KÜRTLERE BORÇ ÖDEMEK…

Sezai Babakuş
17.09.2010

Anayasa değişikliği referandumundan iki gün önce, 10 Eylül tarihli yazımda vicdani ret hakkımı kullanacağımı belirtmiştim. Bundan kastım ‘evet’, ‘hayır’ ve ‘boykot’ üçgeni dışında kalmaktı. Yani, sandığa gidecek, ‘geçersiz’ oy kullanacak ve nev-i şahsıma münhasır bir tavır koyacaktım. İtiraf edeyim ki, öyle yapmadım. Biraz referans aldığım aydınların ve dahil olduğum ‘78 kuşağı solcularının etkisiyle, biraz da içten içe Kürtlere borç ödeme düşüncesiyle ‘boykot’ safında yer aldım.

Referandum sonuçları, nicedir bilinen dinci-muhafazakar sağın milliyetçi-muhafazakar sağdan daha geniş tabana sahip olduğu gerçeğinin tescilidir. Gerisi teferruattır. İkisinin de uzağındayım. Bu yüzden, sonuçlar üzerine uzun uzadiye kafa yormayacağım. Yerine, neden çark ettiğimi ve ‘borç’tan kastımın ne olduğunu anlatmayı tercih ediyorum…

İnsan hayatı borç-alacak üzerine kuruludur. Benim borç-alacak derkenki kastım şirket bilançolarının aktif-pasif hesabı kadar basit ve tekdüze değildir. Daha fazlasıdır. İnsani-vicdani, duygusal, sosyal, kültürel, kişisel-toplumsal, ve hatta siyasal borç-alacak hesapları vardır. Yine de, bakiyesi bilanço defterlerinde olduğu gibidir. Alacağınız çoksa durumunuz iyi, borcunuz çoksa durumunuz kötü demektir.

Ben de herkes gibi sık sık hayatımı gözden geçirir, her alanda borç-alacak hesabı yaparım. Hemen söyleyeyim, genellikle borcum alacağımdan çoktur.

Kürtlerle iki hesabım vardır. Biri günceldir, siyasi ve toplumsaldır. Diğeri ise evvel zaman içinden kalmadır, insani-vicdani ve kişiseldir.

Güncel, siyasi ve toplumsal hesap şudur: Bugün demokratikleşme çerçevesinde etnik kimlikler ve kültürel haklar meselesi Türkiye’nin gündemine ve kabulüne girmişse, büyük ölçüde Kürtlerin nice bedeller ödeyerek verdikleri mücadelenin sonucudur. Evet, bu günlere gelinmesinde solcuların ve demokratların mücadelesinin, uluslararası konjonktürün ve özellikle Avrupa Birliği’nin de etkisi olmuştur, ama belirleyici olan Kürtlerin verdiği mücadeledir.

Kürtlerin mücadelesi, Türkiye’nin onyıllardır katmerleşerek katılaşan ulus-devlet buzulunda gedikler açan ‘buzkıran’ gibidir. Ve biz bugün, kırılan bu buzulda denize ulaşmaya hevesleniyorsak, yani kimliğimizi sahiplenmeye ve köklerimizle kucaklaşmaya niyetlenebiliyorsak, bu buzkıranın yol açması sayesindedir.

Yani biz, ‘Kafkasyalı’lık örtüsünde gizlenmek yerine etnik kimliğimizle kamu alanında boy göstermeye yüreklenebiliyorsak, korkmadan-çekinmeden ‘’ben Çerkes’im’’, ‘’ben Adige’yim’’, ‘’ben Abhaz’ım’’ diyebiliyorsak, ‘kimliğimiz, dilimiz, kültürümüz, haklarımız’ üzerine düşüncelerimizi ve taleplerimizi dillendirmeye başlayabildiysek, hiç kuşku yok ki bu büyük ölçüde Kürtlerin kararlı mücadelesinin yüzü suyu hürmetinedir. Mücadele yöntemlerini yargılasak da ve çoğu kez tümünü şiddete ve teröre tapınan radikalleriyle özdeşleştiren toptancı red ve nefret safında yer tutsak da, bu gerçek kapı gibi önümüzde durur.

