çelişkiler, gerçekler olabilir ise  gerçek ve yalan arasındaki farkı tespit etme olanağımız tamamen ortadan kalkardı. İşte bu yüzden, Dr. Packer’ın antinomi terimini paradoks olarak kullanıp çelişki olarak kullanmadığını açıklamak durumunda idim.

3) Gizem

Gizem kelimesinin anlamı, gerçek olan ancak bizim anlamadığımız olandır. Örneğin, Üçlü Birlik gizemi. Sahip olduğum kısıtlı zekam ile ne Üçlü Birlik gizemini nede Mesih’in beden almasını açıklayabiliyorum. Bu gerçekler beni aşmaktadır. İsa’nın iki ayrı doğası olduğunu biliyorum ama bunu nasıl gerçekleştiğini bilemiyorum. Bu tip konular etrafımızda da mevcuttur. Yer çekiminin veya hareketin doğasını kim açıklayabilir? Yaşam hakkındaki tüm gizemleri kim çözebilir? Hangi filozof insanın kendisinin derin anlamını ortaya çıkarabilmiştir ki? Tüm bunlar çelişki değil, gizemdir.

Gizem ve çelişkiyi karıştırmak çok kolaydır. İkisini de tam olarak anlayamayız. Kimse çelişkileri anlamaz çünkü çelişkiler aslında açıklanamazlar. Tanrı bile bir çelişkiyi anlayamaz. Çelişkiler saçmalıktır. Hiç kimse bir çelişkiden sonuca varamaz.

Gizemlerin ise anlaşılabilme eğilimi vardır. Yeni Antlaşma’da Eski Antlaşma zamanında gizli olan ve açıklanamayan bir çok şey açıklanmıştır. Bir zamanlar bizler için gizemli olan bir çok şey artık anlaşılabilinir olmuştur. Buradan çıkarmamız gereken anlam, bugün bizler için gizem olan her şeyin bir gün açıklanabilinir olacağı değil, şu an gizem olan bir çok şeyin açıklanmayacağıdır. Bunların bazıları bu dünya da çözümlenebilinir. Beşeri keşiflerin sınırlarını hala daha zorlamış değiliz. Ancak, bizden şu an gizlenen bazı gizemlerin, bizlere cennette açıklanacağını biliyoruz. Ancak cennette bile sonsuzluğun tüm anlamını kavrayamayacağız. Bir kişinin bunu tamamen anlaması için kendisinin de sonsuz olması gerekmektedir. Tanrı, sonsuzluğu anlayabilir; bunun sebebi kendisinin cennetsel bir zaman kavramı ile düşünmesi değil, Kendisinin sonsuz olmasıdır. O’nun görüş açısında hiçbir sınır yoktur.

Başka bir şekilde anlatmam gerekirse: Bütün çelişkiler, gizemlidir ama tüm gizemler, çelişkili değildir. Hıristiyanlık, bir çok gizemi içermektedir ancak hiçbir çelişkiyi içermemektedir. Gizemler doğru olabilir ancak çelişkiler ne bizim ne de Tanrı’nın anlayışında, asla doğru olamazlar.

Büyük sorun ise karşımızda dikilmektedir. Tartışma kazanının altındaki ateşi körükleyen soru ise, “Önceden belirlenmişliğin, özgür irademiz ile ne gibi bir ilişkisi vardır?” sorusudur.

Bu konuyu bir sonraki bölümde inceleyeceğiz.

BÖLÜM 2’NİN ÖZETİ

1) Önceden belirlemenin tanımı. “Önceden Belirleme, daha biz doğmadan, gideceğimiz son yer olan Cennet ya da Cehennem’in, Tanrı tarafından seçilmesi demektir.”

2) Tanrı’nın hakimiyeti. Tanrı, cennet ve dünya üzerindeki en yüce otoritedir.

3) Tanrı, en yüce kudrete sahip olandır.

Tüm diğer otoriteler ve güçler Tanrı’dan gelir.

4) Eğer Tanrı her şeye hakim olan değil ise tanrı değildir.

5) Tanrı hakimiyetini, kötülük yapmayacak ve insan özgürlüğünü yok etmeyecek bir şekilde uygular.

6) İnsanın işlediği ilk günah bir gizemdir. Tanrı’nın, insanın günah işlemesine izin vermesi, Tanrı’yı kötü yapmaz.

7) Teorik olarak herkesi kurtarabilen Tanrı, neden bazılarını kurtarmak için seçerken, diğerlerini seçmez sorusu tüm Hıristiyanların karşısındaki zor bir sorudur.

8) Tanrı’nın kimseye kurtuluş borcu yoktur.

9) Tanrı’nın merhameti, gönüldendir. Merhametli olma zorunluluğu yoktur. Merhamet göstereceğine, merhamet gösterme hakkını Kendisinde tutar.

10) Tanrı’nın hakimiyeti ve insanın özgürlüğü, birbiri ile çelişmez.

 

ÖNCEDEN BELİRLENME VE TANRI’NIN HAKİMİYETİ

ÖNCEDEN BELİRLENME kulağımıza, insan özgürlüğünün kalbine saplanmış bir hançer gibi gelmektedir. Eğer Tanrı, sonsuzluğun başlangıcında her birimizin son istikametini belirlediyse bu durum, bizim özgürce yaptığımız tercihlerin boşuna bir çaba, hayatlarımızın ise sadece önceden saptanmış rollerin boşuna tekrarlanması olduğu fikrini vermektedir. Sanki Tanrı bizler için taş levhalar üzerine bir senaryo yazmıştır ve bizler de bu senaryoya uygun şekilde davranmakta olan oyuncularızdır.

Önceden belirlenme ve özgür irade arasındaki kafa karıştıran ilişkiyi ele almadan önce ilk olarak özgür iradeyi tanımlamamız gerekmektedir. Bu terimin sadece tanımı bile büyük tartışmaları başlatan kıvılcım gibidir. En yaygın olarak bilinen tanım özgür iradeyi; önyargısız ve eğilimsiz seçim yapabilme yeteneği olarak ifade eder. İradenin özgür olabilmesi için salt bir tarafsızlığa sahip olmalı ve asla ön yargı ile hareket etmemelidir.

Yüzeysel olarak bakıldığında çok çekici gelmektedir. Etkisi ile kararımızı etkileyecek içsel ve dışsal baskı unsuru yoktur. Ancak yüzeydeki bu hoş cilanın altında iki adet sorun çıkıntısı durmaktadır.

Birinci sorun şudur; eğer seçimlerimizi her hangi bir eğilime sahip olmadan tamamen tarafsız bir doğa ile yapıyor isek bu durumda seçimlerimizin bir sebebi yoktur. Eğer tercihlerimiz sebepsiz ise ve bu seçimler tamamen kendi kendine gelişmekte ise bu durumda da bu tercihlerin ahlaki bir anlamı kalmamaktadır. Eğer bir tercih bir anda yapılmış ise—bu tercihin altında yatan ne bir sebep ne de bu tercihi oluşturan geçmiş etkenler vardır—bu durumda ise bu tercih iyi ya da kötü olarak değerlendirilemez, yargılanamazlar. Tanrı, seçimlerimizi değerlendirirken bizim niyetlerimizi ve motivasyonlarımızı göz önünde bulundurur.

Örneğin Yusuf ve kardeşlerinin durumunu ele alalım. Yusuf köle olarak satıldığı zaman Tanrı’nın ilahi takdiri işlemekteydi. Yıllar sonra, Yusuf kardeşleri ile Mısır’da tekrar bir araya geldiği zaman  onlara şunları söyledi: “Siz bana kötülük düşündünüz, ama Tanrı bugün olduğu gibi birçok halkın yaşamını korumak için o kötülüğü iyiliğe çevirdi” (Yar. 50:20). Bu eylemin iyi ya da kötü olduğunun belirlenmesindeki yegane unsur, eylemi yaptıran niyetler, motivasyonlardır. Yusuf ikilemindeki Tanrı’nın müdahalesi iyi bir niyet, motivasyon ile gerçekleşmiştir; kardeşlerinin Yusuf’un hayatına müdahalesi ise kötü bir niyete dayanmaktadır. Kardeşlerinin, Yusuf’u köle olarak satmalarının altında bir sebep bulunmaktadır. Onlar kötü bir motivasyon ile bu eylemde bulunmuşlardır. Onların seçimi ne tarafsızdır ne de aniden ortaya çıkmıştır. Onlar kardeşleri olan Yusuf’u kıskanmışlardır ve onu köle olarak satma tercihleri onların kötü niyetleri tarafından kışkırtılmıştır.

Bu yaygın tanımın karşısındaki ikinci sorun ise ahlaki değil rasyonel bir sorundur. Eğer bir tercih eyleminde önceden oluşmuş bir eğilim, arzu, istek, emel, niyet, motivasyon, amaç ya da sebep mevcut değil ise, bir seçim nasıl yapılabilinir ki? Eğer irade tamamen özgür olsaydı, bu ya da şu diye bir tercih asla yapılamazdı. Bu problemin bir benzerini Alice Harikalar Diyarında adlı kitapta, Alice’in bir yol ayrımına geldiği zaman görmekteyiz. Ne tarafa gideceği hakkında hiçbir fikri olamayan Alice bir ağaçtan kendisine sırıtan bir kedi görür ve kediye “Ne tarafa dönmeliyim?” diye sorar. Kedi, “Nereye gidiyorsun?” sorusu ile cevap verir, Alice “Bilmiyorum” deyince, sırıtkan kedinin cevabı, “Bu durumda hiç fark etmez” olur.

Alice’in içinde bulunduğu ikilemi ele alırsak aslında önünde dört adet seçenek olduğunu görürüz.Bu seçenekler Alice, sağdaki yola sapabilir, soldaki yola sapabilir, geldiği yoldan geriye dönebilir ya da ölene kadar kararsızlık durumu içinde orada öylece kalabilir. Alice’in herhangi bir seçim yapabilmesi için bir motivasyona ya da eğilime ihtiyacı vardır. Motivasyonsuz ya da önceden oluşmuş bir eğilim olmaksızın yapabileceği tek seçim orada öylece durup ölmek olacaktır.

Aynı problemi, özgür bir iradeye sahip olan bir katırın hikayesinde de görmek mümkündür. Özgür bir iradeye sahip olan katırın nötr, tarafsız, eğilimsiz ve iç ve dış etkenlerden uzak bir iradesi vardır. Bu katırın sahibi, katırın sağına bir sepet yulaf, soluna bir sepet buğday koyar. Eğer bu katır, yulaf ve buğday arasında tercih yapmak için gelişmiş bir eğilimi yok ise bu katır ikisini de seçmez ve aç kalır. Eğer ikisini de besin olarak görüp eşit ve nötr bir arzu beslerse iki eşit seçim arasında donup kalır ve yine aç kalır. Her iki durumda da bir motivasyon yoktur. Motivasyon olmadığı için bir seçimde olmayacaktır. Seçim olmadan besinde olmayacaktır. Besin olmazsa bir süre sonra katırda olmayacaktır.

Bizler, nötr-irade teorisini hem irrasyonel olduğu hem de radikal bir şekilde Kutsal Kitap’a aykırı olduğu için reddetmeliyiz.

Hıristiyan düşünürler bizlere özgür iradenin iki önemli tanımını sunmuşlardır. Biz, İradenin Özgürlüğü isimli klasik eserin sahibi Jonathan Edwards’ın sunduğu birinci tanımı gözden geçireceğiz.

– Edwards iradeyi “mantığın seçimi” olarak tanımlamıştır. Bizlerin ahlaki seçimler yapabilmemiz için ilk olarak seçtiğimiz şey hakkında bilgi sahibi olmamız gerekir. Seçimlerimiz, mantığımızın reddetmesi ya da kabul etmesi üzerine kuruludur. Seçim eyleminde, bizlerin değerlere bakış açımız hayati bir rol oynar. Seçimlerin kendisi kadar, şahsi eğilimlerim, motivasyonlarım ve niyetlerim benim zihnim, mantığım ile şekillenmiş unsurlardır. Sonuç olarak, mantığın müdahalesinin olmadığı bir seçim sebepsiz yere yapılmıştır ve hiçbir amacı yoktur. Bu durumda bu seçim keyfi ve ahlaki açıdan da anlamsız bir seçimdir. Güdü ve seçim çok farklı iki kavramdır.

– Özgür iradenin ikinci tanımı ise “istediğini seçebilme yeteneğidir”. Bu tanım ise insan arzuları denilen çok önemli bir temel üzerine kurulmuştur. Özgür iradeye sahip olmak demek arzularımıza göre seçim yapmak demektir. Bu durumda motivasyon sağlayan ve seçim yapmak için sebepler sunan hayati etken arzularımızdır.

Kurnazca olan nokta ise şudur: Edwards’a göre bir insan arzuladığını seçmekte özgürdür ancak seçim yapmış olabilmek için arzuladığını seçmek zorundadır. Benim Edward’ın Seçim Kanunu olarak adlandırdığım ifade şudur: “İrade istisnasız bir şekilde, o esnadaki en güçlü eğilimine göre seçimini yapar.” Bunun anlamı ise her seçim özgürdür ve her seçim belirlenmiştir.

Kurnaz bir tanım olduğunu belirtmiştir. Her seçimin özgür ve her seçimin belirlenmiş olduğunu söylemek, kulağa cüretkar bir çelişki gibi gelebilir. Ancak burada kullanılan “belirlenmiş” kelimesi, dışarıdan bir gücün zorla yaptığı bir baskı anlamında değil bir kişinin içsel motivasyonu ya da arzusu anlamında kullanılmaktadır. Kısaca bu kanun şunu anlatmaktadır: Seçimlerimiz, kendi arzularımız tarafından belirlenir. Bu seçimler hala daha bizim seçimlerimizdir çünkü bizim arzularımız tarafından motive edilmişlerdir. Özgürlüğün özü olan bu duruma kişisel–belirleme adı verilmiştir.

Bir dakika için kendi seçimlerinizi gözünüzün önüne getirin. Bu seçimler neden ve nasıl meydana gelmiştir? Sizler şu an bu kitabın bu satırını okumaktasınız, peki neden? Bu kitabı okuma sebebiniz önceden belirleme konusuna olan kişisel merakınız mı? Bu karışık konuda daha fazla bilgi edinmek için mi bu kitabı okuyorsunuz? Belki. Belki de bu kitabı okumanız sizlere bir ödev olarak verildi ve belki de şu an aklınızdan şunlar geçmek te: “Bu kitap her neden bahsediyorsa bahsetsin, bu kitabı okumayı hiç istemiyorum ancak bir başkasının benim bu kitabı okumam için olan kendi arzusundan dolayı hiç zevk almadan, sürüne sürüne de olsa bu kitabı okumak zorundayım. Eğer her şey benim istediğim gibi olsaydı, bu kitabı okumayı asla seçmezdim.”

Ancak her şey sizin istediğiniz gibi gelişmiyor değil mi? Eğer siz bu kitabı mecburiyetten ya da verilen bir ödev yüzünden okumakta olsanız bile, yine de size verilen ödevi yapmak ya da yapmamak arasında bir seçim yapmaktasınız. Kesin olan bir şey varsa o da sizin bu kitabı okumayı, okumamış olmaktan daha çekici veya sizin için daha yararlı bulduğunuz ve okumakta olduğunuzdur. En azından bundan emin olabilirim aksi takdirde şu an bu satırları okuyor olmazdınız.

Yaptığınız her seçimin bir sebebi vardır. Bir daha ki sefere topluma açık bir yere gittiğiniz zaman (sınıf, kilise, otobüs vb..) oturmayı seçtiğiniz koltuğa dikkat edin ve kendinize neden bu oturma yerini seçtiğinizi sorun. Belki de tek boş koltuk buydu ve sizde ayakta durmak yerine oturmayı tercih ettiniz. Belki de, bu sayede oturma seçiminde bilinç altında yaptığınız bir muhakeme olduğunu keşfettiniz. Belki de eğer şartlar elverişli ise odanın arkasında, önünde, sağında ya da solunda oturmayı tercih ettiğinizi fark ettiniz. Niçin? Belki de gözlerinizde bir bozukluk var? Belki de utangaç ya da dışa dönük bir mizaca sahipsiniz. Oturma yeri seçiminde hiçbir sebep olmadığını düşünebilirsiniz ancak sizin seçtiğiniz koltuk her zaman için o seçim anında sahip olduğunuz en güçlü eğilim tarafından seçilecektir. Belki de bu seçim, o an durduğunuz yere en yakın boş koltuğun o olması ve sizin koltuk bulmak için yürümek istememe eğiliminizin seçimi olacaktır.

Karar-alma karışık bir işlemdir çünkü karşımızdaki opsiyonlar genellikle çeşitlidir ve sayıca çoktur. Birde bu karışıklığa bizlerin değişik ve sayıca arzuları çok olan yaratıklar olduğumuzu da eklerseniz çok çeşitli hatta çelişkili motivasyonlarımızın olduğunu fark edersiniz.

Dondurma külahları meselesini ele alırsak ki benim için en büyük problem külahı değil dondurmanın kendisidir. Eğer dondurmakolik diye birisi varsa o da emin olun ki benim. Şu an en azından on beş kilo fazlalığım var ki inanın bedenimi oluşturan kiloların en azından yirmisi dondurmalar yüzündendir. Eğer her şey benim istediğim gibi olsaydı zayıf bir bedene ve dümdüz bir karına sahip olmak isterdim. Pantolonlarıma zorla girmekten hoşlanmasam da en dayanamadığım şey, ninelerin göbeğime fiske atmalarıdır. Fazla kilolarımdan kurtulmam için  dondurma yemeği kesmem gerektiğinin bilincindeyim. Bu yüzden diyet yapmaya başlarım, diyet yapma sebebim diyet yapmayı istememdir çünkü kilo vermek ve  daha iyi bir görünüme sahip olmak istiyorum. Birisi beni Swenson isimli, dünyanın en müthiş dondurmalarını yapan yere çağırana kadar  her şey mükemmeldir. Swenson’a gitmemem gerektiğinin bilincindeyim ama gitmeyi çok istiyorum. Seçim yapma anı geldiğinde ise çelişen arzular arasında sıkışıp kalıyorum. Hem zayıflamak istiyorum hem de Swenson’un süper dondurmasından yemek istiyorum. Karar verme esnasında hangi arzum daha güçlü ise bende seçimimi ona göre yapacağım. İşte bu kadar basit.

Birde eşimi ele alalım. Evliliğimizin gümüş yıldönümünü kutlamaya hazırlanırken eşimin evlendiğimiz günkü kilosunu aynen muhafaza ettiğinin bilincindeyim. Gelinliği üzerine hala daha tıpa tıp oturmakta. Onun dondurma problemi yok. Bir çok dondurma vanilya, çikolata ve çilekten oluşur ki bunların ismi bile benim ağzımı sulandırırken karım için bu yiyecekler eşimin ayartı kategorisinde asla yer almazlar. Aha! Birde Baskin Robbins dondurmaları vardır ki, cevizli ve kremalı çeşitleri mevcuttur. Alış veriş merkezine gittiğimizde Baskin Robbins mağazasının önünden geçeriz ve işte o an eşim garip bir değişim yaşamaya başlar. Adımları yavaşlar, avuçları ıslanır ve neredeyse ağzının suyunun akmaya başladığını fark ederim. İşte kısa bir an için bile olsa eşim kendisini, benim her gün yaşadığım arzular çatışmasının tam ortasında bulmuştur.

Seçimlerimiz her zaman, o anki en güçlü arzumuz tarafından belirlenir. Dışarıdan gelecek olan baskı unsurları bile özgürlüğü tamamen elimizden alamaz. Kendi başlarına seçmeyecekleri seçimleri insanlara empoze eden baskı bir tür güç kullanımı içermektedir. Örneğin ben Amerikan hükümetinin bana ödettiği gelir vergisini ödemek için kesinlikle hiç bir arzu duymuyorum. Bu vergiyi ödemeyi reddedebilirim ancak bunun sonuçları ile vergi ödemeyi kıyasladığım zaman vergiyi ödemek daha arzulanabilir gelmektedir. Beni hapse atmak ile tehdit eden bu hükümet, bana vergi ödenmesi konusunda ki isteklerini empoze edebilme yeteneğine sahiptir.

Silahlı bir soygun olayını ele alalım. Elinde silah olan bir adam bana doğru ilerlemekte ve bana “ya paran ya canın” demekte. Bu kişi benim seçeneklerimi ikiye indirgemiştir ve eğer her şey benim kontrolümde olsaydı ona para vermeyi arzulamazdım. Bu soyguncuya para vermektense herhangi bi vakfa bağışlamayı tercih ederdim. Ancak bu dışsal baskının sonucu olarak benim bu konudaki arzum ani bir değişikliğe uğramıştır. Bu birey benim içimdeki bazı arzuları uyandırmak için güç kullanmıştır. Bu durumda ben, yaşama arzum ve para vermeme arzum arasında bir seçim yapmak durumunda kalırım. Benim tercihim bu parayı vermek yolunda olacaktır çünkü aksi halde beni öldürdükten sonra da bu parayı benden alacaktır ancak bazı kişiler bu olaya “silahlı birisine teslim olmaktansa ölürüm daha iyi, parayı da ölü vücudumdan alır” tepkisini gösterip, farklı bir seçim yapabilirler.

Her iki durumda da bir seçim yapılmaktadır ve bu seçim o esnadaki en güçlü eğiliminize göre yapılmaktadır. Bir an için yaptığınız her hangi bir seçimin, o esnadaki en güçlü eğiliminiz tarafından belirlenmediğini farz edelim. Peki ya günah? Bütün Hıristiyanların yüreğinde İsa Mesih’e itaat etme arzusu vardır. İsa Mesih’i seviyoruz ve O’nu hoşnut etmek istiyoruz. Buna rağmen her bir Hıristiyan günah işler. Acı gerçek ise şudur; günah işlediğimiz andaki günah işleme arzumuz, İsa Mesih’e itaat etme arzumuzdan daha güçlüdür. Eğer her zaman Mesih’e itaat etme arzumuz, günah işleme arzumuzdan daha güçlü olabilseydi asla günah işlemezdik.

Elçi Pavlus, aynı şeyi öğretmiyor mu? Bizleri, Mesih’te ki arzularına ters olanı yaptığı bir durum ile karşı karşıya bırakmıyor mu? Romalılara Mektup’ta şöyle yazmıştır: “İstediğim iyi şeyi yapmıyorum, istemediğim kötü şeyi yapıyorum” (Rom. 7:19). Buradaki ayetler bize Tanrı olan Kutsal Ruh’un esinlemesi altında olan Pavlus’un bazı zamanlar en güçlü eğilime karşı davranıldığının açık öğretişi gibi gelebilir.

Elçi’nin burada iradenin teknik işleyişi hakkında bir esinlemede bulunmamaktadır aksine bu ayet daha çok hepimizin tecrübe ettiği bir durumun açık ifadesidir. Her birimizin günahtan kaşınmak gibi bir arzusu vardır. “Her şeyin kontrolümüzün altında olması” sendromu ile bir kez daha karşı karşıyayızdır. Eğer her şey benim kontrolümde olsaydı, ben mükemmel olmak isterdim. Günahlarımdan ve fazla kilolarımdan bir anda kurtulmak isterdim. Ancak benim arzularım istikrarlı arzular değil, dalgalı arzulardır. Karnım tok iken, diyete başlama kararı almak çok kolay bir seçimdir ancak acıktığım zaman arzu ibrelerim sapmaya başlar. Benim arzularımın ve iştahımın yaşadığı değişimler ayartıları ortaya çıkartır ve eğer her şey benim elimde olsaydı asla yapmayacağım şeyleri yapmaya başlardım.

Pavlus önümüze insan arzularının gerçek çelişkisini ortaya koymaktadır ki bu arzular kötü seçimlere eğilimlidir. Hıristiyan bir birey çelişkili arzuların yarattığı meydan savaşının ortasında kala kalmıştır. Hıristiyan bir kişinin Rab’de büyümesi demek, Mesih’i hoşnut edecek arzularının güçlenmesi, günah işleme arzusunun azalması demektir. Pavlus, bunu ruh ve bedenin savaşı olarak adlandırmıştır.

Seçimlerimiz her zaman, o anki en güçlü arzumuz tarafından belirlenir demek her zaman istediğimizi seçeriz demektir. Hayatımızda ki her seçim anında özgürüzdür ve bu kararı kendimiz veririz. Kararı bizim vermemiz ile determinizm aynı şey değildir. Determinizm demek bir bireyin bir şey yapması için dış bir etken tarafından zorlanması ya da baskı altında kalması demektir. Daha önce bahsettiğimiz gibi dış güçler bizim seçeneklerimizi ciddi bir şekilde azaltmaktadır ancak bütün seçenekleri yok etme gücüne sahip değildirler. Bizlere nefret ettiğimiz şeylerden zevk almamızı empoze edemezler. Eğer bir nefretin, zevke dönüşmesi gerçekleşir ise bu bir dış baskı meselesi değil bir ikna meselesidir. Bir kişi zaten çok zevk aldığı bir şeyi yapmaya zorlanamaz.

Tarafsız, nötr bir özgür irade kavramı tamamen imkansızdır. Bu kavram, arzu içermeyen seçmeyi içermektedir. Bu bir bakıma sebepsiz bir sonuç elde etmek gibi bir iddiadır. Hiçbir şeyden bir şey elde etmeyi öne sürer ve bu da mantıksız ve irrasyonel bir iddiadır. Kutsal Kitap, açıkça seçimlerimizi arzularımıza göre belirlediğimizi ifade eder. Kötü bir arzu, kötü seçimleri ve kötü işleri doğurur. İyi bir arzu ise iyi işleri doğurur. İsa, kötü ağacın kötü meyveler vereceği benzetmesi ile bize bunu anlatmıştır.  Bir incir ağacı, elma vermez, aynı şekilde bir elma ağacı da incir vermez. Kutsal arzular, kutsal seçimler doğurur ve kötü arzular, kötü seçimleri doğurur.

DOĞAL VE MANEVİ YETENEKLER

Jonathan Edwards, özgür iradeyi, Kutsal Kitap’a uygun bir şekilde anlayabilmemiz için bir farkın daha altını çizmiştir. Jonathan Edwards, doğal yetenekler ve manevi yetenekler arasındaki farkı ortaya koymuştur. Doğal yetenekler, bizlerin, insan olduğumuz için sahip olduğumuz güçler ile ilgilidir. Ben, bir insanım ve düşünmek, yürümek, görmek, duymak ve hepsinden öte seçim yapmak gibi doğal yeteneklere sahibim. Benim sahip olmadığım bazı doğal yetenekler de vardır, mesela bazı insanlar tek başlarına bir makineyi idare ederek uçabilme yeteneğine sahipken ben bu yetenekten mahrum bir insanım. Ben aynen Süpermen gibi gökyüzünde süzülme arzusuna sahibim ancak bu yeteneğe sahip değilim. Benim uçamama sebebimse, benim  karakterimin manevi eksikliği değil, Yaratıcımın bana uçmam içim gerekli olan doğal uzuvları vermemesidir. Benim kanatlarım yoktur.

İrade bize Tanrı tarafından verilen doğal bir yetenektir. Bizler, bir seçim yapabilmek için gerekli olan her türlü doğal yeteneğe sahibiz. Bir zihne ve iradeye sahibiz. Arzuladığımız bir şeyi seçebilmek için  gerekli olan doğal yeteneklere sahibiz. Peki, problem nerededir? Kutsal Kitap’a göre problemimizin yeri çok açıktır. Problem arzularımızın doğasındadır. İşte, düşmüşlüğümüzün merkez noktası burasıdır. Kutsal Yazılar bize şunu anlatır: “RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte” (Yar. 6:5).

Kutsal Kitap, insanın yüreği hakkında çok şey belirtmektedir. Kutsal Yazılar, yürekten kan pompalayan bir organ olarak değil ruhun çekirdeği, insan duygularının en derin yuvası olarak bahseder. İsa, bir insanın hazineleri ile kalbinin arzuları arasındaki yakın bağlantıyı belirtmiştir. Eğer bir kişinin hazinesinin haritasını bulursanız, onun kalbine giden yolu da bulmuş olursunuz.

Edwards, insanlığın günah ile ilgili sorununun manevi yetenekleri ya da bu yeteneklerin yetersiz olmasına dayandırmıştır. Bir bireyin, Tanrı’yı hoşnut edecek bir seçim yapabilmesi için ilk önce Tanrı’yı hoşnut etme arzusuna sahip olması gerekmektedir. Tanrı’yı bulabilmesi için ilk önce O’nu arama arzusuna sahip olması gerekmektedir. İyi olanı seçebilmesi için ilk önce iyi olanı arzulaması gerekmektedir. Mesih’i seçebilmesi için Mesih arzusuna sahip olması gerekmektedir. Önceden belirleme hakkındaki tartışmaların tümü ve özü şu soruda toplanmıştır: Günahkar bir insanın içinde Mesih’e karşı doğal bir arzu var mıdır?

Edwards, bu soruya samimi bir “Hayır!” cevabını vermektedir ve Düşüş esnasında insanlığın Tanrı için olan orijinal arzusunu kaybettiği üzerinde ısrar etmektedir. Arzusunu kaybettiği anda, insanın özgürlüğüne de bir şeyler olmuştur. Mesih’i seçmek için gerekli olan manevi yeteneklerini de kaybetmiştir. Mesih’i seçebilmek için bir günahkarın ilk olarak Mesih’i seçmek için bir arzusu olması lazımdır. Bir bireyde bu arzu ya zaten vardır ya da bu arzuyu Tanrı’dan almak durumundadır. Edwards ve Reform teolojisinin önceden belirleme hakkındaki görüşünü benimseyen herkes, bir insanın yüreğine Tanrı bu arzuyu koymadan hiç kimsenin, kendi başına özgürce Mesih’i seçemeyeceği konusunda hem fikirdir. Bu kişiler, hiçbir şekilde müjdeye karşı bir arzu beslemedikleri için her zaman ve her yerde müjdeyi reddedeceklerdir. Bu kişiler, hiçbir şekilde Mesih’e karşı bir arzu beslemedikleri için her zaman ve her yerde Mesih’i red edeceklerdir. Bu bireyler, arzularına göre hareket ettikleri için özgürce Mesih’i reddedeceklerdir.

Ben burada Edwards’ın görüşünün gerçekliğini ispatlamaya çalışmıyorum çünkü bunu yapmak demek, Kutsal Kitap’ın insanın manevi yeteneklerine veya yeteneksizliğine bakışını derinden incelemek demektir. Bunu ilerde yapabiliriz ancak şu soruyu da cevaplamamız gerekmektedir, “Eğer bir insanın Mesih’i seçmek için manevi yetenekleri mevcut değil ise Tanrı bu insanı nasıl Mesih’i seçmesi konusunda sorumlu tutabilir? Eğer insan manevi bir yeteneksizlik içinde ve Mesih’e karşı arzu beslemeyecek bir doğa ile doğmakta ise bu durumda insanların Mesih’i seçmemesi Tanrı’nın suçu değil midir?” Bir kez daha okuyucularımı, ilerleyen sayfalarda bu önemli soruların cevaplarını vereceğime söz vererek, sabır etmeye davet etmek istiyorum.

AZİZ AGUSTİN’İN ÖZGÜRLÜĞE BAKIŞ AÇISI

Edwards’ın, doğal yetenekler ve manevi yetenekler arasındaki hayati farkı ortaya koymasından önce Agustin, buna benzer bir ayrımı yapmıştır. Agustin’in, günahkar bir insanın özgür iradesi olduğunu ancak özgürlüğü olmadığını belirtmesi, onun bu probleme yaklaşımını da ortaya koymuştur. Yüzeysel olarak bakarsak bu çok garip bir ayrım gibi gözükmektedir. Bir bireyin nasıl olurda özgür iradesi varken özgürlüğü mevcut olmayabilir?

Agustin ve Edwards aynı noktaya benzer bir yoldan ulaşmışlardır. Düşüşten sonra insanlık seçim yapma yeteneğini kaybetmemiştir. Günahkar birey hala daha istediğini seçme ve arzularına göre hareket etme özgürlüğüne sahiptir. Yine de, arzuları kötü olduğu için doğruluğa özgür kılınmışların sahip olduğu o muhteşem özgürlükten yoksundurlar. Düşüşten sonra insanlık ciddi bir ahlaki tutsaklık durumuna girmiştir. Bu tutsaklık durumuna orijinal günah denmektedir.

Orijinal günah gerçeği, her Hıristiyan mezhebinin yüzleşmesi gereken çok zor bir konudur. İnsanın düşüşü, Kutsal Yazılar’da o kadar açık bir şekilde öğretilmiştir ki bu öğretiyi dikkate almadan insanlık hakkında bir görüşe sahip olmak imkansızdır. Hıristiyanlar arasında insanın düşmemiş olduğunu iddia eden bazıları, -eğer mevcut ise- olabilir. Düşmüş olduğumuzun bilgisinden yoksun isek, günahkar olduğumuz bilgisinden de mahrumuz demektir. Eğer günahkar olduğumuz bilgisinden uzak isek Mesih’i Kurtarıcımız olarak kabul etmemiz biraz zor gözükmektedir. Bizleri Mesih’e götüren ön koşul düşüşümüzü kabul etmemizdir.

Orijinal günah öğretişini inkar ederek düşmüş olduğumuzu kabul etmemiz olasıdır ancak bu süreç çok ciddi sorunları içermektedir. Neredeyse bütün Hıristiyan bedeninin üyelerinin orijinal günah hakkında bir doktrin oluşturmuş olmaları bir tesadüf değildir.

Bu noktada bir çok Hıristiyan aynı fikirde değildir. Hepimiz, orijinal günah konusunda bir doktrin sahibi olmamız konusunda hemfikirde olsak da bu doktrinin içeriği ve kapsamı konusunda bir uzlaşmaya ulaşılamamıştır.

Başlangıç olarak orijinal günahın ne olmadığını belirtelim. Orijinal günah, ilk günah değildir. Orijinal günah, özellikle Adem ve Havva’nın günahına bir gönderme değildir. Orijinal günah, Adem ve Havva’nın günahının sonuçlarına yapılan bir göndermedir. Orijinal günah, Tanrı’nın ilk günaha verdiği cezadır. Şu şekilde gelişmiştir: Adem ve Havva günah işledi. Bu ilk günahtır. Onların günahının bir sonucu olarak insanlık ahlaki bir yıkım içine girmiştir. İnsan doğası ahlaki bir düşüş ile yeniden şekillenmiştir. İlk günah işlendikten sonra bizler için bir çok şey değişmiştir. İnsan ırkı bozulmuştur. Kilisenin orijinal günah olarak adlandırdığı, sonradan ortaya çıkan bu bozulmuşluktur.

Orijinal günah, özel bir günah eylemi değildir. Bu bir günah durumudur. Orijinal günah, belirli günahkar eylemlerin doğduğu, günahkar bir doğa ile ilgilidir. Bizlerde bu günahkar doğaya sahip olduğumuz için günah işleriz. İnsanın orijinal doğası günahkar değildi, ancak Günaha Düşüşten sonra, ahlaki doğası değişmiştir. Sonuç olarak, orijinal günah yüzünden bizlerin düşmüş ve bozulmuş bir doğamız vardır.

Kutsal Kitap’ın beyan ettiği gibi düşmüş olan insan günahkar olarak doğar. Kendisi günah “altındadır”. Doğamızdan ötürü bizler gazap çocuklarıyız ve bu dünyaya masum olarak doğmayız.

John Gerstner, bir gün yöresel bir Presbiteryan Kilisesinde vaaz vermek için davet edilmiş. Kilisenin kapısında, kendisine tapınma düzeni hakkında bilgi veren ve o gün gerçekleşecek olan çocuk vaftizi törenini idare etmesi İiçin ricada bulunan yaşlılar heyeti tarafından karşılanmış. Dr. Gerstner, bu görevi kabul etmiş. Arkasından, yaşlılar heyetinin bir üyesi, kendisine kiliselerinin özel bir geleneğini anlatmış ve Dr. Gerstner’den vaftiz töreninden önce çocukların ebeveynlerine birer beyaz gül takdim etmesini rica etmiş. Dr. Gerstner, bu beyaz gülün anlamı hakkında bilgi almak istediği zaman, yaşlılar heyetinin üyesinden, “Bu beyaz gülü bebeğin, Tanrı’nın önündeki masumiyetini sembolize etmek için sunuyoruz” cevabını almış.

“Peki,” demiş Dr. Gerstner. “bu durumda vaftiz suyu neyi sembolize ediyor?”

Bu üyenin, masum bebeklerin günahının arınmasının sembolik amacını açıklamaya çalışırken yaşadığı şaşkınlığı düşünsenize. Bu topluluğun yaşadığı öğreti karmaşası tek örnek değildir. Çocukların, belirli konularda işledikleri günahlardan sorumlu olmadıklarını kabul ettiğimiz anda, bu çocukların günahsız oldukları kanaatine varmamız çok kolaydır. Bu ilahiyat açısından yılan dolu bir çuvala tıkılmak gibi bir şeydir. Çocuklar, belirli günah eylemleri konusunda masum olsalar bile, orijinal günahı taşımaktadırlar.

Önceden belirleme konusundaki Reform görüşünü anlamak için, orijinal günah konusundaki Reform görüşünü de anlamak kesinlikle şarttır. Bu iki görüş, ya beraberce ayakta kalırlar ya da beraberce yıkılırlar.

Reform görüşü, Agustin’in düşünüşünü takip etmektedir. Agustin’in izlerini taşımakta ve O’nun teolojisini takip etmektedir. Düşüşten önce Adem’in içinde olduğu durumu ve Düşüşten sonra insanlığın içinde olduğu durumu açıklamıştır. Düşüşten önce Adem’e iki olasılık sunulmuştur: Günah işleme ve günah işlememe yeteneğine sahip olma. Düşüşten sonra ise Adem’in günah işleme yeteneği yerinde kalırken, bir de günah işleyememe yeteneğini kazanmıştır. “İşleyememe” kelimesi sizlerin kafasını karıştırıyorsa, bir de bu durumu Agustin’in Latince ifadesi ile iletelim; non posse non peccare. Başka bir ifade ile açıklarsak, Düşüşten sonra insanlık günahsız yaşama konusunda ahlaki açıdan yeteneksizleşmiştir. Günahsız yaşama yeteneği, Düşüş esnasında kaybolmuştur. Bu ahlaki yetersizlik ise, bizlerin Orijinal Günah olarak adlandırdığımız durumun özünü oluşturmaktadır.

Yeniden doğduğumuzda ise, bizlerin günaha olan tutsaklığımız biter. Mesih’te yeniden doğduğumuzda, tekrar günah işleme ve günah işlememe yeteneklerine kavuşuruz. Cennetteki hayatımıza başladığımızda ise günah işleme yeteneğimizi kaybederiz.

Bir de bu duruma aşağıdaki tablo ile bakalım:

DÜŞÜŞTEN ÖNCEKİ İNSAN DÜŞÜŞTEN SONRAKİ İNSAN YENİDEN DOĞMUŞ İNSAN YÜCELTİLMİŞ İNSAN
Günah işleme yeteneğine sahiptir Günah işleme yeteneğine sahiptir Günah işleme yeteneğine sahiptir  
Günah işlememe yeteneğine sahiptir   Günah işlememe yeteneğine sahiptir Günah işlememe yeteneğine sahiptir
  Günah işlememe yeteneğine sahip değildir    
      Günah işleme yeteneğine sahip değildir

Grafikten de görüleceği gibi insan Düşüşten önce, düşüşten sonra ve yeniden doğduktan sonra günah işleme yeteneğine sahiptir. Düşüşten önce, günah işlememe yeteneğine sahiptir. Günah işlememe yeteneği, Düşüş esnasında kaybedilmiştir. Bu yeteneğe tekrar kavuşmamız ise, yeniden doğma ile mümkündür ve bu yeteneğin varlığı cennette de devam eder. Yaratılış esnasında, insanlık ahlaki yetersizlik gibi bir sorunla karşı karşıya değildi. Ahlaki yetersizlik, Düşüşün bir sonucudur. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, Düşüşten önce insan, günah işlemekten kaçınabilirdi; Düşüşten sonra ise insan günah işlemekten kaçamaz duruma gelmiştir. Orijinal günah dediğimiz şey işte budur. Bu ahlaki yetersizlik ya da ahlaki tutsaklık, ruhsal olarak yeniden doğma ile alt edilebilmektedir. Yeniden Doğma, bizleri orijinal günahtan özgür kılar. Yeniden Doğma’dan önce ise hala daha özgür iradeye sahip olsak ta günahın bu gücünden özgür değilizdir, Agustin bu duruma “özgürlük” adını vermiştir.

Yeniden doğan bir kişi de günah işleyebilir. Günah işleme yeteneğimiz bizden cennette yüceltildiğimiz zaman alınmaktadır. Yeniden Doğan bireyler olan bizlerin günah işleme yeteneğimiz vardır ancak bizler artık orijinal günahın esareti altında değiliz. Bizler artık hürüz. Tabi ki bu artık mükemmel hayatlar yaşamaya başladığımız anlamına gelmemektedir, bizler bu hür yaşamın içerisinde dahi günah işlemeye devam etmekteyiz. Ancak asla bizler günah işliyoruz çünkü bizim bozuk doğamızın yapabileceği tek şey bu diyemeyiz.

MANEVİ YETERSİZLİK KONUSUNDA İSA’NIN GÖRÜŞÜ

Jonathan Edwards ve Aziz Agustin’nin manevi yetersizlik konularındaki görüşlerini açıkça belirttik. Bence bu görüşler hem faydalıdır hem de kendi kanaatimce doğrudurlar. Ancak, büyük teologların yetkinliğine rağmen bu görüşlerden hiç birisi bizlere, kendi öğretişlerine kayıtsız şartsız bir itaati buyuracak yetkiye sahip değillerdir. Bu kişileri ve öğretilerini yadsıyabiliriz. Bir Hıristiyan için İsa’nın öğretişleri ise çok farklı bir konumdadır. O’nun öğretişleri, vicdanımızı ve kanaatlerimizi bağlayıcı bir yetkiye sahiptir. İsa’nın, insanın manevi yetersizliği konusundaki öğretişi kesin ve nihaidir.

İsa’nın, insanın manevi yetersizliği konusundaki en önemli öğretişlerinden bir tanesini Yuhanna kitabında okumaktayız “Sizlere, `Baba’nın bana yöneltmediği hiç kimse bana gelemez dememin nedeni budur” (Yuhanna 6:65).

