KÜLTÜR VE KÜLTÜREL SÜREÇLER

Doç. Dr. Yalçın İzbul
Hacattepe Üniversitesi

I – G İ R İ Ş

Sosyal/kültürel antropolojinin ilk elli yılı sonunda, A.L. Kroeber ve C. Cluckhohn adlı iki ünlü Amerikalı insanbilimci yayınladıkları bir kitapta kültür kavramının yüz atmış dört farklı tanımını derlemişlerdi. (Culture: A Critical Review of Concepts and Definitions; Kültür: Kavram ve Tanımlara Eleştirisel Toplu Bakış, 1952.) Bozkurt Güvenç, bir sözcük ya da kavrama bu denli çok ve çeşitli anlam yüklenince, onun tanınmaz ya da tanımlanamaz duruma gelmiş olmasını doğal karşılamak gerekir, diyor (Bknz. İnsan ve Kültür, ilgili bölümler).

Sözcük, Latince colere “ekin ekmek, yetiştirmek” fiilinin cultus “ekilen, ekilmiş” türevinden geliyor. Ne var ki, çağlar boyunca, değişik ülkelerde, farklı akım ve yaklaşımlarla yüklenen nüanslar bu denli bir anlam zenginliği -ya da karmaşasına- yol açmıştır.

Yüz atmış beşinci öneride bulunmak gibi bir amaç gütmüyorsam da, vereceğim tanım ve açıklamalarda, numaralanmış anahtar sözcükler kullanarak, antropoloji literatüründeki “kültür” kavramı ve “kültürel süreçler” ile ilgili görüşler üstüne bir yorum sunmak istiyorum.

“KÜLTÜR” TANIMI

Kültür;

Belli bir topluluğun, kişiden kişiye veya toplumsal iletişim, etkileşim yoluyla sürdürdüğü ve bireylere kazandırdığı maddi ve/veya zihinsel yaşam tarzı ve dünya görüşü bileşiği, bütünleşmesi olup, varlık nedeni ve sonucu ise çevreye uyarlanma, giderek çevreyi kendi kuramsal amaçları doğrultusunda değiştirme olgusu ve sürecidir.

1. Kültür İnsanın Evrensel Özelliğidir:

Kültür, insanın evrensel özelliğidir; ama onu tanımak, tanımlamak için alan çalışmasına çıktığımızda kültür ile değil, çeşitli boyut ve düzeylerde birbirinden farklı kültürler ile karşılaşırız. Kültürler hem birbirlerine benziyor, hem de birbirlerinden farklı… Kültür toplulukları kimliklerini — tanım gereği ve gerçekte — öteki kültür topluluklarından farklı olmakla kazanıyorlar. Yeryüzünde çok sayıda kültür, alt-kültür, kültür yöresi, kültür çevresi, vb yanyana, içice, belki de dişdişe etkileşme durumunda. ya da birbirinden türlü nedenlerle ve türlü derecelerde yalıtılmış olarak varlığını sürdürüyor. Yalıtılmışlık, kitle iletişimi ve yoğun coğrafyasal hareketlilik çağında giderek azalan bir eğilim.

Kültür temaslarından ileri gelen sarmaşma eğilimlerini, öte yandan tarih, çevre (ekoloji), ve yaratıdan kaynaklanan değişme ve ayrımlaşma dinamiği dengeliyor. Sonuçta, yarının dünya kültür haritasının bugünkü haritadan farklı olacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Ama sarmaşma ve ayrımlaşma dengesi süreklidir ve dünya kültür haritası benekli görünümünü herzaman için koruyacaktır.

Demek ki, oluşturmağa çalıştığımız kültür kavramı, bir soyutlama olmağa başından mahkumdur. Onu ancak alanda karşılaşacağımız farklı kültür örüntülerini karşılaştırarak yorumlamak durumundayız. Alan çalışmaları, dolayısıyla, evrensel/göreli yorum çelişkisinin aslında kültürün gerçek yüzü olduğunu gösteriyor. Kültürler arası benzerlik ve farklılıklar, evrenselci ve göreci yorumları birlikte doğruluyor.(1)

2. Kültür Toplumsaldır:

Kültür, toplumsaldır. Bireyin değil, topluluğun düşünce, inanç ve davranış örüntülerini, deneyim ve birikimini içerdiği varsayılır. Bireyleri gözleyerek, dinleyerek elde ettiğimiz verilerin, toplumun bütününde yaygınlık taşıdığını kabul etmemiz istenmektedir. (Dolayısıyla, ne kadar çok “denek”le çalışırsak, o derece daha sağlıklı sonuçlar elde ederiz.)

Demek ki, “kültür” kavramı bir soyutlamadır. Topluluğun, yüceltilmiş, idealize edilmiş, ya da (bir karşı-kültür öfkesiyle) eleştirilen, değiştirilmesi önerilen genel değerler ve davranışlar dizgesini dile getiriyor.

Ne var ki, “toplum” ya da “topluluk” tanımı, türlü açılardan ve türlü düzeylerde yapılabilir. Kısaca “toplumsal nitelik” tanımı ile yetinecek olursak, yakın aile çevresinden “tüm insanlık” çerçevesi (ya da ülküsüne) değin içice kültür çemberleri, ortak ve bütünleştirici bir yaklaşımla tanımlandığı için, somut gerçeklerden çok, soyut bir ortalamayı, bir genellemeyi anlatır.

Bireylerde ya da irili ufaklı öbeklerde, belli bir kültür için varsayılan ölçütler dışına taşan ya da bunlara aykırı düşen bilişsel/davranışsal örneklere herzaman için rastlanabilecektir. Bunlar, insan yaşamındaki sonsuz çeşitliliğin olağan örneklemi olarak görülebilir.

Farklı bağlılıklar, farklı çıkar ve özlemler güden gruplar, kültürel yelpazede farklı konumlarda yerlerini alacaktır. Kültürün önerdiği değer ve davranışlara gör “sapkın” ya da rastlantısal sayılacak farklılıklar, yaygınlık kazanma ve süreklilik eğilimleri ölçüsünde birer değişme göstergesi olarak da düşünülebilir.

KÜLTÜR TANIMI – II

İnsanın genetiği… Kültür bir gelenektir… Kültürleme ve Kültürlenme… Maddi Kültür – Zihinsel Kültür…

3. İnsanın Genetiği:

İnsan genetiği, a) kültürlenme yeteneği ve b) kültürlenme yönünde güçlü bir eğilimi kendi içinde taşıyor.(2) Ancak bu yetenek “belli” bir kültür dizgesiyle bağlaşık değildir. Çocuğun kültürünü ve “milliyetini”, biyolojik ana-babasından aldığı genler değil, kültürel ana-babası ve çevresinden aldığı eğitim belirler. Kültür, biyolojik kalıtım yoluyla değil, kültürleme ve kültürlenme yoluyla aktarılır. Başka bir deyişle, kültürel geçişlilik ilkesine dayalıdır. Çocuk, hangi kültür topluluğunda doğmuşsa, o ortamda kültürlenir.