Kürtler ve Kürt meselesi, Türkiye’de yaşayan biz Çerkesler (Adige+Abhaz) için göbek çatlatan bir paradokstur. Bir yandan Kürtleri reddeden, yok sayan, baskılayan resmi ideolojiye tam destek çıkarız, bir yandan da kendi kimliğimizin dalgalanmasını isteriz. İsteriz de, bunun bizi zahmete sokmadan kendiliğinden olmasını bekleriz. Aslında tam da öyle olmaktadır.

Haklar ve talepler konusundaki ürkekliğimizi ‘Afrika menekşesi sendromu’ ile mi açıklamalı. Onun gibi, dünyanın neresine götürülürsek götürülelim tutunup serpiliyoruz. Ama yine onun gibi, anavatanda olduğu kadar çiçek açamıyoruz. Ruhunu kaybetmişcesine solgunuz, durgunuz, mahcubuz. ‘Bitkisel hayat’ denilen bu mudur acep!…

Biliyorum, bu boyumu aşan bir mevzudur ve tehlikeli sularda kulaç atmak demektir. Yine de, kimliğini kendi için önemli sayan bizlerin, kimliğini kendi için önemli sayan Kürtleri anlamaya çalışmasının vaktinin geldiğini söylemek istiyorum. Bunu karşılayan sözcük empati ise, hiç komplekse kapılmadan ve kendi kendimizi ambargo koymadan bunu yapmalıyız. En milliyetçi Türkler bile, derini-sığı en ulus-devletçi devlet ricali bile bunu yapmaya başlamışken, bizim buzul üzerinde patinaj çekmeye çakılı kalmamızın lüzumu yoktur. Kalın kafamız anlamayı, paslı yüreğimiz etkileşim kurmayı beceremiyorsa, hiç değilse başlarını-gözlerini yararak açtıkları ‘kimlik’ alanının kıymeti hatrına küçük bir teşekkürü çok görmemeliyiz.

İşte, ‘boykot’ safında yer tutmama vesile olan güncel, siyasi ve toplumsal hesabım budur. Kendimce teşekkür etmektir, bir nebze de olsa borç ödemektir.

Elbette burdaki kastım şiddete ve teröre tapınan radikal-marjinal Kürt milliyetçiliği değildir, kimlik sahiplenmesini ve hak arayışını demokratik ve barışçı yöntemlerle sürdüren geniş kitlelerdir.

Merak etmeyin, kendimi Kürtlere ve Kürt meselesine kaptırmam. Hele hele Türkiye’yi topyekün bir iç savaşa sürüklemeye hevesli olanlara hiç!..

Evvel zaman içinden gelen, insani-vicdani ve hayli kişisel borç meselesi ise onyıllarca peşimi bırakmayan bir hesaptır. ‘Boykot’ kararıma doğrudan etkisi olmamasına rağmen, borç-alacak meselesine dramatik örnek oluşturduğu için paylaşmak isterim.

Önceki yazılarımda belirtmişimdir. Çocukluğum, harçlığı cebinde bir lüks içinde geçmedi. Ana-baba ve yarım manga erkek çocuktan oluşan yoksul ailemizde kural basitti: Yaşın ne olursa olsun, hayatı haketmek için çalış… Köyde kolaydı; tarla işlerinde koşturur, çobanlık yapar, iyi kötü karnınızı doyururdunuz. Ama, hayata daha büyük anlam yüklemek adına kasabaya sürüklendiğinizde işler değişir. Kasabada hem geçim daha zordur, hem ihtiyaçlar çığ gibi artar. On yaşındaysan ve dondurmanın kaydırak lezzetini, şekerleme çeşitlerini, simitin çıtırlığını, dahası sinemanın başdöndürücü heyecanını keşfetmişsen işin zordur. Mahalledeki yaşıtlarına, okuldaki arkadaşlarına özenir çaresiz tırnaklarını kemirirsin. Para kazanmak şarttır.

