O HÜZÜNLÜ İSTANBUL

Erhan Hapae

İyi gitmeyen ve yürütüp nereye vardıracağını bilemediği okulu, aile tarafından bu şehre yolcu edildiğinden beri neredeyse unutulup gitmiş olması ve Sirkeci’deki işinden ayrılalı beri doğru dürüst bir işinin olmaması, ödeyemeyeceği ve bin beş yüz lirayı çoktan geçmiş borçlarıyla artık hayatı nasıl sürdüreceğine dair hiç bir fikir bırakmamıştı zihninde. Mimarlar odasına asılan ilanlarla bulduğu işlerden ev kirasının kendisine düşen bölümünü ödeyip karnını doyurabiliyordu zar zor.

Beşiktaş pazarından aldığı birisi kahverengi iki fitilli kadife pantolon ve üstüne kıvırcık Ahmet’ten el koyduğu epeyce şık sayılacak süet mont, kış ve yaz giyimini çözmüştü aslında. Kışın montun fermuarını kapatıp, yazın açıyordu. Beşiktaş’ta Cumartesi günleri kurulan ve bütün cadde ve sokaklarını neredeyse yürünemez hale getiren Pazar, tükenmeyen ahmak ıslatan yağmurları ve çamura bulanmış lahana ve pırasa artıklarıyla kaplanmış olağanüstü gürültülü sokaklar insanı canından bezdiriyor ve çalışıp okuyan öğrencilerin karınlarını doyurabildikleri tek ucuz lokanta bu curcunanın tam ortasında yer aldığından, yoksul öğrenci evinden oraya ulaşmak sıkı bir sabır ve müthiş bir enerji gerektiriyordu. Biraz daha düzenli yaşadığı o diğer tertipli şehirden, bu içine düştüğü curcuna ve sahipsiz yoksulluğu, çevresindeki çoğu öğrenci arkadaşının da başında idi. Kopup geldikleri Anadolu şehirlerinden, oralarda varolan sıkıcı sakinliğe karşı, bu şehrin curcunasını beğenmiyor değillerdi ama, bu curcunanın içinde nasıl ayakta kalacaklarıydı merak ettikleri şey ve sonu gelmez bir umutsuzlukla sanki çekilmesi zorunlu bu geçici  esareti, günü kurtarmaya çalışarak tamamlamaya çalışıyorlardı.

Eski kuşaklarda üniversiteyi bitirip hayata tutunmuş örnekler vardı elbet ve kendi didinmesi de bu nedenleydi ancak, ülkenin içine sürüklendiği durum hiçte iç açıcı  görünmüyor, devletin öğrenci gençlik üzerindeki baskısı şekil değiştirip sokağa yayılıyor ve sol öğrenciler için tek ürkülecek kesim sadece polisle sınırlı olmaktan çıkıyordu. Muhafaza etmek ile değiştirmek gibi iddialarla bölünmüş olan gençlik arasındaki iç çekişme,  artık hemen her gün adam kaçırma ve cinayetlerle sürüp gidiyor, hayatı idame ettirme sıkıntısının üzerine ve güçlü bir şekilde eklenen bu yeni durum, hüzünlü bu güzeller güzeli şehri yaşanmaz hale sokuyor, akşamları eve sağ dönebilmiş olmak yeni bir sevinç kaynağı haline geliyordu. Bu, hemen her gün yaşanan sevinçler kısa bir süre sonra çeşitlenecek,  geceleri ev baskınlarıyla başlayan yeni farklı terör; bu sefer sabaha sağ uyanmış olmak gibi yeni bir sevinci daha ekleyecekti hayata. Sevinecek çok şey vardı yani. Sabah sevinçleri ile akşam sevinçleri arasında uğraşılan iş ve okul, hayatın yaşanılası olmasından çok, geçiştirilecek bir şey olarak görülmesine neden oluyor ve bir kısım devrimci gençlik için her türlü mutlu yaşam, devrimden sonraki döneme erteleniyordu. Sonradan benzer çileler çekecek olan muhafazakar gençlik ise herhalde vatanı komünistlerden kurtardıklarında yaşayacaklardı güzel günleri.

Bu buhranlı yıllar içinde belki de dayanma gücü veren esas şey, değişimin getireceği güzel günler umudundan çok, arkadaşlar arasında var olan dayanışma idi ve ne zamana kadar süreceği de belli olmayan. Evde tencere kaynatmak için kurulan ve pekte dengeli olmayan bütçeler, çamaşırlar hariç bütün kıyafetlerin ortak kullanımı, öğrencilerin evlerinden gelen öteberiler ve çalışan öğrencilerin aldıkları cüzi maaşların neredeyse ortak kullanıldığı bir dayanışmaydı bu. Kasvetli kışların geçip boğazın yamaçlarında erguvanlar açmaya başladığında, boğazın bu hali bütün bu yoksul karmaşanın üstünü örtüyor ve her gün beyinleri yoran siyasi tartışma ve çatışmaların biraz olsun kesilmesini sağlıyor ve muhtemelen sokak cinayetlerini bile azaltıyordu.

Çerkes meselesinin üzerine Ankara’da çıkartılan derginin söylemeye çalıştığı şeyler kulağa hoş geliyordu aslında ve sol bir dünyaya şimdiden razı gençlik açısından çekip gitmek, dertlerden bir türlü kurtulamayan ülkenin dertlerinden de kurtulmak olurdu bir yandan ama yinede böyle bir şeyi savunamıyor ve hafif revizyonist olarak suçlanan Sovyet Rusya’da ne menem bir hayat olduğunu da bilmiyordu. Bir yandan ülkede muhalif olup ülkeyi terk etmek zorunda kalan hemen herkesin Rusya yerine Batı Avrupa’ya sığınmasını da aklı almıyordu. Dönüş fikrinin ortaya atıldığı o yıllar ülkede yükselen sol düşünce tarzı bir şansızlık olmuştu. Dönüş meselesine elle tutulur bir muhalefetin soldan, daha birikimli bir şekilde gelmiş olması da kafaları epeyce karışmıştı. Radikal kararlar almaya pek meraklı olduğu o yıllarda birdenbire çekip gitmemesinin altında yatan şeyin, Rusya ürküntüsü olmaktan çok, ülkede ve arkadaşları arasında esen devrimci iklimin dönüş meselesine soğuk duruşu olmuştu. Çekip gitmek bireysel bir şeydi ve o zamanlar onu durduran, sürüden ayrılmanın getireceği onur kırıcı eleştirileri göze alamayışından daha çok, kararı arkadaşlarla olgunlaştırma isteği ve yalnız düşme korkusu idi. Bu arada Rusya’ya nasıl gidebileceği ile ilgili hiçbir fikride yoktu.

Yinede şehre geldiği ilk günlerde bir tesadüf rastladığı ve beş yıldan beri hiç görmediği ilk gençlik aşkı onda bir heyecan uyandırmıştı ama, kendi hayatını bir türlü düzene koyamayan biri olması ve geleceğinin ne olacağını hiçbir şekilde hesaplayamaz hali, aradan geçen onca zaman içinde solup kaybolmuş aşkı canlandırmaya yetmemişti. Bütün bunlara rağmen, kendisini zaman zaman düşündüğünü sandığı birinin o iklimde yaşıyor olması hoşuna gitmemiş değildi. Grup halinde ve neredeyse bir ayin gibi okunup anlaşılmaya çalışılan kitapların birincisi Felsefenin Temel İlkeleri seansları başladığında, gurubun en disiplinsizi olarak nam salmıştı ve okudukları karmaşaya gerçek hayattan verilecek örnekler noktasına gelindiğinde, bütün öğrenilen her şey iflas ediyor bir tek bile elle tutulur örnek çıkartamıyordu. Zengin ile fakirin çelişkisini  anlayabilmek için ne olmadık cümleler ve ne olmadık fikirler yürütmek gerekirmiş meğer. Üstelik bu konunun en hafife alınan kitabı idi ve ilerde hangi belalı kitaplar gelecekti başa tanrı bilir. Grup içinde iki arkadaşı ile tutturdukları her şeyi hafife alan espri anlayışı, diğerlerinin konsantrasyonunu bozan gülüşmelere neden oluyor şef pozisyonundakilerin zılgıtlarına maruz kalıyordu.

Aynı zamanda Çerkes derneğinin üyeleri olan ve orada tanışan bu gençlik, birbirlerini seçmiş ve birbirlerini seven, çoğunluğu erkek küçük bir guruptu. Herhangi bir örgütün uzantısı değildiler ve arayıp durdukları Çerkes kalabilme problemine sol felsefe içinde bir yerlerde, çare bulma umudunda idiler. Stalin tarafından ‘yazılan’ Milli Mesele Kitabı elden ele dolaşıyor ama daha tecrübeli olanların yapmaya çalıştıkları ‘oraya hemen geçilmemesi uyarılarını’ ciddiye almıyorlar ve Çerkeslere ne gibi bir menfaat çıkacağını merak ediyorlardı. Onun kaygıları da farklı değildi.

Grupta, Çerkes kültürü ile büyümüş olmanın getirdiği ve biraz düzgünce olan bir davranış tarzını saymaz isek, ne dünyanın gidişatı, ne ülkenin çıkmazları ve de Çerkeslerin dramına dair elle tutulur bir entelektüel birikim yoktu. İçlerinde en köylü sayılacak Napolyon Faruk’un çok okuyup çok karıştırdığı klasik kitapların yanında, birde O’nun, eski bırakıp geldiği şehirde biraz tiyatro seyretmişliği vardı o kadar. Grup içindeki İstanbul’da doğmuş büyümüş olanlara yinede en yakın duran O idi. Kimsenin birbirini hor gördüğü yoktu ve kişisel konuşma ve kusurlara yapılan mavralar kimseleri kızdırmıyor, birbirleri ile eğlenmeyi ne yapıp edip becerebiliyorlardı.