Bu ayeti yakından incelersek, bu öğretişin birinci unsurunun evrensel olumsuzluk olduğunu görürüz. “Kimse” kelimesi, herkesi kapsamaktadır. İsa’nın belirttiği istisna (Baba’nın bana yöneltmediği) hariç kimseyi dışarıda bırakmaz. Bir sonraki kelime ise daha can alıcıdır, gelemez kelimesi bir yetersizlik ifadesidir.

(Ç.N.: Bu cümlelerde İngilizce de, kullanılan “can” ve “may” kelimelerinin ayrımı vurgulanmakta, ancak Türkçe’de bir anlam ifade etmemektedir.)

Bu ayette İsa, “kimse bana gelmeye izinli değildir” ya da “herkesin bana gelmesi yasaktır” değil, “kimse bana gelemez ….” demektedir.

Baba’nın bana yöneltmediği cümlesinde ise bir koşul durumu mevcuttur. Koşul durumunda, bir şeyin gerçekleşmesi için önceden gerçekleşmesi gereken başka bir durum vardır.

İsa’nın sözlerinin anlamı çok açıktır. Bir insanın Mesih’e gelmesini mümkün kılan bir durum gerçekleşmeden hiçbir insan, kendi çabası ile Mesih’e gelemez. Bu koşul ise  İsa’nın “Baba’nın bana yöneltmediği” ifadesinde açıklanmaktadır. İsa, bizlere burada Kendisine gelme yeteneğinin Tanrı’dan bir hediye olduğunu, bir lütuf olduğunu bildirmektedir. İnsanın içinde ve kendisinde Mesih’e gelme yeteneği yoktur. Bu yeteneğin oluşması için ilk olarak Tanrı’nın yöneltmesi gerekmektedir.

Bu ayet en azından bizlere şunları öğretmektedir: Düşmüş olan insanlığın doğal yetenekleri arasında, Tanrı’dan bir yönlendiriş olmadan kendi başına, kendi gücü ile Mesih’e gelme yeteneği yoktur. Rab’bimizin bu öğretişi ile Edwards ve Agustin’nin görüşleri tam ve sağlam bir şekilde uyuşum içindedir. Bu durumda karşımıza çıkan soru ise şudur: Tanrı, bütün insanlığa İsa Mesih’e gelme yeteneğini vermiş midir? Önceden belirleme konusundaki Reform görüşünün bu soruya cevabı ise hayırdır. Önceden belirleme konusundaki başka görüşler ise bu soruya evet cevabını vermektedir. Ancak kesin olan tek bir şey varsa o  da; bir insanın Tanrı’nın yönlendirişi olmadan İsa’ya kendi gücü ile gelemeyeceğidir.

Tanrı’nın bu konudaki yardımı neyi içermektedir? İnsanların, Mesih’e gelmesini engelleyen yetersizliğine müdahale konusunda Tanrı ne kadar ileri gitmelidir? Aynı bölümün başka bir ayetinde bu konuda bir ipucu bizleri beklemektedir. Aslında bu sorunun direkt  cevabı olarak İsa’nın iki sözü vardır.

Yuhanna’nın kitabının 6. bölümünün daha önceki kısımlarında da İsa Mesih benzer ifadelerde bulunmuştur. “Beni gönderen Baba bir kimseyi bana çekmedikçe, o kimse bana gelemez” (Yuhanna 6:44). “Çekmek”, bu ayetteki anahtar kelimedir. Baba’nın insanları Mesih’e çekmesinin anlamı nedir? Bu ayet hakkında sık sık duyduğum yorumlar, Baba’nın insanları Mesih’e doğru ayarttığı ya da insanlara Mesih’i çekici kıldığı şeklinde idi. Bu çekici kılış oluşmadıkça kimse Mesih’e gelemeyecekti. Ancak bu yoruma göre, insanların bu çekici kılmaya karşı koyma ve yani bir nevi ayartılmaya kapılmama yetenekleri vardır. Bu çekici kılma her ne kadar gereklide olsa zorlayıcı değildi. Felsefe dilinde bu durumu şöyle ifade edebiliriz: Tanrı’nın insanları çekmesi zorunlu bir koşuldur ancak insanları Mesih’e çekmek için yeterli bir koşul değildir. Yalın bir ifade ile Tanrı bizi çekmeden Mesih’e gelemeyiz ancak bu çekme bizim Mesih’e geleceğimizi kesinleştirmez.

Ben, yukarda ifade edilen ve yaygın olan bu anlayışın hatalı olduğu kanaatindeyim. Bu anlayış Kutsal Yazılar’ı çiğnemektedir ve Kutsal Kitap’ta kullanılan çekmek kelimesinin anlamını çarpıtmaktadır. Bu ayette kullanılan Yunanca kelime  elkô kelimesidir. Kittel’ın Yeni Antlaşma İlahiyat Sözlüğü bu kelimeyi ‘karşı konulamaz bir üstünlük tarafından zorlanmak’ olarak açıklar. Dil bilimine ve sözcük anlamına göre bu kelime, “zorlamak” anlamındadır.

Zorlamak, çekici kılmaktan çok daha güçlü bir kavramdır. Bunu daha açık bir şekilde anlayabilmemiz için Yeni Antlaşma’da aynı Yunanca kelimenin kullanıldığı diğer iki ayete bakalım. Yakup 2:6’da şu sözleri okumaktayız: “Ama siz yoksulun onurunu kırdınız. Sizi sömüren zenginler değil mi? Sizi mahkemelere sürükleyen onlar değil mi?” Türkçe de sürüklemek olarak kullanılan kelime, orijinal Yunanca metinde çekmek olarak kullanılan  elkô kelimesidir. Şimdi isterseniz bu kelimeyi, bahsettiğimiz yorumcuların kullandığı gibi çekici kılmak olarak kullanalım:  “Ama siz yoksulun onurunu kırdınız. Sizi sömüren zenginler değil mi? Size mahkemeleri çekici kılan onlar değil mi?”

Aynı Yunanca kelimeye Elçilerin İşleri 16:19’da da rastlamaktayız. “Kızın efendileri, kazanç umutlarının yok olduğunu görünce Pavlus’la Silas’ı yakalayıp çarşı meydanına, yetkililerin önüne sürüklediler..” Bir kez daha bu yorumcuların anladığı şekilde metne bakarsak Pavlus ve Silas’ın çarşı meydanına sürüklenmediklerini, onlara çarşı meydanının çekici kılındığını iddia etmiş oluruz.

Arminiyan seminerinde, Önceden belirleme doktrini hakkında yapılan ve  halka açık bir forumda tartışmalara katılmam benden istenmişti. Karşımda ki isim ise bu seminerdeki Yeni Antlaşma bölüm başkanı idi. Tartışmanın çok önemli bir noktasında Baba’nın insanları çekmesi konusuna odaklanmıştık. Karşımdaki kişi bu ayeti bana, Tanrı’nın bir kişiyi Mesih’e gelmek için asla seçmeyeceğine ve zorlamayacağına dair iddiasını kanıtlayan bir delil olarak sunmuştu. Düşmüş insanlar üzerindeki ilahi etkinin çekmek ile sınırlı olduğu ve bu çekmeninde cezbetmek anlamında olduğu konusunda ısrar ediyordu.

Tartışmanın bu noktasında ben hemen Kittel’in sözlüğündeki açıklamayı ve Yeni Antlaşma’da ki çekmek kelimesinin kullanıldığı ayetleri referans olarak gösterdim. Onun iddiasını çürüttüğüme eminken, beni şaşırtan bir ifadede bulundu ve beni savunmasız bıraktı. Şaşkınlık ve acı içinde kaldığım o anı asla unutamadım. Bana tanınmayan bir Yunan şairin aynı Yunanca kelimeyi kuyudan su çekmek eylemi olarak kullandığı bir şiirinden alıntı yaptı. Gözlerini bana kaldırıp, “Peki Profesör Sproul, bir insan bir kuyudaki suyu zorla hareket ettirebilir mi?” dedi. O esnada seyirciler, bu Yunanca kelimenin alternatif anlamının şaşırtıcı açıklaması karşısında kahkaha tufanına gömüldüler. Bende aptal gibi görünerek kahkahaların dinmesini bekledikten sonra şu cevabı verdim: “Hayır efendim. İtiraf etmeliyim ki bizler, kuyudaki suyu zorlayamayız. Ancak, kuyudaki suyu nasıl elde ederiz? Su, yukarı gelsin diye yukarıyı çekici hale mi getiririz? Ya da suyu cezbedermiyiz? Kuyunun başında bekleyip, ‘Hey, su, su, su’ diye bağırır mıyız?” Bizleri Mesih’e döndürmek için Tanrı’nın kalplerimize gelmesi ne kadar gerekli ise bir şeyler içmek istiyorsak kovayı kuyuya atıp suyu çekmemiz de o kadar gereklidir. Su, dışsal bir davete uyup kendi kendine yukarı çıkmayacaktır.

İsa’nın, insanın manevi yetersizliği konusunda söyledikleri hakkında, Yuhanna’nın kitabındaki bu hayati önem taşıyan ayetler kadar, değerli başka ayetler de vardır. Yuhanna 3. bölümde İsa’nın Nikodim ile yaptığı meşhur tartışma bunlardan birisidir. İsa Mesih, Nikodim’e şu sözleri söylemiştir: “Sana doğrusunu söyleyeyim, bir kimse yeniden doğmadıkça Tanrı’nın Egemenliğini göremez” (Yuhanna 3:3). İki ayet sonra, İsa Mesih, bu konuda ki öğretişine devam etmektedir: “Sana doğrusunu söyleyeyim, bir kimse sudan ve Ruh’tan doğmadıkça Tanrı’nın Egemenliğine giremez.”

Bir kez daha karşımızda bir zorunlu koşul dikilmektedir. İsa Mesih, herhangi bir insanın Tanrı’nın Egemenliğini görebilmesi ve girebilmesi için gerekli olan önemli bir zorunlu önkoşulu ifade etmektedir. Bu zorunlu önkoşul ise ruhsal olarak yeniden doğmadır. Önceden belirleme konusundaki Reform görüşü, bir insanın Mesih’i seçmeden önce yüreğinin değişmiş olması gerektiğini öğretmektedir. Bu kişi yeniden doğmalıdır. Reform karşıtı görüşler ise ilk önce düşmüş insanların Mesih’i seçtiğini arkasından yeniden doğduklarını savunur. Bu karşıt görüşe göre yeniden doğmamış insanlar, Tanrı’nın Egemenliğini görebilmekte ve girebilmektedir, çünkü bir kişi Mesih’i aldığı an egemenliğe girmektedir. Reformist görüşe göre ise bir kişi ilk önce iman edip, arkasından yeniden doğup sonrada egemenliğe girmez. Bir kişi görmediği bir egemenliği nasıl seçebilir ki? Bir kişi önce yeniden doğmadan nasıl egemenliğe girebilir ki? İsa, bu ayetlerde Nikodim’in Ruhta doğmaya olan mecburiyetini işaret etmekteydi çünkü o bedendendi ve bedenden doğan bedendendir. İsa Mesih’in dediği gibi beden bir yarar sağlamaz (Yuh. 6:63). Luther’in de savunduğu gibi, “Bu, beden azda olsa bir yarar sağlar demek değildir.” Reform karşıtı görüşler, yeniden doğmamış insanların Mesih’in çağrısına karşılık verebileceklerini öne sürmektedirler. Bu insanlar hala daha bedendendir. Reform karşıtı görüşlere göre beden bir kazanç getirebilir hatta bir insan için en önemli kazancı bile; Mesih’e iman ederek egemenliğe girmeyi. Eğer beden de olan, ama Kutsal Ruh’un kudreti ile yeniden doğmamış bir kişi, kendisini Mesih’e yöneltebiliyor ya da iman edebiliyor ise yeniden doğmanın ne gibi bir faydası kalmıştır? Reform karşıtı görüşlerin en ölümcül hataları bu noktadadır. Karşıt görüştekiler, insanın manevi yetersizliğini, bedenin güçsüzlüğünü ciddiye almamaktadırlar.

Reform teolojisinin en önemli noktası, şu özdeyişte ifade edilmiştir: “Yeniden doğum, imanı doğurur.” Bizlerin doğası o kadar bozuktur ve günah o kadar güçlüdür ki Tanrı, ruhlarımızda doğadışı bir eylemde bulunmadıkça Mesih’i asla seçemeyiz. Bizler, yeniden doğmak için iman etmeyiz; bizler iman edelim diye yeniden doğarız.

Rab’bimizin, egemenliğe girmeyi seçmeyi bir tarafa bırakın, görmek için bile yeniden doğmanın kesin bir gereklilik olduğunu öğrettiği bu bölümün hatta bu bölümlerde ki bir ayetin, Reform karşıtlarının düşmüş insanın yüreğinde Mesih’i seçmek için bir yeterlilik adacığı kaldığına dair tezlerinin kanıtı olarak iddia ettikleri ayetlerden bir tanesi olması tam bir hicivdir. Bu ayet Yuhanna 3:16’dır: “Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlunu verdi. Öyle ki, O’na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, ama hepsi sonsuz yaşama kavuşsun.”

Bu meşhur ayetin düşmüş insanın yüreğinde Mesih’i seçmek için bir yeterlilik adacığı kaldığına dair ne öğrettiğini sorabilir miyim? Cevap çok basittir, hiçbir şey. Reform karşıtı görüşü savunanların tezine göre, bu ayet dünya da ki herkesin Mesih’i reddetme ya da seçme yeteneği olduğunu öğretmektedir. Bu ayete dikkatlice bakarsak, bu sözlerde bu öğretişi göremeyiz. Ayetin öğrettiği ise Mesih’e iman eden herkesin kurtulacağıdır. İman edenlerin hepsi, (A) sonsuz yaşama kavuşur (B).Bu ayette, Mesih’i seçme ve düşmüş olan bir insanın doğal manevi yetenekleri ile ilgili hiç bir bilgi bulunmamaktadır. Reform görüşündeki insanların ve Reform görüşüne karşı olan insanların hepsi yürekten iman edenlerin kurtulacağı konusunda hem fikirdir. Ancak iki grup da, kimlerin yürekten iman etmeye yeteneği olduğu konusunda ayrı ayrı fikirleri savunmaktadırlar.

Bazı kişiler, “İki tarafta haklı. Bu ayet apaçık bir şekilde düşmüş olan insanın yeniden doğmadan Mesih’i seçme kabiliyetini olduğunu öğretmiyor ama kesinlikle bunu ima ediyor” diyebilirler. Ben bu ayetin bu tip bir öğretiyi ima ettiği fikrine değer verme konusunda hiçbir eğilime sahip değilim ancak bu ayet eğer bu tip bir imayı içerseydi bile bu fikir çatışmasında hiçbir değişiklik yaratmazdı. Neden yaratsın ki? Kutsal Yazılar’ın tefsirinde uygulanılan kural, Kutsal Yazılar’dan elde edilen imalar her zaman Kutsal Yazılar’ın açık öğretilerine göre ikinci plandadır, astıdır, altındadır. Bu kuralı tersine çevirip, Kutsal Yazılar’ın açık öğretişleri asla ama asla Kutsal Yazılar’dan elde edilen olası imalara göre ikinci plana atamayız. Reform görüşündeki düşünürler ve Reform görüşüne karşı düşünürler bu kural konusunda hemfikirdirler.

Eğer Yuhanna 3:16, Mesih’i seçmenin, evrensel ve doğal olarak düşmüş insanın bir yeteneği olduğunu ima etseydi bile bu ima, İsa’nın tam aksi yönde ki açık öğretişleri sayesinde geçersiz kılınırdı. İsa’nın, Tanrı’nın, bir insana bu yeteneği veren bir eylemde bulunmadan ya da daha açık bir ifade ile çekmediği hiçbir kimsenin kendi çabası ve yeteneği ile Kendisine gelemeyeceği açık ve şüpheye yer vermeyen bir biçimde öğrettiğini daha önce belirtmiştik.

Düşmüş insan benliktedir. Benlikteki bir insan Tanrı’yı hoşnut edecek hiçbir şey yapamaz. Pavlus’un belirttiği gibi, “Çünkü benliğe dayanan düşünce Tanrı’ya düşmandır; Tanrı’nın Yasasına boyun eğmez, eğemez de… Benliğin denetiminde olanlar Tanrı’yı hoşnut edemezler” (Rom. 8:7, 8).

Arkasından şu soruyu sorabiliriz, “‘Benlikte olanlar kimlerdir?” Pavlus, şöyle devam etmiştir: “Ne var ki, Tanrı’nın Ruhu içinizde yaşıyorsa, siz benliğin değil, Ruh’un denetimindesiniz. Ama bir kişide Mesih’in Ruhu yoksa, o kişi Mesih’in değildir” (Rom. 8:9). Bu ayetteki can alıcı kelime ama kelimesidir. Benlikte olanlar ile olmayanları ayıran unsur, Tanrı’nın Ruhu’nun içimizde ki yaşayışıdır. Yeniden doğmamış olan hiçbir kimsenin içinde Kutsal Ruh olan Tanrı yaşamaz. Benlikte olan kişiler, yeniden doğmamışlardır. Bu kişiler, yeniden doğmadıkça, Kutsal Ruh’tan doğmadıkça, Tanrı’nın Yasasına itaat edemezler ve Tanrı’yı hoşnut edemezler.

Tanrı, bize Mesih’e iman etmeyi buyurmaktadır. Mesih’te yaşayanlardan hoşnuttur. Eğer yeniden doğmamış insanlar Mesih’i seçebilselerdi, bu kişiler en azından Tanrı’nın bir buyruğunu yerine getirmeye boyun eğebilirlerdi ve Tanrı’yı hoşnut edecek bir şey yapma olasılıkları olurdu. Eğer bu doğru olsaydı, bu durumda Elçi, “Benliğin denetiminde olanlar Tanrı’yı hoşnut edemezler ve Yasasına boyun eğemezler” diyerek hata yapmış, Tanrı’nın Kutsal Sözü yanlış yazılmış olurdu.

Sonuç olarak, düşmüş insan arzularına göre seçim yapmakta özgürdür ancak arzuları bozuk olduğu için Mesih’e gelmek gibi bir manevi yetenekten yoksundur. Düşmüş insan benlikte kaldıkça ve yeniden doğmadıkça Mesih’i asla ve asla seçemez. Mesih’i kesinlikle seçemez çünkü kendi arzusuna karşı seçim yapamaz, davranamaz. Mesih için bir arzusu yoktur. Arzulamadığı bir şeyi seçemez. Onun düşüşü o kadar derindir ki sadece Tanrı’nın etkin lütfunun onun yüreğinde işlemesi ile bu kişiyi iman ettirebilir.

BÖLÜM 3’ÜN ÖZETİ

1) Özgür irade “arzularımıza göre seçim yapabilme yeteneği” olarak tanımlanmıştır.

2) “Nötr, tarafsız ve etki altında olmayan bir özgür irade,” öncelikli eğilimler içermeyen bir irade kavramı, özgür irade hakkında yanlış bir anlayıştır. Bu iddia hem mantık hem de Kutsal Kitap dışıdır.

3) Gerçek özgür irade, kendi kendine bir karar verme sürecini içerir ki bu dışsal baskılardan farklıdır.

4) Seçim yapma konusunda devamlı bir mücadele içinde oluruz çünkü kısmen birbiri ile çelişen ve değişen arzuları barındırırız.

5) Düşmüş olan insanın seçim yapmak için gerekli olan doğal yetenekleri mevcutken, ilahi seçimler yapmak için manevi yetenekleri mevcut değildir.

6) Aziz Agustin’nin dediği gibi düşmüş olan insanın “özgür iradesi” varken, “özgürlüğü” yoktur.

7) Orijinal günah, ilk günah değil, Adem’in ve Havva’nın günahının sonucu olan günahlılık durumudur.

8) Düşmüş olan insanın “günah işlememe yeteneği” yoktur.

9) İsa, Tanrı’nın yardımı olmadan insanların kendisine gelme gücü olmadığını öğretmiştir.

10) Bir kişinin İsa’yı seçebilmesi için ilk olarak yeniden doğması gerekmektedir.

 

ADEM’İN VE BENİM GÜNAHA DÜŞÜŞÜMÜZ

ÖNCEDEN BELİRLEME doktrininin kefeni olmaya hazırlanan diğer bir zor soru ise günahkar doğamızı nasıl oldu da Adem’den miras aldık mı sorusudur. Eğer bizler, düşmüş bir doğa ile dünyaya geliyor isek,  günah içerisinde doğuyor isek, eğer manevi yetersizlik konumu içinde doğmakta isek; Tanrı, bizleri nasıl olurda günahlarımızdan ötürü sorumlu tutabilir? Hatırlarsanız orijinal günah, birinci günah demek değildir, orijinal günah birinci günahın sonucudur. Kutsal Yazılar, istikrarlı bir şekilde günah ve ölümün dünyaya “bir adamın itaatsizliği” yüzünden girdiğini söyler. Adem’in günahının bir sonucu olarak, bütün insanlık günahkardır. Düşüş çok büyük bir düşüş olmuş ve yan etkisinin tüm insanlık ırkı üzerinde radikal bir yan etkisi olmuştur.

Adem’in düşüşü ile insan ırkı arasındaki ilişkiyi açıklamak üzere bir çok girişimde bulunulmuştur. Öne sürülen teorilerin bazıları karışık ve hayal ürünü olmalarına rağmen, bu listedeki üç teori geniş kitleler tarafından kabul görmüştür. Bu teorilerden birincisi, benim Düşüş Hakkındaki Efsane Teorisi adını verdiğim teoridir.

DÜŞÜŞ HAKKINDAKİ EFSANE TEORİSİ

Düşüş Hakkındaki Efsane Teorisi, isminden de anlaşılabilineceği gibi gerçek anlamda ve tarihsel olarak böyle bir düşüşün olmadığını savunur. Adem ve Havva’nın tarihte hiç varolmadıklarını, bu kişilerin insanlığın bozulmuşluğunu açıklamak ya da tasvir etmek için kullanılan mitolojik semboller olduğunu iddia eder. Kutsal Kitap’taki Düşüş hikayesi ise ahlaki bir ders öğreten bir meselden ibarettir.

Bu teoriye göre, Yaratılış kitabının ilk bölümleri mitolojiktir. Hiçbir zaman bir Adem ya da Havva var olmamıştır. Bu hikayenin yapısı bile bir mesele ya da efsaneye çok yatkındır çünkü yılanla konuşma gibi unsurların yanı sıra iyi ve kötüyü bilme ağacı gibi çok belirgin sembolik unsurlar içermektedir.

Bu efsane ile iletilen ahlaki gerçek ise insanların günaha düşmeye olan eğilimleridir. Günah, evrensel bir problemdir. her kez günah işler; hiç kimse mükemmel değildir. Efsane daha büyük bir gerçeğe işaret etmektedir: herkes bir Ademdir ve herkesin kendi kişisel bir düşüşü vardır. Günah, evrensel bir insan durumudur çünkü herkes kendi kişisel ayartılmasına yenik düşmektedir.

Bu teorinin çekici unsurları oldukça önemlidir. İlk olarak bu görüş Tanrı’yı, gelecek kuşakları bir çiftin yaptığından dolayı sorumlu tutmaktan  temize çıkarmaktadır. Bu durumda hiç kimse, kendi günahı yüzünden ebeveynlerini ya da Yaratıcı’yı suçlayamayacaktır. Bu teorinin sunduğu düzene göre benim düşmüşlüğüm, başkasının değil benim kişisel düşüşümün direk bir sonucudur.

Bu görüşün ikinci bir avantajı ise Kutsal Kitap’ın başlangıç bölümlerindeki tarihsel karakteri savunma ihtiyacından bizi tamamen özgür kılmasıdır. Bu görüş, bazı evrim teorilerinin saldırılarına ya da yaratılışın doğası ile ilgili bilimsel itirazlara maruz kalma endişesinden uzaktır çünkü bir efsanede anlatılanların gerçekliğini savunmaya asla gerek duyulmaz.

Bu görüşün dezavantajları ise her nasılsa daha ciddidir. Bu görüşün en zayıf noktası, günahın evrenselliğini açıklama biçimi ile hiçbir şey sunmamasıdır. Eğer hiç kimse günahkar bir doğa ile doğmamakta ise, günahın evrenselliğine nasıl inanabilir ve itibar gösterebiliriz ki? Eğer dünya üzerindeki milyarlarca insan günaha bir eğilim beslemeden, doğalarında hiçbir bozukluk olmadan dünyaya gelmekte iseler mantıken en azından bir kaçının günaha düşmekten kurtulmasını beklememiz gerekir. Eğer bizlerin doğal manevi durumumuz günahsız ve tamamen nötr olsa idi, istatiksel olarak insan ırkının en azından yarısının mükemmel durumda kalması gerekirdi. Bence bu görüşün ortaya koyduğu duruma göre tek bir günahsız insanın günah işlemesi bile çok büyük bir entelektüel problem teşkil ederdi. Ancak bu bağlamda bir değil, milyarlarca insanın günah işlemekte olması, bu problemin çapını milyarlarca kez büyütecektir. Bu görüşe göre varsaydığımız bir başka unsur ise, Tanrı benzerliğinde yaratılmış olan bir kişinin günaha düşebilmesi demek aynı şekilde bu benzerlikte yaratılmış milyarlarında günaha düşebilmesi demektir. Burada şaşırtıcı olan nokta, istatiksel olasılıklardır. Bir kişinin günaha düşmesi bir sorundur ancak istisnasız herkesin günaha düşmesi sonucunda, Niçin? sorusu zihinlerimizi meşgul etmeye başlar. İnsanın doğal durumunun gerçektende nötr olup olmadığını sorgulamaya başlarız.

Efsane görüşünü savunanların standart cevabı ise bütün insanların Cennetteki Aden bahçesi gibi şiirsel, saf ve sevimli bir ortamda doğmadıkları, toplumun bozuk olduğudur. Bizler, bozuk bir ortama doğmaktayız. Rousseau’nun, uygarlığın olumsuz etkileri ile bozulan “masum yabani”si gibiyiz.

Bu görüşe, şu sorunun sorulması mecburidir. Toplum ya da uygarlık ilk olarak nasıl bozuldu? Eğer herkes masum, kişisel bir bozulmuşluğun izini taşımadan doğsa idi, nüfusunun yarısı bozulmamış, günaha düşmemiş toplumlar görmemiz gerekirdi. Belki de aynı türdeki kuşların sürü oluşturması gibi sadece kötü insanların beraber olduğu toplumlar ve kötülüğün hiç bilinmediği diğer toplumların var olması gerekirdi. Toplumun bozucu bir etken olması için ilk olarak kendisinin bozulması gerekmektedir. Ancak bir kişinin tüm uygarlığın ya da toplumun günaha düşüşünü açıklaması için bir az önce belirttiğimiz sorulara cevap vermesi gerekmektedir.

Jonathan Edwards, tanınmış eserlerinden bir diğerinde orijinal günah konusunu şöyle ele almıştır: İnsanın günahkarlığı o kadar evrenseldir ki, Kutsal Kitap, insan ırkının orijinal düşüşü hakkında hiçbir şey söylememiş olsaydı bile mevcut durum bu konuda bir açıklamayı talep edecekti. Bizlerin bozuk bir doğa ile doğmuş olmamız ve herkesin günah işlemesi gerçeği kadar ortada olan ve şüphe duyulmaz başka bir gerçek yoktur.

Günah ve ölümün ilişkisi hakkında dikenli bir başka soru daha akıllara gelmektedir. Kutsal Kitap, ölümün insan için “doğal” olmadığı konusunu açıklığa kavuşturmuştur. Ölümün dünyaya günahın bir sonucu olarak geldiği defalarca belirtilmiştir. Eğer durum gerçekten böyle ise çocukların ölümü konusunda nasıl bir bakış açısına sahip olabiliriz? Eğer bütün insanlık masum olarak doğmakta ise ve doğasındada bir bozukluk yok ise Tanrı, günah işlememiş bebeklerin ölümüne izin vererek adaletsiz davranmaktadır.

Düşüşün mitolojik bir hikaye olduğunu savunan görüş, Kutsal Yazılar’ın öğretişine karşı radikal bir saldırıda bulunduğu gerçeği ile yüzleşmek zorundadır. Bu görüş, Kutsal Kitap’ın açılış bölümlerini gerçek dışı olarak yorumlamaktan çok daha fazlasını yapmaktadır ve bunu yapmakla Yeni Antlaşma’nın Düşüş görüşüne açıkça muhalefet etmektedir. Elçi Pavlus’un tarihsel bir Düşüş öğretisini bildirmediği iddiasında bulunmak için entelektüel sınırlarımızı zorlamamız gerekir. Pavlus’un birinci Adem ve ikinci Adem arasında çizdiği paralel çizgiler o kadar sağlamdır ki onun zihnindeki İsa’nın da mitolojik bir karakter olduğu inancına sırtınızı dayamadan bu görüşü savunma olasılığınız yoktur.

Yaratılış kitabında bulunan Düşüş hakkındaki metinlerin alışılmamış sonsuz unsurlar içerdiğini kabul etmekteyiz. Bahsi geçen ağacın varlığı, şiir edebiyatında ağaçların çağrıştırdığı resimlerin çizdiği kalıba uymamaktadır. Doğru bir tutum, bir şiiri tarihsel bir anlatım değil şiir olarak yorumlamaktır.  Diğer taraftan Yaratılış kitabının 3.bölümünde tarihsel anlatım edebiyatının önemli unsurları mevcuttur. Bölüm 2’de Aden’in konumu, isimleri Pişon, Gihon, Hiddekel (ya da Dicle) ve Fırat olan dört ırmağın doğduğu yer olarak belirtilmiştir.

Aktarılan mesellerin gerçek tarihsel ortamlar içinde yeralabileceğini biliyoruz. Örneğin İyi Samiriyeli hakkındaki meselin anlatıldığı coğrafi içerik, Eriha’ya giden yoldur. Bu örnekten de anlayabileceğimiz gibi sadece tarihsel olarak var olan nehirlerin isimlerinin verilmiş olması, Yaratılış’ın bahsi geçen bölümüne tarihsel bir anlatım etiketini yapıştırma isteğimizi haklı çıkarmamaktadır.

Ancak metindeki bir başka unsur, bizlerin bu etiketi yapıştırma hakkımızı güçlendirmektedir. Adem ve Havva hakkındaki kayıtlar, önemli bir soy kütüğünü içermektedir.  Romalıların mitolojiye olan tutkuları düşünüldüğü zaman kendi soy kütüklerini mitolojik kahramanlar olan Romulus ve Remus’a dayandırmaları şaşırtıcı bir durum değildir, ancak Yahudiler bu tip konularda şüphesiz çok daha titiz davranmışlardır. Yahudilerin doğru bir tarih bilgisi konusunda güçlü bir tutkuları, adanmışlıkları vardı. Yahudi tarih görüşü ile Yunan tarih görüşü arasındaki engin farklılığın ışığı altında bakıldığı zaman, Yahudi halkının kendi soy kütüklerine mitolojik unsurlar eklemiş olmaları düşünülemez bir iddia olduğu açıkça görülür. Yahudi yazım sanatında, bir metne soy kütüğünün eklenmesi, o metnin tarihsel bir anlatım olduğunu belirtmekte olan bir unsurdur. Bu uygulamaya örnek olarak, Yeni Antlaşma tarihçisi Luka’nın yazdığı İncil kitabında İsa’nın soy kütüğüne Adem’i de dahil etmiş olmasını gösterebiliriz.

Gerçek bir ağacın işlevini, bir ahlak sınavının merkez noktası olarak göstermek ve bunun sonucu olarak o ağacı iyiliği ve kötülüğü bilme ağacı olarak adlandırmak, aktarılmış bir soy kütüğünü bir öyküyle ya da efsaneyle bağdaştırmaktan çok daha kolaydır. Eğer bunu yapmamızı gerektiren faktörler mevcut olsaydı bu talebe uymak zorunda kalırdık, ancak bu şekilde bir faktör mevcut değildir. Yaratılış kitabının 3. bölümünün tarihsel bir anlatım olarak yorumlanmaması için mantıklı bir sebep mevcut değildir, ancak bu bölümün bir öykü ya da efsane olarak kabul edilmemesini gerektiren bir çok sebep mevcuttur. Yaratılış kitabının 3. bölümünün tarihsel bir anlatım olarak kabul etmek demek, Pavlus ve İsa Mesih’te dahil olmak üzere tüm Yahudiler gibi kabul etmek demektir. Bu konuyu aksi yönde ele almak ise genellikle o günün getirdiği akımlar ile motive olunmuş bir tutumdur ve Yahudi tarihi ile uzaktan yakından alakası yoktur.

DÜŞÜŞ HAKKINDAKİ REALİST GÖRÜŞ

1950’lerde Amerika’da “Orada mısın?” adında meşhur bir televizyon dizisi vardı. İzleyicilerini, büyülü bir televizyon sayesinde, tarihteki meşhur olaylara götürmekte idi. Gerçekte hepimizin de bildiği gibi, insanları zaman cetvelinde geçmişe götürebilecek bir elektronik cihazın icadı hala gerçekleşmemiştir ve bizler şu anda yaşarız. Bizleri geçmişe ulaştırabilecek unsurlar kitaplar, arkeolojik eserler, eşyalar, bizlerin ve başkalarının hatıralarıdır.

Kutsal Kitap hakkında verdiğim dersler arasında, işlenilen konunun Roma askerleri hakkında titiz bir çalışmayı içermekte olduğu bir dönemi hatırlıyorum. Üzerinde SPQR harfleri bulunan Roma Takının bahsi geçince, sınıftakilere “bu harflerin ne anlama geldiğini bilen var mı?” diye sorduğumda, yetmiş yaşlarındaki sevgili bir dostum dikilip, “Senatus Populus Que Romanus, ‘Senato ve Roma Halkı.’” cevabını verdi. Arkadaşıma gülümseyip, “Bu sınıfta, bu harflerin anlamını hatırlayacak kadar en yaşlı olan kişi sensin!” dedim.

Hiç birimiz Adem’in düşüşünü hatırlayacak kadar yaşlı değiliz. Yoksa öyle miyiz? Düşüş hakkındaki realist görüş, hepimizin bu düşüşü hatırlayacak yaşta olduğumuzu iddia eder. Bu görüşe göre hatırlamamız gerekir çünkü gerçek anlamda orada olduğumuzu iddia etmektedir.

Realizm, Bridey-Murphy tarzı bir reenkarnasyon uygulaması değildir. Tam aksine realizm, Düşüş problemine cevap verebilmek için yapılan ciddi bir teşebbüstür. Dayandığı nokta şudur: Başkasının işlediği günahtan, ahlaken sorumlu olamayız. Bir günahtan sorumlu olabilmemiz için bu günah eyleminde aktif bir iştirakçi olmamız gerekir. Bizlerde bir şekilde Düşüş esnasında orada bulunmaktaydık. Gerçektende orada olmamız gerekmektedir çünkü bu görüşün ismi Realizmdir (Gerçekçilik).

Düşüş hakkındaki realist görüş, insan ruhunun bir şekilde önceden var olduğu tarzında bir konsepte inanmayı talep etmektedir. Buna göre, bizler doğmadan önce ruhlarımız gerçekten de vardılar ve düşüş esnasında Adem ile beraber orada mevcut durumda idiler ve beraberce düştüler. Bu görüşe göre, Adem’in günahı bizi etkileyen bir günah değil; bizimle beraber işlenen bir günahtır ve bizler,  günahın işlendiği  esnada gerçekten de oradaydık.

Bu teori, tahminsel olduğu kadar tuhaftır da. Ancak bu görüşün savunucuları, bu görüşü ispatlayıcı olarak, birbiri etrafında dönen iki, Kutsal Kitap metnine baş vurmaktadırlar. Bunlardan birincisi, Hezekiel 18:2-4’dir:

“İsrail için, ‘Babalar koruk yedi,

Çocukların dişleri kamaştı’ diyorsunuz.

Bu deyişle ne demek istiyorsunuz?

“Varlığım hakkı için diyor Rab Yahve, İsrail’de artık bu deyişi ağzınıza almayacaksınız.

Her yaşayan can benimdir. Babanın canı da, çocuğun canı da benimdir. Ölecek olan, günah işleyen candır.”

Bölüm ilerledikçe, Hezekiel şunları kaleme almıştır:

“Ama siz, ‘Oğul neden babasının işlediği suçlardan sorumlu tutulmasın?’ dersiniz.

Bu oğul adil ve doğru olanı yapmış, bütün kurallarımı dikkatle izlemiştir.

Böyle biri kesinlikle yaşayacaktır. Ölecek olan günah işleyen kişidir.

Oğul babasının suçundan sorumlu tutulamaz, baba da oğlunun suçundan sorumlu tutulamaz. Doğru kişi doğruluğunun, kötü kişi kötülüğünün karşılığını alacaktır.  (Hezekiel 18:19, 20).

Realist görüşün savunucuları bu ayetlerde kendi iddiası için mükemmel bir destek bulmaktadır. Tanrı, çok açık bir şekilde oğlun, babasının suçundan sorumlu tutulamayacağını beyan etmektedir. Bu ayetlere bakıldığı zaman insanların Adem’deki düşüş fikrinin tümü için ciddi sorunlar uyandırmakta olduğu gözükmektedir.

Aynı eksendeki ikini metin ise Yeni Antlaşma’da, İbraniler kitabında bulunmaktadır:

Denilebilir ki, ondalık alan Levi bile İbrahim aracılığıyla ondalık vermiştir.

Çünkü Melkisedek İbrahim’i karşıladığı zaman, Levi hâlâ atasının bedenindeydi. (İbraniler 7:9, 10).

Bu ayetler, İbraniler kitabının yazarı tarafından, Mesih’in Baş Kahinimiz olarak üstlendiği rolün ele alındığı uzun bir anlatımdan alınmıştır. Yeni Antlaşma, Kralımız ve Kahinimiz olarak İsa Mesih’i işaret etmiştir. İsa’nın, krallığın vaat edildiği Yahuda’nın soyundan geldiği gerçeğini ele almıştır. İsa, Yahuda’nın soyundan gelmekte olan Davut’un soyundan gelmiştir.

Eski Antlaşma’da ki kahinlik düzeni Yahuda’ya değil Levi oğullarına verilmiştir. Levililer, kahinlik soyunu oluşturdular. Bundan dolayı ya Levili kahinliğinden ya da Haruni kahinliğinden bahsederiz ki Harun’da bir Levidir. Düzenin bu şekilde olduğunu düşünürsek, Levi soyundan olmayan İsa, nasıl olurda Başkahin olabilir?

Bu problem, bazı eski Yahudilerin canını oldukça sıkmıştır. İbraniler kitabının yazarı, Eski Antlaşma’da bahsi geçen bir başka kahinlik düzeni olduğundan, bununda kendisi gizemli bir karakter olan Melkisedek’in düzeni olduğunu bildirmiştir. İsa Mesih’in kahinliği, Melkisedek düzeninden gelmektedir.

İbraniler’de ki bu uzun bölümün tek amacı Eski Antlaşma’da Levililer düzeninden başka bir kahinlik düzeni daha olduğunu anlatmak olsaydı, bu bölümün çok tatminkar olmadığını düşünebilirdik ancak bu bölümün yazarının asıl amacı, Melkisedek kahinliğinin, Levi kahinliğine üstün olduğunu ortaya koymaktır.

İbraniler kitabının yazarı, bu noktayı ortaya koymak için Eski Antlaşma tarihinden ufak bir alıntı yapmıştır. Yazarın vurguladığı nokta, Melkisedek’in İbrahim’e değil, İbrahim’in Melkisedek’e ondalık ödemesidir. Melkisedek aynı zamanda İbrahim’i kutsamıştır; İbrahim, Melkisedek’i kutsamamıştır. Varılan bu noktayı özetlersek: İbrahim ve Melkisedek arasındaki ilişkide, kahinlik görevini üstlenen kişi İbrahim değil Melkisedek olmuştur.

Yahudilere bu konuda öğretilen kilit nokta 7. ayette bulunmaktadır: “Hiç kuşkusuz, kutsayan kişi kutsanandan üstündür.”

İbraniler kitabının yazarı, öğretişini bir birine bağlayarak bina etmeye devam etmektedir. Bu kitabın öğretişine göre, etkinlik açısından baba, oğuldan üstündür. Bunun sonucunda kahinlik düzenine göre İbrahim’in, İshak’tan üstün olduğunu, aynı şekilde İshak’ın, Yakup’tan üstün olduğunu ve Yakup’un oğlu Levi’de dahil olmak üzere oğullarından üstün olduğunu görmekteyiz. Daha kısa bir ifade ile anlatmamız gerekirse bu ayetin anlamı, İbrahim’in, torununun torunlarından olan Levi’den üstün olduğudur.

Eğer İbrahim, Levi’den üstün ve İbrahim, Melkisedek’in astı ise bu durumda kahin Melkisedek, Levi’den ve Levi’nin bütün soyundan üstündür. Varılan sonuç çok açıktır. Melkisedek’in kahinlik düzeni, Levi’nin kahinlik düzeninden üstündür. Bu gerçekler Mesih’in kahinlik ünvanının yüceliğini, üstünlüğünü ve önemini ortaya koymaktadır.

İbraniler kitabının yazarının kaygılandığı temel konu, Adem’in düşüşünün gizemi veya bahsettiklerimizin hiç birisi değildir. Ancak yazar ifadelerinin arasında konunun ana fikri olmayan bir ayet bildirmiştir. Bu ayet Realist görüşü benimseyenlerin teorilerini ispatlamak için ellerindeki tek dayanak olmuştur. Ayet şöyledir, “Levi bile İbrahim aracılığıyla ondalık vermiştir.” Bu gerçekleşirken Levi, “….hâlâ atasının bedenindeydi.”

Realist görüşünü benimseyenler bu referansa bakarak, Levi’nin doğmadan önce bir eylemde bulunduğunu ve bu ayetinde insan ruhunun daimi var oluşu konseptinin, Kutsal Kitap’a dayalı bir ispatı olduğunu kabul etmektedirler. Eğer Levi, atasının bedeninde iken gerçekten de ondalık verebilseydi, bu Levi’nin o esnada var olduğunu iddia etmemiz gerekir.

İbraniler kitabının bu bölümünün bu görüşe göre ele alınması, bazı soruların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Metin, Levi’nın o esnada gerçekten de orada olduğu ya da atasının bedeninde önceden beri var olduğu hakkında çok açık ve belirgin bir öğretişi içermemektedir. 9. Ayet, “Denilebilir ki” ifadesi ile başlamaktadır. Metnin kendisi, Levi’nin “gerçektende” önceden var olduğu sonucuna varmamızı bizden talep etmemektedir. Realist görüşünü benimseyenler, bu metne, anlatılmak istenenden farklı bir teori ile silahlanarak yaklaşıp, arkasından bu teoriyi, metne uyarlamaktadırlar.

