MOSKOVA’DA ÖLMEK…

Sezai Babakuş
01.03.2011

17 Şubat (1999), Birgül’ün veda yıldönümüydü. En küçük kızı Ceren, yukarıdaki fotoğrafını facebook üzerinden önümüze koyup hatırlamamızı sağladı. Fotoğraf tam da  onun doğal bakışını yansıtıyor; samimi, mustehzi, muzip bir gülümseme. Oniki yıl geçmiş. Fotoğrafa bakınca, daha dün ‘ne olacak bu dünyanın hali’ üzerine sohbet etmişiz hissine kapıldım, oniki yıl uçuvermişti sanki. Zamanı geri sardım; Birgül, Moskova’da kaybettiğim ikinci arkadaşımdı…


Birgül Şahin

Moskova’da dört kafadardık, biri Avar üçü Abhaz; Mümtaz (Demiröz), Olcay (Özdemir), Birgül (Şahin) ve ben… En kıdemlimiz Olcay’dı (Avar olan), diğer üçümüz Abhazya’daki savaşın (1992-93) girdabında debelenirken, o çoktan Moskova’nın yolunu tutmuş ve iş-güç tezgahını kurmuştu. Gün gelmiş, bize de Moskova yolu görünmüştü. Önce Birgül (1995 sonunda) gitti, Olcay’la çalışmak üzere. Sonra biz (1996 sonunda); aynı zamanda ayrı işler peşinde. Daha biz Moskovalı olamadan Birgül’ün kızları sökün etti; Ekim, Onur, Ceren. Olcay’ın Türkü’sü eksikti, o da katıldı bereket. Dört kafadardık Moskova’da, bir dört daha eklenmişti kuyruğumuza…

Moskova Nazım Hikmet’in taa 1963’de, “Geldim, kaldım, güldüm, öldüm” dediği soğuk ışıltılı bir heyüladır. Altı ay kar, altı ay sis-pus. Güneş uzaktadır hep, görünmezdir, ısıtmazdır. Nereden bilirdik Moskova’nın bizim için de ‘ölüm’ yeri olacağını. Biz mütevazi bir geçim yolcusuyduk, ‘şansımız tutarsa’ diye çıkıp gelmiştik işte. Gelmez olaydık!..

Önce Mümtaz’ı aldı Moskova elimizden; 3 Ağustos 1998’de bir kalp krizi çarptı hepimizi. Daha kendimize gelemeden, henüz altı ay geçmeden Birgül’ü vurdu, beynimiz kanadı. Moskova’nın ‘gelmesi kolay dönmesi zor’ bir yer olduğunu o zaman öğrendik. Herkes bana baktı, kucakladı, öptü. Anladım ki sıradaydım. Nerdeyse gün sayar olduk, ay sayar. Fakat 17 Ağustos’ta Marmara’yı vuran büyük deprem beni geri çağırınca kader beni pas geçti, sonraki altı ayın sonunda ne yazık ki dördüncü kafadarı vurdu; Olcay, 30 Aralık 1999’da akıl almaz bir kazada ölümcül derecede ağır yaralar aldı. Neyse ki, önce Moskova’da sonra da nakledildiği İstanbul’da uzun ve zahmetli ameliyatlarla, mücize kabilinde hayata yeniden döndü. İşte bizim birkaç yıllık Moskova bilançomuz. Moskova’nın uğursuzluğuna mı inanmalıyım, yoksa kaderin acımasız tecellisine mi?… Her ne ise söyleyeceğim aynıdır; Moskova, ey Moskova!. İki elim yakandadır…

Aradan zaman geçti. Gidenimizle kalanımızla hepimiz Moskova’yı terkettik. Kahrederim, lanet okurum da hakkını vermem lazım, Moskova muhteşem bir kent. İlk yılımız da fena değildi hani. İş-güç telaşı derken kafamızı kaldırıp burnumuzu dışarı çıkarmaya başladığımız ilk günlerden, ilk darbeyi yediğimiz ana kadar keyfimiz yerindeydi. Ağır ağır yürürdük Arbat’ta; Puşkin’in müze evinden tarihi Prag restoranına kadar iki kilometrelik bu kulvarı pek severdik. Sonra Kızıl Meydan’a kadar açılıp kenti avucumuza alırdık. İşte rengarenk Bazalika, işte Lenin müzesi, işte ünlü Bolşoy… Yürürdük koca koca bulvarlarda, muhteşem binaların gölgesinden geçip sanat galerileriymişcesine özenle düzenlenmiş meydanlarda mola verip soluklanırdık. Kütüphaneler, müzeler, galeriler, adım başı konser, adım başı tiyatro, adım başı sergi. Moskova bir kültür kentidir, keyfine vardık aheste.