O birlikte yaşadığı Çerkes gençliği içinde, parasal sıkıntılarının yanında, içinde bulunduğu zihinsel sıkıntı ile hemen her gün tartışmaların arasında kayboluyor ve esas yapmak istediği mimarca düşünme isteği ve şiir yazma özleminin, bu karmaşada kıymeti-harbiyesinin olmadığını anlıyordu. Davalar büyüktü ve hayat zor.

Mimarlar Odası’na asılmış el yazması bir ilan üzerine başvurup ve küçük bir çizim imtihanı sonrasında girdiği iş biraz nefes almasına yaramıştı yaramasına ama yeni yer, eski alıştığı salaş mimarlık ofislerine hiç benzemiyordu. Türkleşmiş bir Alman’ın yönettiği çizim atölyesi, neredeyse kimsenin gıkı çıkmadan 8 saat boyunca resim çizdiği bir disiplin atölyesiydi ve olağanüstü yorucuydu. Akşam saat 16’dan sonra gidilen okulda, neredeyse 5 saat uyuklayarak geçiriyordu dersleri. Yinede ulusal yarışmalara katılan ve kalburüstü projelere imza atan ünlü sayılacak iki ortaklı bu atölye de direnmek zorundaydı.

Sefil ve dağınık geçirdiği bütün bir yazın sonunda kendisini yiyip bitiren umutsuzluğun hesabını çıkarmış, işsiz ve aşksız olduğunu üstüne birde öğrenciliğinin kötüye gittiğini tespit etmişti. Hepsini birden düzeltmek mümkün görünmüyordu ama birisinden başlaması gerektiğini anlamıştı ve diğerleri de peşinden gelebilirdi. Ofiste beğenilir bir ressam olmayı başarıp kısa bir sürede şef yardımcısı pozisyonuna getirildiğini öğrendiğinde kendisini sevdiğini sandığı patronundan bir dilekte bulundu, haftada bir gün of istedi ve düşük maaşa razı olarak. Patron pek hoşlanmadı bu durumdan ama istediği izni de verdi. Okula ve aşka ayıracağı bir ekstra gün. Hiç fena değildi.

O sefil geçen yaz boyunca geceleri gündüzüne karışmıştı, gece sabahlara kadar oturuyor gündüz uyuyor ve merakına düştüğü ve yeni yeni keşfettiği şairlerin ele geçirdiği bütün kitaplarını okuyor ve onların şiirinin müziğini keşfetmeye çalışıyordu. Nazım’dan Attila İlhan’a, Orhan Veli’den Cahit Külebi’ye eline ne geçerse okuyor ve zaman içinde ısınamadıklarını ayıklıyordu. Sonraki yıllar sevip beğeneceği Can Yücel’i Cemal Süreyya’yı tutmamıştı o kadar. Ahmet Arif iyiydi de Hasan Hüseyin’i sevmemişti pek. Hatta bu konuda Beşgül ve Selo ile girişip duruyorlar, o zamanlar Nazım’a rakip gösterilen Hasan Hüseyin üzerine yazılar getirip gözüne sokmaya çalışıyorlardı. Siyasi iklimin etkisindeydi elbette ama şiir dediğin birazda başka bir şey olmalıydı. Bütün bu yaz karmaşasının sonunda oturdu ve otuz günde el yazması yirmi sekiz şiir yazıp Ankara’ya bıraktı. Aylar sonra çıkan derginin ilk sayısında ilk şiirinin yayınlandığını başkasından telefonda öğrendiğinde, dergiye ulaşmak için nelerini vermezdi.

Nazım’ın müziğini öğrenmişti öğrenmesine ve o kalıpta yazmıştı o şiirleri ama bir rafta tozlanıp kalacağını sanarak. Tutup yayınlanmaya başladığında ürktü. Ürktü çünkü herhangi bir özgün üslubu yoktu henüz ve ‘yazılmış olanlar gibi yazmış olmak’ bilenler açısından küçümsenecek bir durum olarak gelecek karşısına, diye korktu. Kendisinin de pek haberi olmadan Ankara dönüşçüleri arasında beğenilen şiirlere kendi yakın çevresinden ilgilenen hemen hiç kimse çıkmadı, bir tek Cimok hariç. İlgilenip eleştirenler ise kendi hissettiği rahatsızlığı anlamamışlardı bile, yeterince devrimci değildi ve milliyetçi hisleri içeriyor, köylüleri hor görüyor diyorlardı vesaire. Köylüleri değil köylülüğü hor görüyordu evet, arada bir fark olduğunu anlamak istememişlerdi. Cimok’ta şiire yakın birisi değildi belki, fakat bir ressam olarak hem başka şeyler hissediyordu ve hem de kendi uğradığı anlamsız eleştirileri iyi biliyordu. En yakın arkadaşlarına beğendiremiyorsa ve üstüne üstlük bir aparma kokuyorsa, bunu bırakmak gerekliydi diye düşündü ve bıraktı. Mimarlık dünyasından bir hayli farkında olduğu ‘özgün olamama durumu’ rahatsız edici bir şeydi ve farklı bir müzik bulana kadar, bir daha hiç yazmadı.

İlk yaz fırtınası geçeli ve o uzak kasabadan yüreği burkularak döneli beri aradan geçen zaman içinde serinleyen yüreği ve köprülerin altından akan onca suya rağmen, genç kızın hala kendini esir ettiği bağlılığı karşısında basireti bağlanıyor ve onu çaresizlikler içinde bırakıyordu. Planlanmış karşılaşmaların hemen başında oluşan gerilim, ikisinin de konuşmasını zorlaştırıyor ve üçüncü kişilerinde olduğu bu görüşmeler, hiçbir özel şeyin konuşulamadığı bir karabasana dönüşüyordu, Bu karşılıklı sessizlik ise sanki umutlu bir çözümsüzlük içine gömüyordu onları. Bir akşam okul çıkışı eski gençlik aşkına uğramak istedi. Güzel sanatlar öğrencisi ablasında misafir kalıyordu ve okula yakındı. Zili birkaç defa çalmasına rağmen kapı açılmadı, kapıcı şok haberi verdi sonunda, memlekete gitmişlerdi çünkü babaları ölmüştü. Beyaz saçlı ve olağanüstü yakışıklı birisiydi hatırladığı kadarıyla ve çokta genç birisi olarak veda etmişti hayata. O zamanlar o acıları çok bildiği yoktu henüz, derinden sarsılmış olarak döndü eve ve evdeki arkadaşları haberi çoktan öğrenmiş durumdaydılar. O gün biraz konuşmak ve eğer olmayacaksa neden olmayacağını anlatma cesaretini toplayıp gitmişti oraya ama olmamıştı. Öyle bir cesareti bir daha hiçbir zaman bulamayacak ve zaten gelip geçen zaman içinde belki de görüşmek kısmet olmayacaktı.

Bu ölüm, aşağıda, Bayır sokaktaki sefil evde kalan öğrenci ahalisi için, güler yüzle karşılanıp sıcak çaylar ikram edilen ve Güner’in sıcak abla kucaklamalarının sonu olmakla kalmayıp, yine onun açtığı vahada, birbirlerine yaptıkları acımasız şakaların yumuşatılmasının sonu olacak, ve yeni yeni filizlenen terör, zamanla ürkütülmüş bir ortam içinde gülmeyi unutturup sessiz bir endişe içine sokacaktı onları. Çünkü, O sevgili ablaları kısa bir süre sonra okulu bitirecek ve Kıbrıs gazi madalyası da dahil, daha şimdiden bir çok madalyanın sahibi, yine bizler gibi Çerkes ve geleceği parlak bir yüzbaşı ile evlenip şehri terk edecekti.

Onlar ise evlerine sıkışıp kalacaklar, çapraz ayaklı ve naylon kaplı masayı kurup, poker oynamaya devam edeceklerdi. Mademki yoksulluklarının nedeni kendileri değil emperyalizmdi ve onun uzantısı olan yerel iktidar, yoksulluklarından utanma bir yana, neredeyse gurur duyacakları bir durum çıkıyordu ortaya. Eh buda sığınılacak miskin bir limandı. O halde iyi öğrenci olmakta sökmezdi veya ne gerek vardı. Devrimci ahlaka pekte yakışmadığı iddia edilen bu küçük çaplı kumar, gece sabahlara kadar süren bir eğlenceye dönüşüyor, Cimok’un uyanıp halamı? sorularına rağmen bırakılmayıp, yine onun acıyarak bir tabakta ezip ikram ettiği Reyhanlı çökeleği ve biberli ekmeklerle geceler devam ediyordu. Zıbe’den pokerden kazandığı siyah kadife ceket ile hafta sonunda derneğe gittiğinde iltifatlarla karşılanmıştı ama, ceketi kumarda kazanmış olduğunu kimseye söylememişti.