Hezekiel’in ayetlerinin üzerine bina etmeye çalıştıkları tezleri de aynı şekilde hata içermektedir. Hezekiel, bu ayetlerde Adem’in düşüşünün aleyhinde bir bildiride bulunmamaktadır hatta burada ele alınan konu, Düşüş üzerine işlenmemiştir. Tam aksine, Hezekiel’in işaret ettiği mevzu, insanların günahları için yaygın bir şekilde bahaneler bulması ve kendi kötü davranışlarının suçunu başkaları üzerine atmaya çalışmalarıdır. Bu bölümün Düşüş ile ilgili olan tek bağlantısı, insanların bu davranış şeklini Düşüş anından beri benimsemiş olmalarıdır. Düşüş anında Havva, yılanı suçlamıştır, Adem ise kendi günahından dolayı hem Tanrı’yı, hem de Havva’yı suçlamıştır. “Adem, “Yanıma koyduğun kadın ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim” diye yanıtladı” (Yaratılış. 3:12).

O andan itibaren, insanlar kendi günahlarının sorumluluklarını başkalarına yüklemeye çalışmışlardır. Günümüzde ise realistler, Hezekiel 18’de bir prensibin ortaya koyulduğunu ve insanların başkalarının günahlarından sorumlu tutulamayacağını savunan bu prensibin, bu konu ile ilişkisi olduğunu iddia etmektedirler.

Emin olabileceğimiz bir şey varsa o da Hezekiel’de gerçektende bir prensibin ortaya konulduğudur. Bu yüce prensip, Tanrı’nın adaletli olduğudur. Buna rağmen bu metinden elde ettiğimiz prensibi, kati bir prensip olarak kabul etme cüretini gösteremeyiz. Eğer bu cüreti gösterirsek, bu durumda Hezekiel’in bu metninden, aşırı bir dayanak elde etmiş olurduk. Hatta bu metnin, İsa Mesih’in ödediği bedelin anlamının yok olduğunun ispatladığını iddia ederdik. Eğer, bir kişinin başkalarının günahları yüzünden cezalandırılması mümkün değil ise, ve bu doğru ise, bizlerinde bir Kurtarıcıya ihtiyacımız yoktur. İsa Mesih, bizim günahlarımızdan dolayı cezalandırılmıştır. Bu müjdenin özüdür. İsa Mesih, sadece bizim günahlarımızdan dolayı cezalandırılmamıştır. Aynı zamanda, O’nun doğruluğu kurtuluşumuzun temelini oluşturan haklılığı olmuştur. Bizler, bize yabancı olan bir doğruluğun sonucunda kurtulduk, bize ait olmayan bir doğruluk sayesinde. Eğer Hezekiel’in ifadesini mutlak bir anlayışla ele alıp, en uç limitleri zorlarsak ve “Doğru kişi doğruluğunun, kötü kişi kötülüğünün karşılığını alacaktır,” ayetini okursak, kendimizi kurtarmamız gereken günahkarlar olduğumuzu anlamamız gerekir. Bu hepimizin dikenler arasına atılmamız gibidir.

Kesin olarak bildiğimiz bir şey, Kutsal Kitap’ın, Tanrı’nın insanların kötülüklerinin hesabını üçüncü ve dördüncü kuşaklardan bile “soracağını” bildirmiş olduğudur. Bu noktada karşımıza çıkan durum, günahın “yayılması” ya da sonuçlarıdır. Bir çocuk, babasının günahının sonuçlarından dolayı acı çekebilir, ancak Tanrı bir çocuğu babasının günahından dolayı sorumlu tutmaz.

Hezekiel’in prensibi, iki istisnaya müsaade etmektedir: Haç ve Düşüş. Nedense Haç’ın istisnalığı hakkında bir rahatsızlık duymazken, Düşüş’ün istisnalığı bizleri rahatsız etmektedir. Günahlarımızın İsa Mesih’e ve O’nun doğruluğunun bize aktarılmış olması bizler için bir sorun teşkil etmezken; Adem’in günahının bizi etkilemesi, bizleri üzüntüyle inletir. Bizim iddiamız ise şudur: Eğer Adem’in günahı bizleri etkilemiyor ise İsa Mesih’in çarmıhta yaptıklarına asla gerek yoktu.

DÜŞÜŞ HAKKINDAKİ FEDERAL YA DA VEKİL GÖRÜŞÜ

Çoğunluğa bakarsak, Düşüş hakkındaki federal görüşün, önceden belirleme hakkındaki Reform görüşü savunanların arasındaki en popüler olanı olduğunu söyleyebiliriz. Bu görüş, Adem’in tüm insan ırkının vekili görevini üstlendiğini öğretmektedir. Tanrı, Adem ve Havva’nın önlerine koyduğu deneme ile aslında tüm insanlığı sınamaktaydı. Adem’in isminin anlamı, “adam” veya “insandır.” Adem, yaratılmış olan birinci insandır. Kendisi insan ırkının başıdır. Bu bahçeye sadece kendisinin yaşaması için değil, gelecek olan tüm nesli adına yerleştirilmiştir. Federal bir hükümette, ülkenin başında bir başbakanın bulunduğu gibi Adem’de insanlığın başbakanlığını yapmıştır.

Federalizmin ana fikri şudur: Adem günah işlediği zaman, bu günahı hepimizin adına işlemiştir. Onun düşüşü, bizim düşüşümüz olmuştur. Tanrı, Adem’den orijinal doğruluğunu  alarak onu cezalandırırken, aynı şekilde bizleride cezalandırmıştır. Düşüş’ün laneti, hepimizi etkilemektedir. Alın teri ile hayatını sağlamak zorunda kalan kişi sadece Adem değildir, bu hepimiz için geçerli bir durumdur. Doğum esnasında acı çeken tek kadın Havva değildir, nesiller boyunca her kadın aynı gerçek acı ile karşı karşıya kalmıştır. Aden bahçesindeki, kafa karıştırıcı yılan, kendi soyu içerisinde, karnı üzerinde sürünmek zorunda kalan tek yılan değildir.

Yaratıldıkları anda, Adem ve Havva’ya, tüm yaratılmışlar üzerinde yönetim hakkı verilmiştir. Ancak onların günahı sonucunda tüm dünya acı çekmektedir. Pavlus, bu olayı şöyle ifade etmektedir:

“Çünkü yaratılış amaçsızlığa teslim edilmiştir. Bu da yaratılışın isteğiyle değil, onu amaçsızlığa teslim eden Tanrı’nın isteğiyle oldu. Çünkü yaratılışın, yozlaşmaya olan köleliğinden kurtarılıp Tanrı çocuklarının yüce özgürlüğüne kavuşturulması ümidi vardı. Şimdiye dek bütün yaratılışın birlikte inleyip doğum ağrısı çektiğini biliriz.” (Romalılar 8:20-22).

Bütün yaratılış, Tanrı çocuklarının kurtuluşunu beklerken inlemektedir. İnsan günah işlediği zaman, bu günahın kötü etkileri, insanın egemenliğindeki tüm yaratıklar tarafından hissedilmiştir. Adem’in günahından dolayı acı çekenlere baktığımızda sadece kendimizi değil, (aslanlar, filler, kelebekler ve köpekler gibi) tüm yaratılışı da görmekteyiz. Bu yaratıklar böyle bir acıyı çekmek istememişlerdir ancak yöneticilerinin düşüşünden dolayı acı çekmektedirler.

Bizlerin, Adem’in günahından dolayı acı çekiyor olmamız, Yeni Antlaşma’da yer alan çok açık bir öğretiştir. Örneğin, Romalılar kitabının 5. bölümünde, Pavlus, bizlere şu ayetleri iletmiştir:

“Günah bir insan yoluyla, ölüm de günah yoluyla dünyaya girdi. Böylece ölüm bütün insanlara yayıldı. Çünkü hepsi günah işledi” (ayet. 12).

“Ama Tanrı’nın armağanı Âdem’in suçu gibi değildir. Çünkü birinin suçuyla birçokları öldüyse, Tanrı’nın lütfu ve bir tek adamın, yani İsa Mesih’in lütfuyla verilen bağış birçokları yararına daha da çoğaldı” (ayet. 15).

“İşte, tek bir suç bütün insanların mahkûmiyetine yol açtığı gibi, bir doğruluk eylemi de bütün insanlara yaşam veren aklanmayı sağladı” (ayet. 18).

“Bir adamın söz dinlemezliği yüzünden birçoğu günahkâr kılındığı gibi, yine bir adamın söz dinlemesiyle birçoğu doğru kılınacaktır” (ayet. 19).

Kutsal Yazılar’da ki, Adem’in günahının korkunç sonuçlarının soyunu etkileyeceğine dair açık öğretileri görmezlikten gelmek için hiçbir mazeretimiz yoktur. Bu öğretiş o kadar açıktır ki, Kutsal Kitap’ta bu konudaki ayetlerin bolluğu sonucunda, bilinen her Hıristiyan bedeninin üyesi, Adem’in düşüşüne dayandırılmış bir orijinal günah doktrini geliştirmiştir.

Ancak karşımızda, büyük bir soru işareti hala daha durmaktadır. Eğer Tanrı, tüm insanlığı Adem’in günahından dolayı yargıladıysa, bunun ne kadar adil olduğunu kabul edebiliriz? Adem yüzünden, sadece insan ırkının değil bütün yaratılışın acı çekmesine izin vermesi, Tanrı’nın adaletsizliğini beyan etmekte gibi gözükmektedir.

Federalist görüş, Tanrı’nın adaletliliği sorusuna cevap verme durumundadır. Federalist görüşe göre, Adem’in Tanrı’nın önünde bizi temsil etme sorumluluğu vardır ve bu vekillik konumu hem adil hem de eksiksizdir. Bu görüşe göre, Adem’in vekilliği kusursuzdur.

Amerikan hukuk sisteminde, bu vekalet kavramına tıpatıp olmasa da yaklaşık olarak paralel konseptler olduğunu görmekteyiz. Eğer ben bir kiralık katil tutup birisini öldürtürsem ve bu katil görevini başarılı bir şekilde yerine getirirse ve bu gerçekler ortaya çıkartılır ise ben, şahsen tetiği çekmediğim halde birinci derecede cinayetten yargılanırım. “Evet ama bizler Adem’i bizim adımıza günah işlesin diye kiralamadık ki?” Bu doğrudur ancak bu örnek sadece bazı durumlarda bir kişinin işlediği eylemden dolayı başkasının da yargılanabileceğini göstermek için verilmiştir.

Tüm bunlara rağmen, Düşüş hakkındaki federal görüş, diktatörlük kokusunu sızdırmaktadır.  İnsanlar, “Orada bizi temsil eden birisi olmadan lanetlenme olamaz!” diye haykırmaktadır. Bir ülkedeki halkın, despot bir diktatörlüğe karşı kendilerini güvenceye almak için vekiller tayin etmesi gibi bizlerin de Tanrı karşısında bir vekilimizin olması doğal ve adildir.  Federal görüş, Adem bizim haklı ve doğal vekilimiz olduğu için onun günahından dolayı suçlu bulunduğumuzu ifade etmektedir.

Bir dakika! Adem, bizim vekilimiz olabilir ancak bizler onu vekil olarak atamadık ki? Eğer Amerika Cumhuriyetinin kurucuları Kral George’dan vekillik hakkı talep etseydi ve kral “Tabi ki vekilleriniz olabilir. Sizin vekiliniz benim erkek kardeşimdir!” cevabını verseydi isyancıların Boston Limanına daha fazla çay yüklerinin dökmelerine sebep olurdu.

Bizler, kendi vekillerimizi seçme hakkını talep etmekteyiz. Bizler oy pusulalarımızı başkasının değil, kendimiz kullanabilmeyi isteriz.. Oy kelimesinin Latince’si olan votum,  kelimesinin anlamı, “dilek” ve “tercih”tir. Bizler oy verirken, dileğimizi ifade eder, isteklerimizi öne süreriz.

Bir an için Aden’deki vekilimizi seçebilmek için tam bir özgürlüğe sahip olduğumuzu düşünelim. Bu bizi tatmin edecek mi? Neden vekilimizi seçme hakkını istiyoruz? Kral ya da başımızdaki yönetici bizler adına vekil tayin etmeye kalkarsa neden buna itiraz ederiz? Cevap çok açıktır. İsteklerimizin yerine getirileceğinden emin olmak istediğimiz için. Eğer benim vekilimi kral atarsa, benim isteklerimin yerine geleceğine dair çok küçük bir güven duyarım. Kral tarafından atanmış bir vekilin, benim isteklerimden daha çok, kralın isteklerinin gerçekleşmesi konusunda daha azimli olmasından çekinirim. Kendimi adil ve tam olarak temsil ediliyor gibi hissetmem.

Kendi vekillerimizi kendimiz seçme hakkına sahip olsak bile isteklerimizin yerine geleceği konusunda bir garantimiz yoktur. Hangi birimiz şu ana kadar seçim kampanyası esnasında vaatlerde bulunan ama seçildikten sonra vaatlerinin aksini yapan politikacılar tarafından kandırılmadık ki? Kısaca tekrar edersek, kendi vekillerimizi seçme hakkını talep etmemizin altında doğru ve tam bir şekilde temsil edildiğimizden emin olma isteğimiz yatmaktadır.

Aden bahçesindeki vekilimize baktığımız zaman, insanlık tarihinin tümünde onun kadar adil bir başka vekil olmadığını görürüz. Ancak kesin olan bir şey varsa o bahçedeki vekilimizi bizim seçmediğimizdir. Vekilimiz, bizim için seçilmiştir. Bununla birlikte bizim vekilimizi seçen, Kral George değil, yüce Tanrı’dır.

Tanrı, bizim vekilimizi seçerken, bunu en mükemmel şekilde yapmıştır. O’nun seçimi kusursuz bir seçimdir. Ben kendi vekillerimi seçerken, hatalı seçimlerde bulunabiliyorum. Bazı durumlarda yanlış bir vekil seçip, yetersiz bir şekilde temsil ediliyorum. Adem ise beni kusursuz bir şekilde temsil etmiştir çünkü Tanrı, kusursuzdur. Eğer Tanrı’nın kusursuzluğuna inanıyorsam, bu durumda Adem’in benim vekilim olarak kusurlu bir tercih olduğunu asla iddia edemem.

Düşüş konusunda bir çoğumuzun aklındaki varsayım ise, eğer oradaki kişi biz olsaydık, farklı bir seçim yapar, bu dünyayı yıkıma sürükleyen bir tercihte bulunmazdık, varsayımıdır. Bu tip bir varsayım, Tanrı’nın karakteri ile çelişmektedir. Tanrı hata yapmaz. O’nun benim için seçtiği vekil, benim seçeceğimden daha yücedir.

Adem tarafından gerçektende mükemmel bir şekilde temsil edildiğimizi kabul etsek bile, riskin bu kadar yüksek olduğu bir durumda, temsil edilmiş olmanın ne kadar adil olduğunu sorgulamamız gerekir. Benim bu soruya verebileceğim tek cevap ise, böyle olması Tanrı’yı hoşnut etmiştir. Dünyanın, Adem aracılığı ile düştüğünü biliyoruz. Adem’in bir şekilde bizi temsil ettiğini biliyoruz. Bizlerin, Adem’i vekilimiz olarak atamadığımızı biliyoruz. Tanrı’nın, Adem’i seçiminde kusursuz olduğunu biliyoruz. Peki tüm bu sürecin adil olduğunu düşünüyor muyuz?

Bu soruyu, başka bir soru ile cevaplandıracağım—Elçi Pavlus’un sorduğu bir soru: “Öyleyse ne diyelim? Tanrı’da adaletsizlik mi var?” Bu soruya verilmiş olan elçisel cevap, hem açık hem de zorunlu bir cevaptır: “Kesinlikle hayır!”

Eğer Tanrı’nın karakteri hakkında bir şeyler biliyor isek o da, O’nun adil olduğu ve zorba olmadığıdır. İnsanlığı denemesi konusundaki yapısı, Tanrı’nın kendi doğruluğundan kaynaklanmaktadır. Bu da bizi tatmin etmek için yeterli olmalıdır.

Ancak, bizler tartışmalara devam eder, Tanrı ile çekişmeye çalışırız. Tanrı’nın bizlere bir şekilde haksızlık yaptığını varsayarız ve kendimizi Tanrı’nın yargısı karşısında acı çekmekte olan masum kurbanlar olarak görürüz. Bu tip hisler aslında bizim düşüşümüzün radikal derecesini ispatlamaktadır. Bu tip düşüncelere kapıldığımızda, Adem’in çocukları gibi davranmaktayızdır. Din karşıtı olan bu düşünceler, Adem tarafından ne kadar düzgün ve yerinde temsil edildiğimiz olgusunun altını kırmızı kalemle çizer.

Düşüş hakkındaki federal görüşün, yeterli derecede doğru olduğu kanaatindeyim. Bu kitapta incelediğimiz üç görüş içerisinde, insanlığın düşüşü hakkındaki Kutsal Kitap öğretisinin hakkını veren bu görüştür. Tanrı’nın, keyfi davranan bir zorba olmadığına dair tatminkar cevaplar vermektedir. Ben düşük bir yaratık olduğumu biliyorum. Bunun anlamı şudur: Ben bir yaratılmış olduğumu ve düşmüş olduğumu kabul ediyorum. Bildiğim bir başka olgu ise, benim bir günahkar olmam, Tanrı’nın “suçu” değildir. Tanrı’nın benim için yaptığı, beni O’nun günahından değil, benim günahımdan arındırmaktır.

Düşüş hakkındaki, temsil edilmişliği ortaya koyan federal görüş, bir çok Kalvinist tarafından kabul görse de, Adem’in düşüşü ile ilişkimize dair problem, sadece Kalvinizm’in cevap bulması gereken bir konu değil, tüm Hıristiyanların uğraşması gereken bir konudur.

önceden belirleme konusunu, Düşüş olgusu ile ele almanın hayati bir önemi vardır. Tüm Hıristiyanlar Tanrı’nın önceden belirleme hükmünü Düşüşten önce verdiği konusunda hem fikirdir. Bazı kişiler ise Tanrı’nın ilk önce bazı insanları kurtuluş bazı insanları lanetlenme için seçtiğini arkasından da lanetlenmiş olanların yok olmasını garanti altına almak için Düşüş hükmünü verdiğini iddia ederler. Ne yazık ki, bu korkunç iddianın Kalvinizme atfedildiği dönemler olmuştur. Bu tip bir iddia hem Kalvin için tiksindiricidir hem de aynı şekilde tüm Ortodoks Kalvinistlere hakarettir. Daha da ötesi bu iddiaya “hiper-Kalvinizm” diyenler bile vardır, ki bu bile çok büyük bir hakarettir. Bu görüşün Kalvinizmle en ufak bir alakası bile yoktur. Hiper-Kalvinizm bir yana bu düpe düz anti-Kalvinizmdir.

Kalvinizm, önceden belirleme hakkındaki diğer görüşlerinin yanında , Tanrı’nın hükmünü,  hem Düşüş’ten önce hem de Düşüşün ışığında yaptığını öğretmektedir. Peki bu neden önemlidir? Önceden belirleme hakkındaki Kalvinist görüş, her zaman Tanrı’nın kurtarışının lütufkar karakterini vurguladığı için önemlidir. Tanrı, insanları kurtuluş için önceden belirler. Tanrı, insanları kurtuluşa gerçekten muhtaç olduklarını bildiği için seçmektedir. İnsanların kurtulmaya ihtiyaçları vardır çünkü insanlar Adem’den dolayı günahkarlardır, insanlar Tanrı’nın zorlaması ile günahkar olmamışlardır. Kalvinizme göre Adem, Tanrı’dan gelen bir baskıyla değil kendi özgür iradesi ile günah işlemiştir.

Emin olabileceğimiz bir şey varsa o da Tanrı’nın Düşüşü önceden bildiği ve bazılarını kurtarmak için eylemde bulunduğudur. Düşüş hükmünü vermesi daha çok bunun olmasına izin vermesi şeklindedir. Ancak bu izin verme, gerçekleşmesi için baskı yapma anlamında değildir. Tanrı’nın önceden belirleyen lütfunun lütufkarlığı, ruhsal olarak ölü olacaklarını önceden bildiği insanları önceden seçmesinden gelmektedir.

Bu konuda vereceğimiz son bir betimlemenin faydası olabilir. Orijinal günaha maruz kalmış iken, Tanrı’nın bizleri doğruluğa davet etmesi fikri tüylerimizi diken diken etmektedir. “Ancak Tanrım, bizler doğru olamayız. Bizler zaten düşmüş yaratıklarız. Bizlerin orijinal günah ile doğduğumuzu çok iyi biliyor iken, nasıl olurda bizi sorumlu tutabilirsin?” diye inleriz.

Betimleme şöyle devam etmektedir. Tanrı’nın, “Bugün saat üçe kadar bu otları kesmeni istiyorum ancak çok dikkatli ol, tarlanın kıyısında geniş ve ağzı açık bir çukur var ve eğer o çukura düşersen, kendi kendine oradan çıkman mümkün değil. Bu yüzden ne yaparsan yap, o çukurdan uzak dur” dediğini farz edelim.

Farz edelim ki, Tanrı tarladan gittikten sonra, bu kişi gidip o çukura düşmüştür. Saat üçte, Tanrı tarlaya geri dönmüş ancak otların kesilmemiş olduğunu görmüştür. Bahçıvana seslendiğinde ise, tarlanın ucundan iniltili bir çığlık duymuştur. Tarlanın ucundaki çukurun kenarına gittiğinde ise bahçıvanı çukurun dibinde ümitsizce debelenirken bulmuştur. “Niçin sana kesmeni söylediğim otları kesmedin?” diye sormuştur, ancak bahçıvan kızgınlık içerisinde, “Bu çukurun içerisinde mahsur kalmış iken nasıl olurda otları kesmemi beklersin ki? Eğer bu içi boş çukuru burada bırakmasaydın, bende bu zor durumda kalmazdım” cevabını vermiştir.

Adem bu çukura balıklama dalmıştır. Tanrı, bizleri bu çukura atmamıştır. Adem, bu çukur konusunda açık bir şekilde uyarılmıştır. Tanrı, ona uzak durmasını söylemiştir. Adem’in çukurda olmasının sonucu olarak tecrübe ettikleri, bu çukura atlamanın bedeliydi.

Tıpkı orijinal günahta olduğu gibi. Orijinal günah, hem Adem’in günahının sonuçları hem de Adem’in günahının cezasıdır. Bizler günahkarlar olarak doğarız çünkü Adem’de herkes düşmüştür. Düşme kelimesi bile yumuşatılmış bir kelimedir. Bu olaya pembe gözlüklerle bakıldığı zaman kullanılabilecek bir kelimedir. Düşme kelimesi bir tür kazayı çağrıştırmaktadır.  Adem’in günahı ise bir kaza değildir. Adem sakar ya da sakat bir yaratık değildir. Adem, basit bir şekilde günaha düşmemiş, iki ayağı üzerinde durup aşağıya atlamıştır. Bizler ise onunla beraber aşağı düştük. Tanrı, bizi aşağıya itmemiş, bizlere çelme çakmamıştır. Bizleri adil ve yeterli bir şekilde uyarmıştır. Bu hata sadece ve sadece bize aittir.

Adem koruk yediği için bizim dişlerimiz kamaşmamıştır. Kutsal Kitap öğretişine göre, Adem’de hepimiz bu koruktan yedik. İşte bu yüzden hepimizin dişleri kamaşmıştır.

BÖLÜM 4’ÜN ÖZETİ

1) İnsan günahının yaygın ve evrensel varlığı, bir efsane ile açıklanmaya müsaade etmemektedir.

2) İnsanın günahkarlığı, “toplum” ile açıklanamaz.

3) Toplumlar bireylerden oluşur. Bir toplumun, top yekün bozuk olması için her bireyinin tek tek günahkar olması gerekmektedir.

4) Düşüş hakkındaki Realist görüş, Kutsal Yazılar’a hayal mahsulü olarak baktığı için bu konuya bir açıklama getirmekten acizdir.

5) Düşüş hakkındaki Federal görüş, Adem’in bizim vekilimiz olarak üslendiği rolü ciddiye almaktadır.

6) Adem’in bizi mükemmel bir şekilde temsil etmesinin sebebi kendi mükemmelliğinin fazileti değil, Tanrı’nın mükemmel seçim erdemidir.

7) Tüm Hıristiyanların, Düşüş hakkında bir görüş sahibi olması gerekir.

8) Tanrı’nın kurtaran lütfu, Tanrı’nın düşmüş olduğunu bildiği yaratıklar olduğunu bildiklerini yönlendirmesidir.

 

RUHSAL ÖLÜM VE RUHSAL YAŞAM: YENİDEN DOĞMA VE İMAN

REFORM teolojisinin en bilinen unsurlarının bir tanesi, “Kalvinizmin Beş İlkesi” ismindeki öğreti grubudur.

1) Mutlak Ahlaksızlık
2) Koşulsuz Seçim
3) Sınırlı Ödenmiş Bedel
4) Karşı Konulamaz Lütuf
5) Azizlerin Sabrı

Bu beş ilke, bir çok kişiye Reform teolojisinin farkını anlamalarında yardımcı olmaktadır. Ne yazık ki, bu ilkeler aynı zamanda bir çok kafanın karışmasına ve yanlış anlamalara da sebep olmuştur.

Birinci problem, hemen ilk ilkede kendini göstermektedir. Mutlak ahlaksızlık, yanlış anlamalara yol açmaya çok müsait bir terimdir. Mutlak ahlaksızlık konsepti, genellikle saf  ahlaksızlık fikri ile karıştırılmaktadır. Reform teolojisine göre mutlak ahlaksızlık, tüm insanlığın düşmüş olduğu fikrine dayanmaktadır. Reform teolojisinin mutlak ahlaksızlık öğretişine göre, benim içimde, düşüşten etkilenmemiş tek bir parçacık bile kalmamıştır. Günah, benim irademi, yüreğimi, zihnimi ve bedenimi etkilemektedir. Eğer Adem, asla günah işlemese idi, tahminimce orta yaşlarına geldiğinde gözlük takma ihtiyacı hissetmeyecekti. Gerçeği söylemek gerekirse, orta yaş kavramının kendisi için bir anlamı olmayacaktı. Eğer Adem günah işlemeseydi, asla ölmeyecekti. Bir kişi sonsuza kadar yaşıyor ise orta yaş diye bir şey olamazdı.

Mutlak ahlaksızlık aynı zamanda günahın bizlerin özümüze işlediği gerçeğini vurgulamaktadır. Günah, önemsiz bir şey, mükemmel bir yaratığın üzerindeki ufacık bir leke değildir. Günah, yaşamlarımızı kökten (radix) etkilediği için radikal bir etkendir.

Mutlak ahlaksızlık, saf ahlaksızlık değildir. Halis ahlaksızlığa göre, bizler olabileceğimiz kadar günahkarızdır. Bizler bunun doğru olmadığını biliyoruz çünkü her birimiz ne kadar günah işlerse işlesin, işleyebileceğimiz korkunç günahlar aklımızdan geçmeye devam etmektedir. Adolf Hitler, kendi öz annesini öldürmekmek için kendisini zor tutmuştur.

Mutlak ahlaksızlık, sık sık saf ahlaksızlık ile karıştırıldığı için ben bu duruma “radikal çürümüşlük” demeyi tercih ediyorum. Günahın radikal karakteri konsepti, belki de Kutsal Kitap’ta öğretilen önceden belirleme doktrinini anlamamız için öğrenmemiz gereken en önemli konsepttir. Daha önce belirttiğim gibi insanın ahlaki yetersizliği üzerine yaptığımız tartışmada, bu konsept, tüm tartışmanın odak noktası olmuştur.

Üniversitede ilahiyat üzerine ders veriyordum ve dersi alan sınıfta değişik mezheplerden tam yirmi beş öğrenci vardı. Seçilmişlik hakkındaki derse başlamadan önce sınıfa, “bu sınıfta bu konu hakkında kendisine Kalvinist diyebilecek kaç öğrenci var?” sorusunu yönelttim ve havaya kalkan el sayısı bir adetti.

Derse insanın günahkarlığı konusu ile başladık. İnsanın çürümüşlüğü hakkında bir kaç ders verdikten sonra bir oylamada daha bulundum ve şu soruyu yönelttim: “Bu sınıftaki kaç kişi, öğrendiklerinizin insanın günahkarlığı üzerine bir Kutsal Kitap doktrini olduğuna ikna oldu?” Tüm eller havaya kalktı. “Emin misiniz?” diye sorduğumda, ısrarla emin olduklarını belirttiler. Onlara şöyle bir uyarıda bulundum: “Dikkatli olun çünkü bu kararınız sizleri ilerleyen derslerde zor durumda bırakabilir.” Bu uyarıma rağmen, öğrenciler ısrarla ellerini indirmediler.

Dersin bu noktasında, tahtanın sol üst köşesine günün tarihini attım ve yanına kocaman bir 25 yazıp onu çember içine aldım. Temizlik görevlilerini, tahtadaki bu yazıyı silmemeleri konusunda uyardım.

Birkaç hafta sonra önceden belirleme hakkındaki çalışmamıza başladık. İnsanın ahlaki yetersizliği noktasına geldiğimizde ise sınıftan itiraz sesleri yükselmeye başladı. Tahtaya yürüyüp kendilerine daha önce yaptığımız oylamayı hatırlattım. Öğrencileri, eğer Kutsal Kitap’ta ki insanın temelden, tamamen çürümüşlüğü öğretisini gerçekten kabul ediyorlar ise önceden belirleme hakkında yapmayı planladığımız tartışmanın amacını ve anlamını yitirdiğine ikna etmem iki haftamı almıştı.

Kısa ve öz bir şekilde aynı uygulamayı burada da yapmak istediğimden dolayı aynı prosedür ile ilerleyeceğim.

İNSANLIĞIN BOZULMUŞLUĞUNA KUTSAL KİTAP’IN BAKIŞ AÇISI 

İnsanlığın ne dereceye kadar bozulduğu üzerine olan bu çalışmamamıza başlamadan önce Romalılar 3’e bir bakalım. Elçi Pavlus’un kaleme aldığı bu ayetler şunları söylemektedir:

“Doğru olan kimse yok,

bir kişi bile yoktur.

Anlayan kimse yok,

Tanrı’yı arayan kimse yok.

Hepsi yoldan saptılar, birlikte yararsız oldular.

İyilik eden yok, bir kişi bile yoktur.”

(Romalılar 3:10-12).

İnsanlığın bozulmuşluğunun evrenselliğini, bu ayetlerde açıkça görmekteyiz. Günah, her taraftadır ve ağına yakaladığı herkesi tutsak alır. Pavlus, düşmüş insanlığın arasında bu ithama dahil olmayan tek bir kişi bile olmadığını vurgulamak için bu kelimeleri kullanmıştır. Doğru olan kimse yok; iyilik eden yok, bir kişi bile yoktur.

“Doğru olan kimse yok, bir kişi bile yoktur” ifadesi, bizlerin kültürel öğretilerimizin içerisine sinmiş durumdadır. Hiç kimsenin mükemmel olmadığını duyarak büyürüz. Hiç birimizin mükemmel olmadığını, kabullenme konusunda ayrı bir hevese sahibizdir. Hepimizin günahkarlar olduğunu kabul etmek çok kolaydır; ancak iyilik eden tek bir kişi yok ifadesi bize biraz fazla gelmektedir. Bin kişiden bir kişi bile günahın bu kadar ciddi olduğunu kabul etmeyecektir.

İyilik eden bir kişi bile yok mu? Bu nasıl mümkün olabilir? Her gün kitle kitle paganların iyi işler yaptıklarını görmekteyiz. Bazı paganların kahramanca kendilerini feda ettiklerini, çalışkan, mantıklı ve dürüstlük sembolleri olabildiklerini görmekteyiz. Hıristiyan olmayan kişilerin vicdanlarının seslerini dinlediklerini, hız limitlerine uyduklarını görürken bazı kişilerin arabalarının tamponlarında, “İsa’yı seviyorsan kornana bas” gibi çıkartmalarda görebilmekteyiz.

Pavlus, burada biraz aşırıya kaçmamış mıdır? Pavlus, vermek istediği mesajı güçlendirmek için kasıtlı bir abartmamı yapmıştır? Tabi ki iyilik yapanlar vardır. Hayır! Tanrı’nın bu konudaki yakın ve sert yargısı, hiç kimsenin iyilik yapmadığı, bir kişinin bile yapmadığıdır.

Buradaki tökezleme sebebimiz, iyi kavramı hakkındaki nispi anlayışımızdır. İyilik, göreceli bir kavramdır. Bir şeyin iyi olduğu yargısına verebilmemiz için elimizde bir standart olması gerekir. İnsanlar arsında sık sık kıyaslama yapılmaktadır. Bizler, bir insan için iyi bir kişi diyor isek, bu kişiyi başka insanlar ile kıyasladıktan sonra bu sıfatı bu kişiye layık görmüşüzdür. Ancak, iyilik için en yüce standart, herkezin yargılanacağı standarttır; Tanrı’nın Yasası. Bu Yasanın kendisi Tanrı değildir ancak Tanrı’dan gelmektedir ve Tanrı’nın mükemmel karakterini yansıtmaktadır. Bu standart ile ölçüldüğü zaman iyi olan tek bir kişi bile yoktur.

Kutsal Kitap’a göre iyi işler iki şekilde kategorize edilir. Birinci olarak bu iyi işlere dıştan bakıldığı zaman, gördüklerimizin Tanrı’nın yasası ile olan uyumu. Açıklamamız gerekirse, eğer Tanrı hırsızlığı yasaklamış ise, hırsızlık kötüdür. Dürüst olmak iyi bir şeydir, faturaları zamanında ödemek de öyle. Muhtaç olanlara yardımcı olmak da iyi bir iştir. Bu erdemlerin, her gün uygulandığını kendi gözlerimiz ile görmekteyiz ve gördüğümüz an tez bir yargı ile bu kişinin iyi işler yaptığına kanaat getiririz.

İkinci kategori ise bizlerin başını belaya sokan türdendir. Tanrı, bir işi “iyi” olarak yargılamadan önce sadece bu işin dış ya da dışsal görünüşünün yasa ile uyumuna bakmaz. Aynı zamanda bu iş yapılırken, içinde bulunulan motivasyona da bakar. Bizler, sadece dış görünüşlere göre yargılara ulaşırken, Tanrı yüreğe bakar. Bir işin iyi olarak kabul edilmesi için hem dış görünüşünün yasa ile uyumu hem de bu iş yapılırken yürekten gelen bir Tanrı sevgisi ile yapılıp yapılmadığı önemlidir.

En Büyük Buyruğu hatırlayalım: “Tanrın olan Rab’bi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla sev … ve komşunu kendin gibi sev.” Yaptığımız her şey, Tanrı’yı tamamen seven bir yürekten kaynaklanmalıdır.

Bu perspektiften bakınca  hiç kimsenin iyilik etmediğini görmek çok kolaydır. Bizlerin en büyük iyilik dediğimiz işlerimiz bile, saflıktan uzak motivasyonlarımız ile lekelenmiştir. Aramızdaki hiç kimse, Tanrımız olan Rab’bi bütün yüreğimizle, bütün canımızla ve bütün aklımızla sevmeyi başaramaz. Tüm işlerimizde, bedenimizden gelen bir unsur vardır ve bu iyiliklerimizin mükemmeliyetini zedelemektedir.

Jonathan Edwards, aydınlanmış şahsi-çıkar konseptinden bahsetmiştir. Aydınlanmış şahsi-çıkar, hepimizin hissettiği etrafa karşı iyilik yapma motivasyonu ve içimizdeki kötülük yapma isteğimizi dizginlememiz ile ilgilidir. Kötülük yapmanın, suç işlemenin çekici olmadığı durumlar vardır. Kötü eylemlerimizden elde edeceğimiz kazançların, cezalandırma riskini kaldırmadığı durumlarda, bu eylemlerden vazgeçeriz ve kendimizi dizginleriz. Diğer yandan, erdemli davranışlar sayesinde, toplumun beğenisini hatta alkışlarını kazanabiliriz. Bazı doğru hareketlerimizin karşılığı olarak hepimiz öğretmenlerimizden ekstra bir desteği, ebeveynlerimizin güvenini ve saygısını kazanmışızdır.

Etiyopya’da ki açlık için yardım konseri düzenleyen ve bunun için özel bir albüm yayınlayan sanatçıları bütün dünya alkışlamaktadır. Bu tip iyi niyetli davranışları, “iş ve ahlaki yardım bir birine karıştırılamaz” diyen eleştirici kişilere rağmen alkışlar, çok ender olarak bir sahne sanatçısının kariyerine zarar verir. Bu eleştirilerin tam aksine, bir çoğumuz ahlaki davranışların iş dünyasındaki şöhretimizi olumlu yönde geliştirdiğini kabul ederiz.

Ethopya için yapılan bu jestin, şarkıcıların şahsi alkışlanma ihtiyaçlarını tatmin etmek ya da halkla ilişkilerini geliştirmek için yapılmış ustaca bir manevra olarak değerlendirecek kadar şüpheci bir eleştirmen değilim. Açlıktan ölmekte olan insanlar için herkesin acıma ve güçlü bir yardım etme isteği olabilir. Diğer taraftan, bu şarkıcıların motivasyonunda şahsi-bir çıkar olmadığını düşünecek kadar da saf değilim. Acıma ve yardım etme duygusu büyük bir olasılıkla şahsi çıkar duygusunu ezip geçmektedir. Ancak zerre kadar bile olsa var olan şahsi-çıkar, bu mükemmelliği bozmaya yetecektir. Hepimizin içerisinde kendini düşünme hissi vardır. Eğer bunu reddetmeye kalkarsanız, ne yazık ki bu reddedişin bile şahsi çıkarlarını ve kimliğini koruma motivasyonu ile yapıldığını söyleyebilirim.

Bahsi geçen iddiaları reddetmek isteriz. Yüreğimizde bazı zamanlar dayanılmaz güçte bir iyilik yapma isteği hissederiz. Kendimizin gerçekten fedakar ve iyilik sever olduğunu düşünmekten haz alırız. Ancak, kendimize karşı yaptığımız dalkavukluğu bize karşı kimse yapmamıştır. Motivasyonlarımızın ağırlığının fedakarlık yönünde olacağı zamanlar olacaktır ancak bu motivasyonun kusursuz olduğu bir durum asla olmayacaktır.

Tanrı, bizleri çan eğrisi sistemine göre değerlendirmez. (Ç.N: sınavdaki en yüksek notun, her ne olursa olsun 100 kabul edildiği bir değerlendirme sistemi) Tanrı mükemmellik talep eder. Hiç birimizin işleri o seviyeye ulaşamaz. Bizler, Tanrı’nın buyruklarını yerine getiremeyiz. Asla! Bu yüzden diyebiliriz ki Elçi, abartı sanatına kendisini kaptırmamıştır. Vardığı sonuç doğrudur.  İyilik eden yok, bir kişi bile yoktur. İsa Mesih, bu görüşü, zengin bir yönetici ile yaptığı tartışmada da bildirmiştir: “İyi olan tek biri var, O da Tanrı’dır” (Luka 18:19).

İsa Mesih’in bu ithamı kadar sorun çıkartan bir başka ayet ise Romalılar kitabında yer almaktadır. Bu ayetlerin etkisi özellikle de tam zıttını düşünen ve söyleyen Müjdeci (evangelical) Hıristiyanlar için dehşet vericidir. Pavlus, “Tanrı’yı arayan kimse yok” demiştir.

“Şu ve şu Hıristiyan değil ama arayış içerisinde,” ifadesini kaç kere kullandınız ya da başka Hıristiyanlardan duydunuz? Bu ifade Hıristiyanlar arasında sık sık kullanılmaktadır. Bu fikre göre her tarafta Tanrı’yı arayan insanlar vardır. Bu kişilerin problemi, Tanrı’yı henüz bulamamış olmalarıdır çünkü Tanrı saklambaç oynamaktadır ve O’nu yakalamak çok zordur?

Günahın dünyaya geldiği Aden bahçesinde, kim saklanmaktaydı? İsa Mesih, dünyaya kaybolanları aramaya ve kurtarmaya gelmiştir. Saklanan kişi İsa Mesih değildir. Tanrı, bir kaçak değildir. Kaçmakta olanlar ise bizleriz. Kutsal Yazılar’da şunlar yazılmıştır: “Kovalayan yokken bile kaçacaksınız.” Luther’in de belirttiği gibi, “Kafirler, yaprakların hışırtısından bile korkuyla titrerler.” Kutsal Yazılar’ın ortak öğretisi, düşmüş insanların Tanrı’dan kaçtıklarıdır. Tanrı’yı arayan kimse yoktur.

Madem böyle, Kutsal Kitap’ın tam aksine bir öğretisi varken, neden tüm Hıristiyanlar ısrarla Tanrı’yı arayan ama daha bulamayan kişiler tanıdıklarını iddia ediyorlar? Aziz Thomas Aquinas, şu sözleri ile bu konuya açıklık getirmiştir: “Birbirine benzer gibi görünse de aslında çok farklı iki insan eylemini birbirine karıştırmaktayız. Umutsuz bir şekilde huzur, suçluluk duygusundan kurtuluş, yaşamlarına anlam, amaç ve sevgi dolu bir kabulleniş arayan kişileri görmekteyiz. Bizler, bunların bulunabileceği nihai ve tek kaynağın Tanrı olduğunu biliyoruz. Bundan dolayı, bunları arayan bu kişilerin aslında Tanrı’yı aradıkları sonucuna varıyoruz.”

İnsanlar, Tanrı’yı aramaz. İnsanlar, sadece Tanrı’nın kendilerine verebileceği kazanımları isterler. Düşmüş insanlığın günahı şudur: İnsanlar hem Tanrı’nın kendilerine verebileceği kazanımları ararlar hem de Tanrı’nın kendisinden kaçarlar. Bizler, doğamızdan dolayı kaçaklarızdır.

Kutsal Kitap, bizlere tekrar tekrar Tanrı’yı aramamızı söylemektedir. Eski Antlaşma’da şu ayetle bize seslenmektedir, “Bulma fırsatı varken RAB’bi arayın” (Yeş. 55:6). İsa, “Dileyin, size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır” (Matta 7:7) demiştir. Bu metinlerden elde ettiğimiz sonuç şudur: Bizler Tanrı’yı aramaya çağırılıyor isek bunun tek bir anlamı vardır, bizler düşmüş durumlarımızda bile bu arayışı gerçekleştirecek ahlaki kapasiteye sahibizdir? Peki bu ayetler kimlere hitap etmektedir? Eski Antlaşma’da ki bu ayetler, RAB’bi aramaya çağırılan İsrail halkına seslenmekteydi. Yeni Antlaşma’da ise krallığı araması emredilen kişiler imanlılardır.