4. Kültür Bir Gelenektir:

Kültür bir gelenektir. Kuşaktan kuşağa — birşeyler katılarak, eksiltilerek, değiştirilerek — süreklilik gösterir. Ama kuşakları, bir dolabın çekmeceleri gibi üstüste ya da yanyana sıralı düşünmek yanlıştır. Her an, her yaştan ve her kuşaktan kişiler, sürüp giden bir etkileşme içindedir.

Öte yandan, görünüşte birbirinin karşıtı olan geleneksellik ve değişme olgu ve eğilimi, aslında kültürün zaman boyutundaki gerçeğinin birbirini bütünleyen iki temel gerekirliği, kültürün iki değişik yüzüdür. Süreklilik, kültürel değişmeyi geçersiz kılmaz. Tam tersine, değişmeden dolayı olanak kazanır. Kültür, değişebildiği için, varlığını sürdürür.

Gelenekler, bireysel yaratıcılık, grup farklılaşması ya da değişen koşullara uyarlanma zorunluğundan ileri gelen değişme dinamiği ile çatışır. Ama aynı zamanda uzlaşır… Çünkü gelenekler değişmeyi — gecikmeli de olsa — giderek özümler. Bugünün değişimleri, yarının gelenekleri olur.

Aslına bakılacak olursa, gelenekçilik ve değişme özlemleri, arabayı ters yönlerde çeken iki karşıt güç değil, aralarında sanıldığından çok daha küçük bir açı bırakarak aynı yönde çeken iki dost vektör gibidir.

5. Kültürleme ve Kültürlenme:

Kültürleme ve kültürlenme, beşikten mezara kesintisiz egemen süreçlerdir. Her kültür, üyelerinin inanç ve davranışlarını kültürel gerekler ve beklentiler doğrultusunda koşullamaktadır. Bu doğrultuda işleyen güçlü bir ödül ve yaptırım dizgesi vardır. Birey, kültürel değerlerle özdeşleştiği ölçüde gerçek ya da kurgusal doyum sağlar, ödüllendirilir. Kültürel beklentileri karşılamayan görüş ve davranışları için ise cezalandırılır. ya da belki daha acımasız bir yaptırım yöntemiyle, ödüllerden yoksun bırakılır.

Kişinin gözlemlenebilir davranışları olduğu kadar, bilişsel dünyası da kültürün yönetimi ve denetimi altındadır. Çünkü aslında, bilişselliğin içeriği ve örüntüleri de, başından beri, genel iletişim ortamlarından yansıtılarak oluşturulmuş, dolayısıyla kültür tarafından koşullanmıştır. Kültürün üyelerine sağladığı doyum “gerçek” ya da “kurgusal” olabilir; çünkü sözkonusu doyumun niteliği ya da yeterliğine ilişkin bir görüş birliği sağlanamayacaktır.

Bu durum özellikle, çoğulcu, devingen, ilerlemeci çağdaş kültür toplulukları için geçerlidir. Kiminin gerçeği, kiminin kurgusu… Renkler ve zevkler çeşitlendikçe, daha da tartışılabilir nitelik kazanıyor. Bilim adamının, düşün adamının, putkırıcı sanatçının, namuslu siyasetçinin doyumsuzluğu ve yabancılaşması da bundan kaynaklanıyor.

Ne var ki, “öncü” ve “önder” kimliğindeki böyle kimselerin de, çok geçmeden, “yeterince değişmiş” olduğuna inandıkları kültürün (yine, ödüllü-yaptırımlı kültürleme yoluyla sürdürülmek üzere! ) artık kurumlaştırılması gerektiğini savunan tutucu bir çizgiyi benimsediklerine tanık oluruz.

6 / 7. Maddi Kültür / Zihinsel Kültür:

Daha yaygın terimleri ile “maddi / manevi kültür” şeklinde düşünülen bu ayrım yapaydır.(3) Kültür değişmelerine karşı tutucu ve duygusal bir direnmeden kaynaklanan ve yanıltılı bir “benlik” kavramı içeren bir algılama ikiliği olduğu düşünülebilir.(4) Oysa, dünkü benliğimizle bugünün dünyasına çeşitli ölçülerde direnebiliriz, ama uyarlanamayız.

Sağlıklı bir kültür ortamının, yaşam tarzı ve dünya görüşü arasında sürekli ve devingen bir bütünleşme anlamına geleceği açıktır. Öte yandan, maddi kültür başlığı altında, insanın a) teknolojisi yanında, b) biyolojisini de düşünmek gerekir. İnsan davranışları, insanın biyolojik ve teknolojik evrimi + şu ya da bu ölçüde yanıltılı tarih bilincinin oluşturduğu çelişkili, gerilimli yumağın ürünüdür. “Ben” liğini yitirmeksizin sanayileşme… gibi yanıltılı özlemler bu tür çelişkilere örnektir. Aslında, maddi/zihinsel yaşam yumağında bütünleşme sağlanamadığı ölçüde benlik yitimine, ya da benlik yıkımına uğranılacaktır.

Başka bir deyişle, böyle bir engellemeyi öneren tutucu öğretiler, savunduklarını sandıkları kültürün uyarlanma başarısını ve yaşama olanağını tüketecek, birlikte yok olacaklardır. Öte yandan, “manevi kültür” başlığı altında geçmişe yönelen özlemler, tarihin acımasız akışı karşısında sürekli yenik düşmekten kurtulamayacaktır.

“Benliğini yitirmeksizin değişmek” başarısının, bildiğimiz en iyi örneğini veren — ben demiyorum, diyenler öyle diyor !! — Japon’ların ünlü bir sözü var: “Öz” kavramı biraz da soğanın “cücüğüne” benzer. Zarları soydukça cücüğe daha yaklaşırsınız.. Ama sonunda elinizde avucunuzda kalan kocaman bir “hiç” liktir.

8. Olağanlık Ölçütü Olarak Kültür:

Kültür dizgesinin dayandığı sayıltılar ve değerler, kültürün üyeleri için “normallik” ve olağanlık ölçütleridir. Bu köklü koşullanmanın aracısı, o kültürün kendine özgü bilişsel/iletişsel simgeleri, dizgeleridir. Bu simgelerle düşünür; bu dizgeler aracılığı ile birbirimizle anlaşırız. Kişinin gözlemlenebilir davranışları olduğu kadar, bilişsel dünyası da kültürden gelen etkilerin yönetimi ve denetimi altındadır. Çünkü bilişselliğin içerik ve örüntüleri, başından beri, genel iletişim ortamından yansıyarak oluşmuş ve biçimlendirilmiş, dolayısıyla kültür tarafından koşullanmıştır.