Dernekte oluşturdukları tiyatro gurubunun başkanı seçilmişti. Seçilmesinin yegane nedeni bu işten anladığından değil, diğerlerinin çoğunun seyirci olarak bile bu işle ilgilerinin olmayışıydı. AST ve dörtten fazla devlet sahnesinin sürekli gösteri yaptığı başkentten geliyordu ve bir nasılsa tiyatroya merak salmış ve o dönem iyi bir seyirci olmuştu. Birkaç yıl sonra soğuyup hor göreceği tiyatro o zamanlar hoşuna giden bir şeydi. Sonraları, o yıllar Türk sinemasının çekilmez hali ve yeni vizyon yabancı sinemanın hiç gelmiyor olması, onu eskimiş Amerikan kovboy filmleri ile Memduh Ün sineması arasında hiçte istemediği bir aralıkta bırakmıştı, tiyatroya sığınmış olmasının aslı astarı, buydu. İstanbul Sinema Günleri ile başlayan, İtalyan Ustaları da dahil yeni ve farklı filmlere ulaşılmaya başlandığında artık, ne Genco Erkal replikleri çekiliyordu nede Rana Cabbar, hele Yıldız Kenter aman yarabbi. Düşünüp taşınıp 15 dakikayı geçmeyen küçük bir skeç yazdı. Üzerinde ÇRT yazan kartondan kesilmiş, iki kafanın sığabileceği büyüklükte bir televizyon tek dekordu ve dernek çevresinden bir iki mavra haber, hava durumu ve Aziz Nesin’ den uyarlanmış kısa bir hikayeden ibaretti skeç ama, cumartesi kalabalığını güldürmeye yetmişti. Gel gör ki, bu mutluluk kısa sürmüş, dernek başkanının hafifçe eleştirildiği bu ve benzeri bir iki vukuatın sonunda gençlik kolu, Başkan tarafından feshedilmişti.

Aslında iyi bir insandı, para kazanamayan bir avukat ve olağanüstü asosyal birisiydi. Dernek’te gözlüklü Fehmi’nin tutuşturmaya çalıştığı sobanın başında oturan sekiz genci karşısına alıp rahatsızlıklarını dile getireceğine, odasına geçip oraya bağlattığı megafondan, o sekiz kişiye önceden yazdığı anlaşılan bildiriyi okumuştu. Muhtemel ki daha kalabalık kitleler için düşünmüştü bildiriyi ama durum 8 kişiden ibaretti ve onlarla yüz yüze gelmekten çekinmişti. Bir dernek başkanı için ne büyük şanssızlık. Derneğe siyaset girmemeli sözlerinin bir ayet gibi okunduğu yıllardı ve yasalar öyleydi ama Çerkes’im demek başlı başına siyasetti zaten. 12 Mart dönemini yaşamış bir avukat olarak dükkanını korumaya çalışıyor, o da bu hayta gençliğe hiç güvenmiyordu. Gençlikte ona güvenmedi, bir ay sonra yapılan Gençlik Kolu seçimini çok daha çetin ceviz bir kadro kazandı ve dört ay sonra yapılan genel kurulda aday olma cesaretini gösteremeyip, dört dönem süren başkanlığı küskünlük ve birazda hüzünle bitti.

Oluşturdukları düşünce platformu etrafındaki gurup kısa bir süre sonra dernek yönetimine etkili bir şekilde dahil olmuş ve zaten şenlikli olan dernek bu sefer, panel ve tartışmaların merkezi haline gelmişti. Ancak tartışılıp duran şeyler o dönemlerde bütün üniversite ortamlarında konuşulan konuları içeriyor, ve bu içerikteki ağır tumturaklı teorik laflar bir türlü Çerkes meselesine bağlanamıyordu. Kadın hakları konusunda veya faşizm ile ilgili bir panelin Kaberdey kadınların sorununa bir çözümü olup olmadığına dair sorular bir türlü cevaplanamıyor -onlarda onun gibi canım- diye geçiştiriliyor, tatmin olmamış gülüşmelere neden oluyordu. Bir aile derneği olan dernek o niteliğini yavaş yavaş yitirmeye başlıyor ve radikalleşiyordu. Grup duruma hakim olmakta zorlanıyor, bağımsızlığını yitirmeye başlıyordu. Ülkenin siyasi atmosferi hızla Çerkeslerin arasına girmişti ve kendiliğinden gelişmiş bu doğal önderliğe sahip çıkmaya çalışan cümle farklı siyaset, Çerkes gençliğinin arasına dalmış durumdaydı.

Eski dönemlerden tanıdığı eski bir arkadaşı çok daha iddialı bir siyasi olarak çıkıp gelmiş ve Beşiktaş evlerinden birine yerleşmişti. Bir birikimi vardı ve etkisi iyi anlatmaktan çok, kendisine karşı savunulan fikir ve düşüncelere karşı takındığı saldırgan tutum ve anlatabilmekten çok, anlaşılamaz söylemi dönemin ikliminde işe yaramış ve çevresinde etki yaratmıştı. Tanıştığı ilk gençlik yıllarında pek önemsemediği ve şu anda daha az bildiği bu adam karşısında yinede direnmeye kararlıydı ama bir şanssızlık olmuş, duruş ve davranış tarzı ve konuları basitçe izah edebilen birisi olarak hayranlık duyduğu Bursalı Mürsel ile bir araya geldiklerinde, ikisinin de aynı siyasetten olduğunu öğrenmişti. Mürsel’in de ciddiye aldığı birisi gibi duruyordu Murat ve bu his onu yanılmıştı. Lise birden terk bir haylaz olarak tanıdığı Murat, İsviçre gibi bilmediği diyarlarda çok şeyler öğrenmiş, tecrübelerden geçmiş bir devrimci olarak karşısındaydı ve kendisi ile birlikte tüm gurubu siyasete davet ediyordu. Hangi tecrübelerden geçtiği ve ne bildiği hakkında derli toplu bir fikri yoktu ama 12 martta mahkum olmuş ve ordudan bir bahriye üsteğmeni olarak atılmış diğerini tanıyordu ve durumu bir referans olarak kabul etme durumuna düşmüştü. Yinede kolay teslim olmaya niyeti yoktu pek.

Guruba hevesli olanlar onunla sınırlı değildi. Ne dediklerini pek bilmedikleri ve Maocu-Sovyetçi gibi kaba ayrımlar dışında farklarını anlayamadıkları birkaç siyasi, evlere geliyor ve bitmez tükenmez tartışmalara katılıyor, kendi propagandalarını yapıp gidiyorlardı. Ve onlar arasındaki haris çekişmelerin seyircisi olarak ve kendileri ile ilgileniyor olmalarını biraz da hazla karşılıyordu. Yinede kendi kendine oluşmuş ve Çerkeslerin dünyasını anlamaya çalışmak dışında bir iddiası olmayan bu mütevazi guruba gösterilen ilgi onu şaşırtıyordu. Dönem içinde oluşan siyasi iklim onun haylaz bağımsızlığına meydan okuyor, birazda sorumluluk duyduğu grubun düşünsel zayıflığı, teorik bir siyasete dahil olma ihtiyacını kendiliğinden ortaya çıkartıyordu.

Bir yandan takip etmeye çalıştığı mimarlık dünyasındaki literatür onu çelişkiler içinde bırakıyor, olağanüstü diye düşündüğü Osmanlı Mimarisinin mirasçısı olması gereken bu yeni Türk mimarisinin, yerlerde sürünen kalitesini hayretler içinde kavramaya çalışıyordu. Yetmiş beş sınıf arkadaşından pek azı bu işe meraklıydı, diğerleri ne olduğunu anlamadan gelmişlerdi okula. Okulda ders veren hocalar içinde eli ayağı düzgün bir proje çıkarabilmiş tek bir hoca yoktu, mimarinin entelektüel bir düşünce meselesi olduğunu biraz teorik olarak anlatabilen ise bir tek Maruf hoca vardı. Gerisi duvar nasıl örülür, sıva nasıl yapılır gibi artık epeyce anlamsızlaşmış derslerin hocasıydılar. Proje hocaları ise genç öğrenciler arasında estirdikleri teröre karşı, kaliteli bir eğitimin çok uzağında, öğrenciler tarafından sorulan nadir zekice sorulara tahammül edemiyor, sinirli bir zayıflıkla öğrenciyi küçük düşürmeye çalışıyorlardı. Mimarlık tarihi dersi neredeyse liselerdeki Askerlik dersine benzer bir önemsenmezlikle işlenip hiç ırgalanmıyordu ve öğrenciler, kopya çekme antrenmanı olarak geçiştiriyordu bu dersi. Neredeyse bir dokunulmazlıkla ayrı tutulan Sedad Hakkı Eldem hoca dışında, kimsenin inceliklerle örülmüş eski mirasa başını dönüp de baktığı yoktu. Hoca, yeni betonarme teknolojiye uydurmaya çalıştığı zarif cumba ve saçaklarla uğraşıp didiniyor ve siyasete bulanmış Mimarlar dünyası onu muhafazakarlıkla suçluyordu. İki milyonluk kentin çekilmez ulaşım ağı hakkında girilen şehircilik derslerinde hocalar kentin beş yüz bin nüfuslu halini anlatıp özlüyor , kenti basıp dolduran ve dolduracak olan yeni kalabalıklara bir öneri getiremiyorlardı. Hocalardaki hava birazda şöyleydi, biz önersek ne olacak ? dinleyen mi var. O da başkentten gelmiş birisi olarak Cumhuriyetin, bu Osmanlı başkentinden intikam aldığı iddialarına hak veriyordu.

Bütün bu işlerden sorumlu olması gereken Sosyal Demokrat belediye başkanının işleri başından aşkındı. Ücretlerini zamanında ve düzenli alamayan işçiler, her ay başında belediye meydanını dolduruyor, işçi liderlerinin üç gün boyunca başkanının odasını işgalle gazetelere poz verip direnmesi sonunda, merkezi hükümet parayı serbest bırakıyordu. Bu durum başkanın mesaisinin neredeyse dörtte birini alıyordu. Yık-yap metodu ile başlayan inşaatlaşma süreci bir daha hiçbir zaman tamir edilemeyecek yaralara ve tarihi dokuların kaybolup gitmesine neden olacaktı. Buna yapılan itirazların çoğu da samimiyetten uzak siyasi çağrılardı ve toplum bir sağırlar diyalogu içinde bu güzeller güzeli şehrin intiharını seyrediyordu.