Moskova buzdan bir kenttir, kaymadan-düşmeden yürümek şart. Birbirimize tutunup, dostluğumuza sarılıp yol alırdık. Nazım’ın izini sürerdik, ‘karlı kayın ormanı’nda gezerdik, ‘saçları saman sarısı‘ Vera’yla (Tulyakova), kadim dost Radi’yle (Fish) sohbet koyulturduk. ‘Mavi gözlü dev’in Novodevichiy’deki ebedi mekanına giderdik sıkça. Moskova bir hüzün kentidir, küçük Ceren’in yanağında iki damla gözyaşı olduk usulca.

Haydi derdik, haydi tarihi Sokolniki Park’ta kış danslarına bakalım, havasına girip birkaç tur da biz atalım. Biraz polka, biraz apsua koşara. Olcay’ın teklifsiz uyumu, Birgül’ün bıktıran nazı, Mümtaz’ın ağır ritmi, kızların kıpır kıpır çoşkusu. Yetmezdi, Kültür Park’taki açıkhava partisine koşardık. Eksi 35’de, havadaki nemin yüzmilyonlarca kristale dönüşüp sokak lambaları eşliğinde oynaşmasına hayran kalırdık. Üşürdük, üşüdükçe votka’nın ateşinde ısıtmanın keyfine varırdık. Moskova bir avam kentidir, takılırdık avare…

Bazen Hibla (Gerzmava) bizi rol aldığı operalara davet ederdi, böylece Moskova’nın sanat mabetlerinde yüksek sosyeteye karışırdık. Moskova, ‘komünizm’den aristokrat ve burjuva devşirmeyi mucize kılmış bir kenttir, bu sihri anlamaya çabaladık aval aval…

Tadında bırakıp çekip gelmek vardı. Nerden bilirdik Moskova’nın, ‘o seni bırakmadan, sen onu bırakamazsın’ bir yer olduğunu. Evet, tarihte bu şehir ve bu şehrin temsil ettiği güç için çok şeyler söylenmiş, çok şeyler yazılmıştı; Tatarlar yüzyıllarca bura için savaşıp kırılmıştı, biz Kafkasyalılar bura yüzünden yenilip sürgün edilmiştik, Napolyon bura uğruna Paris’i gözden çıkarmıştı, Lenin bura gücüyle dünyaya kafa tutmuş, Hitler buraya gözkoyduğu için kaybetmişti. Tolstoy’dan Puşkin’e, Çaykovski’den Mayakovski’ye nice deha bura ışıltısına mum olmuştu. Ve Nazım Hikmet, bura ve Vera uğruna sonsuzluğa akıp gitmişti. Ama biz kimdik ki!.. Moskova bize niye dokunsun, niye kıskansın. Haşa, ne Moskova’yı zaptetmekti derdimiz, ne Moskova’nın soğuk ışıltısına aşık olmak… Biz mütevazi bir geçim yolcusuyduk ve belki şansımız tutar diye uğramıştık buraya. Nerden bilirdik Moskova’nın uğursuz kollarında heba olacağımızı. Niye yetmedi İstanbul, Sohum!.. Bilemedik, ne yazık bilemedik. Moskova, ey Moskova!. İki elim yakandadır…

Birgül’ü ilk kez 23 Eylül 1992’de gördüm tanıdım. Abhazya’da savaş başlayalı bir aydan fazla olmuştu, İstanbul’da Kafkas-Abhazya Derneği’nde dayanışmayı yükseltmek için çabalayıp duruyorduk. Arkadaşlar seslendi, bir kadın beni görmek istiyordu. ‘Adım Birgül’ dedi, oturdu. Çantasından bir gazete tomarı çıkardı, karıştırdı, 26 Mayıs 1991 tarihli Cumhuriyet’in dergi ekini açtı; benim Abhazya’yı anlatan ‘Kafkasların dibinde bir yeşil cennet’ başlığıyla yayınlanan yazımı gösterdi. ‘Bu sen misin’ dedi. Evet…