Herkese göre, kendi yaşam tarzı ve dünya görüşü iyi, güzel, doğru ve mantıklıdır. Bu “ölçüt” lerden şu ya da bu ölçüde sapma gösteren hertürlü davranış, duygu, düşünce ve inanç ise garip, tuhaf, acaip, saçma, yanlış, çirkin, fena, kötü; akla, izana, insafa, geleneklere, aktöreye, mantığa, doğaya, aykırıdır… Doğduğumuz andan başlayarak gözlerimize yerleştirilen bu kalın mercekleri, dünyaya bakmanın en doğal yolu sayıyoruz. ya da, Ruth Benedict’in dediği gibi, “Gö-zümüzdeki merceklerin bilincinde olmaksızın dünyaya bakıyoruz.”

Kültürlerin, dış duvarları ya da nöbetçileri bulunmayan birer hapishane olduklarını varsaymak zorundayız. “İçerdekiler”, bu anlamda, uyumlu topluluk üyeleridir. En uyumluları ise, kesindir ki, “gardiyan” rolündedirler… “Başkaldırı” olgusunun bile, çoğunluk için ve genelde, bir “baskı” grubuna karşı, yine bir başka baskı grubunun dayanışma ve tutuculuğuna sığınmaktan öte gitmediğini görmemek olanaklı mı? Ama “içerdekiler” bunun bilincine varma olanaklarından yoksundur.

Bizmerkezcilik, ya da etnosantrizm, bütün kültürlerin temel özelliklerindendir. Yumuşak bir “biz bu yaşam tarzını seviyor, tercih ediyoruz” duygusundan, katı bir “sen de benim gibi olmak zorundasın” tavrına değin türlü derecelerde karşımıza çıkacaktır. Farklı kültür topluluklarına yöneldiğinde ise, kültür emperyalizmi ya da zorla kültürleme süreçlerinin ahlaksal gerekçesini oluşturur.

9. Uyumlu, Tutarlı…

Kültür, bir sistem, bir dizgedir… kendi içinde uyumlu, kendi içinde tutarlı, kendine göre mantığı olan bir bütündür. Kültürün bu görünümü, tekzamanlı boyutta (=belli bir zaman kesitinde) varlığı belirlenen, çokzamanlı (tarihsel) boyutta ise kültürel değişmenin dinamiği olan çelişki ve çatışkıları da kapsar.

Uyuşma da, çatışma da; gerilim de, uzlaşma da, aynı bütünün parçalarıdır. Kültürün zaman boyutundaki yolculuğu, bunlar arasındaki arasındaki etkileşmeyi, hesaplaşmayı anlatır. Başka bir deyişle, kültürel yapıda tekzamanlı çelişkilerin etkileşmesi, tarihsel boyuttaki devingenliği yapılandırır.

Ne var ki, çoğulcu nitelikte bir bilinçten yoksun kimseler, bütünün çelişkileri de içerdiği gerçeğini göremeyeceklerdir.

Doğaldır ki, bu belirlemeyi yaparken, “kültür” ve “toplum” kavramlarını farklı değerlendirmemiz gerekiyor, Toplumlar bölünüp parçalanabilir, yeni bir “toplum” oluşturacak biçimde biraraya gelebilir ya da getirilebilir. Bu anlamda toplum daha çok yönetsel kurumlarla ilgilidir. Kültür toplumsaldır, ama yapay toplumların varsayılan siyasal sınırlarıyla kısıtlı değildir.(5)

10. “Nedenler” ve “Sonuçlar”…

Kültürel evrimi, ya da kültür değişmelerini anlayıp yorumlayabilmek için, geleneksel düşünce kalıplarımızın zorladığı “neden-sonuç” ikilisinden arındırılmış, yepyeni bir bakış açısı geliştirmek zorundayız. “Etkileşme”, “birlikte oluşum”, “sürekli bütünleşme” daha doğru, daha elverişli ve kullanışlı kavramlardır.

Yakın dönemlerde Çevrebilim (Ekoloji) ‘den kazandığımız sezgi ve bilgiler, yukarda sıraladığımız kavramları doğrulamıştır, diyebiliriz. Aynı şekilde, Genel Sistem teorileri ya da devingen yeni bir mantık(6) gibi arayışlar yaklaşım kolaylığı sağlayacaktır.

Neden-sonuç ilişkisine dayalı geleneksel mantık yapımızın yanıltılı bir bakış açısı olduğu, insanı büyük tarihsel çelişki ve açmazlara sürüklemiş olduğu görülüyor. “Nedenleri” saptamaya yönelen bir çaba ile, gerçekliğin yalnız bir yüzü ile görülebilir. Oysa “etkiler”, doğurdukları “tepkiler” yoluyla, kendilerini de oluşturmaktadırlar. “Özne, eylem ve nesne” (“fail, fiil ve etkilenen”) ayrımlarının dilimizin zorladığı bir sınıflama olduğunu, bütüncül gerçeği çarpıttığını söyleyebiliriz.

Kültür, değiştiği için çevreye uyarlanmakta, çevreye uyarlandığı için değişmektedir. Konuya Çevrebilimcilerin bütüncül anlayışıyla yaklaştığımızda, kültür ve çevre’nin de aslında aynı gerçekliğin iki yüzü olduğunu görürüz. Değişen, bütünün kendisidir.(7)

11. Biyolojik Evrimin Ötesinde…

Kültür, biyolojik evrimin ötesinde bir uyarlanma boyutudur. Öteki canlı türlerindeki güçlü pençelerin, hızlı bacakların ya da yoğun doğurganlığın yerini, insana giden çizgide kültürel yaşam boyutu almıştır.(8)

Kültürler, gerçek (ya da belli esneklik sınırları içinde sanal) anlamda gereksinimleri karşılayıcı, doyum sağlayıcı olmak zorundadır. Kültürün evrimi, çevre koşullarıyla uzlaşmaya ek olarak, ayrıca yenilik ve yaratıdan ileri gelen ve yine yenilik ve yaratıya yol açan bir devingenliğin tarihçesidir. İnsan, biyolojisi ile kültürü arasındaki etkileşmenin zaman boyutundaki ürünüdür. Bu etkileşme, çevre/zaman ikilisi tabanında oluşmakta, gerçekleşmektedir.

Çevre, kültürün eşgüdüm sağlamak zorunda olduğu fiziksel, biyolojik, toplumsal ve teknolojik çerçevedir. Ne var ki insanoğlu, çevre ve tarih bilincinden(9) yana bugüne değin hep kötü bir sınav vermiştir. Bu başarısızlığın bir ayağı, genetik evrimin doğasından ileri gelen biyolojik gecikme; diğeri ise insanın yanıltılı tarih bilincinden (gelenekçilik eğiliminden) kaynaklanan kültürel gecikmedir(10). Bu iki faktör, “tam uyarlanmayı” güçleştirmekte, belki de olanak dışı kılmaktadır.