Evangelistler, Esinleme’den şu alıntıyı yapmaktadırlar: “İşte kapıda durmuş, kapıyı çalıyorum. Eğer biri sesimi işitir ve kapıyı açarsa, onun yanına gireceğim, ben onunla ve o da benimle, birlikte yemek yiyeceğiz” (Esin. 3:20). Evangelistler, bu ayetleri Hıristiyan olmayanlar için kullanmaktadır ve “İsa Mesih, kalbinizin kapısını çalmaktadır. Eğer bu kapıyı açarsanız, içeri girecektir” derler. Ancak bu ayetlerin orijinal söyleminde İsa bu sözlerini kendi Kilisesine, imanlılara söylemektedir. Bu ayetlerin evangelistik  (İncilsel) içeriği yoktur.

Peki sonuç? En önemli nokta şudur, Hıristiyan olmayan kişiler kendi başlarına Tanrı’yı arayamazlar. İmansız olan aramayacaktır. İmansız olan kapıyı çalmayacaktır. Arama, imanlıların yaptığı bir eylemdir. Edwards, “Tanrı’nın krallığını arama, Hıristiyan yaşamanın ana eylemidir” demiştir. Arama, imanın bir ürünüdür, imanın sebebi değildir.

İsa Mesih’in benzeyişine  dönüştürüldüğümüzde, bu değişimi ifade edebilmek için keşif lisanı kullanmaya başlarız, Mesih’i bulmaktan bahsederiz. Bir arabanın arka camında BULDUM diye bir çıkartma görmüştüm. Aslında bu tip ifadeler doğrudur ancak hiciv şu noktada başlamaktadır: Mesih’i bulduğumuz zaman, aramamız sonuçlanmaz aksine yeni başlar. Normal bir durumda aradığımız bir şeyi bulduğumuzda, bu arayış biter. Ancak Mesih’i “bulduğumuzda”, bu aslında arayışımızın başlangıcıdır. Hıristiyan yaşamı, iman ettiğimiz an başlar, başlangıç noktamız bitiş noktamız değildir. Gelişir, imandan imana, lütuftan lütufa, yaşamdan yaşama devam eder. Bu büyüme hareketi sürekli bir Tanrı arayışı ile ivme kazanır.

Romalılar 3’de dikkatli bir şekilde incelememiz gereken önemli bir nokta daha vardır. Elçi hem kimsenin Tanrı’yı aramadığını bildirmektedir hem de, “Hepsi yoldan saptılar, birlikte yararsız oldular” ifadesinde bulunmuştur. Burada aklımızdan çıkartmamamız gereken en önemli nokta Pavlus’un düşmüş, benlikte ki, İsa’ya dönüştürülmemiş insandan bahsettiğidir. Bedende olan insanların tarifi verilmiştir.

Yararsız derken, Pavlus ne kast etmiştir? İsa Mesih, yararsız hizmetçilerden bahsetmiştir. Yarardan bahsetmemiz için pozitif değerlere sahip olmamız gerekmektedir. İsa’ya iman etmemiş bir kişi bedendendir ve geçici değerlere sahip başarılara ulaşabilir. Bedendeki kişi, tüm dünyayı kazanabilir ancak kendisinde bulunan en değerli şeyi, ruhunu kaybedebilir. Bir kişinin sahip olabileceği en değerli hazine, Mesih’tir. O eşi olmayan bir incidir, O’na sahip olan kişi olası en büyük kazanca sahiptir.

Ruhsal açıdan ölü olan bir insan, kendi bedeni ile Mesih’i kazanması mümkün değildir. Bu kişi, Kutsal Kitap’ta, “Gözlerinde Tanrı korkusu yoktur” olarak tasvir edilmektedir (Rom. 3:18). Adaletli olmayanlar, iyilik yapmayanlar, Tanrı’yı asla aramayanlar, tamamen yararsız olanlar, gözlerinde Tanrı korkusu olmayanlar, kendi yüreklerini asla Mesih’e yöneltemezler.

RUHSAL ÖLÜMDEN CANLANMA

Ruhsal ölümün tek tedavisi, ruhlarımızda Tanrı olan Kutsal Ruh’un ruhsal yaşamı yaratımasıdır.  Bu lütuf eylemi hakkında ayetleri Efesliler’de bulmaktayız:

 

Sizler bir zamanlar, içinde yaşadığınız suç ve günahlarınızdan ötürü ölüydünüz. Bu dünyanın gidişine ve havadaki hükümranlığın egemenine, yani söz dinlemeyen insanlarda şimdi etkin olan ruha uymaktaydınız. Bir zamanlar hepimiz böyle insanların arasında, doğal benliğin ve aklın isteklerini yerine getirerek benliğimizin tutkularına göre yaşıyorduk. Ötekiler gibi doğal olarak gazap çocuklarıydı. Ama merhameti bol olan Tanrı bizi çok sevdiği için, suçlarımızdan ötürü ölü olduğumuz halde, bizi Mesih’le birlikte yaşama kavuşturdu. O’nun lütfuyla kurtuldunuz. Tanrı bizi Mesih İsa’da, Mesih’le birlikte diriltip göksel yerlerde oturttu. Bunu, Mesih İsa’da bize gösterdiği iyilikle, lütfunun sonsuz zenginliğini gelecek çağlarda sergilemek için yaptı. İman yoluyla, lütufla kurtuldunuz. Bu sizin başarınız değil, Tanrı’nın armağanıdır. Kimsenin övünmemesi için iyi işlerin ödülü değildir. Çünkü biz, Tanrı’nın önceden hazırladığı iyi işleri yapmak üzere Mesih İsa’da yaratılmış olarak Tanrı’nın eseriyiz. (Efesliler 2:1-10).

Bu ayetlerde, Tanrı’nın İlahi Takdirinin en mükemmel bir biçimde ifade edilişini görmekteyiz.  Pavlus’un kaleme aldığı bu ayetlerde, Tanrı’nın lütfunun zenginliği vurgulanmıştır. Bizlerin bu vurgulamaya ayrı bir dikkat göstermemiz ve bu lütfu asla küçümsememiz gerekir. Bu bölüm,   Kutsal Ruh’un bizlerde yarattığı yeni yaşamın kutlamasıdır.

Bazı kişiler Ruh’un bu işini canlanma olarak tasvir ederler. İngilizce’de günlük lisanda az kullanılan bu kelimenin en sık kullanıldığı olay, bir bebeğin anne rahminde ilk kıpırtısının, anne tarafından hissedilmesi olayıdır. Kısaca “canlanma” kelimesi İngilizce’de bir bebeğin ilk yaşam belirtisi anlamındadır.

Burada kullanılan canlanma ya da yaşama kavuşturma ifadeleri, genel olarak yeniden doğma ya da yeniden yaratılma olarak kullanılır. Yeniden doğma, kelime anlamlarının da ileri sürdüğü gibi, “tekrar doğmayı” ifade etmektedir. Yaratmak (generate), bir şeyi başlatmak onun var olmasını sağlamaktır. Kutsal Kitap’ın birinci kitabına bakarsanız ismini Yaratılış (Genesis) olduğunu görürsünüz. Yeniden doğma ya da yeniden yaratılma, bir şeyin tekrar başlatılması  anlamına gelmektedir. Bizi ilgilendiren anlam ise yeni bir hayatın, ruhsal bir hayatın başlamasıdır.

Bu ayetlerde şu an ki hayatımızı tasvir etmek için ölü ifadesi kullanılmıştır. Düşmüş olan insan, bu ayetlerde şöyle tasvir edilmiştir: “günahlarınızdan ötürü ölüydünüz.” Tanrı’ya ölü olan bir kişinin Tanrı’ya dirilmesi için ya ona bir şey yapılmalıdır ya da onun için bir şey yapılmalıdır. Ölü olan bir kişi kendi kendine, kendi içinde ruhsal yaşam yaratamaz. Pavlus, yeniden doğmayı bizlere veren kişinin Tanrı olduğunu açıkça belirtmiştir. Bizleri ruhsal ölümden, yeni bir yaşam vererek  canlandıran Tanrı’dır.

Düşmüş olan insan günahları içinde ölüdür. Bu ayetlerde, düşmüş olanlardan “benliğinin tutkularına göre yaşayan, doğal olarak gazap çocukları” olarak bahsedilmektedir. Bu kişilerin doğal yapısı, “bu dünyanın gidişine” uymaya mecburdur. Bu kişilerin izlediği Egemen Tanrı değildir, havadaki hükümranlıktır. Pavlus, bu durumu sadece en kötü günahkarlar için geçerli olmadığını, kendisi ve İsa Mesih’teki kardeşleri içinde eskiden geçerli olduğunu belirtmektedir. (“Bir zamanlar hepimiz böyle insanların arasında, doğal benliğin ve aklın isteklerini yerine getirerek benliğimizin tutkularına göre yaşıyorduk … .”)

önceden belirleme hakkındaki Reform karşıtı görüşlerin bir çoğu, düşmüş olan adamın   ruhsal ölü olduğu gerçeğini ciddiye alma konusunda yetersiz kalmaktadır. Diğer Müjdeci (evangelical) görüşler, insanın düşmüşlüğünü ve bu durumun ciddiyetini kabul ederler. Günahın ne kadar radikal bir problem olduğunu görmüşlerdir. İnsanın sadece hasta olmadığı, ölesiye hasta olduğunu kabul etme konusunda hevesli ve acelecidirler ancak insanın ruhsal olarak daha ölmediğini, bedeninde hala daha küçücük bir ruhsal yaşam nefesi olduğuna inanmışlardır. Yüreklerinde hala daha küçük bir doğruluk adacığı olduğunu ve düşmüşlüğüne rağmen güçsüz ve ufak ahlaki yeteneklerinin o ada da direndiğini düşünürler.

Kendilerini dinleyenlerin tövbe edip, iman etmelerini isteyen Evangelistler’den iki hikaye duymuştum. Birinci hikaye, ölümcül bir rahatsızlık geçiren bir kişi ile ilgili bir benzetmeydi. Günahkar kişinin ölesiye hasta olduğu, hatta ölüm döşeğinde olduğu belirtilir. Bu kişide, kendisini bu hastalıktan kurtarma gücü yoktur. Yatakta neredeyse felç olmuş bir şekilde ölümü beklemektedir. Tanrı’nın sunacağı, kendisine iyi gelecek şuruptan içene kadar da iyileşmeyecektir. Ancak bu adam o kadar hastadır ki elini uzatıp bu şurubu içecek gücü bile yoktur, neredeyse komaya girmiştir. Tanrı’nın sadece bu kişiye şurubu tedarik etmesi yetmemiştir, bir de bu şurubu alıp bir kaşığa döküp, ölmekte olan kişinin ağzına koyması gerekmektedir. Eğer Tanrı bunları yapmaz ise bu kişi kesinlikle ölecektir. Ancak Tanrı’nın yapacakları, bu tedavinin %99’unu oluşturmaktadır, bu kişiye düşen %1’lik bir pay vardır. Bu kişinin bu şuruptan içebilmesi için ağzını açması gerekmektedir. Bu kişinin geleceğinde ulaşacağı yerin cennet veya cehennem olmasını belirleyecek olan yapılması mecburi özgür irade eylemidir. Ağzını açıpta bu şuruptan içecek olan her adam, bu ilacın lütufkar hediyesine kavuşacak ve kurtulacaktır ancak dudaklarını aralamayan adam yok olacaktır.

Bu benzetme neredeyse Kutsal Kitap öğretişlerine ve Pavlus’un bildirdiği yeniden doğmanın lütfu öğretişine uymaktadır. Tamamen uymakta mıdır? Hayır. Kutsal Kitap, ölümcül biçimde hasta olan insanlardan bahsetmemektedir. Pavlus’un kaleme aldığı gibi insanlar ruhsal olarak ölüdürler. İnsanların içinde bir zerre kadar bile ruhsal yaşam kalmamıştır. Eğer bu insanlar yaşama kavuşturulacaklar ise Tanrı’nın bu insanlara ilaç sunmaktan fazlasını yapması gerekmektedir. Ruhsal olarak ölü olanlar ağızlarını açıp hiçbir şeyi içemezler. Onların çeneleri ölesiye kilitlenmiştir. Bedenleri hareketsizdir. Bu kişilerin ölümden diriltilmeleri gerekir.  Bu kişiler, yeni yaratıklar olmalı, Mesih tarafından işlenmeli ve Ruh’ta yeniden doğmalıdırlar.

Kendilerini evangelizme adamış olanlar için ikinci bir benzetme en az birincisi kadar popülerdir. Bu benzetmede düşmüş insan, yüzmeyi bilmeyen ve boğulmakta olan adama benzetilmektedir. İki kez su altına gömülmüş ancak son kez su üstüne çıkabilmiştir. Eğer suyun altında bir kez daha kalırsa boğularak ölecektir. Onun tek ümidi Tanrı’nın kendisine can simidi atmasıdır. Tanrı tekneden can simidinin atmıştır ve sudaki insanın tam parmak uçlarına değecek bir şekilde bu can simidin ipini sallandırmaktadır. Bu adamın yapacağı tek şey bu can simidine tutunmaktır. Eğer, bu adam bu can simidine tutunursa, Tanrı kendisini tekneye çekecek ve kurtaracaktır. Eğer bu adam can simidini redederse, kesinlikle mahvolacaktır.

Bir kez daha bu benzetmede, günahkar adamın Tanrı’nın yardımı olmadan çaresiz bir durumda olduğu vurgulanmaktadır. Boğulmakta olan insan ciddi bir durumla karşı karşıyadır. Kendisini kurtaracak gücü yoktur. Ancak, hala daha hayattadır; hala daha parmaklarını uzatıp can simidini tutması gerekmektedir. Onun parmakları, onun kurtuluşu için hayati bir anlam taşımaktadır. Onun kurtuluşu tamamen parmakları ile yapacağına bağlıdır.

Pavlus, insanın ölü olduğunu söylemiştir. Bahsettiği insan, boğulmakta olan bir insan değil, suyun dibini çoktan boylamıştır. Ölü olan birisine can simidi atmak boşu boşuna yapılan bir eylemdir. Eğer Pavlus’un kaleme aldığı bu ayetleri doğru anlıyor isem, Tanrı suya bizzat atlamakta, ölü adamı denizin dibinden yukarı çekmekte, su yüzüne çıkardığı zamanda suni teneffüs yapmaktadır. Tanrı, ölü adama nefesini üfleyerek yeni bir yaşam vermiştir.

Yeniden doğmanın, yeni bir yaşam ile olan bağlantısını unutmamanın ayrı bir önemi vardır.   Buna Yeni Doğuş ya da Yeniden Doğmak denmektedir. Ne yazık ki bu konu hakkında bir çok yanlış anlama mevcuttur. Yeniden Doğuş, Kutsal Kitap’a göre, Mesih’te bizim olan yeni yaşama sıkı bir şekilde bağlıdır. Doğa biliminde olduğu gibi doğum olmadan yaşam da olamaz. Doğa üstü ifadeler kullandığımızda diyebiliriz ki, yeniden doğuş olmadan yeni bir yaşamda olmayacaktır.

Doğuş ve yaşam, birbirine çok sıkı bir şekilde bağlı olsalar da aynı şey değildirler. Doğuş, yeni bir yaşamın başlangıcıdır. Bu doğa biliminin ifade ettiği kesin bir gerçektir. Her sene yaş günümüzü kutlarız. Bizler, Alice Harikalar Diyarında’ki her yaş gününü olmayan günde kutlayan kraliçe gibi değiliz. Doğuş, bir-kerelik bir tecrübedir. Doğuş kutlanabilinir ancak tekrarlanamaz. Doğuş, yeni bir geçiş esnasındaki kesin bir andır. Bir kişi ya doğmuştur ya da daha doğmamıştır.

Aynı kurallar ruhsal yeniden doğma içinde geçerlidir. Yeniden Doğma, yeni bir yaşam üretir. Yeni bir yaşamın başlangıcıdır ancak yeni yaşamın tümü değildir. Ruhsal ölümden, ruhsal yaşama geçerken yaşadığımız hayati bir andır. Bir insan kısmen de olsa asla yeniden doğamaz. Bir insan ya yeniden doğmuştur ya da doğmamıştır.

Yeniden Doğma hakkındaki açık ve kesin olan Kutsal Kitap öğretisi, bunun Tanrı’nın işi olduğunu ve sadece Tanrı’nın bunu gerçekleştirebileceği yönündedir. Bizler kendimizin yeniden doğmasını sağlayamayız. Beden, ruh doğuramaz. Yeniden doğma, bir yaratılış eylemidir. Yaratma, Tanrı’nın işidir.

İlahiyatta kullanılan monergizm diye bir teknik terim vardır ve şu an ki konumuzda bu terimi kullanmanın faydası vardır. Bu kelimenin iki kökü vardır. Mono yani “tek.” Monopol, tüm pazarı ele geçirmiş ya da sahip bir işletim sistemidir (tekel). Monoplane, tek kanatlı bir uçak çeşididir. Erg, okul döneminizden hatırlayabileceğiniz gibi, bir ünite iş anlamına gelmektedir. herkesin kullandığı ve bildiği enerji kelimesinin köküdür.

Parçaları birleştirdiğimiz zaman, “tek-iş”, “tek taraflı eylem” şeklinde bir anlam elde ederiz. Eğer, yeniden doğma monergistiktir dersek, burada kastettiğimiz anlam, bu eylemin bir taraf tarafından gerçekleştirildiğidir. Bu eylemi gerçekleştiren ise Tanrı olan Kutsal Ruh’tur. Bizleri yeniden O doğurur; biz bu işi kendimiz yapamayız hatta bu eylem esnasında O’na yardımcı bile olamayız.

Bu yazıları okuyunca, insanları birer kukla gibi gördüğümüzü düşünebilirsiniz. Kuklalar tahtadan yapılırlar. Tepki vermek gibi bir yetileri yoktur. Kuklalar, hareketsiz, cansız objelerdir ve iplerle kumanda edilirler. Bizim bu kitapta ele aldığımız varlıklar kuklalar değil, ruhsal olarak ölü olan insanlardır. Bu insanların yürekleri talaş tozundan değil, taştandır. İnsanlar iplerle yönetilmezler. Biyolojik olarak canlıdırlar ve eylemlerde bulunurlar, kararlar alırlar ancak Tanrı’ya yönelme konusunda bir karar alamazlar.

Tanrı, insan ruhunu yeniden doğurduğu zaman, bizleri ruhsal olarak canlı yaptığı zaman, bizler kararlar alırız, inanırız, imanımız olur, Mesih’e bağlanırız. Tanrı, bizim adımıza inanmaz. İman, monergistik değildir.

Daha önceki bölümlerde, düşmüş insanın içinde bulunduğu kötü durum ve onun beşeri iradesinin statüsü hakkında konuşmuştuk. Bu insanın her ne kadar düşmüş olsa da, tercih yapabilme yetisi açısından hala daha özgür iradesinin mevcut olduğunu belirtmiştir. Düşmüş insanın manevi yetersizlik adını verdiğimiz sorununun bir sonucu ise bu kişinin Mesih için bir arzu besleyememesidir. Düşmüş insan, Mesih’e karşı gönülsüz ve isteksizdir. Bir kişi Mesih’e çekilmedikçe ya da çekilene kadar Mesih’i seçemez. İlk olarak Mesih’i arzulamadıkça, asla Mesih’e kavuşamayacaktır.

Yeniden doğma esnasında Tanrı, yüreklerimizi değiştirir. Bizlere yeni bir eğilim yeni bir karakter verir. Yüreklerimize Mesih için bir arzu eker. İlk olarak Mesih’i arzulamadan, O’na kurtuluşumuz için güvenebilmemiz olanaksızdır. Daha önce yeniden doğma imandan önce yer alır dememizin sebebi budur. Yeniden doğma olmadan, Mesih için bir arzumuz olamaz. Mesih için bir arzumuz olmadan, asla Mesih’i seçemeyiz. Vardığımız sonuç şudur: Bir kişi inanmadan önce hatta bir kişinin inanabilmesi için ilk olarak bu kişinin yüreğinin Tanrı tarafından değiştirilmesi lazımdır.

Tanrı, bizleri yeniden doğurduğunda, bu bir lütuf eylemi olarak gerçekleşir. Efesliler 2’ye tekrar bakalım: “Ama merhameti bol olan Tanrı bizi çok sevdiği için, suçlarımızdan ötürü ölü olduğumuz halde, bizi Mesih’le birlikte yaşama kavuşturdu. O’nun lütfuyla kurtuldunuz.”

Bir zamanlar hizmet ettiğim bir kilisedeki bir bayan nakış işleme ile bir yazı yazmıştı ki bu yazı hala daha masamın üzerinde durmaktadır. Bu nakış işlemede sadece “ama” yazılıdır. Pavlus’un, düşmüş insanın ruhsal konumunu sayıp dökmesi bile bizleri umutsuzluğa itmeye yetmektedir. Ama ayetin son cümleleri bizleri rahatlatmaktadır. “Ama” Eğer bu ‘ama’ olmasaydı bizler yok olmaya mahkumduk. “Ama”, müjdenin özünü yansıtmaktadır.

Pavlus’un kaleme aldığı ayetlerde, “Ama merhameti bol olan Tanrı … .” ifadesini görmekteyiz. Dikkat ederseniz ayetlerde, “Ama iyi işleri bol olan insan” denmemiştir. Bizleri yaşama kavuşturan Tanrı ve sadece Tanrı’dır. Peki, Tanrı bunu ne zama gerçekleştirir? Pavlus, bu konuyu tahmine bırakmamıştır. Ayetler de derki, “. . . , suçlarımızdan ötürü ölü olduğumuz halde.” İşte, bizler ruhsal olarak ölüyken bizlere verilen lütfun hayrete düşürücü kısmı budur.

Pavlus’un ilettiği bu ayetlerde kurtuluşun iyi işlere değil, lütufa bağlı olduğu açıkça belirtilmektedir. Bu öğretiyi ayetlerin şu bölümünde görmekteyiz, “İman yoluyla, lütufla kurtuldunuz. Bu sizin başarınız değil, Tanrı’nın armağanıdır. Kimsenin övünmemesi için iyi işlerin ödülü değildir..” Bu ayetler bu konuyu sonsuza kadar açılmayacak bir şekilde kapatmakta ve mühürlemektedir. Bizlerin kurtuluşunu sağlayan yol olan iman bir hediyedir, lütuftur. Elçi, bu bizim başarımız değil derken, bu bizim imanımızla değil dememektedir. Tekrar etmemiz gerekirse, Tanrı bizler için inanma eylemini gerçekleştirmez. Bu bizim kendi imanımızdır ancak bu iman içimizden oluşmamakta, bize verilmektedir. Bu hediye kazanılmaz ya da hakkedilmez. Bu hediye salt bir lütuf eseridir.

Protestan Reformasyonu esnasında meşhur olan üç slogan vardır. Bu sloganlar Latin’cedir: sola fide, sola gratia, ve soli deo gloria. Bu üç slogan beraberce kullanılır. Birbirinden asla ayrılmamaları gerekir. Anlamları şöyledir: “sadece iman ile,” “sadece lütuf ile,” ve “sadece Tanrı’nın yüceliği ile.”

KARŞI KONULAMAZ LÜTUF?

Tanrı’nın yeniden doğma eyleminin bir lütuf işi olduğu konusunda bir çok Hıristiyan aynı fikirdedir. Fikir ayrılıkları ise bu lütfun karşı konulamaz olup olmadığı mevzusundadır. Bir kişinin yeniden doğuş lütfunu alıp imana gelmemesi mümkün müdür?

Kalvinist görüş bu soruya kesinlikle “Hayır!” cevabını vermektedir, bunun tek sebebi   Tanrı’nın kurtarıcı lütfunun söylev olarak karşı konulamaz olduğuna olan inancı değildir.

Karşı konulamaz lütuf terimi yanlış anlaşılmalara yol açabilen bir terimdir. Tüm Kalvinistler, Tanrı’nın lütfuna direnebilirler ve direnmektedirler inancını paylaşmaktadırlar. Sorun şu noktadadır, “Yeniden doğma lütfu hedefine ulaşmada başarısız olabilir mi?” Unutmamanız gereken nokta ruhsal olarak ölü olan insanların biyolojik olarak canlı olmalarıdır. Kendilerinde hala Tanrı’nın aksine doğru bir eğilime bağlı bir irade vardır. Lütufa karşı koymak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. İsrail tarihi, Tanrı’nın lütfunu defalarca reddetmiş olan taş kafalı ve boyun eğmez insanların tarihidir.

Tanrı’nın lütfu, karşı koyduğumuz ve koyabileceğimiz için karşı konulabilir. Aynı zamanda karşı konulamaz çünkü amacına ulaşır. Tanrı’nın lütfu, Tanrı’nın arzuladığı etkiyi yaratır. Ben bu yüzden  karşı konulamaz lütuf yerine etkili lütuf ifadesini tercih ediyorum.

Burada ele aldığımız lütuf, yeniden doğma lütfudur. Yeniden doğma esnasında Tanrı içimizde kendisi için bir arzu yaratmaktadır. Ancak içimizde bu arzu ekilmiş bile olsa, bizler her zaman ki gibi yaşamaya devam eder, seçimlerimizi o an ki en güçlü motivasyonumuza göre yapmaya devam ederiz. Eğer Tanrı, bizlere Mesih için bir arzu verirse, bizlerde bu arzuya göre hareket ederiz. Kesinlikle içimizde var olan bu arzunun amacını yerine getiririz ve Mesih’i seçeriz. Tanrı bizleri ruhsal olarak canlandırdığı zaman, bizler ruhsal olarak yaşamaya başlarız.  Sadece Tanrı’nın yaratabileceği ruhsal yaşama kendi başımıza kavuşma olasılığımız yoktur. İçimizdeki ruhsal yaşamı o başlatır. O, bir şeye ol derse o olur.

Tanrı’nın iç çağrısından bahsetmiştik. Tanrı’nın iç çağrısı, Tanrı’nın dünyayı yaratmak için yaptığı çağrı kadar güçlü ve etkilidir. Tanrı, dünyayı var olmaya davet etmemiştir. Tanrısal bir buyruk vermiştir, “Işık olsun!” ve ışık olmuştur. Bu buyruktan sonra başka bir şeyin gerçekleşme olasılığı yoktur. Işık parlamak zorundadır.

İsa, Lazar’ı dışarı çağırdığında mezarında kalabilir miydi? İsa seslendi, “Lazar, dışarı çık!” Ölü, elleri ayakları sargılarla bağlı, yüzü bezle sarılmış olarak dışarı çıktı. Tanrı yaratırken, sadece kendisinde olan bir gücü kullanır. Yoktan var etme ve ölümden yaşam çıkarma sadece O’nda olan güçlerdir.

Bu noktada da bir çok karmaşa mevcuttur. John Gerstner’dan aldığım ilk derste söylediklerini hiç unutamıyorum. Dersin konusu önceden belirlemeydi. Dersin başlamasından kısa bir süre geçtikten sonra Dr. Gerstner’ın ilgisi elini devamlı havada sallayan bir öğrenci tarafından dağıldı. Gerstner durdu ve öğrenciye söz verdi. Öğrencinin sorusu şöyleydi, “Dr. Gerstner, sizin bir Kalvinist olduğunuzu söylememizde bir mahsur var mı?” Gerstner, “hayır” diye cevaplayıp derse kaldığı yerden devam etti. Birkaç dakika sonra Gerstner’ın gözlerine bir şeylerin farkına varmadan dolayı bir parlama geldi ve dersi kesip öğrenciye şu soruyu sordu, “Bir Kalvinisti nasıl tanımlarsın?”

Öğrenci, “Kalvinist, Tanrı’nın bazı insanları Mesih’i seçmek için zorladığına ve bazı insanları da Mesih’i seçmekten mahrum ettiğine inanan bir kişidir” cevabını verdi. Gerstner, dehşete düşmüştü. “Eğer bir Kalvinist bu ise, benim Kalvinist olmadığıma inanabilirsiniz” dedi.

Öğrencinin karşı konulamaz lütuf hakkındaki yanlış anlaması çok yaygın bir hatadır. Bir keresinde bir Presbiteryan seminerinin başkanının, “Ben bir Kalvinist değilim çünkü ben Tanrı’nın bazı insanların tüm iradeleri ile karşı koymalarına rağmen zorla ve bağıra bağıra krallığa sokmasına ve orada olmak için can atanları içeri almamasına inanmıyorum” dediğini duymuştum.

Bu ifadeyi duyduğum zaman küçük dilimi yutacak gibi olmuştum. Bir Presbiteryan seminerinin başkanının, kendi kilisesinin teolojisi hakkında bu kadar iğrenç bir yanlış anlamada bulunmasının mümkün olmadığını düşünmüştüm. Seminer başkanı, Kalvinizm’e olabilecek en uzak karikatürü çizmekte idi.

Kalvinizm, Tanrı’nın bazı insanların tüm iradeleri ile karşı koymalarına rağmen zorla ve bağıra bağıra krallığa soktuğunu ve orada olmak için can atanları içeri almadığını öğretmemiştir ve öğretmemektedir. Hatırlarsanız, önceden belirleme hakkındaki Reform doktrinin denge noktası insanın ruhsal ölü olması hakkındaki Kutsal Kitap öğretisine dayanmaktadır. Doğal benliğinde olan insan Mesih’i isteyemez. Mesih’i sadece Tanrı yüreğine Mesih için bir arzu koyarsa isteyebilir. Bu arzu, yüreğe konduktan sonra Mesih’e gelenler bunu iradelerinin çığlıklar ve göz yaşlarıyla karşı koymasına rağmen yapmaz. Mesih’e gelirler çünkü gelmek isterler. Artık bu kişiler İsa’yı arzulamaktadırlar. Kurtarıcıya doğru koşmaktadırlar.  Karşı konulamaz lütfun en önemli noktası şudur: Yeniden Doğma bir insanın ruhsal yaşamını öyle bir şekilde canlandırır ki, bu kişi İsa Mesih’in karşı konulamaz gerçek sevgisini anlar. Tanrı’nın işlerine canlandırılanlar için İsa Mesih karşı konulamaz olandır. Tanrı’nın verdiği yeni yaşam ile çarpan her yüreğe sahip ruh, içerisinde yaşayan Mesih’e karşı bir özlem duyar. “Baba’nın bana verdiklerinin hepsi bana gelecek ve bana geleni ben asla kovmam.” (Yuhanna 6:37).

“Etkili lütuf” terimi, bazı karıştırmaları engellemeye yardımcı olabilir. Etkili lütuf, Tanrı’nın arzularını gerçekleştiren bir lütuftur.

Yeniden doğuş hakkındaki Reform karşıtı görüşler ile bu görüşün farkı nerdedir? En popüler alternatif görüş ise önceki lütuf konseptidir.

ÖNCEKİ LÜTUF

İsminden de anlaşılabilineceği gibi, önceki lütuf, “bir şeyde önce gelen” lütuftur. Genel olarak, Tanrı’nın herkes için yaptığı eylem olarak bilinir. Bu görüşe göre Tanrı herkese İsa’ya cevap verecek kadar yeterli lütuf vermiştir. Bu lütuf insanların Mesih’i seçmelerine imkan vermeye yetecek miktardadır. Bu lütuf ile beraber olmayı kabul eden ve uyum gösterenler “seçilmiş olanlardır.” Bu lütuf ile beraber olmayı reddedenler ise kaybolmuş olanlardır.

Bu görüşün pozitif yanı, düşmüş insanın ruhsal durumunun, kurtulmak için Tanrı’nın lütfuna ihtiyacı olacak kadar ciddi olduğunu kabul etmesidir. Bu görüşün iki adet negatif yönünü gösterebiliriz. Eğer bu önceki lütuf, insanlara dışardan gelmekte ise ilaç ve can simidi örneklerinin düştüğü hatanın aynısına düşmektedir. Eğer bu önceki lütuf ruhsal açıdan ölü yaratıklara dışardan yaklaşmakta ise ne faydası vardır ki?

Diğer taraftan, eğer önceki lütuf, Tanrı’nın düşmüş insanların yüreğinde yaptığı bir şey ile alakalı ise, o zaman neden bu lütfun her zaman etkili olmadığını sormak zorundayız. Neden bazı düşmüş insanlar bu lütuf ile beraber olmayı kabul edip, ona uyum gösterirken, bazı insanlar bunu istemez? herkese bu lütuftan aynı derecede verilmemekte midir?

Birde bu görüşe, kişisel olarak bakalım. Eğer siz bir Hıristiyan iseniz, etrafınızda Hıristiyan olmayan kişilerin varlığının farkına varmışsınızdır. Niçin siz Mesih’e iman ederken, onlar iman etmemektedir? Niçin siz iddia edilen bu önceki lütufa evet derken, onlar bu lütufa hayır demişlerdir? Bunun sebebi sizin diğer insanlardan daha düzgün bir kişi olmanız mıdır? Eğer durum böyleyse, o zaman gerçekten gurur duymanız gereken bir özel durumunuz vardır. Bu sizin kendi başarınız olan içinizdeki üstün doğruluk mudur ya da Tanrı’nın bir lütfu mudur? Eğer bu sizin başarınız ise demek ki sizin kurtuluşunuz, kendi doğruluğunuza dayanmaktadır. Eğer doğruluk bir hediye ise niçin Tanrı aynı hediyeden herkese vermemiştir?

Belki de sizin Hıristiyan olmanızın sebebi daha iyi bir insan olmanızdan daha çok daha zeki bir insan olmanızdır. Peki siz neden daha zekisiniz? Çünkü daha mı çalışkansınız (ki bunun anlamı sizin daha düzgün bir kişi olduğunuz mudur)? Ya da siz daha zekisinizdir çünkü Tanrı, başkalarına ölçülü dağıttığı zekayı size daha fazla mı vermiştir? Size zekilik hediyesini mi sunmuştur?

Emin olduğumuz bir şey varsa o da önceki lütuf görüşünü benimsemiş birçok Hıristiyan, bu sorulardan şiddetle kaçınmaktadırlar çünkü bu soruların cevaplarında saklanan kibir ve kendini beğenmişliğin farkındadırlar. Genellikle verdikleri cevap şu olmaktadır, “Hayır, ben Mesih’i seçtim çünkü O’na olan dayanılmaz ihtiyacımı fark ettim.”

Bu cevap tabi ki kulağa daha alçak gönüllü gelmektedir. Ancak ben bu sorulara bir az daha devam etmek istiyorum. Siz Mesih’e olan dayanılmaz ihtiyacınızı fark ederken, komşunuz neden bu ihtiyacını fark etmedi? Bunun sebebi, sizin komşunuzdan daha iyi ya da daha zeki bir insan olmanız mı?

Önceki lütfu savunanlara 100 milyon değerindeki sorumuz şudur: Niçin bazı insanlar bu lütufa cevap verirken diğerleri vermezler? Bu soruya vereceğimiz cevap kurtuluşumuzun lütufa ne kadar dayalı olduğuna olan gerçek inancımızı da ortaya koyacaktır.

500 milyarlık soru ise, “Kutsal Kitap’ta önceki lütuf doktrininin öğretisi var mıdır? Eğer var ise, nerededir?”

Bizler kurtuluşumuzun Tanrı’dan geldiğine inanırız. Bizlerin yeniden doğması sağlayan O’dur. O’nun yeniden doğuşu verdikleri Mesih’e gelirler. Yeniden doğuş olmadan hiç kimse Mesih’e gelemez. Yeniden doğmuş olan hiç kimse Mesih’i reddedemez. Tanrı’nın kurtaran lütfunun göstereceği etki, Tanrı’nın tasarladığı etkidir.

BÖLÜM 5’İN ÖZETİ

  1. Bizlerin kurtuluşu, Tanrı’dan gelen bir inisiyatiften kaynaklanmaktadır. Esir olanları özgür kılan, Tanrı olan Kutsal Ruh’tur. Bizlere ruhsal yaşam üfleyen ve bizleri ruhsal ölümden dirilten O’dur.
  2. Bizlerin Tanrı tarafından yaşama kavuşturulmadan önceki durumu, ruhsal ölüm durumudur. Bu durum, ölümcül hastalık durumundan çok daha ciddi bir durumdur. Tanrı bizleri canlandırana kadar içimizde bir zerrecik bile ruhsal yaşam yoktur.
  3. Yeniden doğmadan kimse Mesih’e gelemez. Yeni doğanların hepsi Mesih’e gelir. Tanrı’nın yollarına ölü olanlar, Tanrı onları diriltene kadar bu yollara ölü kalırlar. Tanrı’nın dirilttikleri ise yaşama kavuşurlar. Kurtuluş, Tanrı’dandır.

 

ÖNCEDEN BİLME VE ÖNCEDEN BELİRLEME

Önceden belirleme hakkındaki Reform görüşünü reddeden Hıristiyanların büyük bir çoğunluğu önceden belirleme hakkındaki öngörü ya da önceden bilme görüşünü kabul etmişlerdir (geleceği görme, ön bilgelik). Açıkça ifade edersek, bu görüş, sonsuzluğun başından beri Tanrı’nın bizlerin nasıl yaşayacağımızı bildiğini öğretmektedir. Bu öğretişe göre Tanrı, bizlerin Mesih’i kabul edeceğimizi ya da reddedeceğimizi önceden, bizim özgürce yapacağımız tercihleri daha biz bu tercihleri yapmadan bilmektedir. Tanrı’nın, bizleri kurtuluşa seçmesi, bizim yapacağımız tercihleri bilmesi üzerine kurulmuştur. O bizi seçmektedir çünkü bizim O’nu seçeceğimizi önceden bilmektedir. Bu öğretişe göre seçilmiş olanlar ise kendi özgür seçimleri ile Mesih’i seçeceklerini Tanrı’nın önceden bildiği kişilerdir.

Bu anlayışa göre hem Tanrı’nın sonsuz hükmüne hem de insanın özgür tercihlerine dokunulmamış olur. Bu görüşe göre Tanrı’nın kararlarında keyfi bir yön yoktur. Bu görüşe inandıktan sonra ne birer kuklalara indirildiğimiz hakkında ne de özgür irademizin çiğnendiği hakkında konuşmaya gerek kalmamaktadır. Tanrı, herhangi bir kötülük yapma iddialarından temize çıkartılmaktadır. Bizlerin nihai yargılanması tamamen bizlerin Mesih’i seçip, seçmememize bağlanmış durumdadır.

Önceden belirleme hakkındaki bu görüş hakkında yapılacak çok fazla yorum vardır. Bu görüş kulağa hem tatminkar gelmektedir hem de yukarıda bahsettiğimiz kazançları sunmaktadır.  Bunlara ek olarak Kutsal Kitap’tan arkasına en azından bir tane destek almış gibi gözükmektedir. Dikkatlerimizi, Pavlus’un Romalılara mektubuna bir kez daha odaklayalım:

Tanrı’nın, kendisini sevenlerle, amacına göre çağrılmış olanlarla birlikte her durumda iyilik için etkin olduğunu biliriz. Tanrı, önceden bildiği kişileri, Oğlunun benzerliğine dönüştürmek üzere önceden belirledi. Öyle ki, Oğul birçok kardeşler arasında ilk doğan olsun. Tanrı, önceden belirlediği kişileri çağırdı, çağırdığı kişileri akladı ve akladığı kişileri yüceltti. (Romalılar 8:29, 30).

Romalılar’ın bu meşhur ayetleri “Kurtuluşun Altın Zinciri” olarak adlandırılmıştır. Bu ayetlerde, Tanrı’nın önceden bilmesi ile başlayan ve imanlıların yüceltilmesi ile noktalanan bir tür düzen dikkatimizi çeker. Önceden bilme görüşü için bu ayetlerde, Tanrı’nın önceden bilmesinin, Tanrı’nın önceden belirlemesinden önce gelmesi hayati bir önem taşımaktadır.

Benim, önceden belirleme hakkındaki önceden bilme öğretisinin görüşüne karşı şahsi bir minnettarlığım vardır. Reform görüşüne boyun eğmeden önce bu görüşü benimsemiştim ancak birkaç sebepten dolayı bu görüşü terk ettim. Ancak bir kere bile olsun önceden bilme görüşünün önceden belirleme doktrini hakkındaki Kutsal Kitap açıklaması olduğuna tamamen ikna olamadım, hatta bu görüşün önceden belirleme hakkındaki Kutsal Kitap doktrininin reddedişi olduğunu düşünmekteyim. Bu görüş, Tanrı’nın bu konudaki bütün öğretişini dikkate alma konusunda başarısız kalmıştır.

Önceden bilme görüşünün belki de en zayıf noktası, onun dayanak noktası olarak gösterilen ayetlerdir. Daha titiz bir analiz yapıldığı zaman yukarıda alıntısı yapılan Romalılar kitabındaki ayetler, önceden bilme görüşü için ciddi problemler oluşturmaktadır. Bir taraftan, bu ayetlerin içeriği, önceden bilme görüşünü desteklemek için yetersizdir. Çünkü bu ayetlerin öğretisi, önceden bilme görüşünü savunanların istediğinden daha az öğretmektedir ve istemedikleri unsurları da öğretmektedir.

Peki bu nasıl olmaktadır? İlk olarak, bu ayetlerde Tanrı’nın önceden belirlemesinin, Tanrı’nın önceden bilmesi ile gerçekleştiği öğretisi mevcut değildir. Pavlus ortaya çıkıp, Tanrı’nın insanları, onların ilerde yapacakları seçimlerin ön bilgisine bağlı olarak seçtiğini söylememiştir. Bu fikir bu ayetlerde ne ifade edilmiştir nede ima edilmiştir. Bu ayetlerin ifade ettiği tek şey, Tanrı önceden bildiği kişileri önceden belirlemiştir. Bu tartışmaya katılan tarafların hiç birisi Tanrı’nın her şeyi önceden bildiğine itiraz etmemektedir. Tanrı’nın bile hakkında hiçbir şey bilmediği insanları seçmesi olanak dışıdır çünkü Tanrı’nın Yakup’u seçmeden önce zihninde Yakup ile ilgili bazı fikirleri olması gerekir. Ancak bu ayetler, Tanrı’nın Yakup’u, Yakup’un seçimleri doğrultusunda seçtiğine dair hiçbir öğreti yoktur.

Dürüst olmak gerekirse önceden bilme görüşü ile Romalılar 8’de bulduğumuz önceden bilme-önceden belirleme düzeninin birbiri ile uyum içinde olduğunu söylememiz gerekir. Ancak ayetin geri kalan kısmı bu görüş için zorluklar çıkartmaktadır.