Mimarlığın, bir medeniyet göstergesi ve bir zenginlik işi olduğu kabul edilmekle birlikte, – bahsedilen zenginliğin, aslında bir düşünce zenginliği – olarak algılanması gerektiğini düşünen küçük öğrenci guruplar, o zamanlar uluslar arası ödüller almış, Endenozya ve Mısır projelerini inceleyip tartışıyor ve şehri bir veba gibi sarmış gecekondu salgınına karşı bir çare olarak sindirmeye çalışıyordu. Projeler çevrede ne varsa o malzeme ile ve bizzat sahipleri tarafından inşa edilecek sevimli ve soylu şeylerdi. Mısırlı mimar Hassan Fathy’nin kerpiçlerden inşa edilecek, Nil keçisi ile ünlü yoksul bir bölge için önerdiği, serin avluları, küçük meydanları ve servis yolları ile oluşturduğu olağan üstü mimari doku, kısıtlı imkanlarla da iyi projeler çıkabileceği umudunu sürdürüyordu hala. Yine Endenozya’da bir bataklığın kurutularak yoksul kesimler için yerleşim bölgesi kurulması ile ilgili uluslar arası mimarlık yarışmasının birincisi, Fathy’e benzer fikirler öneren Arjantinli bir mimar gurubuydu. Dünyada buna benzer düşünceler dolaşıyor olsa da, okullar ve hocalar bunları kavrayıp tartışmaktan uzaktılar. Bütün bunları konuşup tartıştığı tek kişi ÖDTÜ’den gelen eski bir öğrenci arkadaşı Şeref’ti sadece.

Şeref çıkıp geldiğinde, onu Boyacıköy’e küçük köfteci dükkanı na götürüyor, orada ve Bebekte ki evde, büyük küçük herkesin bir arada rakı içebildiği Trakyalı ailenin yanında, Beşiktaş bodrumlarındaki bunaltıcı havadan kurtulup, kendini tatilde, hava değişiminde gibi hissediyordu. Tek sıkıntı ise Şeref’in mimarlık dışında hiç bir şeyden bahsetmemesi idi, hatta kızlardan bile. Boyacıköy sahili şehrin üzerine çökmüş kabusun epeyce uzağında idi ve boğaz, şehrin başından geçmiş bunca badireden habersiz, Marmara ya doğru, nazlı bir çalkantıyla akıyordu.

Milliyetçi Cephe ile eski tek parti arasında gidip gelen hükümetler; ikinci harpten beri şehrin unutup gittiği uzun kuyrukların oluşmasına neden olacak olağanüstü beceriksiz bir ekonomik program yürütüyordu. Yoklar listesine halkın günlük ihtiyacı olan yağ, sigara, tüp, benzin gibi şeyler her gün ve her gün ekleniyor, şehir halkı bezgin bir suskunlukla gününü kuyruklarda geçiriyordu. Sıkıntıların bir kısmı, hükümetin, sanki bir Sovyet ülkesi gibi ürünlere yapılan zamlara şerh koymasından kaynaklanıyor ve firmaları, hükümetin kendi yarattığı enflasyondan gelen fiyat artışlarıyla baş başa bırakıp, üretemez hale getiriyordu. Bunun sonucu ise çekilmez kuyruklar ve çığırından çıkmış bir karaborsa idi.

Üsküdar’da bir berber dükkanında 6 Lira’ya Samsun sigarası satıldığını biliyorlardı ama bölge silahlı muhafazakarların elinde idi ve yeşil parkalı sol öğrencilere karşı pek şakaları yoktu.

Bandırma’da tanıdığı bir esnaf sayesinde satın alabildiği iki piknik tüpünü İstanbul vapuruna sokmaya çalışırken bir bombacı şüphesiyle gözaltına alınan Çelej, üç gündür serbest bırakılmış değildi. Bütün bunlara karşın, milliyetçi cephe hükümetinden daha az saldırgan tutumu ve ortanın solu sloganı ile ortaya çıkmış eski tek parti, kent ahalisi ve devrimci gençlik için sadece can güvenliği açısından tercih edilir gibi görünüyordu. Gerçi Partizan adlı bir örgüt, Boğaziçi Üniversitesi 2. yurt duvarına, Faşist Ecevit yazılı, koca bir bez pankart asmaktan geri durmamıştı.

Şehir halkı için, hemen her yerde küçük korsan mitingler olağan hale gelmişti ve uzun, kalabalık protesto yürüyüşleriyle Harem otobüs garajlarına, memleketlerine gönderilmek üzere teslim edilen cenazelerin sonu gelmez olmuştu. Karşı görüşlü örgütler tarafından vurulup öldürülmüş öğrenciler için düzenlenen cenaze törenleri, öğrenci gençlik arasındaki siyasi örgütlerin boy gösterisi ve slogan yarışına dönüyor, şehrin trafiğini alt üst edip, her seferinde polisle girişilen irili ufaklı bir arbede ile nihayet buluyordu.

Leyland marka eski otobüsler içinde sıkışıp kalmış halk, trafiği altüst eden öğrenci eylemlerine karşı homurdanıyor, atılan sloganların ne anlama geldiklerini anlamaya çalışıyor, bazen otobüsleri terk edip saatlerce yürümek zorunda kalıyordu.

Belediyenin yeni aldığı ve tepesinde havalandırma penceresi olan İkarus marka otobüsler bildiri dağıtmak için yeni imkanlar yaratmıştı. Öğrenciler, küçük el bildirilerini havalandırma penceresine koyup otobüsten iniyor, otobüs hareket ettiğinde kağıtlar uçuşup durak ve yollara yayılıyordu. Böyle bir otobüs Dolmabahçe’de polis tarafından önü kesilip bütün bir otobüs gözaltına alınınca, Memo son imtihanına girememiş ve mezuniyeti 6 ay uzamıştı.

Durum bununla kalmadı. Altı aylık süreyi geçirmek üzere gittiği memleketinde küçük kağıt bir Türk bayrağı parçasına bir telefon numarası yazmaya kalktı ve hakaretten gözaltına alındı. doksan gün süren mecburi gözaltı, son sınavını da suya düşürmüş, diploma on sekiz ay sonrasına kalmıştı. Bütün bunlar normal durumlardı aslında ama onun için değil, masum çalışkan bir öğrenciydi ve siyasetle hiçbir zaman hiçbir şekilde ilgisi olmamıştı. Belediye bu havalandırma pencerelerini sabitleyip açılmasını yasaklayarak işi çözmüştü ama yaz günleri o otobüslere binmek, içerde havasızlıktan ölmeyi göze almak demekti. Polisle girişilen bu arbedelerin sonu ise polis araçlarının taşıyabileceği kadar sayıda gözaltı ile bitiyor ve geceleri çıktıkları duvar yazılarıyla öğrenci gençlik, dertlerini şehrin duvarlarına döküyordu.

Şehri alt üst eden bu dinamizm,bir yandan bir değişimin habercisi gibi bir heyecan yaratmakla birlikte, sol siyasi örgütler arasındaki ‘kendileri için önemli’, kitleler açısından anlaşılmaz görüş ayrılıkları ve siyasi çekişmeler, sıradan kalabalık öğrenci kitlelerini umutsuzluğa sürüklüyordu. Sadece Mao öğretisini takip eden grup sayısı 6 dan fazlaydı, diğerlerinin sayısını tanrı bilir. Sınıfında bulunan öğrencilerin yarısından fazlası okulu bırakıp daha şimdiden memleketine dönmüş durumdaydı ve ilerde dönüp gelecekler, gidenlerin pek azı olacaktı. Şehrin bu içine düştüğü kaos ortamı o ve arkadaşlarını sürekli bir yere doğru çekmeye çalışıyor, bunlara ilaveten Çerkesler meselesinin, bu karmaşanın neresine yerleştirileceğini kestiremiyorlardı.

Sovyet sisteminde uygulandığı söylenen Milli Mesele, onlarında meseleye o yönde sarılmasına ve göçüp geri döneceğine pek akıl erdiremedikleri Türkiye Çerkes halkının, –Çerkes kalabilmesi – için bir sosyalist devrime ihtiyaç duyacağı fikrine yanaşıyorlardı yavaş yavaş.

Sürgünden beri serpilip gelişen doğal bir Rus düşmanlığı Çerkesler arasında yaygındı ve bu durum zamanla antikomünist bir dalgaya dönüşmüştü ister istemez. Aşılması hiçte kolay olmayan bu durumun yanında, tartışıp durdukları Çerkes olmayan devrimciler arasında Çerkeslerin taleplerini hayretle karşılayanlar çoğunluktaydı ve bunu bir milliyetçi talep olarak görüp, neredeyse hor görerek reddediyorlardı. İcat çıkarmayın şimdi demeye getiriyorlardı, aslolan birliktir. Mevcut düzen de aynı şeyleri söylüyordu zaten, Çerkesler devrime neden katılsın o zaman? Diğer yandan ülke içindeki dağınık yaşamları, pratikte bölgesel bir özerkliği neredeyse imkansız kılıyor ve Sovyet örneğine tıpa tıp benzetmekte zorlanıyorlardı. Kala kala Sovyet Yahudileri için uygulanan bir kültürel özerklik kalıyordu, ne anlama geldiğini kestiremedikleri.

Türkiye Çerkesleri arasında var olan anti-Sovyet duygular, dönüşü savunanlar açısından da problemli bir durumdu. Dönüşçüler ile yapılan tartışmalarda karşılıklı zaaflar çok fazla öne sürülmüyor ve karşılıklı bir özen gösteriliyordu. Türkiye Çerkeslerinin tutucu kesimleri onlara da komünist damgasını vurmuştu çoktan ve bu durum onlar için yeterince rahatsız ediciydi zaten.