Belki geleceğin dünyalarında, bu doğal ve yarı-doğal çelişkiye de kültürel çözümler getirilebilecektir. Eldeki durumda ise varoluşun önkoşulu, sözkonusu gecikmenin belli esneklik sınırları dışına taşmaması, taşırılmamasıdır.

Öte yandan, insanın evriminde kültürel uyarlanmanın işlev ve önem olarak biyolojik uyarlanmayı sollayıp birkaç fersah geride bırakmış olduğu gözardı edilemez. Salt bu nedenle bile, gelenekçiliğin -uyarlanmayı engelleyerek- bindiği dalı kesmekle eş olduğu savunulabilir.

12. İnsanın Yaratıcılığı…

Bugün ulaştığı evrede insan türü, çevreye biyolojik uyarlanmadan çok, kültürel atılımlarıyla çevreyi değişime uğratma, kendi geliştirdiği varsayımlar doğrultusunda oluşturma yoluna girmiştir. Öteki canlı türlerinin çevrenin edilgen uyumcuları olduğu bir evrende, insan kendi varsayımlarını deneyerek oluşturduğu bir dünyanın devingenliğini — ve sorumluluğunu — yaşıyor.

Kültürün yönü ve rotası önce düşünsel, simgesel düzeyde planlanıp kotarılıyor. Çocuklar önce kültürlenip eğitiliyor, kültürel etkinliklere neden sonra katılmalarına izin veriliyor. Bilim, aynı ritüeli “hataya düşmez” bir temele oturtmak çabası içinde: Yani, öteki canlı türlerinin sürdürmek zorunda olduğu deneme/yanılma boyutunun çekincelerini en aza indirmeğe çalışıyor.

Bilimsel yöntem, varsayım oluşturma, veri toplama, deney yapma, ve ortaya sınanabilir bir kuram koyma evrelerini izliyor. Bütün bunlar, sonsuz üretkenliği olan ve zaman-uzam içinde bilişsel/iletisel esneklik sağlayan simgesel dil dizgeleri aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Dolayısıyla, yukarda 8. sırada sözünü ettiğimiz, kültürün dile olan bağımlılığı giderek yoğunluk kazanıyor. Bu da, dili ve dilleri irdelemeye yönelik çalışmalara, yani “üstdil” (meta-language) çalışmalarına çok daha büyük bir sorumluluk yüklüyor.

13. Varoluşun Önkoşulu Değişmedir…

Kültür, değişir. Süreklilik, daha önce de değindiğimiz gibi, değişebilme önkoşuluna bağımlıdır: “Varoluşun önkoşulu, değişmedir.” (M.L. Cadwallader, “The Cybernetic Analysis of Change”, 1964)

Tekzamanlı boyutta (çelişkilerine karşın) kendi içinde uyumlu, doyum sağlayıcı, bütünleşmiş bir dizge görüntüsü veren kültür, çokzamanlı boyutta ise kesintisiz bir değişme içinde… Değişmenin nedeni, değişen çevreye uyarlanma zorunluğu (anonim uyarlanma) yanında, bireysel yaratıdan köklerini alan kendi iç-devingenliğidir. Kültürel değişme konusunu, kültürel süreçler başlığı altında tekrar ve ayrıntılı biçimde tartışacağız.

DİPNOTLAR:
1)
Gerçekten de, kültür ve kültürel süreçleri anlayabilmek için bir önkoşul var: “uyumlu yapı” ve “değişme” şeklinde, çelişki gibi görünen bir “olgu ve oluşum” bütünlüğünü aynı denklemde, tek potada çözebilecek bir bakış açısı..
2) Ne var ki, ironi ve çelişki şurada yatıyor: Var olan ve değişen çevre koşullarına uyarlanma savaşında, kültürel uyarlanmanın biyolojik evrimin önüne geçmesi, başlangıçta yine Doğa’nın bir armağanıydı. Doğal seçilim süreçleri bu değerli armağanı, Homo sapiens olma yönünde ilerleyen bir kuyruksuz iri primat koluna bağışlamıştı. Ne yazık ki bu armağan, belki ki Doğa’nın en büyük bir yanlışıydı: Çünkü ulaştığı evrede, bu hırçın ve bencil biyolojik tür, bugün Doğal dengeleri altüst etmeğe, Doğa’yı belki de tümüyle yoketmeğe yönelmiş görünüyor…
3) Bu şekilde, “ruhani” yorumlara açık, ancak “ruhsal/psikolojik” yorumlara kapalı nüanslar taşıyan “manevi” sözcüğü yerine “zihinsel” sözcüğünü önermiş oluyorum.
4) Sonuçta, Alamanya’dan anavatana “kesin dönüş” yaparken getirdiğiniz EN SON MODEL videoda salt mevlit kasetleri izlettirmeğe kalkışabilirsiniz, ama çocuklarınızın size yabancılaşmasına, başkaldırmasına, ya da büyük bir olasılıkla duygusal yönden sakat kalmalarına yol açarsınız. Bu derece yalın bir gerçek…
5) Bununla birlikte, siyasal sınırlar, kültürel serüvenin bundan böyle izleyeceği yön ve doğrultusu üstünde güçlü bir etkendir.
6) Yanlış ağızlarda çiğnene çiğnene anlamını yitirmiş olan “diyalektik mantık” deyimini kullanmaktan kaçınıyorum…
7) Düşününüz ki gözlemci, kendisinin de parçası olduğu bu bütünü anlayıp çözmeğe çalışmaktadır. Papuç bağlarından tutarak kendi kendisini havaya kaldırmağa çalışmak gibi birşey… Yanılma payının büyük olacağını düşünebiliriz. Bunların, bugüne değin “kültür” üstüne nice inciler dizmiş pekçok kimse tarafından “esoteric” (gizemci) bir yaklaşım olarak değerlendirileceğini biliyorum. Yine de, bütüncü anlayıştan yana eksikliğimizin, “toplum mühendisliği” ‘nde bugüne değin girdiğimiz pekçok açmazın başsorumlusu olduğu yolundaki inancımı da eklemek isterim.
8) Yine de burada, “dört karı, 47 çocuk” sahibi olmakla öğünen yurttaşlarımızı, uluslararası arenadaki güçsüzlüğümüzün çözümünü “100 milyonlık dev Türkiye” de arayan siyasetçilerimizi taşlamaktan kendimi alamıyorum…
9) Nereden geldiğimiz, nereye gidebileceğimiz sorusunun bilimsel irdelenmesi…
10) Cultural lag: Bir yorumu ile, değişen dünyaya ayak uyduramamak, geri kalmak. Daha yaygın tanımı ile, kurumlar arasına değişme hızı farklarından meydana gelen uyumsuzluk. İlerleyen Bölümlerde tartışacağız…. “Biyolojik gecikme” kavramını ise, bildiğim kadarıyla, ilk kez ben kullanıyorum. Bununla kastim şudur: Değişen çevre koşullarının biyolojik türün mevcut üyeleri üzerinde gösterdiği seçilim baskısı, uyarlanabilen üyelerin gen oranlarını yeni kuşaklarda arttırarak, o biyolojik türün “gecikmeli” de olsa bir yanıt vermesini sağlar. Tabiatıyla bu, “yararlı” (=avantaj sağlayan) mutasyonların çevre koşullarının “önünde gitmesinden” çok farklı bir uyarlanma boyutudur… Başarı sağlayan mutasyonlar değişmeyi (restlantı sonucu) öngördüğünü, seçilimin ise değişmeye yanıt olarak oluştuğunu söyleyebiliriz.