Önce, mahalledeki bir yaşıtımın yönlendirmesiyle simit satıcılığına soyundum. Sermayesi bir sepet ve üzerini tozlanmasın-soğumasın için örteceğin bir havluydu. Sabahın beşinde, Hendek’in o zamanki tek simit fırını Ramiz’in önünde kuyruk tuttum. Ramiz dede şöyle bir baktı, tarttı, deftere adımı kaydedip sepete 25 simit koydu. Tanesini 25 kuruşa satacak, 5 kuruşu benim olacaktı. Hepsini sat, 125 kuruş kazan. İyi bir işti. Sabah namazı için sokağa düşenler, erkenci kahvehane müşterileri, yavaş yavaş hareketlenmeye başlayan evler hedef müşteriydi. Elimde sepet, pek çok insanın görüş alanına girmeyi başardım, ama satış sıfırdı.

Umudumu tüketip, giderek ağırlaşan sepetle sarsak sarsak yürürken yaşlı bir adam yolumu kesti: Sabahın bu vaktinde ne taşıyorsun. Söyledim. Önce ders verdi: Eğer simitleri gezdirmeye çıkardıysan doğru yoldasın, ama onları satmak istiyorsan bağırmalısın, insanlar simit sattığını bilmeli… Sonra bir simit aldı. Tek satışımdır. Bağırmaya niyetlendikçe saçma bir utangaçlık hissi boğazıma yumruk gibi oturdu. Bu iş bana göre değildi. Ramiz dede yenilgimi ödüllendirdi; sattığımın parasını almadı, bir de simit verdi…

Sonra, kurumuş dere yatağında, sokak aralarında ve yıkıntı evlerde bakır tel toplayıp hurdacıya satan bir çeteye (!) katıldım. Emek yoğun bir işti ve kazancı düşüktü. Babamın çalıştığı tahtadan gazoz kasası yapan atölyede iş tuttum; kasaların çevresine teneke şerit çakıyorduk. Her kasa için 2 kuruş ödeniyordu. İlk gün 23, ikinci gün 37, üçüncü gün 48 kasa çemberledim. Giderek hızlanıyordum, hızlandıkça parmaklarımın çekiç-çivi ve teneke şerit üçgeninde patlamaları ve kesilmeleri de sıklaşıyordu. Bir haftada kazaya uğramayan parmak kalmamıştı. Kendimi malülen emekliye ayırdım.

Bir işte dikiş tutturamadan günler geçiyordu. Okul yarım gündü, kalan zamanda para kazanmak şarttı. Bir gün, kasabanın yakınlarındaki askeri kışlanın (Ulaştırma Taburu) duvarı boyunca aylak aylak voltalarken, askerlere ayran, gazoz, lahmacun vs. satanlar dikkatimi çekti. Satış potansiyelini anlamak için peşlerine takıldım. Fena değildi. Yeniden satıcılığa heveslendim. “Ama sermayesi sıfır olan birşey bulmalı” diye söylendim, kendi kendime.

Böylece, sahipsiz bahçelerden meyva toplayıp gazete kulahlarında askerlere satma girişimciliğim başlamış oldu. Ağaçlara tırman, elma-armut-erik vs. topla, bezle parlat, beşerli-onarlı külahla. Külahın büyüklüğüne ve meyvanın cinsine göre 5 kuruş, 10 kuruş. Pazar fiyatlarının çok altında, ama sermayesi sıfır. Askerler önce yadırgadılar, sonra “kendi bahçemizden” yalanımı ve “okul harçlığı” gerekçemi desteklediler. Nedendir bilmem bana ‘kumandan’ diye sesleniyorlardı. Birkaç hafta içinde kalıcı müşteriler edindim. Müşteri sadakatı güvene, güven ise beni felakete sürükleyen suistimale evrildi…

Birgün, konuşmalarını zar-zor anladığım iki asker, “Kumandan, mektup versek postaneden gönderir misin” dediler. Hizmette sınır yoktu, tereddütsüz olurladım. İki mektup, 10’ardan 20 kuruş posta ücreti, 10 kuruş da bahşiş. Satışı bitirip postane yolunu tuttum. Saat beş falandı. Postaneye yaklaşırken sinsi bir ihanet aklımı ele geçirmeye başladı. Önce, sanki hafifletici sebep yaratmak üzere etrafta voltalayarak postanenin kapanmasını bekledim. Sonra, yandaki bakkaldan bir paket ‘Yaka’ sigarası ve bir kibrit aldım. Kasabanın dışına yürüdüm. Issız bir tümseğe oturup cıgaranın keyfini çıkardım. Bir, iki, üç… Peş peşe dumanladım kendimi. Akşam alacasında geri yürüdüm, mektupları büyük bir çöp bidonuna attım. 20 kuruş uğruna…