Napolyon Faruk’un getirdiği bir haber üzerine Kafkasya’dan şehre turist olarak gelmiş Çerkes bir gurubu Laleli’de bir otelde buldular. Haber biraz yanlıştı. İçlerinde sadece bir Adige ve bir Oset vardı, gerisi Rus’tu. Otelin küçük lobisinin sohbete imkan vermediğini anlayan Oset thamade, odaya çıkmalarını teklif etti. Valizlerinden çıkardıkları Çerkes peyniri ve kurutulmuş et ile birlikte bir sofra kurdular, O’nun ve Beşgül’ün Rus votkasıyla tanışması böyle oldu. Tanışma faslından sonra, merak ettikleri şeyleri sorup duruyorlardı birbirlerine ama cevap alma  konusunda bir sıkıntı olduğu anlaşılıyordu. Ayrı düşmüş Çerkes halkı, bölünmüş dünyanın iki tarafında kalmış ve birbirine güvenemez hale gelmişti sanki veya nedenini anlayamadıkları bir takım çekinceler sürüyordu.

Napolyon lafı dolandırmadı, öğretmen olduğunu öğrendiği Adige’ye;

– Klasikleri okuyor musunuz, diye sordu.

– Nedir, dedi klasik dediğiniz?

Marks, Engels vesaire.

– A ha dedi, biraz düşündü, biz onları okulda kopya çekiyoruz.

Bizde Cumhuriyet Tarihi’ni kopya çekiyorduk aslında, ülkemizde, bulundurmak bile risk taşıyan bu kitaplar orada ders kitabıydı ve onlar kopya çekiyorlardı. Napolyon çok bozuldu. O’na döndü Türkçe olarak;

Bunlar, dedi revizyonist. Gidelim.

Napolyon, Fransız İmparatorluk soyundan gelmiyordu, Uzunyaylalı bir Kabardey’di ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin kıdemli bir öğrencisi. Pınarbaşı’ndan salıverildiğinden beri o da ailesi tarafından neredeyse unutulup gitmişti ve tanıştıkları yıllarda, inşaatlarda marley döşeyerek karnını doyuruyor ve içine yeni duhul olduğu bu lümpen proletaryanın zikzaklı geliri ve düzensiz yaşamıyla, artık kangren olmuş hiç uğrayıp sormadığı okulunu bitirmeye çalıştığını iddia ediyordu. Bu yeni sınıfı konusunda o kadar çok literatür karıştırmış, o kadar karmaşık bilgi sahibi ve öyle bir gururla işçiyim diyordu ki, o sınıftan kurtulmayı hiçbir zaman istemediğini düşünebilirdi insan. Üstelik bu zihinsel uğraşının yanında hiç görüşmek istemediği bir arkadaşı ile birlikte oturduğu evi, Rami de, çok uzaklarda bir gecekondu semtinden seçmişti. Bütün bu seçimlerine ters düşen şey, proletarya da olması gereken disipline uzak duruşu ve tutmuş olduğu gecekonduya hiç uğramıyor olmasıydı. Kendisine yöneltilen eleştirilere cevabı, lümpeniz ya oluyordu, kısaca.

Kısacık boyu, tombalak vücudu, dökülmüş saçları, şişe dibi gözlüğü ve birazda itici ses tonuyla kusurlar silsilesiydi ancak kısa bir sürede kanı kaynadı ona. Beşgür ve Cimok’un da dahil olduğu ayrı bir mavra grubu kendiliğinden çıkıverdi ortaya. Yalnız bu oluşan yeni durum, Napolyon’un proleter halini ortadan kaldırıp sadece lümpen halini bırakmıştı geriye. Ne çalıştığı vardı artık nede gecekondusuna uğradığı. Beşiktaş ve Aksaray’da çeşitli arkadaş evlerinde vaziyeti idare ediyor, parasızlığı bir yana ruhuna çökmüş bu mavra miskinliğin tadını çıkartıyordu. Siyasetin henüz bastırmadığı bir yıl öncesine kadar, arkadaş toplantılarının neşe kaynaklarından biriydi ama bu, yaptığı esprilerden çok, onun üzerine yapılan espriler ile ilgiliydi ve hiçbir şeyden alınmayan rahat hali, mavranın diğerleri tarafından tadının çıkarılmasına izin veriyordu. Onun herkesle ilişki kurma kabiliyeti ve neden olduğu neşe diğer bütün kusurlarını kapatıyor, şapkasının altında yaşayıp gidiyordu işte.

En çok çekindiği Feryal’di ve neredeyse esas duruşunu göstereceği yegane kişiydi. Doğru dürüst bir iş sahibi değilsin, okulu askıya aldın devam etmiyorsun, toplantılara zamanında gelmiyor birde üstüne poker oynuyorsun. Vallahi haklısın Feryal demek dışında bir savunma yapamıyor, bu her kusuru anında kabul ediş hali, Feryal’inde nutkunu bağlayıp daha fazla içini dökemediği için daha da sinirlenmesine neden oluyordu. Verdiği sözlerin hiçbir önemi yoktu, yine derslerine girmiyor ve geçinecek bir iş peşine düşmüyor, toplantılara bir türlü zamanında yetişemiyordu. Muhtemelen Feryal’e aşıktı ama bunu açacak ne cesareti olacaktı hiçbir zaman, nede kendine güveni. Bunu kimselere açtığı falan yoktu, Cimok ve birkaç arkadaşının hissettiği bir şeydi, sadece.

Kendisinin üretip bir şey yaptığı yoktu ama Ankara’da çıkan derginin nasıl olması gerektiği konusunda sayfalar dolusu eleştiri yazıp Huvaj’a gönderiyor, yazıların yayınlanmamasına kızıp köpürüyor, yeni baştan eleştiriler yazıp tekrar gönderiyordu. Feryal’den yediği fırçaların hıncını Yamçı dergisinden yazılı olarak çıkarmaya kararlıydı ama nafile. Yinede Huvaj dayanamamış bir yazısını yayınlamıştı, o da herkese göstermişti neyin nasıl olacağını. Kurulan ilk amatör grubun Feryal ve Selo ile eşbaşkanı idi ve literatür okuma seanslarının bir nevi hocası. Eski kulağı kesiklerden oluşan grupta Beşgür ve Cimok’un mavralarına Zıbe’nin olmadık zamanlarda sokuşturduğu Nası yani sorusu, bütün disiplini altüst ediyor ve kendisinin de pek hevesli olmadığı bu zoraki disiplinin yerle bir olmasına neden oluyor, Çelej’den gelen uyarılar üzerine Feryal yine fırçayı basıyordu herkese. Bu bağırtının arkasından sağlanan pusudaki sessizlik birkaç saniye sürüyor, ikisinin bu kızgın sus pus hali milleti yerlere yatıran gülüşmelere ve herkesin zincirlerinden boşalmasına neden oluyor, Feryal’de gülmek zorunda kalıyordu sonunda. Okumaya çalıştıkları kitaplar yinede ciddi şeylerdi ve onun seçimiydi. İşsiz, aşksız, parasız ve mutluydu. Bir sefil işçiye de böylesi yakışır.

O yaz, Feryal’in bir kuzenin düğününe katılmak üzere Kayseri’ye gittiler. Napolyon, giden grup içinden O ve Beşgür’ü alıp Uzunyayla’ya götürmek istedi. O ilk defa görecekti oraları, Beşgür zaten oralıydı. Napolyon, yol boyunca buğday tarlalarına bakıp, o sene başlık paralarının yüksek olacağını iddia ediyordu. Gördükleri başakların boyu iki karışı bulmuyordu ama yinede bereketli bir yıl olacağı iddiasıydı bu söylediği. Anadolu da Çerkeslerin yaşadığı çeşitli coğrafyaları görmüştü. Önemli zenginliklerin sahibi değildiler hiçbiri ama yinede bir yeşil coğrafya ve çatılı-bahçeli evler, meyve ağaçlarının ve üzüm bağlarının yetiştiği yerlerdi, eski o gördüğü köyler. Uzunyayla’da ciddi bir hayal kırıklığına uğradı. Neredeyse bin sekiz yüz metre yükseklikte, geçip gittikleri köyler arasında rastladıkları birkaç söğüt ağacı dışında neredeyse hiçbir bitki örtüsünün olmadığı çıplak bir doğaydı karşılaştığı durum. Kafkasya’dan bir süre önce gelmiş ve dernekte sunulmuş olan, Kabardey ülkesinin slayt gösterisini seyretmiş birisi olarak dehşete düştü. Yitirdiğin yere bak, birde düştüğün yere. Orta Asya bozkırları kadar verimsiz ve Ağustos ayında yün yorganla yatacak kadar da soğuk.

Pınarbaşı’ndan Uzunyayla’ya giden, kamyondan bozma, burunlu küçük otobüs her köy girişinde durup yolcu indiriyor, inen yolcular ön kapıdan otobüsü terk etmeden önce yolculara dönüp Fıkeblağe diyordu, Buyurun. İlkinde durumla ilgilenmemiş ne dediklerini anlayamamıştı, durum yeni bir köy girişinde tekrar ettiğinde bütün bir otobüsü misafir etmek üzere evine davet ettiğini anladı. Elinde kasabadan satın aldığı birkaç öteberiyi koyduğu yoksul filesiyle giriştiği davet gerçeküstü gelmişti ona. Otobüsten inip peşine takılan yoktu belki ama, ya bütün bir otobüs kabul ediverirse birden. Hafif doğrularak teşekkür ediyordu yolcular ve durumlara alışkın olduğu belli olan şoför, sabırla bekliyordu bu uzun vedalaşmayı. Blöf te olsa hoştu.

– Bir blöf mü bu, diye sordu Napolyon’a, neyine güveniyor bu insanlar.
– Elbette bir blöf tarafı var ama yinede bana güzel geliyor. Ayrıca geleneklerde müsait, bu durumlar da, karısı ve komşuları hazırdır yedirip yatırmaya. Mahcup etmezler adamı.