Bu ayetlerdeki süreç modeline bakalım: Önceden Bilme-önceden belirleme-çağrılma-aklanma-yüceltilme.

Bu ayetlerdeki can alıcı problem, çağrılma ve aklanma arasındaki ilişki üzerine olmalıdır. Bu ayetlerde Pavlus “çağrılma” derken neyi kast etmiştir? Yeni Antlaşma, ilahi bir çağrıdan birden fazla yollarla bahsetmektedir. Teolojide, Tanrı’nın dışsal çağrısı ile Tanrı’nın içsel çağrısı bir birinden ayrı ele alınır.

Tanrı’nın dışsal çağrısını İncil’in verdiği mesajda bulmaktayız. İncil, vaaz edildiği zaman bu müjdeyi duyanlar Mesih’e çağrılırlar ya da davet edilirler. Ancak bu çağrıya herkes olumlu cevap vermez. İncil’in dışsal çağrısını duyan herkes iman etmez. Bazı zamanlar İncil’in çağrısı sağır kulaklara yapılmaktadır.

Sadece İncil’in dışsal çağrısına iman ile cevap verenlerin aklandığını biliyoruz. Aklanma, iman ile gerçekleşmektedir. Ancak İncil’in dışsal çağrısını duyan herkesin iman ile cevap vermediğini de biliyoruz. Sonuç olarak İncil’in dışsal çağrısını duyan herkesin aklanmadığını görmekteyiz.

Ancak Pavlus, Romalılar kitabında Tanrı çağırdıklarını aklar diye yazmıştır. Kutsal Kitap’ın açık bir şekilde Tanrı’nın, çağırdığı herkesi akladığını söylemediğini kabul etmek durumundayız. herkes kelimesini ayete zihinlerimizde ekleyen bizleriz. Belki de bizlerde, ayete ek anlam kattığımız için önceden bilme görüşünü savunanlar kadar suçluyuz.

Ayete herkes kelimesini kattığımız zaman, metnin imasına uyarak bu anlam eklemesini yaparız. Bir çıkarımda bulunuruz. Peki bu çıkarım, meşru bir çıkarım mıdır? Bence evet.

Eğer Pavlus çağrılmış olanların hepsi aklanacaktır demek istemiyor ise, elde edeceğimiz alternatif anlam, çağrılmış olanların bazılarının aklanacağı yönünde olur. Eğer bu ayetteki herkes anlamını ortadan kaldırmak için bazılar kelimesini eklersek bu anlam yüklemesini tüm Altın Zincir boyunca yapmamız gerekir ki bu durumda ayet şu şekle dönüşür:

Tanrı, önceden bildiği kişilerin bazılarını, Oğlunun benzerliğine dönüştürmek üzere önceden belirledi. Öyle ki, Oğul birçok kardeşler arasında ilk doğan olsun. Tanrı, önceden belirlediği kişilerden bazılarını çağırdı, çağırdığı kişilerden bazılarını akladı ve akladığı kişilerden bazılarını yüceltti.

Eğer ayeti bu şekilde kabul edersek, karşımızda teolojik bir canavar, bir kabus buluruz. Ayeti bu şekilde kabul ettiğimiz anda önceden belirlenmişlerin bazılarının İncil’i duyduğunu ve aklanmış olanların bazılarının kurtulduğunu öğretmemiz gerekir ki bu öğretişler, Kutsal Kitap’ın bu konu hakkındaki diğer tüm öğretişleri ile çelişki içerisinde olur.

Ancak önceden bilme görüşünün bu ayete bazılarının kelimesinin eklenmesinden çok daha ciddi sorunları vardır. Eğer Tanrı’nın önceden belirlemesi, insanların İncil’in dışsal çağrısına gösterecekleri tepkiyi önceden bilmesine bağlı olsa idi, önceden belirlenmiş olanların bazıları nasıl çağrılmış olanlar olabilirdi ki?  Bu görüş, çağrılmış olmayan bazı kişilerin Tanrı tarafından seçilmiş olmasını talep etmektedir. Eğer önceden belirlenmiş olanların bazıları, çağrılmamış seçilmişlerse, bu durumda Tanrı, önceden belirlemesini, insanların çağrısına verecekleri tepkiyi önceden bilmesine dayandıramaz. İnsanların asla almadıkları bir çağrıya cevap vermeleri mümkün değildir! Tanrı, çağrı almamış bir kişinin almadığı çağrıya vereceği cevap konusunda önceden bilmeye sahip olamaz.

Eğer, bu yazdıklarımızın hepsini bir kez daha gözden geçirirsek, ulaştığımız sonucun bizlere seslendiğini duyarız. Pavlus, bazılarını gibi bir imada bulunmamıştır. Daha da ötesi, Altın Zincir gerçeği  herkes kelimesini mecburen ima etmektedir.

Şimdi, bu buyruğu gözden geçirelim. Eğer Altın Zincire bazılarını kelimesini eklersek varacağımız sonuç önceden belirleme hakkındaki önceden bilme öğretisinin görüşü için ölümcül bir sonuç olacaktır. Çünkü Tanrı’nın  çağrılmış olmayanları önceden seçmesini içermektedir. Bu görüş, Tanrı’nın önceden belirlemesinin, insanların İncil’in çağrısına olumlu cevap vereceklerini Tanrı’nın önceden bilmesine bağlı olduğunu öğrettiğine göre, bazı önceden belirlenmiş olanların çağrılmamış olması bu görüşü çökertecektir.

Hepsi kelimesinin eklenmesi de bu görüşün yok olmasından farklı bir sonuç doğurmayacaktır. Bu zorluk çağrılmanın aklanmaya olan ilişkisine odaklanmaktadır. Eğer çağrılmış olanların hepsi aklanmış ise, bu ayetin anlamı, şu iki olasılıktan bir tanesi olmalıdır: (A) İncil’i duyan herkes dışsal olarak aklanır; ya da (B) Tanrı tarafından çağrılmış olanların hepsi içsel olarak aklanmıştır.

Eğer, (A) seçeneğini seçerseniz varmamız gereken sonuç, İncil’i duyacak olan herkesin kurtuluş için önceden belirlenmiş kişiler olduğudur. Tabi ki önceden belirleme hakkındaki önceden bilme öğretisinin görüşüne inanan kişilerin büyük bir çoğunluğu aynı zamanda İncil’i duyan herkesin kurtulmayacağına da inanmaktadır. Bazıları Evrenselciliği savunmaktadır ki buna göre, İncil’i duysun duymasın herkes kurtulacaktır. Ancak Müjdeci Hıristiyanlar (Evangelical) arasındaki önemli tartışmanın Evrensilcilik konusu üzerinde bile olmadığını hatırlatmamızda fayda vardır. Önceden belirleme hakkındaki Reform görüşüne inananlar ve önceden bilme görüşüne inananlar, herkesin kurtulmayacağı konusunda hemfikirdirler.   İki tarafta, İncil’i dışsal bir şekilde duyup iman ile cevap vermeyen ve aklanmayan insanlar olduğu (Tanrı’nın dışsal çağrısı) konusunda hemfikirdiler. (A) seçeneği hem Reform görüşünü kabul edenler için hem de önceden bilme görüşünü kabul edenler için kabul edilemezdir.

Bu durumda elimizde sadece (B) seçeneği kalmaktadır: Tanrı tarafından içsel bir çağrı alan herkes aklanmıştır. Tanrı’nın içsel çağrısı nedir? Dışsal çağrı, İncil’in vaaz edilmesi ile ilgilidir. Vaaz etme, biz insanların yaptığı bir eylemdir. Dışsal çağrı aynı zamanda Kutsal Kitap’ın okunması ile de “alınmış” olunur. Kutsal Kitap, Tanrı’nın Söz’üdür ancak bizlere insanlar tarafından kaleme alınmış bir şekilde ulaşmıştır. Bu doğasından dolayı dışsal bir çağrıdır. Hiçbir insanın, başka bir insanın içinde çalışma kudreti yoktur.  Ben, başka birisinin yüreğine girip orada ani bir etki yaratamam. Sadece dışsal olarak algılanacak olan kelimeleri konuşabilirim. Bu kelimeler insanların yüreklerini parçalayabilir ancak bu benim kudretimle gerçekleşen bir etki değildir. Bir insanı içsel olarak sadece Tanrı çağırabilir. Bir insanın yüreğinin iç odalarında, aldığı çağrıya iman ile olumlu cevabı verdirecek ani etkiyi yaratacak olan sadece Tanrı’dır.

Eğer Elçi’nin ima ettiği anlam (B) seçeneği ise, aldığımız ima tamamen açıktır. Eğer Tanrı’nın içsel çağrısını alanların hepsi aklanmış ve tüm seçilmiş olanlar içsel olarak çağrılmış ise, Tanrı’nın önceden bilmesi sadece insanların yapacağı özgür tercihlerden haberdar olmanın ötesini de içermektedir. Emin olduğumuz bir nokta, Tanrı, sonsuzluğun başından beri kimlerin İncil’ e cevap verip kimlerin cevap vermeyeceğini bildiğidir. Ancak bu bilgelik, pasif bir gözlemci bilgeliği değildir. Tanrı sonsuzluğun başından beri, içsel çağrıyı yapacağı kişileri belirlemiştir ve bilmektedir. İçsel olarak çağıracağı herkesi aynı zamanda aklayacaktır da.

Daha öncede belirttiğim gibi Altın Zincir, önceden bilme görüşünün istediğinden fazlasını öğretmektedir. Tanrı’nın içsel bir çağrıyı önceden belirlediğini öğretmektedir. Tanrı’nın çağrılması için önceden belirlediği herkes aynı zamanda aklanmak için belirlemiştir. Tanrı, seçilmiş olanların yüreklerinde, onların olumlu cevap vermelerini güvence altına almak için bir şeyler yapmaktadır.

Eğer (B) seçeneği, Altın Zincirin doğru anlaşılması ise Tanrı’nın bazı insanlara herkese vermediği türde bir çağrı verdiği çok açık ve kesin olan bir gerçektir. Çağrılmış olanların tümü aklanmış olduğuna göre ve herkes aklanmış olmadığına göre, çağrılmanın bazı insanların aldığı ve bazı insanların almadığı, çok önemli bir ilahi eylem olduğu çok açıktır.

Tüm bu incelemelerin sonunda orijinal sorumuzdan çok farklı olmayan bir başka ciddi soruya geri döndük. Neden bazıları Tanrı’nın bu çağrısını almak için önceden belirlenmişken diğerleri belirlenmemiştir? Bu sorunun cevabı insanda mıdır yoksa Tanrı’nın amaçlarında mıdır? “Tanrı önbilgisine göre davrandı” diyenler, Tanrı’nın sadece bazı insanları içsel bir şekilde çağırıyor olmasının sebebini Tanrı’nın önbilgisine bağlıyorlar. “Tanrı bu kişilerin nasıl bir karar vereceğini bildiğinden seçimini bu kişilerin seçimlerine göre yapmıştır” diyorlar. “Tanrı’nın içsel çağrısını kimin kabul edip etmeyeceğini önceden biliyor olması Tanrı’nın seçimini etkiler” diyorlar. Bu görüşe göre Tanrı içsel çağrısını boşa harcamamış olur çünkü önceden kimlerin olumlu cevap vereceğini bilmektedir.

Tanrı’nın içsel çağrısında ne kadar kudret vardır? Bu çağrıyı almanın bir faydası var mıdır? Eğer, bu çağrı sadece Tanrı’nın, kendi kişisel güçleri ile olumlu cevap vereceklerini önceden bildiği kişilere veriliyor ise bu çağrının    gerçek bir etkisinden daha çok içeriye dışardan yöneltilmiş bir çağrısı olur. Eğer bu çağrının, dışsal çağrıyı alan bir kişi üzerinde bir etkisi var ise Tanrı’nın bazılarından sakladığı avantajı bazılarına sunması söz konusu olur.  Eğer bu çağrının, kişinin kararında en ufak bir etkisi yok ise etkin bir çağrı değildir. Eğer bu çağrının hiçbir etkisi yok ise kurtuluş açısından bir değer içermemektedir ve Altın Zincir’in anlamsız bir halkasıdır.

Tanrı’nın içsel çağrısının, insanlara onlar daha inanmadan önce,  imana kavuşmadan önce verilmiş olduğunu hatırlamanın can alıcı bir noktası vardır.  Eğer bu çağrı, verilen cevabı etkileyecek bir güce sahip ise, Tanrı, seçilmiş olanlara bu avantajı sunmayı önceden belirlemiş demektir. Eğer bu çağrının, kişinin kararında en ufak bir etkisi yok ise bu çağrı ne işe yaramaktadır? Bu ikilem önceden bilme görüşünü savunanlar için büyük bir acı kaynağıdır ki bu acıdan kurtulma olanakları yoktur.

ÖNCEDEN BELİRLEME HAKKINDAKİ REFORM GÖRÜŞÜ

önceden belirleme hakkındaki önceden bilme öğretisi görüşünün tam aksine, Reform görüşü kurtuluş için nihai kararın insana değil Tanrı’ya ait olduğunu iddia eder. Reform görüşü, sonsuzluğun başında Tanrı’nın bazı insanların hayatlarına müdahale etmeyi ve onlara kurtarıcı imanı vermeyi bazılarına da bunu vermemeyi seçtiğini  öğretir. Sonsuzluktan beri insanların davranışlarının ön bilgisine gerek olmadan Tanrı bazı insanları seçilmiş olmaları, bazılarını da seçilmiş olmamaları için belirlemiştir. Kişilerin nihai yazgısı, o kişi daha doğmadan önce ve o kişinin seçimlerinden tamamen bağımsız olarak Tanrı tarafından belirlenir. Emin olduğumuz bir şey varsa, insanlar özgür bir şekilde bir seçim yaparlar ancak bu seçim Tanrı’nın ilk olarak seçilmiş olanları doğru seçimi yapmaları konusunda etkilemesi ile gerçekleşir. Tanrı’nın seçimi insana dayanmaz sadece ilahi iradesinin iyi isteğine dayanır.

önceden belirleme hakkındaki Reform görüşüne göre Tanrı’nın seçimi, insanın seçiminden önce gelir ve üstündür. Biz Tanrı’yı seçeriz çünkü önce O bizi seçmiştir. Reform görüşüne göre Tanrı’nın önceden belirlemesi ve içsel çağrısı olmadan, hiç kimse Mesih’i seçemez.

İşte bir çok Hıristiyan’ın yüreğini sıkan önceden belirleme görüşü budur. İnsanın özgür iradesi ve Tanrı’nın adilliği üzerine bir çok ciddi soru bu görüş yüzünden ortaya atılmaktadır. Bu görüş bir çok kızgın tepkiyi çekmektedir ve Kadercilik, Gerekircilik, gibi bir çok suçlamanın yapılmasına sebep olmaktadır.

önceden belirleme hakkındaki Reform görüşü, Altın Zinciri şu şekilde kabul etmektedir: Sonsuzluğun başından beri Tanrı seçtiği kişileri bilmektedir. Bu kişilerin kimlikleri hakkında, daha onları yaratmadan önce zihninde bilgiye sahiptir. Tanrı, bu kişilerin kimlikleri hakkında bilgiye sahip olmak bir yana bu kişileri önceden sevmek konusunda da önceden bir bilince sahiptir. Kutsal Kitap, ne zaman “bilmek” hakkında konuşmuş ise, bunu bir kişinin varlığından basitçe bir haberdar olmak ile bu kişiye karşı duyulan derin ve samimi bir sevgiden ayırdığını unutmamamız gerekir.

Reform görüşü, Tanrı’nın önceden bildiği herkesi aynı zamanda iç çağrıyı alması, aklanması ve yüceltilmesi için önceden  belirlediğine inanmaktadır. Her Şeye Egemen Olan Tanrı, kendi seçtiklerine, sadece seçilmiş olanlara kurtuluşu vermiştir.

BÖLÜM 6’NIN ÖZETİ

1) Önceden Bilme, önceden belirleme konusu için yeterli bir açıklama sunmamaktadır.

2) Bu görüş, kurtuluşu tamamen insanın işi konumuna indirgemiştir.

3) Bu görüş, önceden belirlemeyi bir tarafa itmekte ve değer verilmeye gerek olmayan bir konu durumuna getirmeye çalışmaktadır.

4) Altın zincirinde gösterdiği gibi bizim aklanmamız Tanrı’nın çağrısına bağlıdır.

5) Tanrı’nın çağrısı, önceden belirleme üzerine gelişmektedir.

6) Önceden belirleme olmadan aklanma olmaz.

7) Gelecekteki seçimlerimiz Tanrı’yı bizi seçmeye ikna etmez.

8) Bu, Her Şeye Egemen Olan Tanrı’nın bizim yerimize aldığı bir karardır.

 

SEÇİLENLER, SEÇİLMEYENLER: ÖNCEDEN BELİRLEME İKİ TARAFLI MI?

İKİ TARAFLI önceden belirleme. İfade’nin kendisi bile kulağa garip gelmektedir. Tanrı’nın seçilmiş olanlar için olan lütufkar kurtuluş planı üzerine derin düşüncelere dalabiliriz ancak ya seçilmiş olmayanlar ne yapmalı? Onlar da mı önceden belirlendiler? Ürkütücü bir kötülük hükmü mevcut mudur? Tanrı, bazı talihsiz insanları cehenneme gitmeleri için mi belirlemiştir? İki taraflı önceden belirleme konusu geçer geçmez aklımıza ilk gelen sorular bunlardır. Bu tip sorular, bazı kişilerin, iki taraflı önceden belirleme konseptinin uçuk bir fikir olduğunu iddia etmelerine sebep olmuştur. Bazı kişiler ise önceden belirleme doktrinine inanırlarken, tek taraflı bir önceden belirlemeye inandıklarını vurgularlar. Tek taraflı önceden belirleme konsepti; bazılarının kurtuluş için seçilmiş olduğunu kabul ederken, seçilmemiş olanların lanetlenmek için seçildiklerini var saymaya gerek olmadığını savunmaktadır. Bu görüş kısaca şuna inanır: bazı kişiler kurtuluş için seçilmişlerdir ancak herkesin kurtulmak için bir fırsatı vardır. Tanrı, bazılarının kurtulması için fazladan yardım sunmaktadır ancak insanlığın tümü kurtulabilir.

Tek taraflı bir önceden belirlemeden bahsetmek hem güçlü bir hassasiyeti içermektedir hem de iki taraflı önceden belirleme hakkındaki her hangi bir tartışmadan bizleri uzak tutmaktadır. Ancak karşımızda duran sorular listesi ile ergeç yüzleşmemiz gerekmektedir. Herkesin kurtuluş için seçildiğine kanaat getirmedikçe, seçilmişlik madalyonunun arka yüzünü kabul etmemiz gerekmektedir. Eğer önceden belirleme diye bir şey var ise ve bu önceden belirleme tüm insanlığı kapsamıyor ise, önceden belirlemenin iki taraflılığının mevcudiyetinin mecburi çıkarımından kaçınmamamız gerekir. Sadece Yakup hakkında konuşup durmamız yeterli olmayacaktır; Esav hakkında da düşünmemiz mecburidir.

EŞİT AĞIRLIK GÖRÜŞÜ

İki taraflı önceden belirleme hakkında değişik görüşler vardır. Bu görüşlerden bir tanesi o kadar ürkütücüdür ki, bu doktrin hakkındaki görüşleri karışmasın diye insanların uzak durmalarına sebep olmaktadır. Bu görüşün ismi, eşit ağırlık görüşüdür.

Eşit ağırlık görüşü, simetri konseptine dayandırılmaktadır. Seçilmişlik ve kötülük arasında tam bir denge arayışındadır. Temel fikri şudur: Tanrı, seçilmiş olanların yaşamlarına, yüreklerinde iman yaratmak için müdahale eder. Tanrı, eşit müdahaleyi, seçilmemiş olanların kalbinde imanın oluşmaması için yapmaktadır. Tanrı’nın aktif  bir şekilde seçilmemişlerin yüreğinde imansızlığı işlemesini ise Kutsal Kitap’taki, Tanrı’nın insanların yüreklerini katılaştırmasına dair ayetlere bağlamışlardır.

Eşit ağırlık görüşü, seçilmişlik hakkındaki Reform ya da Kalvinist görüş değildir.  Bazı kişiler bu görüşü, “hiper-Kalvinizm” olarak adlandırsalar da ben bu görüşe “alt-Kalvinizm” hatta daha da iyisi “anti-Kalvinizm” demeyi tercih ediyorum. Kalvinizm, iki taraflı önceden belirleme görüşünü benimsese de, onun benimsediği iki taraflı önceden belirlemede eşit ağırlık diye bir şey yoktur.

Bu konudaki Reform görüşünü anlamak için, Tanrı’nın pozitif ve negatif hükümleri arasındaki hayati farka çok dikkat etmemiz gerekir. Tanrı’nın seçilmiş olanların yüreklerinde ki aktif müdahalesi pozitif olandır. Negatif olan ise Tanrı’nın seçilmiş olmayanları mahrum etmesidir.

Bu konudaki Reform görüşü, Tanrı’nın seçilmiş olanların kurtuluşlarını güvence altına almak için hayatlarına pozitif ya da aktif olarak müdahale ettiğini öğretmektedir. İnsanlığın geri kalanını ise Tanrı kendi başlarına bırakmıştır. Onların yüreklerinde imansızlık yaratmamaktadır. Çünkü bu imansızlık zaten oradadır. Tanrı, onları günah işlemeye zorlamamaktadır. Onlar kendi seçimlerinin sonucu olarak günah işlerler. Kalvinist görüşe göre seçme hükmü pozitif; seçilmeme hükmü ise negatiftir.

İki taraflı önceden belirleme hakkındaki Hiper-Kalvinizm görüşü, pozitif-pozitif önceden belirleme olarak adlandırılırken, Ortodoks Kalvinizm görüşüne pozitif-negatif önceden belirleme ismi verilebilir. Bu iki görüşe aşağıdaki tabloda bakalım:

CALVİNİZM HİPER-CALVİNİZM
pozitif-negatif pozitif-pozitif
asimetrik görüş simetrik görüş
Eşit olmayan ültimatom eşit ültimatom
Tanrı, seçilmemiş olanlara müdahale etmez Tanrı, seçilmemiş olanların yüreklerine imansızlık işler

Hiper-Kalvinizm’in işlediği korkunç hata, Tanrı’ya günah işlemeye zorlayan bir karakteri atfetmesidir. Bu, Tanrı’nın karakterinin güvenilirliğine, doğruluğuna ve adaletliliğine yapılan radikal bir saldırıdır.

Bir kişiyi Hiper-Kalvinizm’e yönlendirebilecek unsurlardan bir tanesi Kutsal Kitap’ta ki Firavun örneğidir. Mısır’dan Çıkış kitabında ki ayetlerde tekrar tekrar, Tanrı’nın, Firavun’un yüreğini katılaştırdığından bahseder. Tanrı, Musa’ya önceden yapacaklarını bildirmiştir:

Sana buyurduğum her şeyi ağabeyine anlat. O da Firavun’a İsraillileri ülkesinden salıvermesini söylesin. Ben Firavun’u inatçı yapacağım ki, belirtilerimi ve şaşılası işlerimi Mısır’da arttırabileyim. Ama Firavun sizi dinlemeyecek. O zaman elimi Mısır’ın üzerine koyacağım ve onları ağır biçimde cezalandırarak halkım İsrail’i ordular halinde Mısır’dan çıkaracağım. Mısır’a karşı elimi kaldırdığım ve İsraillileri aralarından çıkardığım zaman Mısırlılar benim RAB olduğumu anlayacak. (Mısır’dan Çıkış 7:2-5).

Kutsal Kitap, açık bir şekilde Tanrı’nın gerçekten de Firavun’un yüreğini katılaştırdığını öğretmektedir. Tanrı’nın bunu, hem İsrail’e hem de Mısır’a bir işaret olarak ve kendi zaferi için yaptığını biliyoruz. Bu olanların tümünde Tanrı’nın amacının kurtarıcı bir amaç olduğunu biliyoruz. Gene de kafamızı kurcalayan bir soru işareti olduğunu da biliyoruz. Tanrı, hem Firavun’un yüreğini katılaştırmıştır hem de Firavun’u günahından dolayı yargılamıştır. Tanrı, Kendisinin katılaştırdığı bir yürekten gelen günahlardan dolayı, Firavun’u ya da her hangi birisini nasıl sorumlu tutabilir ki?

Bu soruya vereceğimiz cevap, Tanrı’nın katılaştırma eylemini nasıl anladığımıza bağlıdır. Tanrı, Firavun’un yüreğini nasıl katılaştırmıştır? Kutsal Kitap, bu sorunun cevabını çok açık bir şekilde vermemektedir. Bu konu üzerinde yoğunlaştığımız zaman Tanrı’nın Firavun’un yüreğini katılaştırması için iki yol olduğunu görürüz: Aktif  ya da Pasif olarak.

Aktif katılaştırma, Firavun’un yüreğinin iç odalarına Tanrı’nın direk bir müdahalesini içerir. Bu görüşe göre Tanrı, Firavun’un yüreğine zorla girerek, orada hiç olmayan bir kötülüğü ve şeytanlığı yaratmaktadır. İddia edilen bu eylem, Firavun’un sebep olacaklarının aynen Tanrı’nın arzuladığı gibi olmasını kesinleştirmek bir yana günahın yaratıcısının Tanrı olduğunun ispatı olacaktır.

Pasif katılaştırma ise tamamen farklı bir hikayedir. Pasif katılaştırma, var olan bir günah üzerine tanrısal bir yargının gelmesidir. Tanrı’nın yapması gereken tek eylem, yüreği ümitsizce kötü olan bir kişinin yüreğini katılaştırmaktır. “Ona günahının karşılığını vermek” olan bu ilahi adalet konseptine Kutsal Yazılar’da sık sık rastlamaktayız.

Peki bu nasıl yürür? Bu konuyu en düzgün bir şekilde anlamamız için ilk olarak, Tanrı’nın genel lütfu denilen başka bir konsepte bakmamız gerekir. Bu konsept, tüm insanlığın ortak bir şekilde tecrübe ettiği Tanrı lütfudur. Dünyamızı tazeleyen ve ürünlerimizi sulayan yağmur, doğru olanların da, doğru olmayanların da üzerine yağmaktadır. Doğru olmayan kişiler, Tanrı’nın bu nimetlerini hakketmedikleri halde, bu lütuftan faydalanmaktadırlar. Dünyamız, güneş, gök kuşağı gibi bir çok nimetin sergilendiği bir genel lütuf tiyatrosudur.

Genel lütfun en önemli eylemlerinden bir tanesi ise dünya daki kötülüğün dizginlenmesidir. Bu dizginlemeye birçok unsur dahil olmuştur. Kötülük, polisler, hukuk, toplum görüşleri, güç dengeleri ve birçok unsur sayesinde dizginlenmektedir. Her ne kadar yaşadığımız dünya bir çok kötülüğe sahne olmakta ise de olabileceği kadar kötü olmasına izin verilmemektedir. Tanrı, yukarıda bahsettiğimiz unsurların yanı sıra nice unsurlar ile kötülüğü kontrol altında tutmaktadır.  Lütfunun bir eseri olarak dünya daki kötülüğü kontrol eder ve dizginler. Eğer kötülük kontrolsüz bırakılsaydı, bu gezegende yaşam olması mümkün olmazdı.

Dizginleri gevşetmek için Tanrı’nın yaptığı tek şey insanların yüreklerini katılaştırmaktır. Bunu yaparken, insanların özgürlüğünü kısıtlamak yerine, tam aksine bunu arttırır. İnsanların kendi yollarında gitmelerine izin verir. Bir başka deyişle, onların iplerini kendilerini asmalarına yetecek kadar uzatır. Tanrı, insanların yüreklerinde olmayan kötülüğü yaratmak için ellerini insanların üzerine koymaz, tam aksine onların üzerindeki kutsal elini kaldırır, dizginleri serbest bırakıp, insanların kendi arzularına göre davranmalarına izin verir.

İnsanlık tarihinin en kötü, en şeytani kişisini tespit etmeye çalışsaydık, herkesin listesinde bazı malum isimler ilk yerlerde kendilerini bulurlardı. Toplu cinayetlerden ve korkunç zulümlerden sorumlu olan Hitler, Neron, Stalin, ve diğerleri. Bu isimlerin ortak noktası neydi? Bu kişilerin hepsi birer diktatördü. Hükmettikleri alanda, görsel olarak sınırsız kudrete ve otoriteye sahiptiler.

Kudret, yozlaşmaya, salt kudret ise salt yozlaşmaya gider deyimi nereden gelmektedir? (Bu cümle Tanrı’nın kudretini değil, insanların kudretini ve yozlaşmasını referans almaktadır.) Kudret, kesinlikle yozlaştıracaktır çünkü bir insanı alıp, hepimizi dizginleyen normal dizginlenmelerden kısmen kurtaracaktır. Ben, benim kadar güçlü ya da benden güçlü kişiler ile kazanç alanındaki sürtüşmelerimi dizginlenmekteyim. Hayatımızın erken evrelerinde, bizden iri olanlara karşı delikanlılığımızı dizginlemeyi öğreniriz. Sürtüşmelere daha az maruz kalma eğilimimiz vardır. Sağ duyumuz, rakiplerimizin bizden güçlü olduğu durumlarda kahramanlıktan uzak durma eğilimini gösterir.

Musa, Firavun’u görmeye gittiği zaman Firavun, dünya daki en güçlü kişiydi. Firavun’un kötülükleri üzerindeki tek kısıtlayıcı güç Tanrı’nın kutsal pazusu idi. Tanrı’nın Firavun’un yüreğini katılaştırması için yapması gereken tek şey bu pazuyu kaldırmaktı. Geri kalanı zaten Firavun’un kötü eğilimleri yerine getirecekti.

Pasif katılaştırma eyleminde ise, Tanrı kısıtlamasını kaldırma kararı almıştır; sürecin kötü kısmı ise Firavun’un kendisi tarafından icra edilmiştir. Tanrı, Firavun’un iradesine müdahale etmemektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, O sadece Firavun’a daha fazla özgürlük vermiştir.

Aynı durumu, Yahuda İskariyot ve Eyüp’e acı ve sıkıntı vermesi için Tanrı’nın ve Şeytan’ın kullandığı kötü adam olaylarında da görmekteyiz. Yahuda İskariyot, tanrısal  bir yönlendirmenin kurbanı olan zavallı masum bir adam değildi. O, Tanrı’nın Mesih’e ihanet etmesi için zorladığı sonra da bu suçundan dolayı cezalandırdığı doğru bir kişi değildi. Yahuda İskariyot, Mesih’e ihanet etmiştir çünkü Yahuda İskariyot otuz parça gümüşü arzulamıştır. Kutsal Yazılar’ın bildirdiği gibi Yahuda İskariyot, en başından beri lanet oğludur.

Emin olduğumuz bir şey varsa o da, Tanrı’nın düşmüş insanın kötü eğilimlerini ve kötü niyetlerini, Kendi kurtarıcı amaçları için kullandığıdır. Yahuda İskariyot olmadan haç olmazdı. Haç olmadan, kurtuluş olmazdı. Ancak bu, ‘Tanrı’nın kötülüğü zorla yaptırttığı’ bir olay değildir. Bu olay, Tanrı’nın şeytan üzerindeki kurtarıcı zaferi kazandığı görkemli bir olaydır. İnsan yüreğinin kötü arzuları, Tanrı’nın hakimiyetini engelleyemez. Aslında, onlar Tanrı’ya tabidir.

Tanrı’nın kötü insanları cezalandırma modelini incelediğimiz zaman, ortaya çıkan şiirsel bir adaleti görürüz. Esinleme Kitabının son yargılama sahnesine baktığımızda aşağıdakileri okumaktayız:

Kötülük yapan, yine kötülük yapsın. Bayağı olan, bayağı yaşamını sürdürsün. Doğru olan, yine doğruyu yapsın. Kutsal olan kutsal kalsın (Esinleme 22:11).

Tanrı’nın en son yargılama eyleminde günahkarları, günahlarına teslim ettiğini görmekteyiz. Sonuç olarak Tanrı, günahkarları kendi arzuları ile baş başa bırakmıştır. Aynı durum Firavun içinde geçerlidir. Bu yargılama eylemi ile Tanrı kendi doğruluğunu, Firavun’un yüreğinde olmayan bir kötülüğü yaratarak lekelememiştir. Tanrı, Firavun’un içinde hali hazırda mevcut olan kötülüğü cezalandırarak doğruluğunu ortaya koymaktadır.

İki taraflı önceden belirlemeyi bu şekilde anlamamız doğru olacaktır. Tanrı, seçilmiş olanların yüreklerinde iman oluşturarak, onlara merhamet vermektedir. Seçilmemiş olanları ise günahlarının karşılığı ile baş başa bırakarak, adaletini vermektedir. Burada bir simetri yoktur. Bir grup, merhamete kavuşurken diğer grup adalete kavuşur. Ortada bir tane bile haksızlığa uğramış kurban yoktur. Hiç kimse Tanrı’da adaletsizlik vardır diye yakınamaz.

ROMALILAR 9

Yeni Antlaşma’da ki ikili önceden belirleme hakkındaki en belirgin ve önemli ayetler Romalılar kitabının 9. bölümünde karşımıza çıkmaktadır:

Çünkü vaat şöyleydi: “Gelecek yıl bu mevsimde geleceğim ve Sarâ’nın bir oğlu olacak.» Bundan başka, Rebeka da bir erkekten, atamız İshak’tan ikizlere gebe kalmıştı. Çocuklar henüz doğmamış, iyi ya da kötü bir şey yapmamışken, Tanrı Rebeka’ya, “Büyüğü, küçüğüne kulluk edecek” dedi. Öyle ki, Tanrı’nın bir seçim yapmaktaki amacı, yapılan işlere değil, kendi çağrısına dayanarak sürsün. Yazılmış olduğu gibi, “Yakup’u sevdim, Esav’dan ise nefret ettim.” Öyleyse ne diyelim? Tanrı’da adaletsizlik mi var? Kesinlikle hayır! Çünkü Musa’ya şöyle diyor: “Merhamet ettiğime merhamet edeceğim ve acıdığıma acıyacağım.” Demek ki seçilmek, insanın isteğine ya da çabasına değil, Tanrı’nın merhametine bağlıdır. Tanrı, Kutsal Yazı’da Firavun’a şöyle diyor: “Bak, kudretimi sende göstermek ve adımı bütün yeryüzünde duyurmak için seni yükselttim.” Demek ki Tanrı, istediğine merhamet eder, istediğinin yüreğini nasırlaştırır (Romalılar 9:9-18).

Bu ayetlerde ikili önceden belirleme konsepti hakkındaki en açık Kutsal Kitap ifadelerine rastlamaktayız. Bu ayetler, kuşku, şüphe ve belirsizlik içermeyecek bir şekilde ifade edilmiştir. “Demek ki Tanrı, istediğine merhamet eder, istediğinin yüreğini nasırlaştırır.” Bazı insanlar merhamete kavuşurlarken, diğerleri adalete kavuşmaktadırlar. Bu konudaki karar tamamen Tanrı’nın ellerindedir.

Pavlus, önceden belirlemenin ikili karakterini iletmek için Yakup ve Esav referanslarını kullanmıştır. Bu iki adam, ikiz kardeştir. Aynı rahmin, aynı zamanlı ürünleridirler. Birisi Tanrı’nın bereketini alırken, diğeri bundan mahrum olmuştur. Bir tanesi Tanrı’nın sevgisinden büyük bir porsiyona sahip olmuş, Esav ise Tanrı’nın “nefretini” almıştır.

Burada bahsi geçen ilahi nefret, sinsi, zararlı ve kötülük etme isteği içeren bir ifade değildir. Bu nefretin ismi, Davut’un daha önce belirttiği gibi “kutsal nefrettir”, “Onlardan tümüyle nefret ediyor, Onları düşman sayıyorum” (Mezmur 139:22). Tanrısal nefret, kötü niyetli değildir. Bu nefret; iltimas, lütuf ve iyilik yapmayı engellemeyi içerir. Tanrı, sevdiği kişiler kayırır, onlarla beraberdir. O yüzünü, kurtarıcı lütfundan mahrum ettiği kötü insanlardan çevirir. O’nun sevdiği insanlar ise O’nun merhametini alır. O’nun “nefret” ettikleri ise O’nun müdahalesine maruz kalmaz.

Niçin Tanrı Yakup’u seçmiş, Esav’ı seçmemiştir? Tanrı, Yakup’un bu özel muameleyi haklı çıkaracak doğru bir eylemde bulunacağını önceden mi görmüştür? Tanrı, zaman koridorlarından geçip Yakup’un doğru tercihler yapıp, Esav’ın kötü tercihler yapacağını mı görmüştür?

Eğer Elçi’nin öğretme niyetinde olduğu öğretiş bu olsa idi, bu noktayı açıkça belirtmek çok da zor olmazdı. Eğer Pavlus, önceden belirleme konusunda ki önceden bilme görüşünü öğretmeyi isteseydi, eline altın bir fırsat geçmiş olurdu. Hatta böyle bir öğretiş olsa idi bu noktada bunu öğretmemesi gariptir. Ancak sessizlikten bir sonuca varılamaz. Pavlus, bu konuda sessiz kalmamıştır. Bu öğretişin aksi yönünde ayetleri bildirmiştir, Tanrı’nın seçimini bu ikizlerin doğumundan önce yaptığını ve onların gelecekte yapacakları eylemlerine bakarak yapmadığını özellikle belirtmiştir.

Pavlus’un 11. ayette yazdıklarının ayrı bir önemi vardır. “Çocuklar henüz doğmamış, iyi ya da kötü bir şey yapmamışken, Tanrı Rebeka’ya, «Büyüğü, küçüğüne kulluk edecek» dedi. Öyle ki, Tanrı’nın bir seçim yapmaktaki amacı, yapılan işlere değil, kendi çağrısına dayanarak sürsün.” Elçi, bunları niçin söylemiştir? Bu ayet, bu seçimin tamamen Tanrı’nın bir eylemi olduğunu açıkça belirtmiştir. Aynı şekilde, bu seçimin insanın eylemine, önceden görmeye ya da başka bir şeylere bağlı olmadığını da açıkça belirtmektedir. Bu ayetlerde öne çıkartılan, Tanrı’nın bir seçim yapmaktaki amacıdır.

Eğer Pavlus bu seçimin insanların tercihlerinin önceden bilinmesi üzerine olduğunu söylemek isteseydi bunu söylememesi için bir sebebi var mıydı? Tam bunun aksine, çocukların henüz doğmadığını ve iyi ya da kötü bir şey yapmamış olduklarını belirtmiştir. Evet, Önceden Bilme görüşü Tanrı’nın seçiminin doğuştan önce olduğunu kabul ediyor. Ancak bu görüş, Tanrı’nın kararlarının, insanların gelecekteki seçimlerine bağlı olduğu konusunda ısrar etmektedir. Pavlus, burada neden bu noktayı belirtmemiştir? Onun tek söylediği, hükmün doğumdan önce, Yakup ve Esav daha iyi işlerde ya da kötü işlerde bulunmadan önce verildiği olmuştur.

Bu ayetlerde, Pavlus’un çıkıp Tanrı’nın seçimlerinin, gelecekteki iyi işlerde ya da kötü işlerde olmadığını söylemediğini biliyoruz. Ancak zaten böyle bir şey söylemesine gerek yoktur. Söylediklerinden ima ettiği çok açıktır. Pavlus gereken vurguyu, gerekli yerde yapmıştır; Tanrı’nın amacı ve insanın işlerinde olmadığıdır. İleri sürülen iddiaların doğruluğunu kanıtlama sorumluluğu, “Tanrı, seçtiği insanları, kendisini seçeceklerini önceden bildiği için seçti” diyenlerin üzerindedir. Kutsal Kitap, hiçbir zaman böyle bir imada bulunmamaktadır.

Belirtilen nokta şudur: Eğer Pavlus, Tanrı’nın önceden belirlemesinin, insanların seçimlerinin önceden görülmesine bağlı olduğuna inansaydı, bunu bildireceği en uygun metin, bağlamından dolayı bu metin olurdu.

Bir adım daha ilerlersek, her ne kadar Pavlus, gelecekte yapılacak seçimler konusunda sessiz kalıyor gibi gözükse de, bu sessizliği bozup, 16. ayette ifadelerine açıklık kavuşturmaktadır. “Demek ki seçilmek, insanın isteğine ya da çabasına değil, Tanrı’nın merhametine bağlıdır.” Bu ayet, Arminiyanizm ve önceden belirleme hakkındaki Reform karşıtı görüşlere karşı bir lütuf darbesidir. Bu, Tanrı’nın Söz’üdür ve bütün Hıristiyanları önceden belirleme hakkındaki kararın insan iradesinde olduğuna dair fikirlerinden geri çekilmeleri ve tövbe etmeleri için yeterlidir. Elçi, şöyle ifade etmiştir: İnsanın isteğine bağlı değildir.  Reformcu olmayan görüşler ise insanın isteğine bağlıdır demektedir. Bu görüşler, Kutsal Yazılar ile çok ciddi bir çelişki içerisindedirler. Bu ayet tek başına bile Arminiyanizm mezhebine ölümcül bir darbe indirmektedir.

Tanrı’yı onurlandırmak bizim görevimizdir. Elçi Pavlus’un belirttiği gibi, seçilmemizin bizim isteğimize ya da çabamıza bağlı olmadığını, Tanrı’nın isteğinin amaçlarına bağlı olduğunu ikrar etmemiz gerekir.

Pavlus, bu ayetlerde cevabı belli olan iki soruyu bildirmiştir. Üzerinde düşünmemiz gereken bu sorulardan birincisi, “Öyleyse ne diyelim? Tanrı’da adaletsizlik mi var?” Niçin Pavlus, vaktinden önce bu soruyu sormuştur? Hiç kimse bu soruyu bir Arminiyan’a yöneltmemektedir. Eğer bizlerin seçilmişliği tamamen bizim seçimlerimize bağlı olsaydı, bu tip bir soruyu sormaya asla gerek kalmazdı.

Bu sorunun muhatabı Kutsal Kitap’ta ki önceden belirlenmişlik doktrinidir. Tanrı’nın her şeye hakim olan amaçlarına bağlı olan bu seçilmişlikte, Yakup’un ya da Esav’ın seçimlerinin etkileyici bir niteliği yoktur. Bu doktrin bazı kişilerin, “Tanrı, adil değildir!” diyerek itiraz etmelerine sebep olmaktadır. Ancak bu haykırış, bu konunun yüzeysel bir şekilde bilinmesinin bir meyvesidir. Bu haykırış, düşmüş olan bir insanın protestosudur ve Tanrı’nın yeterince lütufkar olmadığına dair yakınmasıdır.