26 Mayıs 1991’de büyük kızı (Ekim) Anadolu liseleri sınavına girmiş, kendisi ve küçük kızları (Onur ve Ceren) okul bahçesinde onu bekliyorlarmış, bankta oturup gazete okuyarak zaman geçiriyorlarmış. Cumhuriyet’teki yazımı o zaman okumuşlar. Hep birlikte, ‘işte anavatanımız, işte gitmemiz gereken yer’ demişler. Kendisini, ailesini anlattı. O da benim gibi Hendek’liydi.

‘Abhazya’ya gitmek için buradayım’ dedi. ‘Nasıl gidebilirim’… Ben her zaman ki ukalalığımla, ‘evet ama şimdi orada savaş var, duymadın mı’ diye üstünlük taslamaya yeltendim. Cevabı hazırdı, ‘biliyorum, o yüzden şimdilik çocukları almayacağım’…

Ciddiydi, kararlıydı, samimiydi. Çare yok, Dünya Abaza Kongresi toplantısı için kalabalık bir grupla 10 Ekim’de Abhazya’ya gideceğimizi, pasaportu, vize, yol ve konaklama masrafları varsa gelebileceğini söyledim. Böyle heveslenip sonra ortalıkta görünmeyen epey insan tanıdığım için, bu kadını da pek ciddiye almamıştım. Ama iki gün sonra geldi, pasaportunu ve gerekli parayı bir zarf içinde uzattı. Böylece kafilemize katılmış oldu, Abhazya’ya geldi ve benle birlikte kaldı.

Savaş boyunca Gudauta’da aynı evi paylaştık. Burası komün gibiydi, Mümtaz, Yusuf, Ali, Bilgül, ben… Arada bir geçici konaklayıcılar. Mümtaz ve ben merkez’de cephe gerisi işlerde, Yusuf askeri tamir-bakım atöyesinde görev üstlenmiştik. Birgül, Ali ile birlikte bir askeri birliğe katıldılar.

O üç çocuklu, koca yürekli militan kadın işte böyle girdi hayatımıza. Usul usul yüreğimizi zaptetti. Cephede, biraz ablalık yaparak, biraz hemşirelik yaparak, biraz elinde tüfekle en uçta saf tutarak savaşa dahil oldu. Bir anma yazısına sığmayacak kadar çok badire atlattı. O bana ‘Allah’ın adamı’ derdi, ben ona ‘Allah’ın karısı’… Cesurdu, özgüveni yüksekti, inatcıydı. Anavatanını ve halkını sevmeyi, uğrunda ölmeyi göze alacak kadar ileri taşıyan bir insandı. Yiğit bir insandı. Kahramandı. Bana takılırdı, ‘buralarda ölürsem senin yüzündendir’ diye, şakayla gerçeği harmanlardı…

Savaş bitti, kızlarını getirdi Abhazya’ya. Oraya yerleşmek, orada yeni bir hayat kurmaktı istekleri. Hepimizin öyleydi. Ama savaş sonrası, savaş sırasından ağır geldi. İçimiz parçalandı, yüreğimiz kanadı. Peş peşe ayrıldık, biraz soluklanalım, kendimize gelelim yeniden döneriz dedik. İşte Moskova’ya böyle sürüklendik. Sürüklenmez olaydık!…

Birgül de Mümtaz gibi ve diğer pekçok insan gibi Abhazya’nın bağımsızlığının tanındığı günlere ulaşamadı. En çok istedikleri, en çok bekledikleri buydu. Şimdi her neredeyseler, belki duymuşlardır. Belki bizim gibi bayrak sallamışlardır.

Moskova, ey Moskova!.. İki elim yakandadır. Çok canımızı yaktın, acılar çektirdin bize çok. Abhazya’nın bağımsızlığını tanıdın diye, sanma ki affa uğradın.

Moskova, ey Moskova!.. İki elim yakandadır…