Napolyon’un ailesi bir kuzu keserek karşıladı onları ve kız kardeşleri kaldıkları iki gün boyunca kusursuz ağırladı. Toprak damlı evlerden oluşan kıraç doğalı köyün ismi Kırkpınar’dı. Beşgür, nerdeymiş bu Kırkpınar ? diye merak etti. Napolyon üç beş söğüt ağacının olduğu yere götürdü onları. Söğütlerin dibinde kırka yakın avuç içi büyüklüğünde su birikintisi vardı sadece ve üstünde sinekler uçuşan. Köyde kaldıkları akşamlarda konuştukları konulardan biri, bu şartlarda yaşayan köylülerin Kabardey’e dönmesinin neden imkansız olduğuydu. O’na ve Beşgür’e göre bu, en azından yoksul köylüler için hala mümkün görünüyordu ve devrim ne kadar zor. Son akşam başka bir köyde bir düğüne gittiler. Gece soğuklarından korunabilmek, düğünlerin süpürülmüş ahırlarda kurulmasıyla mümkün olabiliyordu ancak. Ertesi günü uğradıkları Abaza köyünde anlatılan bir olay ise, bir fıkra gibiydi neredeyse.

Ovada hasat yapan uzaklardan gelmiş biçerci, Cuma namazını kılmak için köye gelmiş ne mescitte ne köyde bir cemaat bulamamıştı. Köyde dolaşırken bir duvarın üstünde avare oturan üç gence yanaşıp durumu sormuş, imam ve herhangi bir cemaatin olmadığını öğrenince hayal kırıklığına uğramıştı. Bunun üzerine gençlere ‘gelin bir cemaat olup, Cuma namazı kılalım’ teklifinde bulunmuş. Gençler ise gönülsüz. İçlerinden birisi, olabilir ama demiş biz para isteriz. Bozulduğunu belli etmemeye çalışarak kaç para istediklerini sormuş biçerci. Aldığı cevap, adam başı on lira. Peki demiş biçerci kızgınlığını belli etmeden, düşün peşime. Biçerci çeşmeye yanaşmış aptes alma hazırlığına girişirken gençler aptes almadan mescit’e doğru geçtiklerinde, hey demiş arkalarından aptes almayacak mısınız siz? Gençlerin sözcüsü pişkin bir şekilde dönüp cevap vermiş. On liraya demiş, kuru namaz.

Napolyon, onları yolcu edeceği akşamüstü petrol istasyonunda Maraştan gelecek olan otobüs’ü beklerlerken hafif kıskanmış bir tereddütle ve yüzü biraz kızararak sordu;

‘Feryal’le Merzey arasında bir şey mi var’ ?
Nası yani dedi Beşgür, soruyu savuşturmak için. Gülüştüler.
Kaşen’mi oldular yoksa oğlum diye üsteledi Napolyon.

Ne Beşgür bir şey biliyordu bu konuda ne de O bir şey hissetmişti. Gürültülü Magirus tozlar kaldırarak hareket ettiğinde, yeterince yorgundular ve gerektiği kadar sarhoş.

İsa Shapsugh, neredeyse bir ressamlar atölyesine dönmüş Bayır sokaktaki evin mukimlerinden biriydi ve çevresindeki bütün arkadaşları ile sorunlu ve uyumsuz, akademide bir hocasından duyduğu, ‘’herkes kendine biçilmiş rolü oynar’’ diye, ne anlama geldiğini kimsenin anlamadığı bir hırıldama ile bütün söylenenlere itiraz ederdi. Hocanın muhtemel ki bir bütün içinde yerine oturtarak sarf ettiği bu cümleyi olur olmaz kullanış tarzı; evde diğer herkesin sinirini bozan hallerinden sadece bir tanesiydi. Buna benzer davranış tarzları, onu uyumsuz bir hale sokmakla kalmıyor, kalabalık içinde yapayalnız bir hale düşürüp, herhangi birisiyle düzgün bir ilişki kurmasına engel oluyordu. İnandığı hiçbir şey yoktu ve sevdiği herhangi bir şey, bunlara Tanrı’da dahil. İsrail’den göç edip Hatay’a yerleştirilmiş birkaç Çerkes aileden birinin oğluydu ve yaratıcılığıyla olmasa da pintiliğiyle tam bir Prusya Yahudi’si idi ve zaten olağanüstü de yoksul. Başına sıkıntı olmuş gözleri görmeyen bir hemşerisinin getir götür hizmetlerini homurdanarak da olsa yapmaktan geri durmuyordu yalnız. Ev çevresinde konuşulan; Çerkesler dünyasının çileli yazgısı, sol arayışlar, dönüş ütopyası ve dahi kızlar üzerine muhabbetlerin fırsat verildiğinde içine etmeye her an hazırdı ve eline bir kız eli değdiği de vaki değildi henüz. Evde kaybolan giysilerinin peşinde diğerlerinin soyunup dökülmesini isteyip, rüzgârın balkondan uçurduğu donlarını arayarak yeterince sinirli haller yaratmaya neden oluyor ve vasat yeteneğiyle kimselere göstermeye cesaret edemediği kötü desenler çizip bir köşelere saklıyordu.

Yapılan toplantılar umurunda değildi, hiçbir disipline uymuyor, mutfağa astıkları ve herkesin harcamalarını yazıp ay sonlarında mümkün olduğunca hesaplaşmaya çalıştığı bütçeye katılmıyor, en çok kendi kasabasından gelmiş olanlarla sürtüşüyor, farkında olmadan gruptan uzaklaşıyordu. Zaten yeterince kalabalıklaşmış ev, sonunda yeni gelmişlerin katılımı ile yeni bir bodrum katının zorda olsa kiralanmasına neden olmuş ve birkaç kişi ile birlikte evi terk etmişti. O yinede, onunla bir sohbet imkânı yaratmaya ve daha çok onu dinlemeye çalıştığı durumlarda bile, sabrının sonunu denediğinin farkındaydı. Ne Çerkeslere tahammülü vardı onun ne de diğerlerine, kimi ve neyi beğendiği ise bir sır. Kendini ifade ve ifşa etme gereğini lüzumsuz bulma ve içe kapanıklığını, saldırarak savunmaya çalışır hali, herhangi bir arkadaşının yanaşıp anlama çabasını başından boşa çıkartıyordu. Ve kimse yanaşamadı kendisine ve diğer yandan, şehrin ve gençliğin içinde bulunduğu keşmekeş iklim, bu psikolojik ve bireysel problemlere şefkatle yaklaşılmasına engeldi zaten. Bu yeni evde de dayanamamış izini kaybettirip kaybolmuştu. Uzun bir zaman ne olduğu ve nereye kaybolduğu ile ilgili ne özleyeni oldu ne hatırlayanı. Yıllar sonra, ağzına dayadığı av tüfeğinden çıkan fişek, beynini parçalayıp ancak üç gün sonra ev sahibi yaşlı kadın tarafından öldüğü fark edilene kadar, bir daha hiç bir zaman hatırlanmadı. Öğrenilen tek şey, kısa süre önce evlenip bir hafta içinde karısı tarafından terk edildiği ve ardında bir intihar mektubu bıraktığıydı.

Tutunamamıştı.

Yeni iş yerinden aldığı bir buçuk asgari ücret kadar olan yüksekçe maaşı, Selo ile bir ev tutmasına olanak sağlamıştı. Selo, servisi ve öğle yemeği de olan büyük bir armatör firmada çalışıyor ve hukuk okuyordu. Özenle döşemeye çalıştıkları ev, Beşiktaş eskiciler pazarından alınan şeylerle oluşturulmuştu ama masa ve sandalyeler bir anaokulundan eskicilere düştüğü için evde eski kahve tabureleri gibi alçak ve komik duruyor, insana, kapalı çarşıda bir arasta kahvesinde oturuyor hissi veriyordu. Yinede ahşap bir kütüphanesi, kahverengi beyaz pötikare masa örtüsü, Ankara’dan getirdiği perde ve orijinal sayılacak yün kilimi ile epeyce fiyakalı sayılırdı eski evlere göre ve üstelik kaloriferi de vardı.

Biraz kafa dinleme istekleri,  kursaklarında kaldı. Daha iki hafta geçmeden, evde neredeyse oturacak sandalye bulmakta zorluk çektikleri bir merkeze dönüştü. Merzey’in İstanbul’a gelişi o tarihe rastlar.

Körüklü tentesi arkaya yatırılıp süslenmiş fayton, çıngıraklı gürültüsü ile kasabanın bütün ana sokaklarını dolaşır ve kışla yolundaki düzlükte yapılacak, yeryüzünde emsaline henüz rastlanmamış gösteriye çağırırdı herkesi.  Faytoncunun yanına oturmuş olan Boncuk, alacalı meddah kıyafeti ile bütün çocukları oturduğu yerden abartılı bir şekilde selamlar, megafonla söylediği şeyler faytonun arkasına bağlanmış tekerlekli bir sandalyede sırtı dönük oturan zurnacının müziğine karışırdı. Kasabayı öğle sonrası rehavetinden kurtaran curcuna, çoğu çocuk olan seyircileri kışla yoluna düşürürdü. Cambaz gurubunun kasabada hatırı sayılır bir ünü vardı ve her sonbahar çıkıp geldiklerinde ortalığı şenlendirir, leblebi satışlarını arttırır, çekirdek ve simit satıcıları için uygun bir kalabalık yaratırdı. Cambazlar faytonu, geçtiği sokaklardan mıknatıs etkisiyle bütün ahaliyi peşinden sürükler, Ulu cami önünde namaz çıkışı kalabalığının içinden gönlü kayan bir bölüm kalabalığı da peşine takıp götürürdü.