Peki Pavlus bu soruya ne cevabını vermiştir? “Hayır, Tanrı’da adaletsizlik yoktur,” demek Pavlus’u tatmin etmeyecek olmalı ki, verebileceği en sert cevabı vermeye çalışmıştır. “Kesinlikle hayır!” demiştir.

Pavlus’un yönelttiği ikinci soru ise şudur: “Şimdi bana, «Öyleyse Tanrı insanı neden hâlâ suçlu buluyor? O’nun isteğine kim karşı durabilir?» diyeceksin” Bir kez daha Elçi’nin cevabı belli olan bu soruları neden sorduğunu merak etmekteyiz. Bu, Arminiyanizm’e asla yöneltilmemiş olan itirazlardan bir diğeridir. Önceden belirleme hakkındaki Reform karşıtı görüşler, bu tür itiraz ve sorular ile karşılaşmazlar. Bu öğretişlere göre Tanrı, nasıl olsa Mesih’i seçmeyeceklerini bildiği insanlarda kusur bulacaktır. Eğer kurtuluşun son belirleyici noktası insan seçiminin gücü olsaydı, bu tip suçlamalara kolayca cevap verilebilirdi ve Pavlus’un, kendi kendine bir soru sorup sonra da bu sorunun cevabını vermek için bu kadar uğraşmasına gerek kalmazdı. Ancak Pavlus bu soruya cevap vermiştir çünkü önceden belirleme hakkındaki Kutsal Kitap doktrini bu cevabın verilmesini talep etmiştir.

Pavlus’un kaleme aldığı bu cevap neydi? Aşağıdaki ayetlere bir bakalım:

Ama, ey insan, sen kimsin ki Tanrı’ya karşılık veriyorsun? «Kendisine şekil verilen, şekil verene, `Beni niçin böyle yaptın’ der mi?» Ya da çömlekçinin aynı kil yığınından bir kabı onurlu bir iş için, bir diğerini bayağı bir iş için yapmaya yetkisi yok mu? Eğer Tanrı, gazabını göstermek ve gücünü tanıtmak isterken, gazabına hedef olup mahvolmaya hazırlananlara büyük sabırla katlandıysa, ne diyelim? Yüceltmek üzere önceden hazırlayıp merhamet ettiği insanlara yüceliğinin zenginliklerini bildirmek için bunu yaptıysa, ne diyelim? Yalnız Yahudilerden değil, diğer uluslar arasından da çağırmış olduğu bu insanlar biziz (Romalılar 9:20-24).

İşte bu soruya verilen ağır cevap. İtiraf etmeliyim ki bu cevap yüzünden, ben de bir mücadele içine girmiş bulunmaktayım. Ancak benim mücadelem bu ayetlerin iki taraflı önceden belirlemeyi öğretip öğretmediği konusunda değildir çünkü ayetler açıkça bu öğretiyi sunmaktadır. Benim mücadelem, bu ayetlerin eşit ültimatom savunucuları için mühimmat sunmakta imiş gibi gözükmesidir. Sanki Tanrı, insanları aktif bir şekilde günahkar yapıyormuş gibi görünmektedir.Ancak bu ayetlerin öğretisi bu değildir. Tanrı, aynı kil yığınından bir kabı onurlu bir iş için, bir diğerini bayağı bir iş için yapmaktadır. Ancak tüm Kutsal Kitap’ı göz önüne alırsak bu çömlekçinin kullandığı kilin “düşmüş” bir kil olduğunu görürüz. Bir miktar kil, onur çömleği olmak için Tanrı’nın merhametini almaktadır. Bu merhamet, günahta olduğu kabul edilen kile verilmektedir. Aynı şekilde Tanrı, mahvolmaya hazırlanan gazap çömleklerine  “katlanmak” zorundadır çünkü bunlar gazabın suçlu çömlekleridirler.

Bir kez daha bu ayetlerin vurguladığı nokta: İnsanın özgür ve iyi seçimleri değil, Tanrı’nın her şeye egemen amaçlarıdır. Bu ayetlerde işlenen anlayış aynı zamanda yönelttiğimiz ilk soruda da işaret edilmektedir.

ARMİNİYANLARIN CEVABI

Bazı Arminiyanlar, benim bu ayetleri ele alış şeklime kızgınlıkla cevap vereceklerdir. Onlar da bu ayetlerin Tanrı’nın hakimiyetinin güçlü bir öğretisini içerdiğini kabul etmektedirler. İtirazları, başka bir noktaya odaklanmıştır. Israrla, Romalılar 9’da Pavlus’un bireylerin seçilmişliğinden bahsetmediğini savunacaklardır. Onlara göre Romalılar 9, Tanrı’nın bireyleri seçmesi değil, ulusları seçmesiyle ilgilidir. Pavlus’un bu ayetlerde Tanrı’nın seçilmiş halkı olan İsrail’den bahsetmektedir. Yakup, sadece İsrail ulusunu simgelemektedir. Onun ismi İsrail olarak değiştirilmiştir ve onun oğulları, İsrail’in on iki oymağının ataları olmuşlardır.

Tanrı’nın İsrail’i, ulusların üzerinde gözdesi olarak belirlediği tartışma konusu bile olamaz. İsa Mesih, İsrail’den gelmiştir. On Emri ve İbrahim ile yapılan ahit’in vaatlerini, İsrail’den aldık. Kurtuluşun, Yahudilerden geldiğini biliyoruz.

Bu noktaya kadar belirtilenler Romalılar 9 için doğrudur. Ancak Tanrı’nın, bir ulusu seçerken, aynı zamanda bireyleri de seçtiğini dikkate almamız gerekmektedir. Uluslar, bireylerden oluşurlar. Yakup, bir bireydir. Esav da bir bireydir. Burada gördüğümüz gibi, Her Şeye Egemen Olan Tanrı, bir ulusu seçtiği gibi, bireyleri de seçmiştir. Hemen belirtmemiz gereken nokta ise, Pavlus’un bu seçilme imtiyazına kavuşanların, İsrail ulusunun dışını da kapsadığını ayet 24’de bildirmiş olmasıdır: “Yalnız Yahudilerden değil, diğer uluslar arasından da çağırmış olduğu bu insanlar biziz.”

KOŞULSUZ SEÇİM

Koşulsuz seçim, bizim seçilmişliğimizin Tanrı’nın amaçları ve Her Şeye Egemen İradesi tarafından belirlenmiş olması demektir. Seçilmişliğimiz, bazılarımızın başarısının ve bazılarımızın başarısızlığının önceden bilinmesi değildir. Seçilmişliğimiz, bizim irademize ya da işlerimize değil Tanrı’nın Her Şeye Egemen amaçlarına bağlıdır.

Koşulsuz seçim ifadesi, yanlış anlaşılmalara ve çirkin bir şekilde suiistimal edilmeye müsaittir. Bir keresinde tanıdığım bir adam asla kiliseye gitmemekteydi ve de Hıristiyan olduğu konusunda en ufak bir sinyal vermeyen bir kişiydi. Her hangi bir Hıristiyan aktivitesine katılmadığı gibi iman ikrarında da bulunmamıştı. Bana, koşulsuz seçime inandığını belirtti. Kendisinin de seçilmiş olduğundan emindi. Bu kişiye göre, İsa Mesih’e güvenmesi, günahlarını itiraf etmesi ve de İsa Mesih’e itaat etmesi gereksizdi. Kendisi seçilmiş olduğunu beyan etmişti ve bu yeterliydi. Kurtuluş konusunda ki diğer koşullar onu bağlamamaktaydı. Kendi fikrine göre o, kurtulmuş, kutsanmış, ikna edilmişti.

Kurtuluş için gerekli olan koşullar ile seçilmek için gerekli olan koşulları ayırt etmede çok dikkatli olmamız gerekmektedir. Genellikle seçilmişlikten ve kurtuluştan eş anlamlı iki kelimeymiş gibi bahsederiz ancak aslında bunlar aynı değildir. Bizler, kurtuluş için seçiliriz. Tam anlamı ile kurtuluş, Tanrı’nın bizlerde başarı ile sonuçlandırdığı kurtarma eylemidir.

Bir kişinin kurtulması için yerine gelmesi gereken bazı koşullar vardır. Bunların en başta geleni ise Mesih’e iman etmektir. Aklanma, imanla gerçekleşir. İman, gerekli bir koşuldur. Bildiğiniz gibi, önceden belirleme hakkındaki Reform doktrini, tüm seçilmiş olanların imana getirildiğini öğretmektedir. Tanrı, kurtuluş için gerekli olan koşulların yerine gelmesini sağlama almaktadır.

Bizler ‘koşulsuz seçim’ derken, kast ettiğimiz, bazı insanların kurtuluş için seçildiği Tanrı’nın orijinal hükmünün, bizim bazı koşulları yerine getirip getiremeyeceğimizi önceden bilinmesine bağlı olmamasıdır. Tanrı’nın önceden göreceği ve içimizde olan hiçbir şey O’nun bizi seçmesini engellemez.Tanrı’nın düşmüş insanların hayatlarında görebileceği tek şey, düşmüşlüklerinden, günahlarından başka bir şey olmayacaktır. Tanrı, bizleri sadece Kendi iyi amacı uyarınca seçer.

TANRI’NIN SEÇİMİ RASTGELE MİDİR?

Tanrı’nın bizleri seçmesinde, bizim içimizdeki niteliklerin değil de, Kendi iyi amacının rol oynaması, Tanrı’nın keyfine göre hareket ettiği suçlamalarının yükseltilmesine sebep olmuştur. Bu suçlamalar, Tanrı’nın seçimini keyfen ya da kaprisli bir tutum ile yaptığı fikrine kapılmışlığın bir sonucudur. Seçilmişliğimizi, gayri ciddi ve gözleri bağlanarak yapılan bir kura çekme seviyesine indirger. Bu bakış açısına göre eğer bizler seçilmiş olanlar isek, bunun tek bir sebebi vardır, o da şanslı olmamızdır. Tanrı, isimlerimizi göksel bir şapkanın içinden çekmiştir.

Keyfi, hareket etmek demek, bir şeyi sebepsiz yere yapmak demektir. Tanrı’nın bizi seçmesinde, bizde bulunan hiçbir şey sebep oluşturmamaktadır ancak bu seçimde Tanrı’nın içinde bulunan sebepleri olmadığı anlamına gelmez. Tanrı, hiçbir şeyi sebepsiz yere yapmamaktadır. O keyfi ya da kaprisli değildir. Tanrı ciddi olduğu kadar Her Şeye Egemen olandır.

Kura sistemi, kasıtlı olarak şansa bırakılan bir seçme işlemdir. Tanrı, şansa bağlı olarak çalışmaz. O, kimi seçeceğini bilir. O, seçilmiş olanları önceden bilmiş ve önceden sevmiştir. Bu gözleri bağlı bir kişinin kura çekmesi değildir çünkü Tanrı’nın gözleri bağlanmaz. Tanrı’nın seçiminin sebebinin, bizim içimizde var olan ve Tanrı’nın bunu önceden bilmesi ya da görmesi ya da önceden sevmesi olmadığı konusunda ısrarla direnmemiz gerekmektedir.

Kalvinistler, genel olarak şans hakkında konuşmaktan çok hoşlanmazlar. İnsanlara “bol şans” demek yerine “Rab seni bereketlesin” demeyi tercih ederiz. Buna rağmen “şansLı bir günümüzden” bahsetmemiz gerekirse, sonsuzluk takviminde Tanrı’nın bizi seçmeye karar verdiği günü işaretleyebiliriz.

Dikkatlerimizi Efesliler kitabında ki, Pavlus’un kaleme aldığı öğretişe çevirelim:

Bizi Mesih’te her ruhsal kutsamayla göksel yerlerde kutsamış olan Rabbimiz İsa Mesih’in Babası Tanrı’ya övgüler olsun. O, kendi önünde, sevgide kutsal ve kusursuz olmamız için dünyanın kuruluşundan önce bizi Mesih’te seçti.  Kendi isteği ve iyi amacı uyarınca, İsa Mesih aracılığıyla kendisine oğullar olalım diye bizi önceden belirledi.  Öyle ki, sevgili Oğlunda  bize bağışladığı yüce lütfu övülsün (Efesliler 1:3-6).

Kendi isteği ve iyi amacı uyarınca. Tanrısal keyfi tutum iddialarını ortaya attıran elçisel ifade bu ayette bulunmaktadır. Bu ayetteki baş suçlu ise isteği kelimesidir. Günlük kullanımında istek kelimesi, yerini genellikle vahşi veya ilkel güdülere bırakmaktadır. İstek, iyi hissetmemizi sağlayan, tensel ya da duygusal anlamlar içeren bir kelimedir. Kötü istekler uyandıran ahlaksızlığın bilincindeyizdir.

Kutsal Kitap Tanrı’nın iyi amacından bahsederken, bu kelimeyi gayri ciddi bir üslup ile kullanmamıştır. Bu ayetlerde kullanılan istek kelimesinin anlamı, basitçe “hoşnut eden”dir. Tanrı, bizleri isteği ve iyi amacı uyarınca  seçmektedir. Kutsal Kitap, Tanrı’nın iyi isteğinden sık sık bahseder. Tanrı’nın iyi isteği, kötü bir zevk alma ile asla karıştırılmamalıdır. Tanrı’yı hoşnut eden her şey iyidir. Bizi hoşnut eden her şey çoğu zaman iyi değildir. Tanrı asla kötülükten zevk almaz. Tanrı’nın isteğinden bahsetmekte hiçbir kötülük yoktur. Tanrı’nın bizi seçmesindeki sebep içimizde yatmamaktadır, bu sebep Her Şeye Egemen Tanrı’nın isteğidir ve Her Şeye Egemen Tanrı’nın isteğinin iyi bir iyi istek olduğuna şüphesiz bir şekilde güvenebiliriz.

Elçi’nin aynı zamanda Filipeli Hıristiyanlara öğrettiklerini hatırlayalım. Elçi şunları yazmıştır:

“Öyleyse sevgili kardeşlerim, her zaman söz dinlediğiniz gibi, yalnız ben aranızdayken değil, ama şimdi yokluğumda da saygı ve korkuyla kurtuluşunuzu sonuca götürmek için daha çok gayret edin. Çünkü kendisini hoşnut eden şeyi hem istemeniz, hem de yapmanız için sizde etkin olan Tanrı’dır.” (Flp. 2:12, 13).

Bu ayetlerde Pavlus, seçimin Tanrı ve insan arasında ortak bir iştirak olduğunu öğretmemektedir. Seçim, Tanrı’nın şahsi eylemidir. Daha önce de gördüğünüz gibi bu bir monerjistiktir (tek taraflı). Pavlus, bu ayetlerde seçilmişliğimizi takip eden kurtuluşumuzun istihkam edilmesinden bahsetmektedir. Burada özellikle  kutsallaşma sürecimizden bahsetmektedir. Kutsallaşma tek taraflı değildir. Bu sinerjistik (karşılıklı) bir süreçtir. Bu karşılık, yeniden doğmuş imanlının, talep edilen işbirliğine verdiği cevaptır.  Bizler, lütufta büyümeye çalışmak için çağrıldık. Bizlerin bu konuda çok çaba göstermesi, kanlarımızın son damlasına kadar günahla mücadele etmesi ve gerektiğinde bedenimizin günahını yatıştırmak için kendi bedenlerimizle savaşması gerekmektedir.

Bizler, Tanrı’dan gelen bir buyruk üzerine kutsallaşma adı verilen bu ciddi işi yapmaya çağrıldık. Kutsallaşma, Rab korkusundan titreyerek yaşanması gereken bir süreçtir.  Bizler, kutsallaşmayı sıradan bir olay olarak görmüyoruz. Bizler bu sürece laubali bir yaklaşımla  yaklaşmıyoruz, basitçe “kendini serbest bırak ve bırak Tanrı yapsın” demiyoruz. Tanrı, bu süreçte her şeyi yapmamaktadır.

Ancak, kurtuluşumuzu sonuca götürmek için Tanrı bizi yalnız ve kendi gücümüze mi bırakmamıştır. Tanrı’nın bize, kendisini hoşnut eden şeyi hem istememiz, hem de yapmamız için bizde etkin olacağına dair verdiği vaat ile rahatlamaktayız.

Kısa bir süre önce müthiş bir İskoçyalı vaiz, Eric Alexander tarafından verilen bir vaazı dinlemiştim. Konuşmasında, Tanrı’nın Kendi iyi isteği için bizde etkin olduğunu vurgulamıştı. Pavlus, Tanrı’nın bizim iyi isteğimiz için     bizde etkin olduğunu yazmamıştır. Her zaman Tanrı’nın hayatlarımızda yaptıkları ile hoşnut olmayabiliriz. Bazı zamanlar, kendi amaçlarımız ile Tanrı’nın amaçları arasında çelişki yaşarız. Ben, şahsen bilerek acı çekmeyi asla tercih etmem. Ancak, Tanrı’nın Her Şeye Egemen olan amaçları içinde, acı çekmem de gerekebilir. Tanrı bizlere, Kendisini sevenler ve kendi amaçları uğruna çağırılmış olanlar için, hakimiyeti aracılığıyla her şeyin iyiye çalışacağı  vaadinde bulunmuştur.

Benim amaçlarım her zaman Tanrı’nın iyiliğini içermez. Ben bir günahkarım. Ancak, Tanrı günahkar değildir. O tamamen doğru olandır. O’nun amaçları her  zaman ve her yerde adaletlidir. Benim amaçlarım ile O’nun amaçları çeliştiği zamanlarda bile, O’nun amaçları benim iyiliğim içindir. Belki de bu ifademi şöyle değiştirmeliyim: O’nun amaçları özellikle benimkilerle çeliştiği zamanlar, benim iyiliğim içindir. O’nu hoşnut edenler, benim için iyi olanlardır. Hıristiyanlar’ın öğrenmekte en çok zorlandığı derslerden bir tanesi de budur.

Seçilmişliğimiz bir şey hariç koşulsuzdur. Tanrı’nın seçilmiş olanları olabilmemiz için her birimizin yerine getirmesi gereken bir koşul vardır. Seçilmiş olanlar olabilmemiz için ilk önce günahkarlar olmamız gereklidir.

Tanrı, doğru insanları kurtuluş için seçmemektedir. Tanrı’nın, doğru insanları kurtuluş için seçmeye ihtiyacı yoktur. Doğru insanların seçilmeye ihtiyaçları yoktur. Sadece günahkar insanların bir kurtarıcıya ihtiyaçları vardır. İyi olanların doktora ihtiyacı yoktur.

Mesih, gerçekten kaybolmuş olanları aramaya ve kurtarmaya gelmiştir. Tanrı, Mesih’i dünyaya kurtuluşumuzu olanak dahilinde yapmak için değil, kesinleştirmek için göndermiştir. Mesih, boş yere ölmemiştir. O’nun koyunları, günahsız yaşamı ve bedel ödeyen ölümü sayesinde kurtulmaktadır. Bu kurtuluşta en ufak bir keyfi durum yoktur.
BÖLÜM 7’NİN ÖZETİ

1) Tüm insanlar kurtuluş için önceden belirlenmemişlerdir.

2) Bu sorunun iki cephesi vardır. Seçilmişler ve seçilmemişler vardır.

3) Önceden Belirleme “iki taraflıdır.”

4) Eşit ültimatom öğretisinde düşünmeme konusunda çok dikkatli olmamız gerekir.

5) Tanrı, günahkarların yüreklerinde günah yaratmaz.

6) Seçilmiş olan merhameti alır. Seçilmemiş olan adaleti alır.

7) Tanrı’nın ellerindeki hiçbir kimse adaletsizliğe uğramaz.

8) Tanrı’nın “yürekleri katılaştırması”, var olan günahın adil bir cezalandırılmasıdır.

9) Tanrı’nın seçilmiş olanları belirlemesi Her Şeye Egemen Olan arzularına bağlıdır, keyfi değildir.

10) Tanrı’nın bütün kararları O’nun kutsal karakterinden akar.

 

KURTARILMIŞ OLDUĞUMUZU BİLEBİLİR MİYİZ?

ABD ‘deki Müjdecilik Patlaması Hizmeti(The Ministry of Evangelism Explosion) isimli bir kuruluş, müjdeyi iki can alıcı soru ile paylaşır. Birinci soru şudur, “Ruhsal yaşamınızda, öldüğünüz zaman cennete gideceğinize emin olduğunuz bir noktaya geldiniz mi?” Tecrübeli çalışanların ifadelerine göre insanların çoğunluğu bu soruya olumsuz cevap vermektedir. Birçok insan, gelecekteki kurtuluşlarından emin değillerdir. Geri kalanın bir çoğu ise bu tür bir güvencenin olasılığı konusunda ciddi şüphelere sahiptir. Seminerdeyken, sınıf arkadaşlarım bir oylama yapmıştı. Seminer öğrencilerinden oluşan bu grubun yaklaşık yüzde 90’ı, kurtuluşlarından emin olmadıklarını belirtmişti. Bir çoğu bu soruya sinirlenmiş, bu oylamanın yapılmasının bile haddini bilmez ve küstahça bir davranış olarak yorumlamıştı. Bazı insanlar, kurtuluşun güvence altında olduğu hakkında konuşulmasını bile kendini beğenmiş bir davranış olarak değerlendirir.

Emin olduğumuz bir şey varsa, kurtuluşunun güvence altında olduğunu söyleme, kendini beğenmiş bir tutum olabilir. Eğer kurtuluşumuza olan güvenimiz kendimize olan güvenimize dayanıyor ise bu bir kibirdir. Eğer cennete gitmeyi hakkettiğimizi düşündüğümüzden dolayı cennete gideceğimize kesinlikle emin, bu düpe düz ukalalıktır.

Kurtuluşun güvence altında olması gözlüğünden bakıldığında dünya üzerinde dört tip insan olduğu görülür: (1) Kurtulmamış olduklarını bilen, kurtulmamış olan insanlar vardır. (2) Kurtulmuş olan ama kurtulmuş olduklarını bilmeyen insanlar vardır. (3) Kurtulmuş olan ve kurtulmuş olduklarını bilen insanlar vardır. (4) Kendilerinin kurtulduğunu “bildiklerini” zanneden kurtulmamış olan insanlar vardır.

Pencereye İngiliz anahtarı atan işte bu son gruptur. Eğer kendilerinin kurtulduğunu “bildiklerini” zanneden aslında kurtulmamış olan insanlar var ise kurtulmuş olan insanlar, gerçekten kurtulduklarını nasıl bilebilirler?

Bu soruyu cevaplayabilmek için ilk önce başka bir soruyu yöneltmemiz gerekmektedir. Niçin bazı kişiler kurtuluşları hakkında sahte bir güvenceye kapılırlar? Aslında bu sorunun cevabı nispeten kolaydır. Sahte güvence, kurtuluş hakkındaki yanlış inanışlardan kaynaklanmaktadır. Gerçek Kurtuluşun neyi gerektirdiği ya da neyi zorunlu kıldığı yanlış anlaşılmıştır bu kişiler tarafından.

Örneğin bir kişinin universalist (evrenselci) olduğunu farz edelim. Bu kişi herkesin kurtulmuş olduğuna inanır. Eğer bu dayanak noktası doğru ise, tümden gelimin gerisi çorap söküğü gibi gelir. Bu muhakeme şu şekilde işlemektedir:

Her birey kurtulmuştur.

Ben bir bireyim.

Demek ki ben kurtuldum.

Üniversalizm, bir çoğumuzun farkına vardığından çok daha fazla yaygındır. Oğlum beş yaşına bastığı zaman Evangelism Explosion’ın iki sorusunu kendisine yönelttim. Birinci soruya olumlu bir cevap verdi. Öldüğü zaman cennete gideceğine emindi. İkinci soruyla devam ettim. “Eğer, bu gece ölseydin ve Tanrı sana şu soruyu sorsaydı, ‘Niçin seni cennetime alayım?’ Ne cevabı verirdin?” Oğlum tereddüt etmeden hemen cevap verdi, “çünkü ben ölüyüm!”

Oğlum beş yaşına bastığı zaman müjdeyi çoktan açık ve seçik bir şekilde duymuştu. Ancak onun algıladığı mesaj, ölen herkesin cennete gideceği doğrultusundaydı. Onun aklanma doktrini, sadece iman ve iyi işler ile aklanma değil,  ya da iman ve iyi işlerin birleşimi ile bir aklanma şeklinde değildi. Onun doktrini çok daha basitti; o ölüm ile aklanmaya inanmıştı. Onun, kurtuluşuna dair sahte bir güvencesi vardı.

Aynen üniversalizmin, dünya kültürlerinde yaygın olması gibi, iyi işlerle aklanma konseptide yaygındır. 1000 kişi üzerinde yapılan istatistiksel bir ankette, oğluma sorulan aynı soru sorulmuştur. Katılımcıların yüzde 80’i “iyi işler” ile ilgili cevaplar vermiştir. İnsanlar şuna benzer cevaplar vermiştir: “Ben otuz seneden beri kiliseye gidiyorum,” “Pazar okulunu bir kere bile kaçırmadım,” ya da “Hayatım boyunca kimseye ciddi bir zararım dokunmadı.”

Evangelism ile olan tecrübem esnasında çok açık şekilde öğrendiğim bir şey oldu: Sadece iman ile aklanma mesajı kültürümüze (ç.n: Amerikan) hala daha nüfuz etmemiştir. Kitleler, cennete gitme ümitlerini tamamen kendi iyi işlerine dayandırmaktadır. Mükemmel olmadıklarını kabul etmede yeterince hevesli olan bu kitleler yeterince iyi olduklarını da var saymaktadırlar. Ellerinden gelenin “en iyisini” yapmışlardır ve trajik bir şekilde, bunun Tanrı için yeterli olacağını var saymışlardır.

Bir öğrencinin, John Gerstner’e sınav kağıdından aldığı nottan dolayı  itiraz ettiğini hatırlıyorum. Yakınmasını şu cümlelerle ortaya koymuştu: “Dr. Gerstner, elimden gelenin en iyisini yaptım.” Gerstner gözlerini öğrenciye çevirip,  yumuşak bir ses tonuyla, “Genç adam, elinden gelenin en iyisini asla yapamazsın.”

Tabi ki bizler elimizden gelenin en iyisini yaptığımıza inanmayız. Eğer son yirmi dört saatteki performansımızı gözden geçirirsek, elimizden gelenin en iyisini yapmadığımızı anlarız. Bu ifadenin ne kadar aldatıcı olduğunu anlamamız için hayatlarımızı gözden geçirmemize gerek yoktur.

İnsanların ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarını farz etsek bile -ki bunu asla farz edemeyiz- bunun bile yeterli olamayacağını biliyoruz. Çünkü Tanrı, cennetine kabul etmek için mükemmelliği talep etmektedir. Bizler bu mükemmelliği ya kendi içimizde ya da başka bir yerde ya da başkasında buluruz.  Eğer, kendi içimizde bulabileceğimizi düşünüyorsak kendi kendimizi kandırıyoruz demektir çünkü içimizde doğruluk yoktur.

Gördüğümüz gibi kurtuluşumuz hakkında sahte bir güvence hissetmemiz çok kolaydır. Ancak kurtuluşun talep ettikleri konusunda doğru bir anlayışımızın olması, bizi kurtuluş hakkındaki sahte güvenceye kapılmaktan kurtaracak mıdır?

Şeytanın kendisi bile kurtuluş için neyin gerektiğini bilmektedir. O, Kurtarıcının kim olduğunu bilmektedir. O, kurtuluşun entelektüel kısmını bizlerden daha iyi anlamıştır. Ancak, O kendi kişisel kurtuluşu için Mesih’e güvenmemektedir. Kurtarıcı olan İsa’dan nefret etmektedir.

Kurtuluş hakkında doğru bir anlayışımız olabilir ancak kurtuluşun şartlarını yerine getirip getirmediğimiz konusunda yanlış inançlarımız olabilir. Aslında hiç imanımız yokken, imanımız olduğunu düşünebiliriz. Mesih’e inandığımızı düşünebiliriz ancak kabul ettiğimiz Mesih, Kutsal Kitap’taki Mesih olmayabilir. Tanrı’yı sevdiğimizi düşünebiliriz ancak sevdiğimiz tanrı bir put olabilir.

Her Şeye Egemen Olan Tanrı’yı seviyor muyuz? İnsanları cehenneme gönderen Tanrı’yı seviyor muyuz? Tam bir itaat talep eden Tanrı’yı seviyor muyuz? Son gün gelip de “Çekil önümden, Ben seni tanımıyorum” diyebilecek olan Mesih’i seviyor muyuz? Ben sizlere böyle bir Tanrı’yı ve böyle bir Mesih’i mükemmel bir şekilde seviyor musunuz? diye sormuyorum. Ben sizlere böyle bir Tanrı’yı ve böyle bir Mesih’i en ufak bir şekilde de olsa seviyor musunuz diye soruyorum.

En sevdiğim anektodların bir tanesi, Dr. James Montgomery Boice tarafından anlatılmıştır. Bir dağcının kayışları çözülür ve binlerce feet yükseklikte ölüm kalım savaşı vermektedir. Panik halinde, dağın yakasındaki bir kaya dan bitmiş olan cılız bir çalıya tutunur. Bu çalı, onun düşüşünü bir an için yavaşlatır ancak çalı kökünden sökülmeye başlar. Dağcı gökyüzüne doğru bakar ve seslenir, “Yukarıda bana yardım edecek birisi var mı?” Göklerden kalın bir ses işitilir. “Evet, ben sana yardım edeceğim. Bana güven ve çalıyı bırak.” Dağcı, aşağıdaki mağaraya bakar ve bir kez daha seslenir, “Bana yardım edebilecek başkası var mı?”

İnandığımız Tanrı’nın “başkası” olma olasılığı vardır. Genç Yaşam (Young Life) isimli  bir hizmet kuruluşunda  görevli kişilerle sık sık konuşurum. Bu hizmet, gençlere yönelik çok etkili misyon faaliyetleri sürdürmektedir. Young Life’ın gücü aynı zamanda onun en büyük tehlikesini arz etmektedir. Young Life’ın ulaştığı gençler arasındaki iman ikrarında bulunan ve daha sonra bu iman ikrarını reddeden gençlerinin  sayısı ürkütücü rakamlara ulaşmaktadır.

Young Life, gençlere ulaşma konusunda dikkat çekici başarılar kazanmaktadır. Bu misyon, müjdeyi ilgi çekici kılma konusunda bir uzmandır.  Tehlike ise, Young Life’ın çok çekici ve çok etkileyici olmasından gelmektedir. Bazı genç insanlar, Young Life’a iman etmekte ve Kutsal Kitap’ın Mesih’i ile asla ilgilenmemektedir. Bu yazının amacı kesinlikle Young Life’ı eleştirmek değildir. Ben asla müjdeyi ilgi çekici yapmaktan vazgeçelim iddiasında bulunmuyorum. Bunu zaten yeterince gerçekleştirdik. Amacım unutmamamız gereken noktanın, insanların bizi ya da grubumuzu Mesih’in yerine koymaya başlayabilme ve kurtuluşu hakkında sahte bir güvenceye kapılabilme olasılıkları olduğunu hatırlatmaktır.

Kutsal Kitap açısından baktığımız zaman kurtuluşumuz hakkında tanrısal bir güvenceye sahip olmamızın olası olduğunu, hatta bu güvenceyi kökleştirmenin bizim görevimiz olduğunu görmekteyiz. Eğer bu güvence olası ve eğer bu bir buyruk ise bunu aramak kendini beğenmişlik olmaz. Bunu aramamak kendini beğenmişlik olur.

Elçi Petrus şöyle yazmıştır:

Bunun için ey kardeşler, çağrılmışlığınızı ve seçilmişliğinizi kökleştirmeye daha çok gayret edin. Bunları yaparsanız, hiçbir zaman tökezlemezsiniz. Böylelikle Rabbimiz ve Kurtarıcımız İsa Mesih’in sonsuz egemenliğine girme hakkı size cömertçe sağlanacaktır. (2 Petrus 1:10, 11).

Seçilmişliğimizi kökleştirme konusunda aldığımız bir emri görmekteyiz.  Bunu gerçekleştirmek gayret ister. Burada manevi bir kaygı izlemekteyiz. Petrus, tökezlemeden özgür olmak ile kurtuluşun güvencesini birbirine ilişkilendirmiştir. Bir Hıristiyan’ın, istikrarlı bir ruhsal gelişimine en büyük katkıyı sağlayan unsurlardan bir tanesi ise kurtuluşun güvence altında olmasıdır. Kurtulmuş olduğu halde bu güvenceden mahrum bir çok Hıristiyan vardır. Güvenceden mahrum olmak, ruhsal gelişme için ölümcül bir engeldir. İçinde bulunduğu lütuf konumunun farkında olmayan bir insanın ruhu, korku ve şüphe içinde kıvranır. Ruhsal yaşamında istikrarı sağlayacak olan çapadan mahrumdur. O’nun içinde bulunduğu belirsizlik konumu, Mesih ile yürüyüşünde sendelemesine sebep olacaktır.

Tanrı’dan gelen güvenceye sahip olmak önemlidir ancak bu güvenceye Hıristiyan yaşantımızın erken dönemlerinde sahip olmanın ayrı bir önemi vardır. Bu durum olgunluğa erişmemizde kilit rolü oynamaktadır. Pastörlerin bu konunun bilincinde olmaları ve sürülerini daha çok gayretli bir kökleştirmeye yönlendirmeleri gerekmektedir.

Tanıştığım bir kişinin Tanrı tarafından seçilmiş bir kişi ya da aksi olup olmadığını asla bilemem. Başkalarının ruhunu görme yeteneğine sahip değilim. İnsan olarak görme yeteneğimiz, başkalarının sadece dış görünüşlerini algılama ile kısıtlıdır. Yüreği görme yeteneğimiz de yoktur. Sizin seçilmiş olduğunuzu bilebilme konusunda kesin bir fikre sahip olabilecek tek kişi sizsiniz.

Peki, seçilmemiş olduğu konusunda kesin bir fikre sahip olabilecek tek kişi kimdir? Hiçvkimse. Şu esnada lütuf altında olmadığınızdan emin olma olasılığınız vardır ancak yarın lütuf altında olmayacağınızdan emin olma olasılığınız yoktur. Dünya üzerinde seçilmiş olduğu halde şu an Hıristiyan olmayan bir çok kişi yaşamaktadır.

Bu tip bir kişi şöyle bir söylemde bulunabilir, “Seçilmiş olanlardan olup olmadığımı bilmiyorum ve bu konu umurumda bile değil.” Bundan daha büyük bir budalalığın olması gayet zordur. Eğer, şuan hala seçilmiş olduğunuzu bilmiyor iseniz, cevabını bulmanız gereken daha önemli bir soruya sahip olduğunuzu düşünemiyorum.

Eğer emin değilseniz, emin olmanız gerektiği konusunda ciddi bir tavsiyeye muhatapsınız. Asla seçilmemiş olduğunuzu var saymayın. Seçilmişliğiniz konusunu açığa kavuşturmanız gereken bir konu olarak ele alınız.

Elçi Pavlus, kendi seçilmişliği konusunda emindi. Seçilmiş olanlardan bahsederken sık sık biz zamirini kullandı. Yaşamının sonuna yaklaşırken şunları ifade etmiştir:

Çünkü kanım zaten adak şarabı gibi dökülmek üzere. Benim için ayrılma zamanı gelmiştir. Yüce mücadeleyi sürdürdüm, yarışı bitirdim, imanı korudum. Bundan böyle, doğruluk tacı benim için hazır duruyor. Adil yargıç olan Rab, o gün bu tacı bana, ve yalnız bana değil, O’nun gelişini özlemle beklemiş olanların hepsine verecektir (2 Timoteyus 4:6-8).

Aynı mektubun önceki bölümlerinde ise aşağıdakileri beyan etmiştir:

Bu acıları çekmemin nedeni de budur. Ama bundan utanmıyorum. Çünkü kime inandığımı biliyorum. O’nun bana emanet ettiğini o güne dek koruyacak güçte olduğuna eminim (2 Timoteyus 1:12).

Bizler, nasıl Pavlus gibi düzmece olmayan,  gerçek bir güvenceye sahip olabiliriz? Gerçek güvence, Tanrı’nın kurtuluşumuz hakkında verdiği vaatler üzerine bina edilir. Güve ncem iz, birinci olarak bu vaatlerin sahibi olan Tanrı’ya olan güvenimizden gelmektedir. İkinci olarak ise güve ncem iz, imanımızın içsel kanıtı ile geliştirilir. Eğer yeniden doğmuş olmasaydık Mesih için asla gerçek bir sevgi besleyemezdik.  Eğer seçilmiş olmasaydık, yeniden doğamazdık. Sağlam bir teoloji bilgisi, güve ncem iz için hayati değer taşımaktadır. Eğer seçilmişlik hakkında doğru bir anlayışa sahip isek, bu içsel kanıtları yorumlamamıza bu anlayış yardımcı olacaktır.

İçsel olarak Mesih’i tamamen sevmediğimin farkındayım, aynı zaman da O’nu sevdiğimi de biliyorum. O’nun zaferinin düşüncesi içimi mutlu ediyor. O’nun gelişini düşündükçe içim coşku ile doluyor. O’nun göğe alınması da aynı şekilde. Eğer lütuf ile bana verilmemiş olsalardı içimdeki bu hislerin hiç birisinin orada olmalarının mümkün olmadığını biliyorum.

Bir erkek ve kadın birbirlerine aşık olduklarında, bu duygunun bilincinde olduklarını kabul ederiz. Genellikle bir insanın, başka bir insana aşık olup olmadığını ayırt etme yeteneği vardır. Bunun kaynağı içsel bir güvencedir.

Lütfun içsel kanıtına ek olarak bir de dışsal kanıt vardır. İnancımızın gözle görülür meyvelerini görebilmemiz gerekir. Aynı zamanda, dışsal kanıt, güve ncem izin azalmasına bir sebep de verebilir. Yaşamlarımızda ki sonu gelmeyen günahları görebiliriz. Bu günahlar, güve ncem iz üzerinde olumsuz etki yaratmaktadır. Kendimizi günah işlerken buluruz ve arkasından kendimize şu soruyu yöneltiriz, “Eğer gerçekten Mesih’i seviyor isem, tüm bu günahları nasıl işliyorum?”

Güvenceye sahip olmak için, yaşamlarımız hakkında ciddi bir analiz yapmamız gerekir. Kendimizi başkaları ile kıyaslamanın bu konuda bir faydası yoktur. Etrafımızda her zaman kutsallaşmada bizden bir adım önde kişiler olacaktır. Aynı zamanda bizden geride olan kişileri de fark edebiliriz. İki kişinin ruhsal büyümesinde tam olarak aynı seviyede olmalarının mümkünatı yoktur.

Davranışlarımızda bir farklılık görüp görmediğimizi, lütfun doğru bir dışsal kanıtının var olup olmadığını kendimize sormamız gerekir. Bu şüpheli bir süreçtir çünkü kendi kendimize yalan söyleyebiliriz. Bu görevi yerine getirmek zordur ancak imkansız değildir.

Güvenceye ulaşmak için daha gerekli bir yöntem daha vardır. Kutsal Yazılar’da bizlere Kutsal Ruh’un içsel tanıklığından bahsedilmektedir.  Pavlus’un kaleme aldığı ifadesi şöyledir: “Ruh’un kendisi, bizim ruhumuzla birlikte, Tanrı’nın çocukları olduğumuza tanıklık eder” (Rom. 8:16).

Ruh’un bize tanıklık etmesinin ana yolu, O’nun Söz’üdür. Tanrı’nın sözüne yoğunlaştığım zamanlarda sahip olduğum güvenceden daha büyük bir güvenceye asla sahip olmadım. Eğer lütfun bu yolunu ihmal edersek, kurtuluşumuz için var olan güvenceyi uzun süreli ya da güçlü bir şekilde hissetmemiz çok zordur.

Reform ilahiyatçısı olan, A. A. Hodge, Gerçek Güvence ve Sahte Güvence arasındaki farkları gösteren aşağıdaki listeyi yayınlamıştır:

GERÇEK GÜVENCE SAHTE GÜVENCE
Samimi alçak gönüllülük doğurur Ruhsal gurur doğurur
Kutsallaşmada gayret oluşturur Miskin bir düşkünlük oluşturur
Dürüst bir kendini değerlendirmeye yönlendirir Gerçek değerlendirmelerden kaçınır
Tanrı ile daha yakın bir ilişki için arzu doğurur Tanrı ile ilişki kurma konusunda soğukluk doğurur

Kurtuluşun güvencesi arttırılabilir ya da azaltılabilir. Güvenimizi yükseltip alçaltabiliriz. Hatta bu güvence duygusunu en azından bir dönem için tümden kaybedebiliriz. Sahip olduğumuz bu güvenin elimizden kayıp gitmesi için sayısız sebep mevcuttur. Bu güveni koruma konusunda ihmalci davranabiliriz.  Çağrılmış olan bizlerin seçilmişliğimiz konusunda emin olma gayretimiz, asla bitmemesi gereken bir gayret olmalıdır. Eğer kurtuluş güvencem iz konusunda kendini beğenmiş bir üslup takınıp ona sahip olduğumuzdan emin olmaya başlarsak, o güvenceyi kaybetme riskine gireriz.

Güvencem izin devamı için en büyük tehlikeyi, ciddi ve iğrenç günahlara düşme teşkil eder. Bir çok günahı örten sevgiden haberdarız. Kurtuluşumuzun güvence altında olması için mükemmel olmamızın gerekli olmadığını da biliyoruz. Ancak, bazı belirgin günahlara düşme durumumuzda bu güvencenin ciddi bir şekilde sarsıldığını da biliyoruz. Davut’un işlediği günah olan zina, onun Tanrı karşısında korku ile titremesine sebep olmuştu. Eğer Mezmur 51’de ki itiraf duasını okursak, güvencesini tekrar kazanmak için çabalayan bir insanın inlemelerini duyarız. Petrus, Mesih’e lanet edip O’nu reddettikten sonra ve Mesih’in gözleri kendisine dikilirken, sizce Petrus’un güvencesi ne durumdaydı?

Sanki Tanrı’nın tasvip etme ışığını bizden tümden esirgediği hissine kapıldığımız bir ruhsal dönemi hepimiz yaşamışızdır. Azizler bu durumu “ruhun karanlık gecesi olarak” adlandırmışlardır. Sanki Tanrı’nın bizi terk ettiğini hissettiğimizi anlar olmuştur. Artık dualarımızı duymadığını düşünürüz. O’nun varlığının verdiği hoş duyguları hissetmemeye başlarız. Bu gibi zamanlarda yani güvencem iz sığlaştığı zaman tüm gücümüzle kendimizi O’na doğru yöneltmemiz gerekir. O, bizlere O’na doğru uzandığımızda yanımıza geleceğine dair söz vermiştir.