Eve dönünce kendimi daha kötü hissettim. Sessizce yemeğimi yedim, arka odaya geçip sanki Tanrı’nın ‘günah’, Apsuara’nın ‘ayıp’ sopasından kaçarcasına uykuya yattım. Valide dürttü: Hayrola, hasta mısın… Kalktım, mutfaktaki aile kalabalığına görünmeden çıktım, mektupları attığım çop bidonuna koştum. Koştum, koştum. Koştukça sanki içimdeki sıkıntı uçup gidiyordu. Boşunaydı, belediyenin çöp toplayıcıları bidonu boşaltmıştı. Yanlıştan geri dönme şansım kalmamıştı.

“Yarın askerlere yediğim haltı anlatıp, paralarını geri veririm”le kendimi teselli edip eve döndüm, herşey yolundaymışcasına aile muhabbetine katıldım.

Evet, yarın olunca askeri kışlanın duvarına dayandım. Ama, bırakın günah çıkarıp para iadesini, başkaca askerlerden postaya atılmak üzere yeni mektuplar aldım, aynı şekilde mektuplar çöpe, paralar cebe.

Birkaç gün sonra daha fenasını yaptım. Mektupları imha etmeden önce okumaya başladım. Benim ilkokul üçüncü sınıfta edinmiş olduğum yazım ve imla düzeyimin de altında, kargacık-burgacık harflarla kırık-dökük cümleler. Mektupların çoğu Hakkari, Van, Diyarbakır, Ağrı, Siirt, Bitlis gibi Doğu ve Güneydoğu bölgesi adreslerine yazılıydı. Anaya, babaya, ablaya, abiye, karıya, kıza… Bir de, kimi mektupların sonlarında w’lerin, x’lerin serpiştiği, anlamını sökemediğim birkaç satır.

Denir ki, hırsızlığın ve yalancılığın başlangıcı zordur. İlk eşik geçilince gerisi kolayca gelirmiş. Belki tetikçilik de böyledir ya da seri katil olmak. Benim, askerlerin mektuplarını çöpe, paralarını cebe atma dolandırıcılığım öyle olmadı; her keresi ilki kadar zordu. Bir bataklığın içine düşmüş gibiydim. Battıkça debeleniyor, debelendikçe daha da batıyordum.

Bataktan kurtulmak umuduyla, kışlada postane olup olmadığını, çarşı izinlerinde postaneye gitmek yerine neden mektupları bana verdiklerini sordum. Kışlada posta hizmeti vardı ama gelen giden bütün mektuplar başçavuşlar tarafından okunuyordu. Dışardaki postaneye mektup vermeleriyse yasaktı. Bir tanesi, “karıma mektup yazarım, başkası görsün-okusun istemem kardaş’ dedi.

Dertleri gerçekçi, gerekçeleri makuldü. Arıza bendeydi. Her geçen gün biraz daha sessizleşiyor, uykularım bölünüyordu. Annemin derdimi sorgulayan sıkıştırmaları artmıştı. İçimde hergeçen gün büyüyen bir ur vardı. Aklıma, yüreğime, mideme yumruk gibi oturan bir ur.

Bu ağır yüke iki ay kadar dayandım. Sonra, bir mektupta, “bu mektubu iyi bir kardaş sayesinde başka göz değmeden gönderiyorum”la başlayan satırları okuyunca pes ettim. ‘İyi kardaş’ ha!.. Bu kez döktüğüm timsahın gözyaşları değildi. Sanki içimdeki ur gözyaşı olup dışa vurmuştu. Askeri kışlanın yanından bile geçmez oldum.