Cambaz gurubu hepsi beş kişiden oluşan bir topluluktu ve her biri başka maharetlerin sahibiydi. Patron, neredeyse 150 kilo ağırlığında emsali hiç görülmemiş bir kadındı ve göbeğine yerleştirilen her seferinde yetmiş kilodan fazla bir taş, balyozla Boncuk tarafından kırılırdı. Gösterinin en dramatik sahnesi bu idi ve meydana toplanmış kalabalık sessiz bir ilgiyle izlerdi durumu. Bu on beş dakika süren gösterinin arkasından sağ çıkıp kalkabileceğini düşünen olmazdı ama yıllardır oflayarak ta olsa çekip çıkardı üstüne örttükleri kilimin altından. İp cambazları tele çıkar ellerinde denge çubuğu ile ip üstünde yürür alttan laf atma ve tezahüratlar eşliğinde gösteriyi bitirirlerdi. Ama bütün çocukları meydana çeken ve kahkahalarla bir yarım saat geçirmelerine neden olan, kılıbık sarsak bir kocayı canlandıran Boncuk ile eli maşalı bir karıyı canlandıran 150 kiloluk kadının tuluat gösterisiydi. Meydanda hiçbir dekor, ışık ve ses düzeni gerektirmeyen ve her gün yeni küçük bir değişiklik ekleyerek sahneledikleri bu orta oyunu, bütün yaşını başını almış erkekleri de şirazesinden çıkarır, dökülmüş dişlerini ortaya seren gülüşmelerle en eğlendiren şey olurdu. Ne ürkütücü dev bir yılanları vardı ve nede içlerinde, ağzından alevler fışkıran bir sihirbaz. Yanlarında dolaştırdıkları küçük kız, eliyle ağzını açık tuttuğu bir torbayla seyirciler arasında dolaşarak günlük hâsılatlarını toplar, para vermeyenlere de diyecek bir şey bulamazdı.

Gösteri bitip evlerine doğru dağılan çocuklar, kadının ‘’Boncuuuk’’ diye tiz sesiyle bağırmasıyla ayılıp arkaya sırtüstü düşmesine ramak kalan sarsak kocanın yürüyüş şekli de dâhil taklidini yapmaya çalışır, onun gibi konuşmaya özenirdi. Kasabaya hangi diyarlardan geldiği belli olmayan ve çocukluk yıllarında seyrettiği bu tek temaşa sanatının sonu hüzünle bitti bir gün. İpe çıkan cambaz düşüyor numaraları yapardı ve bu gösterinin en heyecan veren yeriydi. O gün düşüyor numarası akıl almadık bir şekilde gerçeğe dönüştü, birden bütün seyircilerin önünde ipten düştü ve ‘’Diri Diri Toprağa Gömülme’’ numarasını yapmak için kazdıkları çukura kadar savrulup içine gömüldü. Bunu gösterinin bir parçası sanan seyirciler tereddüt geçirdi bir süre ve onları aymazlıktan uyandıran kadının yürek dağlayan çığlığı oldu. Çukurun başına üşüşen kalabalık keşmekeş içinde Boncuğu oradan alıp bir faytona yatırıp uzaklaştırdılar. Boncuk ölmüş müydü o gün bilmiyordu ama bildiği şey, kasabaya bir daha bu şenlikli cambaz gurubun gelmemiş olduğuydu.

Cambazlar bir daha gelmedi ama neredeyse onlar kadar yabancı bir kılıkla Memed Ağa’nın hanında köy otobüsüne binerken rastladığı sarıklı ve beyazlar içinde bir entariyi andıran kılığı ve elinde asa gibi tuttuğu bastonu ile gördüğü adamda şaşırtmıştı onu. Kahvede domino oynayanlar şöyle bir bakıp oyunlarına devam ettiler, içlerinde Urfa’da askerlik yapmış olanı bunun Urfalı bir fellah olduğunu söyledi. Ortalıktan kaybolacağı sanılırken aynı köy otobüsüne bindi. Kimseyle konuşup sözlü selamlaşmıyor sadece gözleri ile selam alıp başını eğiyordu. Önce Türk ve Kürt köylerinin içinden geçip uzağa Çerkes köylerinde dura dura varacağı son köye varana kadar bütün yolcuların kanısı, köylerden birinde inip ime time karışacağıydı ama öyle olmadı. Ne büyükçe Türk köylerinin ne de yoksul Kürt köylerinin hiç birinde inmedi.

Yolunu şaşırmış bir bezirgân olduğuna karar verildi ama kalan iki Çerkes köyünden birine gittiği anlaşılıyordu artık. Çerkes olduğundan kuşkulandılar biraz ve hatta Çerkesce alçak sesle tanıyıp tanımadıklarını sordular birbirlerine ama nafile, tanıyanı benzeteni çıkmadı. Mavi gözlü ve sarışındı öyle olmasa bir Arap şeyhi idi kesin ama o köyde ne işi vardı. Otobüs köyün son yokuşunu gürültülü dumanlar içinde tırmanıp yorgun homurtularla cami meydanına durduğunda, otobüsü karşılayanların ve yolcuların hayret dolu bakışları arasında kimseye hiçbir şey sormadan, nereye gittiğinden emin adımlarla meydanı terk etti ve köy meydanındaki herkesi meraklı bir sessizlikle baş başa bırakıp Dolethan’ın kapısını çaldı.

Kapının açılmasından birkaç saniye sonra Dolethan 80 yaşından sonra tekrar görmeye başlayan gözleriyle, hatırlamaya çalıştığı örneklere uygun iğne oyası perde örmeyi bırakmaya hiç niyeti olmadan xhet a? diye bağırdı içerden ama gelen, kapıyı açıp girmek istemedi ve kapıyı bir kez daha çaldı. Gel içeri sözüne uymadığına göre bir Çingen’edir diye ve ağzında biriktirdiği azar ve küfürlerle iğne ve iplikten kurtardığı parmaklarının yardımıyla kapıya yöneldi. Gördüğü resim karşısında ne sitem edebildi ve ne küfür. Şaşkınlığının geçmesi için geçen birkaç saniye yetmedi, azarlamak hiç aklına gelmedi ve bir ses duymak istedi. Sesi duyduğu andan birkaç saniye sonra, avaz avaz yayılan sevinç çığlığı gırtlağından sökün edip köyün bütün bacalarını yalayarak ulaştığı büyük korudan yankılandığı an, meydanda donmuş kalmış ahaliden bir ihtiyar; Aslandır, dedi bu, Dolethan’ın kardeşi. Elli yıl önce dedi bir diğeri, Askere gitmişti. Kalabalığın büyük bir kısmı iki ihtiyarın peşine takılıp o tarafa yöneldi.

Ayşet nınej koluna taktığı Laşaph ile aylardır görmediği torununu karşılamaya çıkmıştı ama duyduğu yeni haberle Dolethan’ın evine doğru yönünü çevirdi. Naho nınej, komşusu Suret ile seğirtip koştu. Gelen her kimse, köye günlerce konuşulacak bir mesel çıkartıp gelmişti.

Birbirlerine sarılabilmek için belki de elli yıl beklemiş bu iki ihtiyar kardeşin gözyaşları birbirine karıştığı an evin önüne toplanmış kadın erkek bütün ihtiyarların döktüğü gözyaşlarının sadece sevinçle ilgili olmadığını anlayabilmiş değildi. Belki de yitip gitmiş ve bir daha hiç geri dönmemiş kardeşlerin kocaların ve çocukların hüznüydü yüreklerine çöken ve unutup gittikleri acıların hatırlanması metanetlerini altüst etmişti. Naho nınej yinede metanetini koruyabilenlerdendi. Torunu Aydemir’e büyük horoz ile iki tavuk yakalayıp babasına kestirmesi için talimat verdi, Besleney geline akşama şıps pişirip paste yapmasını, evde ceviz kalmadıysa Laşaph’tan isteyebileceğini ve Şağujlerin semaverini bulup hazırlamasını söyledi.

Çocuklar bu sevinçli matemin şaşkın seyircisiydiler ve onları kale alan yoktu o an. Bir süre sonra bu seyredip durdukları durumdan sıkıldılar. Caminin arkasına gittiler, kiremit parçalarının üst üste konup bir mesafeden bir taşla dizili kiremitlerin vurulup dağıtılmasıyla oynanan Tak oyununa geri döndüler ve oğlak sürüsünün en yaramazı alaca oğlak, palamut ağaçlarının arasından sarkıp Ulu Çeşme’nin tepesinde fark edilene dek gürültülü itirazlarla oyunlarına devam ettiler. Serbest kalsalar peşine takılıp eteğini çekerek eğlenecekleri Mağriplinin, dokunulmaz olduğunu kimseye hiçbir şey sormadan fark ettiler.

Naho nınejın oğlu Sefer bir horoz ve iki tavuğun birden neden kesileceğini anlayamadı. Aydemir, elinde çırpınıp duran iki tavukla kalabalığın arasına gelip babaannesine şikâyet etmek zorunda kaldı. Naho nınej, sende Hamza’ya kestir o zaman deyip kestirip attı.

Beyaz entarili mağripli artık unutup gittiği Türkçeyi pek araya katmadan gelip kendisine sarılanlara Çerkesce-Arapça karışımı bir dilden kelimelerle bir şeyler söylüyor ve belki de pek beklemediği bu ilginin şaşkınlığı ile yanına oturtulduğu ve sol omzuna yaslanmış ablasının başını sağ eliyle okşamaya çalışıyordu. Mağripli ile ilgili bir şeyler bilenler ölüp gitmişti, geçen elli yıl içinde sağ olduğuna dair bir defasında bir haber gelmişti ama bu da kırk yıl önceydi belki ve hiçbir zaman doğrulanmış bir şey değildi. Bütün ailesini yitirmiş kendiside bir çocuk doğurup evlat sahibi olamayınca yapayalnız kalmış güzel Dolathan, öldüğünden emin olmadığı tek bir akrabasının elli yıl önce askere giden ve bir daha dönmeyen kardeşinin haberini sorup öğreneceği hiçbir yer bulamamış, köyde Çerkesler arasında kanıksanmış diğer bütün yitip kaybolmuşlar arasına katıp gitmişti onu da.