Bir noktaya özellikle dikkatinizi çekmek isterim: Son 20-30 yıl içerisinde Amerikalı hispanik kökenli (ve sempatizanı, özellikle de Kübalı antropolog Fernando Ortiz’i kastediyorum) kuramcıların tezleri ile, “acculturation, assimilation, trans-culturation” gibi terimler büyük bir karışıklığa sürüklenmiştir. Bu karışıklığa Türkçe’de kendimce bir düzen getirmeğe çalıştım; sonuçta da Türkçe literatürde bugüne değin kullanılmış olan terimlerle aramızda bazı örtüşmezlik ve farklılıklar kaçınılmaz oldu.

Kültürel süreçler, kültür ve çevre ilişkisi, kültür oluşumu, kültürel değişme, bireylerin kültürlenmesi, kültürler arası etkileşmelerde itici güç veya aracı olan etki ve baskıları içerir.

Bütün bu süreçler, ana koşul olarak, kültürel geçişlilik (kültürel yoldan aktarılma) ilkesiyle bağlaşıktır. Bu ilke kültürel süreçlerin bütün toplumlarda genetik önkoşullarnma sözkonusu olmaksızın gerçekleştiğini belirler. Bireyler ya da topluluklar, öğrenme yoluyla kazandıklarını öteki birey ve topluluklara, ya da sonraki kuşaklara genetik yoldan değil, öğretme (kültürleme) yoluyla aktarırlar. Kültürleme, kültürlenme ve tüm öteki kültürel süreçler, toplumsal etkileşme ortamında ve toplumsal etkileşme yoluyla gerçekleşir.

Demek ki kültürel evrim, Darwin’ci değil, Lamarck’çı çizgidedir.(11) Kaza sonucu sakat kalan kişi bu özelliğini genetik yoldan çocuklarına aktaramaz; ama bir kimsenin yaşamı boyunca edindiği hertürlü düşünsel ya da duygusal özelliği ile çocuklarını da etkileyeceğine hiç kuşku yok…

Yalın beceriler, doğrudan öykünüm (=taklit) yoluyla da kazanılabilir. Ama bildiğimiz düzeydeki zengin ve yoğun kültürel oluşum-etkileşim, için konuşma dili ve öteki simgesel iletişim dizgeleri temel ortamdır. Bilişsel ve iletisel “dil” dizgelerinin kültür oluşumunda odak noktasında yer aldığı gerçeği yadsınamaz.

Bu anlamda, kültür geliştirme becerisi insan türü ile sınırlı değildir. Canlılar aleminde, ilkel beyinlerden karmaşık beyinler yönündeki evrim çizgileri, belli ölçüde “sonradan kazanılma davranışlar” özelliğini de birlikte getirmiştir. Kuşlarda, memeli türlerinde ve özellikle de primatlarda, “kültürel geçişlilik” ilkesine dayalı sayısız davranışlar gözlemlenebilir. Ancak, insan türüne özgü zenginlik ve karmaşıklık ancak “konuşma dili” gibi bir bilişsel/iletisel beceri boyutunda olanak kazanmıştır.

1) Kültürleme: Kültürleme, (enculturation), ya da bunun edilgen biçimi olan kültürlenme, en geniş çerçevede, bireyin kültür tarafından ve kültür içindeki toplam eğitimi anlamını taşır. Bireylerin, içinde yaşadıkları kültürün istek ve beklentileri doğrultusundaki toplam eğitimi, ‘beşikten mezara” kesintisiz sürer. Kişilik oluşumu — yaşamın her döneminde — genetik yapı, kültürlenme ve kültürel değişme arasındaki devingen etkileşmenin ürünüdür.

2) Kültürleşme: Kültürleşme (acculturation), iki ya da daha çok kültürün, karşılıklı etkileşme sonucu, benzeşme yönünde değişmeye uğramaları olarak tanımlanır. Ama böylesi dengeli bir durum genelde kurgusal bir beklentidir. Etkiler, çoğu zaman, çift-yönlü olmaktan çok, tek-yönlüdür. Bu anlamda kültürleşme, aşağıda ele alacağımız “kültürel özümsenme” sürecinin belli bir evresi, ya da “zorla kültürleme” sürecinin yanlış gösterilen/algılanan bir biçimi olarak düşünülebilir. Örneğin, Türk kültürünün bir zamanlar Arap-Fars kültürleriyle, şimdilerde ise Batı kültürleriyle “etkileşmesi”, kültürleşmeden çok, gönüllü-gönülsüz, bilinçli-bilinçsiz özümsenme örnekleri olarak değerlendirilmek gerekir.

Bir başka tanımlama da şöyle olabilir: Bireyler, gruplar, alt-kültürler arasında, yaratı, yenilik veya en önemlisi de göç sonucu oluşan etkileşme şeklindeki kültürel iç-devinim…

3) Kültürel Özümseme: Kültürel özümseme (assimilation) ya da bunun gönüllü/gönülsüz, bilinçli/bilinçsiz edilgen biçimi olan kültürel özümsenme, bir kültürün bir başka kültürü kendi etki çemberi içine alması, giderek kendine benzetmesi, kendi içinde eritmesi olarak tanımlanabilir.

Bunun yolu yordamı imrendirmek, daha yüksek derecede gerçek ya da kurgusal doyum sağlamak olacaktır. Edilgen anlamda bu, bir kültür dizgesinin bir başka kültür dizgesi karsısında “benliğini yitirmesi” anlamını taşıyacaktır.

Ama “benlik” kavramı, kaygan ve değişken bir düşünce tabanıdır. Geçmiş yaşamdan kaynaklanan alışkanlıklar ve “düzen” kavramının, geleceğe dönük değişme özlemleri ile çatıştığı, ama şu ya da bu ölçüde de uzlaştığı görülür. Bu çatışma ve uzlaşmayı, değişik kişiler, kurumlar ve alt-kültür grupları farklı yoğunlukta yaşar. Dolayısıyla, toplumda sürekli bir gerilim ve değişim sancısı kaçınılmazlık taşır.