Son olarak, maruz kalacağımız derin acılar, güven duygumuzun sarsılmasında rol oynayabilir. Ciddi bir hastalık, üzücü bir kaza, sevdiğimiz bir kişinin ölümü, güvence duygumuzu etkileyebilir. Eyüp’ün şu haykırışını biliyoruz: “Beni öldürse bile O’na güvenim sarsılmaz.” Bu acı içerisinde ki bir adamın haykırışıdır. Eyüp, “Oysa ben kurtarıcımın yaşadığını, sonunda yeryüzüne geleceğini biliyorum” dese de, şüphe duygularının kendisini hırpaladığına eminim.

Denenme zamanlarında, bizlere rahatlamayı sunacak olan gene Tanrı Söz’ünün kendisidir. Sıkıntılarımızın, nihai etkisi umudumuzu yok etmek değil, aksine bina etmektir. Petrus’un kaleme aldığı ayetler şöyledir:

Sevgili kardeşlerim, sınanmanız için size giydirilen ateşten gömleği, size garip bir şey oluyormuş gibi garipsemeyin. Tersine, Mesih’in acılarına ortak olduğunuz oranda sevinin ki, Mesih’in görkemi görüldüğünde de sevinçle coşasınız (1 Petrus 4:12, 13).

Tanrı’nın vaatlerine titizlikle bağlanırsak, elemlerimiz güve ncem izi yok etmek yerine, arttırır. İman krizi yaşamamıza gerek yoktur. Çekeceğimiz acılar, imanımızın güçlenmesine yardımcı olabilir. Tanrı çekeceğimiz acıların sonunda sadece sevince ulaşmamız değil  aşırı sevince ulaşmamız konusunda vaatte bulunmuştur.

KURTULUŞUMUZU KAYBEDEBİLİR MİYİZ?

Daha önce de belirttiğimiz gibi kurtuluşun güvence altında olduğuna dair olan duygumuzu kaybetmemiz olasıdır. Ancak bu, ‘kurtuluşumuzun kaybedilmesi’ anlamına gelmemektedir. Ele alacağımız konu, sonsuz güvence konusudur. Aklanmış bir insan, aklanmışlığını kaybedebilir mi?

Roma Katolik Kilisesinin bu soruya verdiği cevabı biliyoruz. Roma, aklanma lütfunun gerçektende kaybedilebileceği görüşünde ısrarını sürdürmektedir. İtirafı da içeren Kefaret sakrementi, bu görüşün bir ürünüdür.  Roma Kefaret sakrementini, “ruhlarını mahvetmiş olanlar için aklanmanın ikinci desteği” olarak açıklamaktadır.

Roma’ya göre, kurtaran lütuf, bir insan “ölümcül” bir günah işlediği zaman, o insanın ruhunda yok olmaktadır. Ölümcül günah ismi, bu günahın lütfu öldürme gücü olduğu iddiasından gelmektedir. Bu iddiaya göre lütuf ölebilir ve eğer ölümcül günah ile ölmüş ise kefaret sakrementi ile tekrar onarılmalı, diriltilmelidir, yoksa bu günahkar kişinin kurtuluşu yok olur.

Reform inancı, ölümcül günah konusuna Roma’dan farklı bir açıyla bakmaktadır. Bizim inancımıza göre tüm günahlar ölümcüldür, hepsinin bedeli ölümdür ancak hiçbir günah, seçilmiş olanların sahip olduğu kurtuluş lütfunu yok edecek kadar ölümcül değildir. (İlerleyen bölümlerde, İsa’nın uyarısında bulunduğu “bağışlanmayacak olan” günahtan bahsedeceğiz.)

Reform görüşü, sonsuz güvenceye “azizlerin sabrı” ismini vermiştir. Bu güvencenin önerdiği ise şudur: “Lütufta bir kere olan, her zaman lütufta kalır.” Başka bir ifade ile, “Eğer sahip isen, asla kaybetmezsin; Eğer kaybettiğini düşünüyorsan, asla sahip olmamışsındır.”

Azizlerin sabrına olan güvenimiz, azizlerin yeteneklerine, kendilerine, azimlerine dayanmamaktadır. Ben azizlerin sabrı demek yerine azizlerin korunması demeyi tercih ediyorum.

Gerçek Hıristiyanların lütuftan düşmemelerinin sebebi, Tanrı’nın lütufkar bir şekilde onları düşmekten korumasıdır. Azmetmek, yılmamak bizim yaptığımız bir eylemdir ancak korunma, Tanrı’dan gelir. Tanrı koruduğu için bizler sabrederiz.

Sonsuz güvence ya da yılmazlık doktrini Tanrı’nın vaatlerine dayalı bir doktrindir. Bu konudaki birkaç ayet aşağıda sıralanmıştır:

Sizde iyi bir işe başlamış olan Tanrı’nın bunu, Mesih İsa’nın gününe dek bitireceğine güvenim vardır (Filipeliler 1:6).

Koyunlarım sesimi işitir. Ben onları tanırım, onlar da beni izler. Onlara sonsuz yaşam veririm; asla mahvolmayacaklar. Onları hiç kimse elimden kapamaz. Onları bana veren Babam her şeyden üstündür. Onları Baba’nın elinden kapmaya kimsenin gücü yetmez (Yuhanna 10:27-29).

Rabbimiz İsa Mesih’in Tanrısı ve Babasına övgüler olsun. Çünkü O, kendi büyük merhametiyle yeniden doğmamızı sağladı. İsa Mesih’i ölümden diriltmekle bizi yaşayan bir ümide, çürümez, lekesiz ve solmaz bir mirasa kavuşturdu. Bu miras sizin için göklerde saklıdır.  Zaman sona ererken açığa çıkarılmaya hazır olan kurtuluşa kavuşasınız diye iman sayesinde Tanrı’nın gücüyle korunuyorsunuz (1 Petrus 1:3-5).

Çünkü kutsal kılınanları tek bir sunuyla sonsuza dek yetkinliğe erdirmiştir (İbraniler 10:14).

Tanrı’nın seçtiklerini kim suçlayacak? Onları aklayan Tanrı’dır. Kim suçlu çıkaracak? Ölmüş, üstelik dirilmiş olan Mesih İsa, Tanrı’nın sağındadır ve bizim için aracılık etmektedir. Mesih’in sevgisinden bizi kim ayırabilir? Sıkıntı mı, elem mi, zulüm mü, açlık mı, çıplaklık mı, tehlike mi, kılıç mı? Yazılmış olduğu gibi:«Senin uğruna bütün gün öldürülüyoruz,kasaplık koyunlar sayılmışız.» Ama bizi sevenin aracılığıyla bu durumların hepsinde galiplerden üstünüz. Eminim ki, ne ölüm, ne yaşam, ne melekler, ne yönetimler, ne şimdiki ne gelecek zaman, ne güçler, ne yükseklik, ne derinlik, ne de yaratılmış başka herhangi bir şey bizi Rabbimiz Mesih İsa’da olan Tanrı sevgisinden ayırmaya yetecektir (Romalılar 8:33-39).

Bu ayetlerden de gördüğümüz gibi yılmazlığa olan güvenimizin temelinde Tanrı’nın kudreti yatmaktadır. Tanrı, başladığını tamamlama konusunda söz vermiştir. Bizim güvenimiz insanın iradesine bağlı değildir. İnsan iradesi ile Tanrı’nın kudreti arasındaki farklılık Kalvinistler ile Arminiyanları ayıran unsurdur. Arminiyan doktrinindeki bir kişiye göre, bir kişinin lütuf ile gönüllü bir işbirliği yapacağını ve bu lütfu kaybetmemek için yılmayacağını önceden gördükten sonra Tanrı tarafından bu kişi sonsuz hayata seçilir.

Örneğin Roma Katolik Kilisesi, aşağıdaki beyanatta bulunmuştur: “Eğer bir kişi, bir kere aklanan bir insanın lütfu kaybetmeyeceğini ve lütuftan düşen kişinin zaten asla aklanmamış olduğunu söylerse, bu kişi lanetlidir” (Trent Konseyi: 6/23).

Protestan Arminiyanlar benzer bir ifadede bulunmaktadırlar: “Gerçek ve tam olarak yeniden doğan insanlar, lütfu savsaklayarak ve Kutsal Ruh’u günah ile kederlendirerek, tamamen düşebilirler ve uzun vade de lütuftan, mahvoluşa geçmiş olurlar.” (Conference of Remonstrants 11/7).

Arminiyanların temel iddialarından bir tanesi de, Tanrı’nın yılmamayı “zorla” insana empoze etmesi ile insanın özgür iradesi arasındaki çelişki konusudur. Buna rağmen Arminiyanların kendileri bile imanlıların cennette lütuftan düşmeyeceklerine inanırlar. Yüceltilmiş durumda iken, Tanrı’nın bizi günah işleyemeyecek bir yapıya dönüştüreceğini dile getirirler.  Buna rağmen cennetteki yüceltilmiş azizlerin hala daha özgür olacağını söylerler. Eğer korunma ve özgür irade, cennette istikrarlı bir birleşim olarak kabul ediliyorsa, asıl tutarsızlık bu iki unsurun dünya da birbiri ile çeliştiğini öne sürmektir. Arminiyanlar, bir kez daha insanın özgürlüğü konusunda haddinden fazla ispata girmeye çalışmaktadırlar. Eğer Tanrı, özgür irademizi yok etmeden bizi cennette koruyabiliyorsa, dünya da da özgür irademizi  yok etmeden koruyabilir.

Bizler sabrederiz, bunu sadece Tanrı içimizde ve özgür irademizde çalıştığı için yapabiliriz. Ve Tanrı, bizim içimizde çalıştığı için yılmayacağımız kesindir. Tanrı’nın seçim hakkındaki hükümleri kesin ve sabittir. Bu hükümler değişmez çünkü Tanrı değişmez. O, akladığı herkesi yüceltecektir. Seçilmiş olanların hiç birisi asla kaybolmayacaktır.

Niçin, bizlere bir çok kişi lütuftan düşmekte gibi gözükmektedir? Hepimiz imanlı Hıristiyan hayatlarına çok büyük coşku ile başlayıp ilerde bu imanlarını reddeden kişiler ile karşılaştık. Hepimiz, büyük Hıristiyan liderlerinin ilerleyen zamanlarda ağza alınamayacak günahlar işlediklerini ve iman ikrarlarına kara çaldıklarını gördük ya da duyduk.

Reform inancı, iman ikrarında bulunan kişilerin ilerleyen zamanda bunu inkar ya da reddedebileceğini kabul etmiştir. Hıristiyanların “yoldan çıkabileceğini” biliyoruz. Hıristiyanların iğrenç ve tiksindirici günahlara düşebileceğini ve düştüklerini biliyoruz.

Bizler gerçek Hıristiyanların ciddi ve radikal bir şekilde düşebileceklerine inanıyoruz. Bizler gerçek Hıristiyanların tamamen ve kesin bir şekilde düşebileceklerine inanmıyoruz. Kral Davut’un olayını ele aldığımızda hem Bat-Şeva ile işlenen zina günahını hem de Bat-Şeva’nın kocası Uriya’nın ölümü hakkındaki bir komploya iştirak günahını görmekteyiz. Davut, sahip olduğu gücü ve yetkileri kullanarak Uriya’nın savaş esnasında ölmesini kesinleştirmiştir. Aslında Kral Davut, birinci dereceden cinayet ile suçludur. Bu cinayet önceden tasarlanmıştır ve kötü niyetli düşüncelerin ürünüdür.

Davut’un vicdanı o kadar kurumuştur, yüreği o kadar katılaşmıştır ki, onun gerçeklerle yüzleşebilmesi için Tanrı’nın peygamberinin onu kendine getirmesi gerekmiştir. Arkasından gelen itiraf ve tövbe, günahın kendisi kadar büyük olmuştur. Davut, radikal bir günah işlemiştir, ancak bu durum onun tamamen ve kesin olarak sonu değildir. Bu durumdan sonra kendisi yenilenmiştir.

Yeni Antlaşma’dan bilindik iki kişi hakkında bildirilenleri ele alalım. Bu iki kişide İsa’nın öğrencisi olmak üzere çağrılmışlardır. Bu iki kişide İsa’nın hizmetinin ilk günlerinden itibaren O’nun yanında yürümüşlerdir. Bu iki kişide İsa’ya ihanet etmiştir. Bu iki kişinin isimleri Petrus ve Yahuda İskariyot’tur.

Yahuda İskariyot, Mesih’e ihanet ettikten sonra intihar etmiştir. Petrus, Mesih’e ihanet ettikten sonra tövbe etmiştir ve yenilenmiştir, erken Kilisenin yükünü taşıyan bir sütun olarak yükselmiştir. Bu iki adam arasındaki fark nedir? İsa, bu iki kişinin de kendisine ihanet edeceğini önceden bildirmiştir. Yahuda İskariyot ile konuşmasını bitirdikten sonra ona şöyle demiştir, “Yapacağını tez yap!»

İsa, Petrus’a farklı konuşmuştur. Ona şöyle hitap etmiştir: “«Simun, Simun, Şeytan sizleri buğday gibi kalburdan geçirmek için izin almıştır. Ama ben, imanını yitirmeyesin diye senin için dua ettim. Geri döndüğün zaman kardeşlerini güçlendir.»” (Luka 22:31, 32).

İsa’nın söylediklerine dikkat edelim. İsa, eğer geri dönersen dememiş, geri döndüğün zaman demiştir. İsa, Petrus’un geri döneceğinden emindir. O’nun düşüşü radikal ve ciddidir ama tamamen ve kesin değildir.

Petrus’un geri dönmesine dair İsa’nın duyduğu güvencenin Petrus’un gücüne bağlanmamış olduğu çok açıktır. İsa, Şeytan’ın Petrus’u buğday gibi kalburdan geçireceğini biliyordu. Şeytan için Petrus, “çantada keklik”dir. İsa’nın güveni, kendisinin duasına dayanmaktaydı. Yılmayacağımıza olan inancımız, Mesih’in bizim Başkahinimiz, Baba’ya karşı bizi Savunan ve Adaletli Duacımız olacağına dair vaatlerine dayanmaktadır.     Kurtarıcımız ve bizler için dua eden Kahinimize olan güvenimizden gelmektedir.

Kutsal Kitap, Yuhanna 17’de İsa’nın bizler için sunduğu duayı kaydetmiştir. Bu baş kahinlik duasını sık sık okumamız gerekmektedir. Hep beraber bir kısmına bakalım:

… Ben artık dünya da değilim, ama onlar dünya dalar. Ben sana geliyorum. Kutsal Baba, onları bana verdiğin kendi adınla koru ki, bizim gibi bir olsunlar. Kendileriyle birlikte olduğum sürece, bana verdiğin kendi adınla onları esirgeyip korudum. Kutsal Yazı yerine gelsin diye, mahva giden adamdan başka içlerinden hiçbiri mahvolmadı. (ayet. 11, 12).

Okumaya devam edersek:

Baba, bana verdiklerinin de bulunduğum yerde benimle birlikte olmalarını ve benim yüceliğimi, bana verdiğin yüceliği görmelerini istiyorum. Çünkü dünyanın kuruluşundan önce sen beni sevdin (ayet. 24).

Bizim korunmamız Üçlü Birliksel bir eylemdir. Baba olan Tanrı, bizi korur ve bırakmaz. Oğul olan Tanrı, bizim için dua eder. Kutsal Ruh olan Tanrı, içimize nüfuz eder ve bizi yönlendirir. Bizlere, Kutsal Ruh’un “mührü” ve “teminatı” verilmiştir (2 Tim. 2:19; Efs. 1:14; Rom. 8:23). Bu verilenler, ilahi bir güvencenin görüntülü ifadesidir. Ruh’un mührü, mutlak bir hükümdarın yüzüğünün balmumu üzerine yaptığı damga gibi asla çıkmayacak bir işarettir. Bizlerin, O’nun hükmü altında ve O’na ait olduğumuzun ifadesidir. Ruh’un teminatı ise ticarette borçlara ya da alınacak krediye karşı gösterilen teminattan farklıdır çünkü bu teminat kaybedilir iken Kutsal Kitap ifadesi ile bildirilen Ruh’un teminatı, gerisinin ödeneceği kesin olan ilk ödeme gibidir. Tanrı kendi teminatını kaybetmez. Başlamış olduğu işi bitirir, başladığı ödemeleri tamamlar. Ruh’un ilk meyvesi, son meyvelerin de geleceğinin teminatıdır.

Tanrı’nın koruma eyleminin bir benzetmesi olarak, küçük çocuğu ile yürüyen bir babanın, çocuğun elini tutmasını gösterebiliriz. Arminiyan görüşe göre çocuğun güvenliği, çocuğun babasının elini tutma gücüne bağlıdır. Eğer çocuk babasının elini bırakırsa mahvolacaktır. Kalvinist görüşte ise çocuğun güvenliği, babanın çocuğun elini tutma gücüne bağlıdır. Çocuk babasının elini bıraksa bile baba sağlam bir şekilde tutmaya devam edecektir.    Rabbin kolu asla kısa kalmaz.

Gene de niçin bazı kişilerin tamamen ve kesin bir şekilde düşüyor gibi gözükmelerinin sebebini sormaktan kendimizi alıkoyamayız. Bu noktada Elçi Yuhanna’nın sözlerini hatırlamamız gerekir: “Bunlar aramızdan çıktılar, ama bizden değildiler. Bizden olsalardı, bizimle kalırlardı. Ayrılmaları, hiçbirinin bizden olmadığını ortaya çıkardı” (1 Yuhanna 2:19).

Özdeyişimizi tekrar edersek: Eğer sahip isen, asla kaybetmezsin; Eğer kaybettiğini düşünüyorsan, asla sahip olmamışsındır. İsa Mesih’in Kilisesinin değişik yapıları ihtiva eden bir beden olduğunu kabul ediyoruz. Buğday ile yan yana biten diken, kuzu ile yan yana yaşayan keçiler vardır. Tohum hakkındaki benzetme, insanların sahte inanç yaşayabileceklerini göstermektedir. İnsanlar imanlı gibi gözükebilirler ancak o iman gerçek bir iman olmayabilir.

Bir kereden fazla “iman” eden kişileri tanımışsınızdır. Kilisede gerçekleşen her uyanışta bu kişiler minbere (altara) yaklaşır ve “kurtulurlar”. Bir görevli, kendi cemaatinde tam on yedi kez “kurtulan” bir kişiden bahsetmektedir. Bir uyanış toplantısı esnasında Evangelist, Ruh ile dolmak isteyenler için minber (altar) çağrısında bulunmuştur. Defalarca kurtulmuş olan bu kişi bir kez daha bu çağrıya cevap verip ileriye doğru yürümeye başlayınca, cemaatten bir bayan “Tanrım, onu doldurma, onda kaçak var!” diye bağırmıştır.

Hepimiz, bir dereceye kadar bazen kendimizi kötü hissetsek de hiçbir zaman gerçek bir Hıristiyan, tamamen ve kesin bir şekilde Tanrı’nın Ruh’unu kaybetmez. “İmanın kaybedenler” gibi gözükenler ilk başından beri asla imanlı olmamışlardır.   Yahuda İskariyot, ilk başından beri mahvoluşun oğlu olmuştur. Onun imanı düzmecedir. İsa, onun yenilenmesi için dua etmemiştir. Yahuda İskariyot, Kutsal Ruh’u kaybetmemiştir çünkü asla Kutsal Ruh’a sahip olmamıştır.

Tabi ki Mesih’e adanmışlık konusunda tekrar tekrar davette bulunmanın hiçbir kötü yanı yoktur. Tanrı’nın Sunağına defalarca yaklaşabiliriz ya da bu davetlere arka arkaya cevap verebiliriz ve verilen bu cevapların hangilerinin gerçekten samimi olduğundan emin olamayız. Birden fazla cevap vermenin iki faydası vardır. Birincisi kurtuluşumuzun güvence altında olduğuna dair olan idrakımızı güçlendirir, ikinci olarak ise Mesih’e olan adanmışlığımızı derinleştirir.

İMANDAN DÜŞME HAKKINDAKİ KUTSAL KİTAP UYARILARI

Korunma doktrinine karşı Arminiyanların en güçlü iddiaları Kutsal Yazılar’da düşme ile ilgili gözüken ayetlere dayandırılmaktadır. Örneğin Pavlus şöyle yazmıştır: “Müjde’yi başkalarına duyurduktan sonra ben kendim saf dışı kalmamak için bedenime eziyet çektirip onu köle ediyorum” (1 Kor. 9:27).

Pavlus, başka bir yerde inanç değiştiren kişilerden bahsetmektedir: “Sözleri kangren gibi yayılacak. İmeneyus ve Filitus bunlardandır. Dirilişin olup bittiğini söyleyerek gerçek yoldan saptılar. Şimdi de bazılarının imanını altüst ediyorlar” (2 Tim. 2:17, 18).

Bu ayetler, inananların “saf dışı” kalmalarının ya da “alt üst” olmalarının mümkün olduğunu ifade etmektedirler. Ancak, Pavlus’un Timoteyus’e sözlerini nasıl bitirdiğine dikkat etmemiz gerekir: “Ne var ki, Tanrı’nın attığı sağlam temel, «Rab kendine ait olanları bilir» ve «Rab’bin adını anan herkes kötülükten uzak dursun» sözleriyle mühürlenmiş olarak duruyor” (ayet. 19).

Petrus, kendi kusmuğuna dönen köpekten ve yıkandıktan sonra çamurda yuvarlanmaya dönen domuzdan da bahsetmiştir. Bunlar doğruluk yolu öğretildiği halde uzaklaşan kişiler için yapılmış olan benzetmelerdir. Bu kişiler doğaları asla değişmemiş olan sahte inanlılardır. (2 Pet. 2:22).

İBRANİLER 6

İbraniler 6’da bulunan bu ayetler, düşüş hakkındaki hem en ciddi uyarıyı içermekte hem de Kutsalların Sona Kadar Dayanması (imanın kaybedilmemesi) doktrinine ile en büyük çelişkiyi ortaya koymakta gibi gözükmektedir:

Bir kez aydınlatılmış, göksel armağanı tatmış ve Kutsal Ruh’a ortak edilmiş, Tanrı sözünün iyiliğini ve gelecek çağın güçlerini tatmış oldukları halde yoldan sapanları yeniden tövbe edecek duruma getirmeye olanak yoktur. Çünkü Tanrı’nın Oğlunu âdeta yeniden çarmıha geriyor, âleme maskara ediyorlar (ayet. 4-6).

Bu ayetler inananların tamamen ve sonsuza dek düşebileceklerini ve düştüklerini iddia etmektedir. Bizlerin bu ayetleri nasıl anlaması gerekir?

Bu bölümün tam anlamını çıkarma konusunda bazı zorluklar mevcuttur. Birinci olarak, bu metinde bahsi geçen sapmanın, ne tür bir sapma olduğu konusunda kesin bir bilgimiz mevcut olmadığı gibi, ikinci olarak bu mektubun yazarı ve kime yazıldığı hakkında da kesin bilgilerimiz yoktur. İlk Kiliselerin, bu ürkütücü uyarıyı kolaylıkla provoke etme ihtimali bulunan iki alevli sorunu vardı.

Birinci konu, lapsi olarak isimlendirilmiş bir grup insandı. Lapsi denilen bu insanlar, ağır zulüm altında imanlarını reddeden kişilerdi. O yıllarda aslanların önüne atılan her kilise üyesi, ilahiler söyleyerek arenada yürümemiştir, içlerinden bazıları çözülüp imanlarını reddetmişlerdir. Hatta bazıları kendi yoldaşlarına ihanet edip, Romalılar ile işbirliği yapmışlardır. İmandan dolayı idam edilmeler azalmaya başladığı zaman bu eski işbirlikçilerin bazıları tövbe edip kiliselerine tekrar bağlanmak istemişlerdir. Ancak bu kişilerin kiliseye nasıl kabul edileceği küçük bir anlaşmazlık, ya da ufak bir tartışma konusu olmamıştır.

İkinci konu ise Yahudi öğretmenler tarafından provoke edilmiştir. Bu grubun yıkıcı etkisi ile Galatyalılar Kitabı başta olmak üzere Yeni Antlaşma’nın bir çok bölümünde mücadele edilmiştir. Bazı Yahudi öğretmenler, Mesih’i kabul etseler de aynı anda Eski Antlaşma’nın tarikatsal uygulamalarını güçlendirip uygulatmaya kalkmışlardır. Örneğin törensel bir anlam içeren sünnet konusunda ısrar etmeye başlamışlardır. Ben, İbraniler Kitabının yazarının kaygı duyduğu sapkınlık konusunun, Yahudi öğretmenler sapkınlığı olduğuna inanıyorum.

İkinci problem ise, İbraniler Kitabında düşme konusunda uyarılan bu kişilerin doğasının nitelenmesinin zorluğudur. Bu kişiler gerçek imanlılar mıdır   yoksa buğdayların arasında büyüyen dikenler midir? Burada ele alınan üç kategoride insan olduğunu unutmamamız gerekir: (1) imanlılar, (2) kilisedeki imansızlar, ve (3) kilise dışındaki imansızlar.

İbraniler Kitabı, Eski Antlaşma İsrail’i ile bir çok paralelliği içermektedir. Özelliklede sapmış olanlar ile İbraniler kitabındaki bu insanlar kimlerdir? Nasıl tarif edilmişlerdir? Bu kişilerin niteliklerini bir liste halinde sıralarsak:

  1. Bir kez aydınlatılmış
  2. göksel armağanı tatmış
  3. Kutsal Ruh’a ortak edilmiş
  4. Tanrı sözünün iyiliğini tatmış
  5. yeniden tövbe edecek duruma getirmeye olanak yok

İlk bakışta bu listedeki unsurlar bir gerçek inanlıya aitmiş gibi gözükmektedir. Ancak, bu liste kilise üyesi olup, sahte bir inanç ikrarında bulunan ve gerçek bir inanlı olmayan kişi içinde geçerlidir. Bu niteliklerin tümüne inanlı olmayan bir kişi de sahip olabilir. Her hafta kiliseye gelen dikenler Tanrı’nın Söz’ünün öğretildiğini ve vaaz edildiğini duyarlar ve “aydınlanırlar”. Lütfun bütün kazancına ortak olurlar. Rab’bin Sofrasına katılırlar. Kutsal Ruh’a, O’nun yakınlığının ve meyvelerinin mutluluğunu ve huzurunu hissetme anlamında ortak olurlar. Hatta dışsal bile olsa bir tür tövbe ederler.

Bir çok Kalvinist, Mesih’i sonradan inkar eden ve kiliseye katılmış olan imansızlara atfederek bu parçaya  çözüm bulduklarını düşünürler. Ben bu yorumdan tamamen tatmin olduğumu söyleyemeyeceğim. Bence bu parça gerçek Hıristiyanları kast ediyor olabilir. Bu ayetlerin benim için en önemli kısmı: “yeniden tövbe edecek duruma getirmeye” kısmıdır. Sahte bir tövbe şekli olduğunu biliyorum ve buna Kutsal Kitap yazarları tarafından Esav tövbesi denmektedir. Ancak burada bahsedilen bir yeniden durumu söz konusudur. Yeniden tövbe etmekten bahsedilmektedir. Yeni tövbe, eğer yeniden yapılacak ise, eskisinin aynısı olmak durumundadır. Burada bahsedilen yeniden edilecek olan tövbe Rab’bin istediği şekilde bir tövbedir ki, bence eski tövbesi de aynı şekilde bir tövbedir.

Bence burada yazarın bahsettiği konu ad hominem stili hakkındadır. Ad hominem stili bir tartışmada, rakibinizin yerine geçersiniz ve mantıksal sonucunu kavramaya çalışırsınız. Yahudi öğretmenlerin sapkınlığının mantıksal sonucu ise kurtuluş hakkındaki her türlü ümidi yok etmektir.

Bu mantık şöyle çalışmaktadır. Eğer bir kişi Mesih’e iman konumunda ve günahları için O’nun bir bedel ödediğine inanmakta ise, bu insan Musa’nın antlaşmasına geri döndüğünde ne elde eder? Sonuç olarak bu kişi Mesih’in tamamlanmış işini geri çevirmiş olur. Bu kişi bir kez daha Yasa’ya bağlanır. Eğer durum bu ise, kurtuluş için nereye dönmelidir? Bu kişi haçı reddetmiştir, ona geri dönemez. Kurtuluş için en ufak bir ümidi olamaz çünkü Kurtarıcısı yoktur. O’nun teolojisi, Mesih’in tamamlanmış işini kabul edemez.

İbraniler 6’nın anahtar ayeti 9. ayettir: “Size gelince, sevgili kardeşler, böyle konuştuğumuz halde, durumunuzun daha iyi olduğuna, yani kurtuluşa uygun düştüğüne eminiz.”

Bu ayette yazarın kendisi bile sıra dışı bir üslupla konuştuğunu belirtmektedir. O’nun vardığı sonuç, düşme konusunda bir metin bulduğunu düşünenlerinkinden farklıdır. Durumlarının daha iyi olduğuna ve kurtuluşa uygun düştükleri sonucuna varır. Açıkçası, düşüş ile kurtuluş aynı kulvarda yürümemektedir. Yazar, herhangi bir imanlının gerçektende düşebileceğini söylememektedir. Aslında yazar bunun tam tersini bildirmekte, imanlıların düşmeyeceklerine emin olduğunu bildirmektedir.

Eğer kimse düşmeyecekse, bu konuda insanları uyarma zahmetine katlanmaya ne gerek vardır? Gerçekleşmesi imkansız olan bir şey için insanları hararetle uyarmak, gayrı ciddi bir davranış olurdu. İşte bu noktada yılmama ile korunma arasındaki ilişkiyi anlamamız gerekir. Yılmazlık hem bir lütuftur hem de bir görevdir. Ruhsal yürüyüşümüzde tüm çabamızı ortaya koymak durumundayız. Beşeri bir bakışla, düşmek mümkündür. Ancak çabaladıkça, bizleri koruyan Tanrı’ya daha fazla bakarız. O’nun bizi korumayı becerememesi olanak dışındadır. Bir kez daha babası ile yürüyen çocuk  benzetmesini düşünün. Çocuğun babasının elini bırakması mümkündür. Çocuğun babası Tanrı bile olsa, çocuk yine de babasının elini bırakabilir. Baba, bırakmama konusunda vaatte bulunsa da, sıkı tutunmak hala daha çocuğun görevidir. İbraniler Kitabının yazarı imanlıları düşme hakkında uyarmaktadır. Luther, bu olaya “hararetle öğütlemenin müjdeci kullanımı” ismini vermiştir. Bu ayetler bizlere, Tanrı ile yürüyüşümüzde göstermemiz gereken gayret görevini hatırlatmaktadır.

Sonuç olarak, yılmazlık ve korunma konularında, Tanrı’nın Eski Antlaşma’da ki vaatlerine bakmamız gerekir. Yeremya peygamber aracılığı ile Tanrı, insanları ile yeni ve sonsuza kadar bozulmayacak olan bir antlaşma yapma vaadinde bulunmuştur. Rab derki:

Onlarla kalıcı bir antlaşma yapacağım: Onlara iyilik etmekten vazgeçmeyecek, benden hiç ayrılmasınlar diye yüreklerine Tanrı korkusu salacağım (Yeremya 32:40).

BÖLÜM 8’İN ÖZETİ

1) Kurtuluşumuzun güvencesinin ruhsal yaşamlarımız için hayati bir önem taşıdığı sonucuna vardık. O olmadan, büyümemiz geri kalır ve kafamızı kurcalayacak olan şüphelerin saldırısına maruz kalırız.

2) Tanrı, bizleri seçilmişliğimiz konusunda emin olmaya, Kendisinin güvence ile sunduğu huzur ve kudreti bulmaya çağırmaktadır. Romalılar 15’de Pavlus,  Tanrı’nın kaynak olduğunu belirtmiştir: Sabır ve cesaret kaynağı olan Tanrı (ayet. 5) ve Ümit kaynağı olan Tanrı (ayet. 13). Kurtuluşumuzun güvencesi konusunda emin olmamız hem görevimiz hem de ayrıcalığımızdır.

3) Gerçek bir imanlı asla kurtuluşunu kaybetmez. Hıristiyanların bazen ciddi ve radikal biçimlerde düştüğüne emin olabiliriz ancak bu düşüş asla tamamen ve sonsuza dek bir düşüş değildir. Bizler kendi gücümüzden dolayı değil, Tanrı’nın bizi koruma lütfu sayesinde sabrederiz.

 

ÖNCEDEN BELİRLENME HAKKINDAKİ SORULAR VE İTİRAZLAR

En azından deyinmemiz gereken ve önceden belirleme doktrinini çevreleyen bazı sorunlar, noktalar vardır.

ÖNCEDEN BELİRLEME, KADERCİLİK MİDİR?

Önceden Belirlemenin, kaderciliğin dini bir şekli olduğu iddiası sık sık yükselen itiraz seslerinin arasında yer almaktadır.

Kaderciliği incelediğimiz zaman bir benzetme ile anlatmamız gerekirse, Batı, Doğu’dan ne kadar uzaksa, bu konunun da, Kutsal Kitap’ta ki önceden belirleme doktrininden uzak olduğunu görürüz. Kaderciliğin sözlük anlamına bakarsak, insanların yaşamlarının garip isteklere sahip yarı-tanrılar (Kader) ya da daha popüler bir inanç olan şansın kişisel olmayan kudreti ile yönetildiğinin iddia edildiğini görürüz.

Önceden Belirleme, ne tanrıların hayatlarımız ile oynadığına dair efsanevi bir inanca ne de atomların şans eseri  çarpışmaları ile yönetilen kadere, bağlı değildir. Önceden Belirleme, Tanrı’nın kişisel ve adaletli karakterinden kaynaklanmaktadır ve Tanrı Egemen Olan Rab’dir. Yazgımın sonsuza dek ilgisiz ya da düşman bir güç elinde olma fikri tüyler ürperticidir ancak adaletli ve seven Tanrı’nın ellerinde olması çok farklı bir durumdur. Atomların içinde doğruluk yoktur; onların ahlaki bir konumu yoktur ama Tanrı tamamen kutsal olandır. Yazgımın O’nun ellerinde olmasını tercih ederim.

Modern zamanların en büyük batıl inancı, insan ilişkilerinde şansın rolüne odaklanmıştır. Şans, modern zihinlerimize hükmeden yeni bir ilahi güç olmuştur. Şans, tanrıların şatosuna yerleşmiştir. Şansa evreni yaratma ve insanı evrim ile balçıktan yaratma güçleri atfedilmiştir.

Şans, bir shibboleth’dir. Bu bilinmeyeni tanımlamak için kullanılan, büyülü bir kelimedir. Tanrı’dan başka her şeye ya da herhangi birisine güç atfetmek isteyenlerin en popüler kudreti şans olmaktadır. Şansa karşı beslenen bu batıl inançsal tutum yeni değildir. Şansa karşı duyulan bu ilgiyi, Kutsal Kitap tarihinin en başlarından itibaren görmekteyiz.

Kutsal Ahit Sandığı’nın Filistiler tarafından ele geçirilmesi hadisesinin Yahudi tarihindeki yerini hatırlıyoruz. Ölümün Eli’nin kapısını çaldığı gün, Kudret ve Zafer, İsrail’i terk etti. Filistiler, zafer sarhoşluğu içerisinde idiler ancak kısa bir süre sonra zafer gününü kederle anmaya başladılar. Rab’bin Sandığı’nı götürdükleri her yerde felaket onları karşıladı. Dagon’un tapınağı lekelendi, halk tümörler ile helak oldu. Yedi ay boyunca Rab’bin Sandığı, Filistilerin büyük şehirleri arasında gitti geldi ancak gittiği her yerde aynı yıkım ve felaket yaşanmaya devam etti.

Ümitsizliğe kapılan Filistiler’in kralları toplanıp, Rab’bin Sandığı’nı Yahudilere geri gönderme kararı aldılar. Gazap Tanrı’sını sakinleştirmek için bu sandıkla beraber fidyede gönderme kararı aldılar. Bu toplantının son sözleri çok dikkat çekicidir:

RAB’bin Sandığı’nı alıp arabaya koyun; suç sunusu olarak O’na göndereceğiniz altın nesneleri de bir kutuya koyup yanına yerleştirin. Sonra bırakın arabayı yoluna gitsin. Ama ardından gözetleyin. Eğer kendi ülkesine, Beyt-Şemeş’e giden yoldan ilerlerse, demek ki, üzerimize bu büyük yıkımı getiren O’dur. Yoksa bu yıkımın O’ndan gelmediğini, bize bir raslantı olduğunu anlayacağız.” (1 Samuel 6:8, 9).

Şansın hiçbir gücü olmadığını çünkü şans diye bir şey olmadığını daha öncede belirtmiştik. Biraz daha detaylara girmemiz gerekirse, şans kelimesini matematiksel olasılıkları tanımlamak için kullanırız. Örneğin, yazı tura atarız ve  yazı gelme şansının yüzde elli olduğunu söyleriz. Eğer yazı beklerken tura gelirse, bu durumu şanssızlık ya da kaçırılmış bir şans olarak değerlendiririz.

Yazı tura atmamızda şansın ne kadar etkisi vardır? Metal bir paranın yazı ya da tura gelmesini belirleyen nedir? Eğer bu objenin fırlatılışında hangi tarafın yukarda hangi tarafın aşağıda olduğunu, parmağın yüzeyde oluşturduğu baskı birimini, fırlatış esnasında ortamdaki atmosferin yoğunluğunu, basıncını ve objenin yere temas edene kadar kaç kere döneceğini hesaplasaydık bu olasılık oranı değişir miydi? Bu bilgiler ışığında, fırlatışın sonucunun tespit edilmesi yüzde elli oranının çok daha yukarısında olacaktır.

Ancak elimiz gözümüzden hızlıdır ve sıradan bir yazı tura atışında bu faktörlerin hepsini hesaplayamayız. Elimizde iki adet olasılık olduğu için, en basit bir şekilde bu sonucu şansa bırakırız. Ancak hatırlamamız gereken bir nokta vardır, atılmış bir yazı turanın sonucunda şansın en ufak bir etkisi yoktur. Niçin yoktur? Şansın hiçbir şey yapamayacağını çünkü şans diye bir şey olmadığını daha öncede belirtmiştik. Şans hiçbir şeydir. Bir şeyin, gücünü ifade edebilmesi ya da bu güce sahip olabilmesi için ilk olarak varolması gerekir. Fiziksel ya da fiziksel olmayan bir formda mevcut olması şarttır. Şans bu özelliğe sahip olmadığı gibi, hiçbir kudrete de sahip değildir çünkü var olmamıştır. Sadece zihinsel bir kavramdır. Şans diye bir şey yoktur.

Bir şeyin şans eseri olduğunu söylemek, bunun tesadüfi olduğunu söylemektir. Bu aslında, bir olayda etken olan tüm güçleri ve sıradan etkileri kavrayamadığımızın basit bir itirafıdır. Yazı tura atarken olan biten her şeyi, çıplak gözümüzle inceleyemediğimiz gibi hayatın içerisindeki karışık ilişkileri ve etkileri, kavrama gücümüzün üstünde oldukları için algılayamayız. Böylece benzer durumları açıklayabilmek için şans denilen terimi kullanırız. Şans, aslında hiçbir açıklama getirememektedir. Şans sadece bilgi eksikliğimizi ya da cehaletimizi ifade ederken kullandığımız bir kısaltmadır.

Kısa bir süre önce sebep ve sonuç üzerine bir yazı yazdım. Bir felsefe profesörü, benim sebep ve sonuç ilişkisi hakkındaki saf anlayışımdan dolayı yakınmalarla dolu bir mektup yazıp bana gönderdi. Bu yazısında beni, “kendiliğinden oluşan olayları” hesaba katmadığım için  azarlıyordu. O beni azarlasa da ben ona mektubundan dolayı teşekkür ettim ve kendisinden bana geri yazıp, kendiliğinden oluşmuş bir olay örneği verebilirse, itirazını memnuniyetle ciddiye alıp müzakere edeceğimi belirttim. Hala daha bir cevap alamadım. Sonsuza kadar da beklemek zorundayım çünkü Tanrı’nın kendisi bile kendiliğinden oluşan olay yaratmaz. Kendiliğinden oluşan bir olayı beklemek kare şeklindeki bir daireyi beklemeye benzer.

Yazgılarımız, şans tarafından kontrol edilemez! Bu ifademi olabilecek en sert dogmatik üslupla belirtiyorum. Ben yazgımın şans tarafından kontrol edilmediğini biliyorum çünkü şans ile hiçbir şeyin kontrol edilemeyeceğini biliyorum. Şans, hiçbir şeyi kontrol edemez çünkü şans hiçbir şeydir. Evrenin şans eseri yaratılmış olmasının ya da yazgılarımızın şans tarafından kontrol edilmesinin şansı nedir? Hiçbir şansı yoktur!

Kadercilik, en popüler ifadesini astrolojide bulmuştur. Günlük horoskoplarımız, yıldızların hareketlerine göre derlenmektedir. Yaşadığımız toplumların insanları zodyağın (burçların) on iki işaretini, İsrail’in on iki oymağından daha iyi bilmektedirler. Benim geleceğim için Ruben, Aquarius’dan, Yahuda’da Gemini’den çok daha önemlidir.

KUTSAL KİTAP, “TANRI, HİÇ KİMSENİN MAHVOLMASINI İSTEMİYOR” DEMİYOR MU?

Elçi Petrus, açıkça Tanrı’nın hiç kimsenin mahvolmasını istemediğini belirtmiştir.

Bazılarının gecikmiş saydığı gibi Rab, vaadini yerine getirmekte gecikmez; ama size karşı sabrediyor. Çünkü hiç kimsenin mahvolmasını istemiyor, herkesin tövbe etmesini istiyor. (2 Petrus 3:9).

Bu ayet ile önceden belirlemeyi nasıl bağdaştırabiliriz? Eğer Tanrı’nın isteği hiç kimsenin mahvolması değil ise Kutsal Kitap bu ayeti nasıl içerebilir?

İlk olarak anlamamız gereken nokta, Kutsal Kitap’ın Tanrı’nın isteğini birden farklı şekillerde ilettiğidir. Örneğin Kutsal Kitap, Tanrı’nın her şeye hakim olan etkin isteğinden bahseder. Tanrı’nın Her Şeye Hakim Olan isteği, Tanrı’nın isteğinin salt bir kesinlik ile gerçekleşmesi demektir. Bu anlamda, Tanrı’nın isteğine hiçbir şey karşı koyamaz. Tanrı, her şeye egemen olan isteği ile dünyayı yaratmıştır. Işığın, parlamayı reddetme olasılığı mümkün değildir.