Suç mahallinden kaçarak suçunuzu unutabilir misiniz?.. Benimki suçtan öte, ihanetti. Unutmadım ama aylar geçtikçe boğazımı sıkan mengene gevşemeye başladı, suçluluk duygum küllendi. Aç gözlülüğüm yüzünden iyi bir gelir kaynağı olan toplama meyva satışı da sona ermişti. Başka meşguliyetler, işler, uğraşlar çıktıkça yeniden kendimi toparlamaya başladım.

Avantürizme alışmışlığın fingirdekliği ile çevreyi koloçan ediyordum. Kasaba meydanında Atatürk heykeli arkasındaki balıklı havuzda, arada bir parlayıp bulanık suyun dibinden kendini gösteren dilek paralarına göz koydum. Eski bir radyoyu parçalarken keşfettiğim mıknatısı ipe bağlayıp, akşam tenhalığında demir paraları çekmeye başladım. Bir zabıtanın, “burda balık yakalamanın yasak olduğunu bilmiyor musun lan” şaplağı, o işi de sonlandırdı.

Yeniden gerçek hayata döndüm, kazanmak için alınteri dökmenin gerektiği gerçek hayat. İlkokul dört bitmeden, yani 11 yaşımın baharında köfteci Orhan Kurubacak’ın yanında çırak olarak iş tuttum. İki yıl içinde, yanında çırak çalıştıracak kadar parlak bir kariyer edindim. Kasanın yanında, üzerinde ‘Kumandan’ yazan özel bahşiş kumbaram vardı. Günlük yövmiyem 2 liraya, ortalama bahşiş gelirim de 1,5 liraya kadar yükselmişti. İlkokul, ortaokul böyle geçti. Sonra ver elini İstanbul…

Herşeyi geride bıraktım. Köyü, kasabayı, akrabaları, okul ve mahalle arkadaşlarımı, sevdiğim kızları, gelecek vaadeden köftecilik kariyerimi . Ve günahlarımı. İstanbul, herşeye yeniden başlamak için idealdi. Ben de yeni hayata kanat çırptım.

Lisede edindiğim birkaç arkadaş, geride bıraktığımı sandığım geçmişimin beni terk etmediğini yüzüme vurdu. Bunlar Kürt’tü ve işte o asker mektuplarının adreslerinde yazılı kentlerden çıkagelmişlerdi. W,x harflerinin serpiştiği satırların Kürtçe olduğunu böylece öğrendim. Hikayemi anlattım, gülüp geçtiler. Kabuk bağlayan yaram biraz kanamıştı ya, ben de gülüp geçtim. Metropol hayatı, benim naif ahlaki saplantılarıma değer biçmekle ilgilenmedi. Vatan, millet, siyaset gibi büyük meseleler vardı. Kendimi metropolün dinamik akışına bıraktım.

Sonra, 1984’de bir şans çıktı karşıma. 8 aylık kısa dönemli askerliğimi sürgün olarak Ağrı Eleşkirt’teki kışlada tamamladım. Fotoğraf aynıydı. Sadece roller değişmişti. Ben kışla içinde askerdim, onlar kışla duvarının dibine gelip birşeyler satmaya çalışan çocuklardı. İşte, borç ödeme ve vicdan temizleme vakti. O çocuklara hergün iki-üç mektup verdim. Posta parası ve bahşiş. Birkaçı, üzerindeki isim ve adresleri gerçek, sahici mektuplardı. Çoğu ise uydurma isim ve adresler yazılmış boş kayıtlı zarflar. Ve her defasında, “eğer postaneye yolunuz düşmezse dert değil, bir çöp bidonuna atın gitsin” diye yönlendirmeyi ihmal etmedim. Ertesi gün ‘abi mektupları postaya verdim’ diyenlerden inandırıcı olanlarını eledim, kendime yeni işbirlikçileri aradım.

Ne yazık ki, askerlik bitip İstanbul’a döndüğümde, sahici isim ve adreslere gönderdiğim o birkaç mektubun sahiplerine ulaştığını öğrendim. Umudum, uydurma isim ve adresler yazdığım zarfların, Eleşkirt’in çöplerine karışmış olmasıdır. Aksi halde, Kürtlere insani-vicdani kişisel borcum devam ediyor demektir.