Özellikle hızlanmış kültürel değişim dönemlerinde “benliğine sahip çıkmak” ve “benliğinden ne pahasına olursa olsun sıyrılmak” özlem ve beklentileri arasında gerilim ve çatışma düzeyi yüksektir.

Aslında “özümsenme” süreci, gayet haklı bir savunmayla, çağın gidişine ayak uydurmak olarak da düşünülebilir. Kültürün sürekliliği için, değişmek zorunda olduğunu saptamıştık. Değişme ve özümsenme arasındaki çizginin çok ince, aradaki sınırın göreli olduğunu da gözardı edemeyiz. Ancak şunu yordayabiliriz sanıyorum: “Benliğini yitirmeksizin çağın akışına ayak uydurmak” başarısı, “değişme” ve “özümsenme” arasındaki farkı kavrayabilecek bilinçte bir toplum olmaktan geçiyor.

4) Kültürel Yayılım (Diffusion): Maddi veya zihinsel ağırlıklı kültür öğelerinin toplumlar arasında dalga dalga yayılması, içten dışa ve dıştan içe sürekli geçişmesi sürecini tanımlar. Tütün kullanımının tarihsel yayılımı iyi bir örnektir (bknz. Ralph Linton, The Study of Man, 1936). Başlangıçta tütün içimi bugünkü Peru, Bolivya, belki de Arjantin yörelerinde yaygındı. Onaltıncı Yüzyıl ortalarında Portekiz ve İspanya’ya getirilerek, önceleri Lizbon ve Madrit saray çevrelerinde kullanıldı. Alışkanlık çok geçmeden genel nüfusa yayıldı. Giderek bütün Avrupa, Orta Doğu ve Uzak Doğu yoluyla Asya’nın Pasifik kıyılarına ulaştı. Dördüncü Murat gibi sert bir hükümdarın getirdiği yasaklamaların bile bu karşı durulmaz yayılımı engelleyemediği besbelli… Tütün alışkanlığı kaynağından çıkışından üçyüz yıl sonra Alaska yoluyla yeniden Amerikan anakarasına, bu kez kuzeyden dolaşarak ulaştığında dünya turunu tamamlamış oluyordu.

Tanımda verilen “sürekli yayılma” ilkesi çeşitli gerekçelerle eleştirilebilir de… Bir kez, coğrafyasal ya da toplumsal etkenler, yayılmayı belli akışım yönlerinde hızlandırabilir, ya da engelleyebilir. Yayılıp gelen bir yeniliğin uygulanabilirliği açısından iklim ve çevre etkisi görmezden gelinemez. Bikinilerin kutuplarda, kar başlıklarının tropiklerde yaygınlaşmasını beklemek boşunadır.

Öte yandan, zeytinyağı gibi sağlıklı besinlerin üretilebildiği, “dünya da kendi kendini besleyebilen YEDİ ülkeden” birisinde, margarinlerin yaygınlık kazanmasını açıklamak için farklı bir kültürel sürece başvurmak gerektiği besbellidir!!

Gözlemlenebilir bir gerçek şudur: yeni bir alet ya da barınak tipi, ya da “frijider”, “frütöz”, “klima”, “VCD” ve “DVD” ile daha nice incik-boncuk, yeni bir akrabalık dizgesinden çok daha büyük hız ve kolaylıkla yayılacaktır.

Kısacası, kültürlerin, yayılma ilkesine karşı kendi yapılarından kaynaklanan bir seçicilik gösterdikleri kesindir. Belki de “maddi” ağırlıklı kültür öğelerini kolaylıkla benimseyen yerleşik kültür, bunların birlikte getirdiği ve zorladığı toplumsal değişimlere karşı ayağını sürüyor, direnmeğe çalışıyor. Kadınları toplumsal yaşamdan dışlarken yılda yüzbin tank imal edebilecek bir sanayi toplumu kurabileceğini iddia eden bir zihniyet, veya şehir suyunun tazyiki Alamanya’dan getirdiği bulaşık makinesini çalıştırmağa yetmeyince Şehr-eminine küfretmek gibi çelişkiler sanırım bundan doğuyor…

Teknoloji ile öteki kültür kurumları arasında ortaya çıkan, yeniliklerin benimsenmesine ilişkin hız ve ivme farklılığına, aşağıda “kültürel gecikme” konusunda yeniden değineceğiz.

Kültürel yayılım ilkesini önplanda gören yorumcuların, kültürel evrimi neredeyse tümüyle bu ilkeye ağırlık vererek açıklamak eğilimlerine karşın, sözkonusu sürecin kültürel etkileşmede genel ve bağımsız bir süreci belirlemediği, öteki süreçlerle çok karmaşık biçimde etkileştiği söylenebilir. Kültürel etkileşme, yayılım, kültürleşme, özümsenme gibi kavramların göreli oldukları, bilerek/bilmeyerek birer farklı yorum örneği olabilecekleri tezi gözardı edilemez.

5) Zorla Kültürleme: Yukarda tanımladığımız “özümseme” sürecinin, doğuracağı tepkiler dikkate alınmaksızın, tehdit ve eylem gücüyle oluşturulması anlamına gelir. Bunun herzaman için “akılsızca” bir girişim olmadığını ve olmayacağını, ne yazık ki, geçmişin askeri tarihi, günümüzün ise kitle iletişim tarihi doğrulamaktadır. Bu konuda, kültürel evrimin Lamarck’çı niteliği, bireyler ya da toplumlar tarafından hangi yolla kazanılırsa kazanılsın, kültürel davranışların sonraki kuşaklara “kültürel geçişlilik” yoluyla aktarılabileceğini gösteriyor. Babalarının yaşadığı toplumsal/kültürel değişme sancıları, çocuklar için bir anlam taşımayacaktır. Dolayısıyla, baskıcı ve yayılımcı yönetimlerin, kendi iç-çelişkilerinden ve dogmatizmin yenilikler karşısındaki uyarlanma güçlüklerinden kaynaklanan zayıflığı saklı tutulmak koşuluyla, kendilerini olanaklı ve kalıcı görmeleri tutarlı bir mantık taşıyor. Siyasetçinin iktidar tutkusuyla, devlet adamının hizmet anlayışı arasındaki fark da buradan kaynaklanıyor olsa gerek.