Kutsal Kitap’ın bahsettiği Tanrı’nın isteğini ilettiği ikinci şekil ise O’nun prensip isteğidir. Tanrı’nın prensip isteği, O’nun emirleri, buyrukları ve Yasa’sı ile ilgilidir. Tanrı’nın buyurduklarını yapmamız, O’nun isteğidir. Bizlerin bu isteğe itaat etmeme yeteneğimiz vardır. Hatta biz bu buyrukları çiğneriz. Cezalanmayacağından emin olmadan bunu yapamayız. Bizler bunları yaparken O’nun izni veya onayı olmadan yinede yaparız ve günah işleriz.

Kutsal Kitap’ın bahsettiği Tanrı’nın isteğini ilettiği üçüncü şekil ise O’nun doğası ile ilgilidir, O’nu hoşnut eden şeyler ile alakalıdır. Tanrı, kötü olanların ölümünden zevk almamaktadır. Kötü olanların cezalandırılmasının Tanrı’ya neşe vermemesinin bir mantığı vardır. Tanrı bunu yapmayı seçer çünkü kötülüğü cezalandırmak iyidir. Tanrı, yargısının doğruluğundan mutluluk duyar ancak bu adaletli yargının yapılmasının zorunluluğundan dolayı da “mutsuz” olur. Bu bir bakıma, bir babanın yargıç kürsüsünde oturup, kendi öz oğlunu hapishaneye gönderme kararı alması gibidir.

Bu üç değişik istek tanımını 2. Petrus’daki ayetlere uygulayalım. “Tanrı, hiç kimsenin mahvolmasını istemiyor,” ifadesini aradan çıkartıp alırsak ve bu isteğe Tanrı’nın her şeye hakim olan etkin isteğini uygularsak, ulaşacağımız sonuç çok açıktır. Kimse mahvolmayacaktır. Eğer hükmeden Tanrı, kimsenin mahvolmamasını buyurursa ve Tanrı gerçekten tanrı ise, kesin olan bir şey varsa o da kimsenin mahvolmayacağıdır. Bu şekilde bakıldığı zaman bu ayetler Arminiyanizm için değil Üniversalizm (evrenselcik) için destek oluşturur. Bu durumda metin Arminiyanlar için gereğinden fazlasını ispatlayacaktır.

Bu ayete Tanrı’nın prensip isteğini uyguladığımızı farz edelim. Bu durumda ayetler, Tanrı, kimsenin mahvolmasına izin vermiyor olacaktır. Başka bir deyişle, insanların mahvolmasını yasaklamıştır. Bu, O’nun yasasına aykırıdır. Eğer insanlar ileri gidip mahvolurlarsa, Tanrı’nın bu mahvolanları cezalandırması gerekir. O’nun, mahvolanlar için vereceği cezanın sonunda bu kişiler gene mahvolacaklardır. Peki bir kişi nasıl olurda mahvolduğu için daha da mahvedilir? Bu uygulama, bu ayetler için geçerli değildir çünkü akla yatkın bir anlama kavuşamamaktadır.

Üçüncü alternatif ise Tanrı’nın insanların mahvolmasından hoşnut olmamasıdır. Bu aynı zamanda Kutsal Kitap’ta bahsedilen Tanrı’nın kaybolanlara olan isteği ile de ilişkilidir. Bu tanım, bu parça ile uyum içerisindedir. Petrus bu ayetlerde basit bir ifade ile Tanrı’nın insanların mahvolmasından hoşnut olmadığını belirtmektedir.

Üçüncü tanım olası ve Kutsal Kitap’ın önceden belirleme hakkındaki öğretişleri ile ilişkilendirmek açısından çekici olmasına rağmen dikkate almamız gereken başka bir unsur mevcuttur. Ayetler, Tanrı’nın insanların mahvolmasından hoşnut olmadığından daha fazlasını belirtmektedir. Ayetin tümü, büyük bir önem içermektedir: “ama size karşı sabrediyor. Çünkü hiç kimsenin mahvolmasını istemiyor, herkesin tövbe etmesini istiyor.”

Bu ayetlerde herkese karşı sabrediyor denmemiştir, size karşı denmiştir. Siz kelimesi ile, bütün insanlığı mı kast etmektedir? Ya da, Tanrı’nın halkı olan Hıristiyanlar’ı mı kast etmektedir? Petrus, seçilmiş olanlardan, özel bir grup insan olarak bahsetmekten ayrı bir zevk alırdı. Bence Petrus’un burada söylediği, Tanrı’nın hiç kimsenin (seçilmiş olanların) mahvolmasını istemediğidir. Eğer Petrus’un kast ettiği anlam bu ise bu durumda bu ayetlerin, Tanrı’nın isteğinin birinci tanımına uyduğu ve önceden belirlemeyi destekleyen önemli bir bölüm olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bu ayetler, iki değişik yöntem ile kolaylıkla önceden belirleme ile ilişkilendirilebilmektedir. Bu ayetler hiçbir şekilde Arminiyanizme destek olmamaktadır. Bu ayetlerin destekleyebileceği olası bir başka görüş ise üniversalizm görüşüdür ancak bu durumda Kutsal Kitap’ta üniversalizme karşı olarak belirtilen her ayet ile çelişki oluşturacaktır.

BAĞIŞLANMAYACAK OLAN GÜNAH NEDİR?

Hıristiyanların kurtuluşunun güvencesinden ve imanlarını kaybetmeyeceklerinden bahsederken  bağışlanamaz günaha da deyinmeliyiz. Aslında, İsa’nın bağışlanmayacak olan günahın işlenmemesi konusunda yaptığı uyarı hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek kadar açıktır. Bu durumda karşımızda dikili duran sorular şunlardır: Bağışlanmayacak olan günah nedir? Hıristiyanlar, bu günahı işleyebilirler mi?

İsa, bağışlanmayacak olan günahı, Kutsal Ruh’a karşı yapılan küfür olarak tanımlamıştır:

Bunun için size diyorum ki, insanların işlediği her günah, ettiği her küfür bağışlanacak; ama Ruh’a karşı yapılan küfür bağışlanmayacak. İnsanoğlu’na karşı bir söz söyleyen, bağışlanacak; ama Kutsal Ruh’a karşı bir söz söyleyen, ne bu çağda, ne de gelecek çağda bağışlanacaktır (Matta 12:31, 32).

Bu ayetlerde İsa Mesih, bu korkunç günahın doğasının detaylı bir açıklamasını vermemektedir. Bu tür bir günah olduğunu bildirmiştir ve bu günah hakkında kötü bir sonuç içeren bir uyarıda bulunmuştur. Yeni Antlaşma’nın geri kalan bölümlerinde, bu günah hakkında fazla bir açıklamada bulunulmamaktadır. Bu sessizliğin bir sonucu olarak, bağışlanmayacak olan günah hakkında bir çok spekülasyon ortaya çıkmıştır.

Bağışlanmayacak olan günah olarak en sık gösterilen iki aday: Zina ve cinayet. Zina’nın seçilme sebebi bedenimizin Kutsal Ruh’un tapınağı olması ve bu yüzden de Kutsal Ruh’a karşı bir suç işleniyor olmasıdır. Zina, Eski Antlaşma’da en büyük günahlardan birisi olarak gösterilmekteydi. Bunun sebebi ise cezasının idam olması ve Kutsal Ruh’un tapınağının çiğnenmesini içermekteydi, bu yüzden bağışlanmayacak olan günah bu olmalıydı.

Cinayet’te benzer sebeplerden dolayı seçilmiştir. İnsan, Tanrı’nın benzerinde yaratılmıştı, insana yapılan bir saldırı aynı zamanda Tanrı’ya yapılmış sayılmaktaydı. Benzeri öldürmek, benzeri alınana karşı bir hakaretti. Aynı şekilde cinayette en büyük günahlardan birisi olarak gösterilmekteydi. Bunların üzerine birde cinayetin, yaşamın kutsallığına karşı işlenilen bir günah olmasını ekleyince ve Kutsal Ruh’un da tek “yaşam gücü” olduğunu düşününce, bir insanı öldürmek, Kutsal Ruh’a hakaretten başka bir şey olamazdı.

Spekülatörler için bu teoriler her ne kadar çekici gelse de bir çok Kutsal Kitap uzmanının onayını alamamışlarıdır. Daha popüler bir görüş, Mesih’in arındırıcı eyleminin Kutsal Ruh tarafından uygulanmasına karşı gösterilen son direnme ile ilgilidir. Bu durumda nihai inançsızlık, bağışlanmayacak günah olarak görülmektedir. Bu görüşe göre, eğer bir kişi arka arkaya, tamamen ve nihai bir şekilde müjdeyi reddederse bu kişinin gelecekte bağışlanmasına dair bir ümit yoktur.

Bu üç teorinin hepsinin en büyük eksikliği, Ruh’a küfrün anlamının üzerinde durulmaması olmaktadır. Küfretmek, ağızlarımızla yaptığımız bir eylemdir. Ağzımızdan çıkan sözlerle alakalıdır. Muhakkak, kalemle yapılması da mümkündür ama sonuç olarak Tanrı’ya ve kutsal şeylere küfretmek sözel bir günahtır.

On Emir, bunu yasaklamıştır. Tanrı’nın ismini boş yere ve özellikle inanca karşı bir şekilde kullanmamız yasaktır. Tanrı’nın gözünde, O’nun kutsal isminin sözel olarak kötüye kullanılması çok ciddi bir suç olduğu için, bunun yapılmamasını en önemli on buyruğunun arasına almıştır. Bu bizlerin, Tanrı’nın gözünde bu günahın ne kadar ciddi olduğunu anlamamız için yeterli olmalıdır. Üçlü birliğin herhangi bir üyesine küfretmek tiksindirici bir günahtır.

Bunun anlamı, Tanrı’nın ismini kötü amaçlı kullanan her hangi birisi, şimdi ve sonsuza kadar bağışlanma ümidini yitirmiş midir? Bunun anlamı eğer bir insan bir kere bile olsa Tanrı’nın ismini kullanarak lanet ederse, sonsuza kadar lanetlenmiş mi olur? Bence hayır.

Ayet içerisinde İsa Mesih’in kendisine (İnsanoğlu) karşı yapılan günah ile Kutsal Ruh’a karşı yapılan günahı ayırmasının can alıcı bir önemi vardır. Bunun anlamı, Üçlü birliğin birinci üyesine küfretmenin ve Üçlü birliğin ikinci üyesine küfretmenin değil ama bağışlanma sınırını aşan günahın Üçlü birliğin üçüncü üyesine küfretmek mi olduğudur? Gerçektende kulağa mantıksız gelmektedir.

Peki o zaman neden İsa Mesih, kendisine küfredilmesi ile Kutsal Ruh’a küfredilmesi arasında bir ayırım yapmıştır ki? Bence bu sorunun cevap anahtarı, aynı zamanda Kutsal Ruh’a küfretme sorusunun cevap anahtarıdır. Bu anahtar ise İsa Mesih’in bu ciddi uyarıyı aslından verdiği bağlamda  bulunmaktadır.

Matta 12:24’de şunları okumaktayız: “Ferisiler bunu duyunca, «Bu adam cinleri, ancak cinlerin reisi Beelzebub’un gücüyle kovuyor» dediler.’” İsa, kendi içinde bölünmüş ev ve Şeytan’ın Şeytan’ı kovma fikrinin saçmalığı üzerine vaazını vererek cevabını vermiştir. Bu tartışma, İsa’nın bağışlanmayacak olan günah hakkındaki uyarısı ile sonuçlanmıştır. İsa, ciddi uyarısına, bunun için sözleriyle başlamıştır.

Bu olay şöyle gelişmiştir: Ferisiler, İsa hakkında devamlı eleştirilerde bulunuyorlardı. Sözlü saldırıları her gün daha gaddarlaşmaktaydı. İsa, cinleri “Tanrı’nın Eli” ile kovmaktaydı ki bu Kutsal Ruh’tur. Ferisiler o kadar batmışlardı ki, İsa Mesih’i yaptığı kutsal işi Şeytan’ın gücü ile yapmakla suçladılar. İsa Mesih, bunun üzerine onları uyarır. Sanki onlara şöyle seslenmiştir: “Dikkatli olun. Çok çok dikkatli olun. Bağışlanamayacağınız bir günahı işlemeye çok yaklaştınız. Bana saldırmanız başka bir şey ama dikkatli olun çünkü kutsal toprağı çiğnemektesiniz.”

İsa Mesih’in, İnsanoğlu’na karşı günah işlemek ile Kutsal Ruh’a karşı günah işleme arasında neden bir ayırım yaptığını hala daha merak ederiz. İsa Mesih’in haç üzerinde ölürken bile kendisini çarmıha gerenlerin bağışlanması için yalvarması dikkatlerimi çekmektedir. Pentekost gününde, Petrus haç üzerinde Mesih’e karşı işlenilen korkunç günahtan bahsetse de, bu suça iştirak edenlerin bağışlanması için bir umut beslemeye devam etmiştir. Pavlus şöyle demiştir: “Biz, Tanrı’nın gizli, saklı kalmış bilgeliğinden söz ediyoruz. Tanrı’nın, zamanın başlangıcından önce bizim yüceliğimiz için belirlediği bu bilgeliği bu çağın önderlerinden hiçbiri anlamadı. Anlasalardı, yüce Rab’bi çarmıha germezlerdi” (1 Kor. 2:7, 8).

Bu ayetler, insanlığın anlayışsızlığına müsamaha gösterildiğini işaret etmektedir.Ferisiler İsa’yı Şeytan’ın gücüyle mucizeler yapmakla suçladıklarında Mesih’in gerçek kimliğini bilebilme ayrıcalıkları yoktu. Çünkü, Tanrı Mesih’in gerçek kimliğini tam olarak onlara göstermemişti. Ferisiler bu suçlamaları, İsa’nın ölümden dirilmesinden önce yapmıştı. Emin olduğumuz bir şey varsa o da Ferisiler’in Mesih’i tanımaları gerektiğidir ancak bunu yapmamışlardır. İsa’nın haç üzerindeki şu sözlerinin ayrı bir anlamı vardır: “Baba, onları bağışla, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar.”

İsa Mesih, uyarısını verip aynı anda İnsanoğlu’na karşı günah işlemek ile Kutsal Ruh’a karşı günah işleme arasında bir ayrım yaptığında, daha kendi kimliğini tam olarak beyan etmemiştir. Bu ayırımın ölümden dirilme, Pentekost, ve göğe alınma ile yavaş yavaş kaybolduğunu görmekteyiz. İbraniler Kitabında beyan edilenlere dikkat edersek:

Gerçeği öğrenip benimsedikten sonra bile bile günah işlemeye devam edersek, günahlar için artık kurban yoktur; sadece yargının dehşetli beklenişi ve düşmanları yiyip bitirecek olan kızgın ateş vardır. Musa’nın yasasını hiçe sayan bir kimse, iki ya da üç tanığın sözü üzerine acımasızca öldürülür. Eğer bir kimse Tanrı Oğlunu ayaklar altına alır, kendisini kutsal kılan antlaşma kanını bayağı sayar ve lütufkâr Ruh’a hakaret ederse, bundan ne kadar daha şiddetli bir cezaya layık görülecek sanırsınız? (İbraniler 10:26-29).

Bu ayetlerde Mesih’e karşı günah işleme ile Kutsal Ruh’a karşı günah işleme arasındaki fark iyice yok olmuştur. Burada Mesih’e karşı günah işlemek demenin, lütufkâr Ruh’a hakaret etmek anlamına geldiği bildirilmiştir. Bu ayetlerin kilit noktası Gerçeği öğrenip benimsedikten sonra bile bile günah işlemeye devam etmektir.

Eğer bu ayetlerin sadece birinci satırını dikkate alsaydık, hiç birimizin cennete gitmesi için bir ümidi olmazdı çünkü hepimiz gerçeği öğrenip benimsedikten sonra bile bile günah işlemeye devam ederiz. Burada bildirilen belirli bir günahın ismi olmadığı gibi bütün günahlarda kast edilmemiştir. Ben bu ayetlerde bahsedilen günahın Kutsal Ruh’a küfür olduğuna inanmaktayım.

Ben, bağışlanmayacak olan günahın, gerçeği bildiği halde İsa’nın şeytan olduğunu söyleyerek Mesih’e ve Kutsal Ruh’a yapılan küfür olduğu sonucuna varan Yeni Antlaşma alimleri ile aynı fikirdeyim. Bu yüzden bağışlanmayacak olan günahın bilgisiz bir şekilde yapılma olasılığı yoktur. Eğer bir kişi kesin olarak İsa’nın, Tanrı Oğlu olduğunu biliyor ise ve ağzıyla İsa’nın şeytan olduğunu ikrar ederse, bu kişi bağışlanmayacak olan günahı işlemiş olur.

Bu tip bir günaha kim düşer? Bu cinler ve tamamen düşmüş insanlar için doğal bir günahtır. Şeytan, İsa’nın kim olduğunu bilmektedir. Şeytanın, bilgisizliğini mazeret olarak gösterme şansı yoktur.

Tarihin şaşırtıcı detaylarından bir tanesi, Hıristiyan olmayanların İsa hakkında ki ilginç söylev biçimleridir. Hıristiyan olmayanların büyük bir çoğunluğu İsa’dan büyük bir saygı ile bahsetmektedir. Bu kişiler kiliseye karşı düşmanca saldırıda bulunmakta çekinmezken, İsa’dan “yüce bir insan” olarak bahsederler. Yaşamım boyunca ağzıyla İsa’nın şeytan olduğunu haykıran tek bir kişi ile karşılaştım. Sokağın ortasında durmuş, yumruklarını cennete doğru sallayan ve ciğerleri patlayacak gibi haykıran bu insanı görünce şok geçirmiştim. Bu kişi önce Tanrı’ya lanet okudu, arkasından aklına gelen bütün müstehcen kelimeler ile İsa’ya sövdü. Aynı şoku, birkaç saat sonra bu kişinin göğsünde kurşun deliği,  bir sedyenin üzerinde yatarken gördüğüm zaman yaşamıştım. Silahı kendisi ateşlemişti ve sabah olmadan öldü.

Bu korkunç olaya şahit olmak bile bu insanın gerçektende bağışlanmayacak olan günahı işlediğini düşünmeme sebep olamamıştı. Bu kişinin gerçekten İsa’nın gerçek kimliğini bilip bilmediğini öğrenme olasılığım olmamıştı.

İsa’nın şeytan olduğu söylemek etrafımızda çok rastlamadığımız bir günahtır. Buna rağmen, insanların İsa Mesih hakkındaki gerçeği bilmeleri ve bu kadar günaha batmaları mümkündür. Bir kişinin İsa’nın gerçek kimliği hakkında entelektüel bilgi sahibi olabilmesi için yeniden doğmasına gerek yoktur. Aynı şekilde, tövbekar olmayan cinlerde İsa’nın kim olduğunu bilmektedirler.

Peki ya Hıristiyanlar? Hıristiyan olanların bağışlanmayacak olan günaha düşmeleri ve kurtuluşlarını kaybetmeleri mümkün müdür? Bence hayır. Tanrı’nın lütfu bunu imkansız hale getirmiştir. Bizler, her türlü günaha düşebiliriz ki bu günahların arasında Kutsal Ruh’a karşı küfürde dahildir. Ancak, Tanrı bizi bu günaha düşmekten korumaktadır. Tanrı bizi tam ve kesin bir düşüşten korumakta, bu korkunç günaha düşmemesi için dudaklarımızı muhafaza etmektedir. Bizler diğer günahlara düşeriz ve başka şekillerde kutsal şeylere hakaret eyleminde bulunuruz ancak Tanrı’nın lütfu bizlerin en büyük küfürde bulunmamızı engeller.

İSA ÇARMIHTA HERKES İÇİN Mİ ÖLMÜŞTÜR?

Reform teolojisinin en tartışmalı konularından bir tanesi, Sınırlı Ödenmiş Bedel konusudur. Bu madde, doktrin için o kadar büyük bir sorun olmuştur ki Kalvinizmin hemen hemen bütün doktrinlerini kucaklayan ancak bu noktada farklı düşünen büyük Hıristiyan kitleleri mevcuttur. Bu grup kendilerine “dört-maddeli Kalvinistler” ismini takmıştır. Sınırlı Ödenmiş Bedel maddesi işte bu grubun tahammül edemedikleri maddedir.

Ben her zaman dört-maddeli Kalvinist olabilmek için beş maddeden bir tanesini yanlış anlaşılmasının gerekli olduğunu düşünmüşümdür. Benim için bir insanın Kalvinizmin diğer dört maddesini anlayıp Sınırlı Ödenmiş Bedel maddesini reddetmesi gerçekten anlam veremediğim bir durum olmuştur. Ancak her zaman, insanların birbirine zıt görüşleri aynı anda kabul ettiği komik bir çelişki durumu mevcut olmuştur.

Sınırlı Ödenmiş Bedel doktrini, o kadar karışık bir konudur ki, bu konunun kendi başına bir kitapta açıklanması gerekmektedir. Ben bu konuya bu kitapta bir bölüm bile ayıramadım. Çünkü bu konuyu açıklamak için bir bölüm yetersiz kalacaktır. Ben bu konuya değinmekten de kaçınıyorum çünkü bu konu hakkında az bir şey söylemek bu konuda hiçbir şey söylememekten daha tehlikelidir. Buna rağmen okuyucunun en azından bu doktrinin özetini hakkettiğini düşündüğüm için şu bilgileri dikkat içerisinde verirken bu konunun burada sunacaklarımdan çok daha fazlasını hakkettiğini belirtmek durumundayım.

Sınırlı Ödenmiş Bedel konusu şu soru üzerine yoğunlaşmıştır: “Mesih kim için çarmıhta canını vermiştir? Mesih, herkes için mi yoksa sadece seçilmiş olanlar için mi çarmıhta canını vermiştir?” Bizler hepimiz İsa’nın ödediği bedelin değerinin tüm insanlığın günahını karşılayacak kadar büyük olduğu konusunda hemfikiriz. Aynı şekilde ödediği bedelin tüm insanlara sunulduğu konusunda da hemfikiriz. İsa Mesih’in ölümü ile ödediği bedele güvenen herkes kesinlikle o ödenen bedelin bütün nimetlerinden faydalanacaktır. Aynı zaman da müjdenin evrensel çağrısına karşılık veren herkesin kurtulacağı konusunda da şüphe duymamaktayız.

Kafalardaki soru şudur: “Bu ödenen bedel (kefaret) kimler için tasarlanmıştır?” Tanrı, İsa’yı dünyaya sadece insanların kurtuluşunu mümkün kılmak için mi göndermiştir? Yoksa Tanrı’nın aklında daha belirgin bir plan mı vardır? (Baptist ilahiyatçı, Roger Nicole, Sınırlı Ödenmiş Bedel yerine “Belirli Ödenmiş Bedel” demektedir.)

Bazı kişiler Sınırlı Ödenmiş Bedelin tek anlamının, ödenmiş bedelin nimetlerinin sadece iman koşulu yerine getirmiş Hıristiyanlarla sınırlı olduğunu iddia ederler. Buna göre, Mesih’in ödediği bedel, tüm insanlığın günahlarını karşılamaya ve Tanrı’nın bütün günahlara karşı göstereceği yargıyı tatmin edecek kadar büyük olmasına rağmen sadece imanlıların kurtuluşu için etkindir. Bu formülü şöyle özetleyebiliriz: Herkes için yeterli ama sadece seçilmiş olanlar için etkin.

Bu görüş, bizleri en basit bir şekilde, ödenen bedel ile herkesin kurtuluşunun garanti altına alındığına inanan universalizmcilerden (evrenselcilerden) ayırmaya yardımcı olmaktadır. Sınırlı Ödenmiş Bedel doktrini, bundan biraz daha öteye gitmektedir. Baba’nın ve Oğul’un haç üzerindeki niyeti sorusunu derinlemesine ele almaktadır. Bu doktrin, Mesih’in hizmetinin ve ölümünün sınırlı bir gruba—halkına, koyunlarına ait olduğunu beyan etmektedir. İsa’nın ismi “İsa”’dır çünkü halkını günahlarından kurtaracak olan O’dur. (Matta 1:21). “Ben iyi çobanım. Benimkileri tanırım. Baba beni tanıdığı, ben de Baba’yı tanıdığım gibi, benimkiler de beni tanır. Ben koyunlarımın uğruna canımı veririm” (Yuhanna 10:15). Buna benzer ayetler Yeni Antlaşma’da bol bol bulunmaktadır.

Mesih’in görevi seçilmiş olanları kurtarmaktır. “Beni gönderenin isteği şudur: bana verdiklerinden hiçbirini yitirmeyeyim, ama son günde hepsini dirilteyim” (Yuhanna 6:39). Eğer Tanrı, Mesih’i ölüme gönderdiğinde tasarlamış olduğu kesin bir adet olmasaydı bu durumda Mesih’in ölümünün etkisi önceden kestirilemezdi. Hatta Mesih’in görevinin başarısızlıkla sonuçlanıp üzücü bir durumun oluşması olasılığını ortaya çıkardı.

İsa’nın bedel ödemesi ve O’nun dua etmesi, O’nun başkahinliğinin bir birine bağlı eylemleridir. İsa çok açık ve kesin bir şekilde başkahinlik duasından seçilmiş olmayanları çıkartmıştır: “Onlar için istekte bulunuyorum. Dünya için değil, bana verdiğin kimseler için istekte bulunuyorum. Çünkü onlar senindir” (Yuhanna 17:9). Mesih, duasından özellikle mahrum ettiği kişiler için mi canını vermiştir?

Buradaki en temel konu, bedel ödemenin doğasının ele alınmasıdır. İsa’nın bedel ödemesi hem kefaret hem de tazmin etmeyi içermektedir. Kefaret, İsa Mesih’in günahlarımızı bizden “uzaklaştırmasıdır.” Teskin etmek ise Tanrı’nın huzurunda ya da önünde günahları tazmin etmektir. Arminiyanist bedel ödeme görüşünün sınırlı bir değeri vardır. İnançsızlığın günahını ödeyememektedir. Eğer İsa, tüm insanlığın bütün günahları için canını vermiş ise eğer tüm günahlarımızın kefaretini ödemiş ve tüm günahlarımızı tazmin etmiş ise her kezin kurtulması gerekirdi. Potansiyel bir bedel ödeme, gerçek bir bedel ödeme değildir. İsa gerçekten koyunlarının günahlarının bedelini ödemiştir.

Kesin ya da sınırlı ödenmiş bedelin en büyük sorunu Kutsal Yazılar’da Mesih’in “herkes” ya da “tüm dünya” için ölümüne dair ifadeler içeren ayetlerinden kaynaklanmaktadır. Mesih’in uğruna öldüğü dünya, tüm insanlık ırkını kapsamamaktadır. Bu ayetlerde işaret edilen husus, seçilmiş olanların evrensel kimliğini  (her oymak ve ulustan insanlar) ya da Yahudilerin yanına bir de yabancı ulusların da dahil edilmesidir. İsa’nın sadece bizlerin günahları için değil, bütün dünyanın günahları için öldüğünü ifadesini kaleme alan kişi bir Yahudi’ydi. Bizim kelimesi imanlıları mı yoksa imanlı Yahudileri mi kast etmektedir?

Yeni Antlaşma’nın en önemli noktalarından bir tanesinin, yabancı ulusların da Tanrı’nın kurtuluş planına dahil edilmesi ile ilgili olduğunu hatırlamamız gerekir. Kurtuluş, Yahudilerdendi ancak sadece Yahudiler ile kısıtlanmamıştı. Mesih herkes için ölmüştür denirse ya bazı sınırlamaların eklenmesi ya da varılan sonucun üniversalizm olması ya da sadece potansiyel bir bedel ödeme olduğuna inanmak gerekir.

Mesih’in ödediği bedel gerçektir. Tanrı’nın ve İsa’nın kast ettiği her kişiyi etkilemiştir. Tanrı’nın tasarısı, insanların inançsızlığı yüzünden boşa çıkmamıştır ve çıkamaz. Her Şeye Egemen Olan Tanrı, kendi İlahi Takdiri ile Oğlu’nu kendi halkının günahlarının bedelini ödemesi için göndermiştir.

Bizim seçilmişliğimiz Mesih’tendir. Bizler O’nun aracılığı ile kurtulduk, bizler O’nun için varız. Bizim kurtuluşumuzun motivasyonunu sadece Tanrı’nın bizler için beslediği sevgi oluşturmamaktadır. Bu motivasyon özellikle Baba’nın Oğul’a beslediği sevgi üzerine oluşmuştur. Tanrı, Oğlu’nun Ruhu’nun acı çekmesi konusunda ısrar etmiştir ve bundan hoşnut olmuştur. Mesih’in boşuna öldüğüne dair en ufak bir olasılık yoktur. Eğer insan gerçekten de günahlarında ölü  ve günaha tutsak ise, potansiyel ya da koşullu bir bedel ödeme sadece başarısızlıkla sonuçlanma olasılığını içermez, kesinlikle başarısızlıkla sonuçlanır. Arminianların, İsa’nın boşuna ölmediğine dair bir inançları olduğuna dair mantıklı bir sebep bulunmamaktadır. Arminianların inançları doğrultusunda ellerindeki Mesih, herkesi kurtarmaya çalışmış ama aslında kimseyi kurtaramamıştır.

ÖNCEDEN BELİRLEMENİN MÜJDECİLİK EYLEMİ İLE İLİŞKİSİ NEDİR?

Bu soru kilisenin görevi hakkında endişeler doğurmaktadır. Özelliklede müjdeci Hıristiyanlar için ayrı bir ciddiyeti vardır. Endişeler şu soru ile ortaya çıkmıştır: Eğer kişisel kurtuluş, Tanrı’nın değişmez hükmü ile önceden belirleniyor ise müjdecilik eyleminin anlamı ya da ivediyeti nedir?

Seminer sınıfında iken Dr. John Gerstner tarafından bu konu üzerine sözlü sınava çekildiğim zaman yaşadığım felaket tecrübemi asla unutamam. Sınıfta yirmi kadar öğrenci yarım çember şeklinde oturmuştuk. Dr. John Gerstner, sorusunu yöneltmiştir: “Peki baylar, eğer Tanrı Her Şeye Egemen Hükmü ile sonsuzluğun başında seçilmiş olanları ve olmayanları belirlemiş ise müjdecilik yapmanın anlamı nedir?” Dr. John Gerstner, cevapları almaya sol taraftan başlayınca bir rahat bir nefes almıştım çünkü ben en sağda oturmaktaydım. Bana cevap verme sırasının gelmeyeceğini düşünerek rahatlamıştım.

Ancak bu rahatlama çok kısa sürdü. Birinci öğrenci, Gerstner’ın sorusuna  “Bilmiyorum efendim. Bu soru zaten beni her zaman rahatsız etmiştir” cevabını verdi. İkinci öğrenci ise, “bu soru beni aşıyor” cevabını verirken, üçüncü sadece kafasını sallayıp gözlerini yere kaydırdı. Benzer davranışlar tüm öğrenciler cevap verme sıralarını savdılar. Tüm dominolar benim üzerime doğru yıkılmaya başlamış gibiydi.

“Peki, Mr. Sproul, sizin cevabınız nedir?” dediği zaman keşke dedim havaya karışabilsem ya da yer yarılsa da içine girsem ancak kaçış yolu yoktu. Kekeleye kekeleye bir cevap mırıldandım. Dr. Gerstner, “seni duyamıyorum!” dedi. Bende öneri niteliğinde şu cümleleri sarf ettim, “Dr. Gerstner, biliyorum sizin aradığınız cevap bu değil ancak hepimizin müjdecilik yapmasının gerekliliği konusunda ufak da olsa bir sebep var, ne de olsa sizinde bildiğiniz gibi Mesih, bizlere müjdecilik yapmayı buyurmuştur.”

Gerstner’in gözleri ateşlenmeye başlamıştı. “ Evet Mr. Sproul, bulduğunuz ufak sebep Kurtarıcınız olan, Görkemli Rab, Kralların Kralı bunu buyurmuş olması mı? Sizce bu ufak bir sebep mi Mr. Sproul? Sizce, Her Şeye Egemen Olan Tanrı’nın sizi seçtiği gibi aynı zamanda sizin müjdecilik eylemine katılmanızı buyurması yeterince açık değil mi?” O gün ufak kelimesini kullanmamış olmayı dilerdim. Ancak Gerstner’ın işaret ettiği noktayı anlamıştım.

Müjdecilik bizim görevimizdir. Tanrı bunu buyurmuştur. Bu konuyu noktalamak için bu gerçek yeterli olmalıdır. Ancak bir husus daha vardır. Müjdecilik sadece görev değil aynı zamanda bir ayrıcalıktır. Tanrı, bizlere insanlık tarihinin en büyük eylemine, kurtarma eylemine katılma iznini vermiştir. Bu konuda Pavlus’un kaleme aldığı ayetlerde söyledikleri çok önemlidir. Romalılar kitabının meşhur 9. bölümünden hemen sonra bu ayetleri görmek mümkündür:

«Rab’be yakaran herkes kurtulacaktır.» Ama iman etmedikleri kişiye nasıl yakaracaklar? Duymadıkları kişiye nasıl iman edecekler? Tanrı sözünü yayan olmazsa, nasıl duyacaklar? Sözü yaymaya gönderilmezlerse, sözü nasıl yayacaklar? Yazılmış olduğu gibi, «İyi haber müjdeleyenlerin ayakları ne güzeldir!»  (Romalılar 10:13-15).

Pavlus’un ortaya koyduğu süreçte belli bir mantık vardır. İnsanların kurtulması ile ilgili birbirini takip eden gerekli durumlar listelemiştir. Gönderme olmadıkça, vaizler olmayacaktır. Vaizler olmadan, vaaz olmayacaktır. Vaaz olmadan, müjde duyulmayacaktır. Müjde duyulmadan, müjdeye inanç olmayacaktır. Müjdeye inanç olmadan, kurtuluş için Tanrı’nın çağrısı olmayacaktır. Kurtuluş için Tanrı’nın çağrısı olmadan, kurtuluş olmayacaktır.

Tanrı, seçilmiş olanların kurtuluşa varan sonunu önceden belirlediği gibi bu sona ulaşmanın yolunu da hazırlamıştır. Tanrı, faydasız gibi gözüken insanların paylaşımını, kurtuluşun tamamlanması için kullanmaktadır. Tanrı’nın amacına ulaşmak için bizlere ihtiyacı yoktur, isterse kutsal kendi el yazısı ile gökyüzüne bütün İncil’i bulutları kullanarak yazabilir, cennetten kendi sesi ile bizlere seslenip müjdeyi vaaz edebilir. Ancak Tanrı’nın seçimi bu olmamıştır.

Tanrı’nın kurtuluş planı için kullanılmak, tarifi imkansız bir ayrıcalıktır.  Pavlus, esenlik duyuran ve iyilik müjdesi getiren müjdecinin ayakları ne güzeldir ifadesinde bulunurken Eski Antlaşma ayetlerinden alıntı yapmıştır.

Dağları aşıp gelen müjdecinin ayakları ne güzeldir!
O müjdeci ki, esenlik duyuruyor.
İyilik müjdesi getiriyor, kurtuluş haberi veriyor.
Siyon halkına, “Tanrınız egemenlik sürüyor!” diye ilan ediyor.
Dinleyin! Bekçileriniz seslerini yükseltiyor,
Hep birlikte sevinçle haykırıyorlar.
Çünkü RAB’bin Siyon’a dönüşünü gözleriyle görmekteler!
Ey Yeruşalim yıkıntıları,
Hep birlikte sevinçle haykırıp bağırın!
Çünkü RAB halkını avuttu,
Yeruşalim’i fidyeyle kurtardı (Yeşaya 52:7-9).

Antik zamanlarda, savaş haberleri veya diğer önemli haberler, koşan haberciler tarafından yayılırdı. Günümüzün modern maraton müsabakası,   halkına Maraton Savaşının sonucunu ileten habercinin dayanıklılığından dolayı bu ismi almıştır.

Gözcüler, yaklaşan habercileri izlemek için yerleştirilirdi. Bu kişilerin gözleri hem keskindi hem de yaklaşan habercilerin uzun adımlarının güç algılanan farklılıklarını algılamak üzere eğitilmişlerdi. Kötü haber taşıyan haberciler ağır adımlarla gelirken iyi haber taşıyan haberciler hızla yaklaşırlar ve tabana kuvvet koşarlardı. Onların adımları, duygularının ifadesi olmuştur. Bir gözcü için, hızla yaklaşan ve dağları koşa koşa aşan bir haberci   muhteşem bir haberin işaretiydi.

Böylece, Kutsal Kitap’ta iyilik müjdesi getiren müjdecinin ayakları ne güzeldir diye yazılmıştır. Kızım doğduğunda ve doktor bekleme odasına haberi vermek için geldiğinde, ben ona sarılmak istemiştim. Bizlere iyi haber getiren kişilere karşı değişik bir sevgi besleriz. Bana ilk olarak Mesih’i paylaşan kişiye karşı yüreğimde her zaman ayrı bir sevgi olacaktır. Beni kurtaranın insan değil Tanrı olduğunu biliyorum ancak bu insanın benim kurtuluşumda aldığı rolden dolayı minnettarım.

İnsanlarla Mesih’i paylaşmak yaşayabileceğimiz en müthiş kişisel bereketlenmelerden birisidir. Kalvinist olmak bu tecrübenin tadından bizi mahrum etmez. Tarihsel olarak Kalvinistler, müjdecilik ve dünya misyonlarında güçlü bir şekilde aktif olmuşlardır. Kalvinistlerin İncil’de kş müjdeyi dünyanın dört bir köşesinde anlattıklarını ve birçok misyon hareketinin öncüleri olduklarını anlamak için Jonathan Edwards, George Whitefield ve Charles Spurgeon gibi kişilerin misyon hareketlerine bakmamız yeterli olur. Aynı zamanda, ABD’de “Büyük Uyanış” olarak bilinen ve milyonlarca kişinin Mesih’e iman etmeleriyle sonuçlanan hareketin Kalvinistler tarafından başlatıldığını bilmemiz de Kalvinistlere karşı yapılan saldırıların asılsız olduğunu kanıtlar.

Müjdecilik konusunda üstlenmemiz gereken anlamlı bir sorumluluk vardır. Bizler müjdeyi paylaşmalı ve beyan etmeliyiz. Bu bizim hem görevimiz hem de ayrıcalığımızdır. Ancak ürünü oluşturan Tanrı’nın kendisidir. Amacını tamamlamak için bize ihtiyacı yoktur ama bizi bu görevde kullanmaktan hoşnuttur.

Tanıdığım gezgin bir müjdeci bana şu ifadede bulunmuştur: “Bana bir insan ile yalnız başıma geçireceğim on beş dakika verin, bende size bu insanı iman ettireyim.” Ne yazık ki bu kişi gerçekten bu sözlerinde samimiydi ve bir insanın iman etmesinin tamamen kendi ikna gücüne dayandığı konusunda bir kanıya kapılmıştı.

Bu kişinin iddialarını, geçmiş tecrübelerine dayandırdığı konusunda bir şüphem yok. Bu kişi o kadar kendinden emin konuşuyordu ki, eminim bir çok kişi bu insanla tek başına on beş dakika geçirip Mesih konusunda bir karar beyan etmiştir. Tabi ki, bu kişi söylediğini başarabilir ve on beş dakikada bir insanı karar aşamasına getirebilir. Ancak bu kişinin garanti edemeyeceği bir şey varsa o da on beş dakika sonra bu kişinin gerçekten iman etmesi olacaktır. İnsanlar sadece bir kişiden kurtulmak için bile sözde kararlar alabilirler.

Müjdecilik konusunda ki rolümüzü asla küçümsememeliyiz. Aynı şekilde bu rolümüzü gözümüzde büyütmemeliyiz de. Bizler paylaşırız. Bizler tanıklık yaparız. Bizler dışsal bir çağrı sunarız. Ancak sadece Tanrı’da bir kişiye içsel çağrı sunma kudreti vardır. Bundan dolayı kendimi aldatılmış gibi hissetmiyorum aksine bundan dolayı rahatlıyorum. Bizler görevimizi yerine getirmeliyiz, Tanrı’nın da kendi isteğini yapacağına güvenmeliyiz.

SONUÇ

Bu kitabın başında, az da olsa önceden belirleme doktrini hakkındaki kişisel yolculuğuma değinmiştim. Bu konunun içerdiğinin, uzun vadeli ve samimi mücadeleyi talep ettiğini söylemiştim. Bu doktrine en sonunda isteksizce de olsa itaat ettiğimden bahsetmiştim. Ben bu öğretişten esenlik almadan önce bu doktrinin doğruluğu konusunda ikna oldum.

Bu kitabı bitirken belirtmek istediğim nokta, önceden belirleme gerçeğine uyandıktan kısa bir süre sonra bu lütfun güzelliğini görmeye ve tadını almaya başladım. Bu doktrini sevmeye başladım. Bu doktrin sayesinde huzur buldum ve rahatladım. Bu doktrin, Tanrı’nın bizlere bahşettiği bu mertebenin altını çizmektedir. Bu lütuf ile başlayan ve biten bir teolojidir. Bu şükran ile başlayan ve biten bir teolojidir. Bizleri ruhsal ölümden kaldırıp yüksek yerlerde oturtan Tanrı’yı yüceltiyoruz. Tanrı’mız “bizden” yanadır ve bize karşı olanlara göğüs germe cesaretini bizlere sunmaktadır. Her şeyin bizim iyiliğimizi için olduğunu bilmek ruhumuza neşe katar. Bizleri gerçekten kurtaran, koruyan ve bizler için dua eden Kurtarıcımızdan mutluluk duyarız. O’nun eserlerini yaratmadaki ustalığı karşısında hayranlık duyarız. Bizde başladığını, bitireceğine dair verdiği vaadi keşfettiğimizi zaman mutluluktan dans ederiz. O’nun gizemlerini düşünüp secde ederken, O’nun bizlere açıkladığı lütfunun zenginliği karşısında şükrederiz.

Tanrı’nın zenginliği, bilgeliği ve bilgisi ne derindir! O’nun yargıları ne denli akıl ermez, yolları ne denli anlaşılmazdır! Her şeyin kaynağı O’dur; her şey O’nun aracılığıyla ve O’nun için var oldu. Sonsuza dek O’na yücelik olsun. Amin.

(Romalılar 11:33, 36)