6) Toplumsal/Kültürel Değişme: Toplumsal/kültürel değişmesürecinden bu noktaya değin öteki bütün başlıklar altında da sözetmek zorunda kaldığımız dikkatten kaçmayacaktır. Çözgüleme amacıyla geliştirdiğimiz bir bakış açısı olan tekzamanlı boyutta yakaladığımız resim, kültürel “yapı” gerçeğidir. “Yapı” kavramı, kendi içinde uyumlu, ahenkli, mantıklı ve bütünleşmiş bir dizge idealini öngörür.. Ama, kültürün çokzamanlı (tarihsel) boyuttaki gerçeği ise bu yapının sürekli değişiyor olmasıdır…

Bütün kültürler, hızlı ya da yavaş, daha doğrusu kimi dönemlerde hızlanmış kimi dönemlerde ise yavaşlamış, ama kesintisiz bir değişme içindedir. Kültür-içi kurumların da, aşağıda sözedeceğimiz gibi, belli zaman dilimlerinde birbirlerinden farklı ivmelerde değişmeye uğradıkları gösterilebilir. Hatta, göreli anlamda, “devingen” ve “durağan” kültürler ayrımından da sözedilebilir. Ama her durumda, dizgenin bütünüyle bir değişme sürecini yaşamakta oluşu, kültürlerin zaman boyutundaki kaçınılmaz gerçeğidir. Değişme kaçınılmazdır, çünkü değişebilme özelliği kültürün zaman boyutundaki sürekliliği için temel önkoşul niteliğini taşır.

Kültürel değişme, çevreye uyarlanma ya da kültürler arası etkileşme gibi “dışardan” gelen etkenlerden olduğu kadar, kültürün kendi iç deviniminden de kaynaklanır. Bireylerden ya da küçük gruplardan kaynaklanan yaratı ve yeniliklere dayalı kültür değişmesi iç dinamiğin kaçınılmaz bir parçasıdır.

“Dış” ve “iç” etken tanımlarını çoğu zaman birbirinden soyutlamak olanaksızdır. Kimilerince “kültürler-arası” etkileşme olarak bir değişme, başkalarınca alt-kültürler, kültür çevreleri, kültür yöreleri, vb arasında sürüp giden bir didişme gerekçesi olarak görülebilir. Yani, toplumdaki bütün birimlerin tanım ve sempatileri arasında az ya da çok farklılıklar, çakışmazlıklar bulunacaktır. Benlik çerçevenizi nasıl algıladığınız, sınırları nereden geçirdiğinize bağlı…

Kültürel değişmenin doğurduğu toplumsal/psikolojik gerilimlerin değişmenin yönünden çok, hızı ile ilgili olduğu kolaylıkla gösterilebilir. Gerilim, “Kimi şeyler değişemez, değişmemeli”, veya “Değişir ama, bu kadarı da fazla” tepkilerinden kaynaklanır.

Bu ikincisi, biyo-kültürel kökenli algılama düzeneğimiz ile değişmenin hızı arasında ortaya çıkabilecek uyumsuzluğu belirler. EVRİM ya da DEVRİM niteliği taşıyan — yani, o şekilde algılanan — değişmelere gösterilen farklı tepkiler önemli ölçüde bu algılama ve özümleme (“hazmetme”) güçlüğü ile ilgilidir.

7) Kültür Şoku: Kendisini yabancı bir kültürün alışılmamış bilişsel/iletisel ortamında bulan kişinin yaşadığı “ego parçalanması” olarak tanımlansa, yeridir. İletişim kopmuş, toplumsal gerçekliğin okunabilmesi için gerekli ipuçları bütünüyle ve apansız değişmiştir. Örneğin, “Evet’in hayır anlamına gelebildiği, etiketlerde yazılı fiyatların aslında pazarlığa bağımlı olduğu, randevu saatinde dışarda bekletilmenin olağan karşılandığı, kahkahaların öfke anlamını taşıyabileceği” bir ortama hazırlıksız giren Batılı konukların bir çaresizlik ve kaybolmuşluk duygusuna kapılmaları kaçınılmazdır (Alvin Toffler, Future Shock, 1972: 12)…

8) Kültürel Yayılım: Kültürleşme ya da özümsenme süreçlerinde uyarlanma için yeterli süre ve — en azından kuramsal düzeyde — seçicilik, seçme özgürlüğü vardır. Oysa kültür şokunu yaşayan kişi ya da kitleler için, ne yeterli zaman nede seçme olanağı sözkonusudur.

Kişi böyle bir konumda yitmişlik, yalıtlanrna, soyutlanma, yalnızlık ve tedirginlik duygularını tadar. Uyarıları tanımadığı, yordamlayamadığı, yordamlayamayacağı, tepkilerinin doğruluğuna güvenemeyeceği bir konumdadır. Sanki, gerçek-ötesi bir dünya da gibidir. Kendi içine kapanma eğilimi gösterir. Psikolog Sven Lunstedt şöyle diyor: “Kültür şokunu, gerilime (stress) karşı duygusal ve zihinsel içine kapanma olarak tanımlayabiliriz (“Personality Determinants and Assessment”, Journal of Social Issues, Temmuz 1963).

Benzer şekilde, kitle iletişimi çağında farklı bir kültürün değer yargı ve davranışlarıyla yoğun/hızlanmış biçimde yüzyüze gelen kitlelerin de bir tür kültür şoku geçirmelerini olağan karşılamak gerekir. Işıkları azaltılmış bir odada, kendi toplumsal gerçekliğinin çok dışında bir toplumun yabancı uyarıcı bolluğu ile ekranda günbegün saatlerce yüzyüze gelen kişilerin bilişsel dünyasında oluşacak gerilimlere şaşmamak gerekir. Günlük yaşamın gerçeklerine ters düşen medyanın oluşturduğu genel şizofrenik ortamda, kitlelerin içine kapanması ya da saldırgan davranışların yaygınlaşması kaçınılmaz olur.

9) Kültürel Gecikme: William F. Ogburn, 1950’lerde geliştirdiği ünlü “kültürel gecikme” (cultural lag) kuramında, kültürel değişmenin yol açtığı toplumsal gerilimlerin kurumlararası değişme ivmesi farklarından ileri geldiğini savunmuştur (On Culture and Social Change: Selected Papers, 1964: “cultural lag” için örneğin Prof. Kongar “kültür boşluğu” terimini kullanmıştır).

Toplumbilimciler genelde daha çok teknolojideki yenilikler ve bunların getirdiği değişme hızına kimi toplumsal kurumların ayak uyduramaması sonucu ortaya çıkan uyumsuzluk ve dengesizlikler üstünde durmuşlardır. Kimi toplumbilimciler ise, tarih boyunca toplumsal/kültürel değişmenin itici gücü olarak teknoloji ve yerleşik toplumsal yapı çelişkisi’ni soyutlamışlardır.

ÇELİŞKİLER… ÇELİŞKİLER…

Oysa, kültürel gecikme kavramının genelleştirilerek, a) Herhangi bir kültür kurumunda önplana çıkan yenilik etkisinin tüm kültür kurumları arasında yol açtığı; b) Bir bütün olarak değişmekte olan çevre ile insanın sınırlı algılama/uyarlanma olanakları arasında ortaya çıkan uyumsuzluk ve dengesizlik olarak yorumlanması daha doyurucu olur.

Öte yandan kültürel gecikme kuramı, teknoloji gibi bir “maddi” kültür kurumunun değişebilirliğine karşın, “manevi” kültür kurumlarının “değişmezliği” gibi yanıltılı bir teze tanık gösterilemez. Buradaki yanılgı, “maddi kültür” kavramıyla elle tutulur gözle görülür nesnelerin, aletlerin, malzemenin, silahların anlatılmak istendiği sanılmasındadır. Oysa “maddi kültür”ü, bu nesnelerin kendisi değil, bunların “üretimi” ile ilgili yaşam tarzı, davranışlar ve toplumsal örgütlenme olarak düşünmek gerekir.

Kültürün bütünleşmiş dünya görüşü ve yaşam tarzı içinde, “maddi” ve “zihinsel” şeklinde yapılan bir ayrımın sınır belirsizliği de bu gerekçeden kaynaklanıyor. Ülkeye “yeni teknoloji” girmesi demek başkalarının yaptığı malların girmesi anlamına gelmese gerek. Bunların yapımına olanak veren “bilgi, değerler dizgesi, davranışlar karmaşığı ve toplam dünya görüşünün” girmesi olarak anlamak gerekir. Bu da, kültürel dizgenin bütününü ilgilendiren bir değişme, uyarlanma ve yeniden yapılanma boyutudur. Dolayısıyla, diyelim ki “sanayileşirken”, bir yandan da kimi kültür kurumlarının eski günlerdeki gibi kalabileceğini düşünmek ham hayalciliktir.

Örneğin sanayide ileri gitmiş ülkeler, geri kalmışlara, “Bu paha biçilmez el-işlerinizi, pitoresk köylerinizi, pentatonik musikinizi ve tüm geleneksel kültürel değerlerinizi koruyunuz… Bizlerin yitirmiş olduğumuz böyle şeylere sahip olduğunuz için ne mutlu sizlere” önerisini getiriyorlarsa, aman ne güzel!… Sanayi ürünleri onlardan, resimsellik bizden…(12)

Tüfek icat olmuşsa, “mertlik” bozulmuştur. İsteseniz de istemeseniz de, çağdaş teknolojiye sırt çevirmek ülkeyi biteviye açık pazar durumuna düşürmek olur. Teknoloji ürünleri yabancı kültürlerin elinde salt bir yaptırım gücü değil, aynı zamanda en kandırıcı imrendirme aracıdır. Kapıyı kapatsanız, bacadan gireceklerdir.

Demek ki “benliğini koruma” ve “çağın gidişine ayak uydurma” çifte başarısı, daha önce de değindiğimiz gibi, özümsenme ve değişme arasındaki farkı kavrayabilen toplumların olacaktır.

Kültürel gecikme kuramının, topluma “değişmek gerektiği ölçüde değişmek” yolunda bir ipucu ve ölçüt önerdiği söylenebilir. İlkenin doğru yorumu, kimi kültür kurumlarını değişmekten alıkoymağa çalışmak değil, bütün kurumların değişmeleri gerektiği yönde ve ölçüde değişmelerine destek vermek; uyumlu, dengeli, çağdaş bir toplumun oluşmasına katkıda bulunmaktır.

Örnekse, “Sanayileşme ile dilde değişme arasında herhangi hir bağlantı var mıdır?” sorusunun yanıtı, “Toplumumuz sanayi kültürünü benimseyecekse, dilimizin de buna koşut bir evrimden geçmesi kaçınılmazdır. Bu yönde bilinçli, bilgili ve bilgece bir yönlendirme ise yerinde bir katkıdır…” olmak zorundadır.(13)

Bu büyük kültür dönüşümünü yaşarken, dilimizin de gerek sözcük haznesi gerekse anlatım kalıpları olarak yeni bilgi alanlarının, farklı bir zaman anlayışının, farklı bir çalışma düzeninin, farklı bir toplumsal örgütlenme biçiminin damgasını taşıyan değişmelere uğraması engellenemez. Konu ne dilimizin horlanması nede yozlaşmasıdır. Konu, dilimizin yeni kültür dünyamızın oluşumuna koşut bir değişim geçirmekte oluşudur. Kaldı ki, o ülke insanlarının dili de eski haliyle kalıplaşıp kalmış değil ki… O diller de, kültür değişimine koşut bir değişim geçirdiler ve geçiriyorlar.

Değişme’nin bir adı da evrim’dir. Bu tür kavramları bilimsel bağlamda “iyiye gidiş” ya da “yozlaşma” gibi değer yargılarından arındırmak, yalın anlamda “değişme” niteliğiyle düşünmek gerekiyor. Çünkü, değişmenin yönü ve istenilirliğine ilişkin bir tartışma, tartışmacıların farklı bakış açıları, farklı çıkarları, ve değişmeden farklı şekillerde etkilenmeleri yüzünden, nesnel bir çözüme ulaştırılamaz.

Evrimci ve bütüncül yaklaşımla süreklilik/değişme mantık çelişkisi giderildiğinde ise, yaşayan kültür toplulukları için şu dersi çıkarmak olanaklıdır: Hızla değişen bir dünya da, kimliğini koruma öğretisini değil, değişme öğretisini benimseyenler varlığını koruyabilmektedir.

Evrimci düşünce açısından bakıldığında bu belirlemede çelişki sözkonusu değildir. Teknoloji, ekonomi, toplumsal ve siyasal dizge yumağında çağdaş değişim çizgisini izlemekte güçlük çeken kültür toplulukları için gelecek güvencesinden sözedilemez. Ulusal kültüre hizmet, her kuşak için, atalarımızın dünyası ile çocuklarımızın dünyası arasında uzlaşmayı sağlamak şeklinde anlaşılmalıdır… Köprü görevinin kaçınılmaz özverisini severek üstlenmek gerekiyor.

DİPNOTLAR:
11)
Sonradan kazanılan özelliklerin aktarılabilmesi ilkesi.
12) Değerli okuyucum, acaba siz de, “değişmeyen” bir Japonya’da sanayileşme mucizesine inananlardan mısınız? Eğer böyleyse, büyük bir olasılıkla, aynı zamanda “millî” kültürümüzü de yabancı kültür emperyalizmi karşısında savunma savaşımı verenlerdensiniz. Çelişkiler… Çelişkiler…
13) Kültüre “ihanet” suçlaması, “değişmek gerektiğinden fazla değişmek ya da değiştirmek” anlamında geçerli olduğu kadar, “gerekli değişmeyi engellemeğe çalışmak” anlamında da geçerli olmak gerekir.