Kaldığı süre içerisinde kendisi ile oturup konuşmuşların anlattığı şeyler durumu aydınlatmıştı biraz ama bunca zamandır sağ olduğu halde neden çıkıp gelmediği veya haber salmadığı sorularına muhatap olmak korkusu, gerçekleri ne derece söylediği ile ilgili kuşkular yaratıyordu. Şam’da bulunan 4. ordunun bir piyade askeri iken yaralanıp cephede unutulmuş, kendisini tesadüfen bulan bir Suriyeli Çerkes tarafından köyüne götürülüp tedavi edilmişti. Günlerce ateşli bir sancıyla yatıp ilk gözlerini açtığında başında nöbet bekleyen bir kız hayatının akışını değiştirecek ve sağ kalıp ayağa kalkabilirse alıp köyüne götürmeyi hayal ettiği birisi haline dönecekti. Kız kendisini kurtaran Çerkes delikanlının kız kardeşi olarak çıkacaktı karşısına. Ve dağılıp uzaklaşmış birliğini bulması mümkün görünmüyordu artık ve sınırın öbür tarafında kalmıştı her ne olmuşsa.

Orada evlenip çoluk çocuğa karışmış ve daha sonra sınırların açılması ile köyüne geri dönme isteği zamanla pörsümüş işlemeyen posta düzeni herhangi bir haberi göndermesini de imkânsız hale getirmişti. Bir süre sonra düştüğü bu gayrimeşru durumun ordu tarafından nasıl değerlendirilip kendisini hangi safa koyacaklarını bilemez hali onu kıpırdayamaz hale sokmuş, içine düştüğü Çerkes kasabasını bir şans olarak görüp artık kaderine razı olmuştu. Hikâyesi buna benzer bir şeydi.

Yinede bir mahcubiyet içindeydi ve yıllar sonra yüreğini kavurup duran merak harekete geçirmişti onu ve Mumbıç kasabasında defterdarlıkta memur olabilmiş damadının yardımları ile bütün yasal izinlerin alınıp bir Suriye pasaportu ile köye ulaşması sağlanana dek, içi içini yiyen huzursuzlukla geçirmişti ömrünü. Artık ailesi Suriye’deydi ve onları bırakıp gelemezdi ama elli yıl sonra gelip sağ olarak bulduğu yaşlı ve yalnız ablasını oraya götürüp torunları arasında yaşamasını ve ömrünün geri kalan kısmını kendisinin yanında geçirmesini istiyordu.  Ama bunu nasıl becereceğini biliyor değildi henüz, çünkü iki ülke düşman değilse de sorunlu ilişkileri vardı ve gümrükler meşakkatli idi.

Dolathan, yarım yüzyıl sonrada olsa çıkıp gelmiş kardeşinin onu arayıp sormasından gururlanmıştı elbet ama

– Benim gideceğim yer dedi bu saatten sonra, köyün altında şu gördüğün top ağaçların altıdır ama sen ne kadar uzun kalabiliyorsan o kadar uzun kal burada, elli yılın ayrılığı birkaç günde onarılamaz. Birbirimize doymakta o kadar kolay değil.

Tanrı, bir araya gelmişken birbirlerine doymaları için gereken süreyi tanımıştı onlara ama daha fazla değil. Mağriplinin üçüncü kez ertelediği dönüşünün son ikindi vakti Dolethan, evinin mezarlıklara bakan küçük balkonunda Naho nınejin kolları arasına yığılıp kaldığında, Suriyeli yeğenine göndermek istediği iğne oyası perdenin son kuş siluetini tamamlayabilmiş değildi henüz. Mezar çukuruna girip cenazemi toprağa yatıracak kimsem kalmadı demiş ölmeden önce, bari sen dönmeden olsun şu iş. Bunları söylemiş olduğunu doğrulayan kimse yoktu ama Aslan inmiş mezar çukuruna ve onu toprağa bırakan ve cenaze kalabalığı içinde kürekle ilk toprağı atan o olmuş.

Mağriplinin, yedisi çıkana kadar beklediği ve sonra bütün köylüler tarafından cami meydanından sabahın dördünde yolcu edildiği o perşembeden beri bir daha ne sesi çıkmıştı nede haberi. Köylüler yinede tanrıya dua ettiler ve Mağriplinin sağ salim çocuklarına kavuşmasını dilediler. Naho nine ‘’o da ölecek diye ödüm koptu dedi. O nu gömecek bir yer bulurduk elbet ama ailesine haber vermek için bir elli yıl daha nöbet beklemek zorunda kalırsak diye korktum.’’

Önce ilgisizce kulak kabartıp sonra sessiz bir ilgiyle hiç karışmadan dinlediği konuşmanın sonunda Zıbe;

– Birbirimizden haberdar olmamız gezgin cambazlara ve gaipten çıkan mağriplilere kalmış imiş meğer, dedi.
– Sana bir sır vereyim mi diye ekledi Zıbe, O cambazlar Korkuteli’ne de gelirdi ve bende görmüştüm onları ama Mağripli birisine hiçbir zaman rastlamadım.

İlk karşılaşmaları dernekte oldu ama birbirlerini ne zaman fark ettikleri tam bilinmiyor. Fark edişin ilk hali, bir yürek kıpırdaması ile ilgili değil aynı esprilere gülen, benzer espri anlayışlarıydı. Bahar gelip dernek gezileri başladığında büyük kalabalıklar içinden ayrılan küçük bir gurubun içinde buluyorlardı kendilerini ve daha bir kentli esprilerin peş peşe sıralanması dışında ciddi bir şey konuştukları yoktu. Otobüs gezilerinde ortaya çıkmış üçü kız, beş kişiden oluşmuş Akasyalar Grubu, yaptıkları şamata şarkılarla bütün otobüs üzerinde tahakküm kuruyor, hafif kıskançlıkla şarkılarını bozmaya çalışan diğer küçük grupların itirazlarını Akasyalar Açarken şarkısı ile bastırıyordu. Müziğine sadık kalıyorlardı ama sözleri sadece bu iki kelimeden ibaretti. O ve Beşgür’ün hemen o anda çevrede gördükleri herhangi bir şeyi de katarak uydurdukları şarkılar ünlü Çerkes şarkısı hoy horida müziğinde söyleniyor, şarkının nakaratı bütün otobüs içine yayılıp, neredeyse otobüs şoförünün bile ezberlediği bir hit haline dönüyordu. Herkesi eğlendirmek gibi bir dertleri yoktu onların ama herkese de hoş geliyorsa diyecek ne olabilir. Bu curcunaların içinde başlayan kıvılcım gönlünün kaymasına neden olmuştu biraz.

Eski sorunlu ve başka şehirlerde kalmış gönül kaymaları ve mektuplaşmalar artık uzak hatıralarda kalmış gibiydi, düşünüp duracağı ve kendisini düşünecek birisinin olması, hoş olmaz mıydı yani.

Çerkesler arasında var olan ve diğerlerine göre epey özgürce sayılabilecek kaşenlik şakaları ve zeheslerdeki çok hoşlandığı eski mavralar hoş şeylerdi ama o yaşanan yıllar da artık sürdürülebilen şeyler olmaktan uzaktı ve bir araya gelişlerde konuşulan tek şey neredeyse siyasetti. Bu konuşulan siyasi muhabbetlerin içinden mavra çıkmıyor değildi fakat esen sol hava konuyu bir mümin ahlakının tıpkısı haline getirmiş durumdaydı. Aylar boyunca ilgisini saklamaya çalışması sonunda, kendini onun yanında espri yapamaz hale geldiğini hissedince, telaşa kapıldı. Dikkatli gözler O’nun haylaz yaramazlıklarının o kolejli kız çıkıp geldiğinde bir suskunluğa dönüştüğünü kısa sürede fark etti ve soran gözlerle karşılaşmaya başladı. Susuyordu.

Kendi yüreğinde bir kıpırdanma vardı ancak kızdaki rahatlık herhangi bir ilgiye dair en ufak bir ümit beslemesine engel oluyor, çevre içindeki halini bir reddedişe karşı riske edip, test etmekten korkuyordu. Kızda kendini saklıyor olabilirdi ama kim bilebilirdi ki gerçek durumu. Sıkıntılı geçecek aylar boyunca harekete geçmemesini kendi özgüvensizliğine bağlayanlar vardı ve doğruydu. Bu konudaki çekimser hali kendisi içinde sıkıntılı bir durumdu.

Zaman zaman kızlara askıntı olan ve reddedildiğinde hemen başka birilerine askıntı olmayı yöntem haline getiren gençleri hor görmesine rağmen, onların bu rahat ve yüzsüz haline bir yandan da imrenmiyor değildi. Kızların aşklarını itiraf edecekleri bir dönem değildi ve öyle bir durum belki hiçbir zaman olmayacaktı ama keşke öyle olsaydı. Böyle bir durum belki bazı sıkıntılara neden olabilirdi ama ne iyi olurdu onun için.

Hayır- hayır- evet.

Bütün yapacağı, kendisini ifşa edecek kızlardan bir tanesine ‘olabilir belki’ deyip, karşı tarafı o gece mutluluktan uyutmamak. Tanrı bu özgürlüğü erkeklere verebilmiş değildi henüz. Diğer yandan kızların bu konuda irade koyması bir toplumsal tabu olduğundan, kendisini beğenen birisinin çıkmasını bekleyip durmakta kolay bir şey değildi elbet ama yine de ret hakkını tanrının onlara verdiği o yıllar, onu reddedilme ürküntüsü içinde kıvrandırıyordu ve bu durumu paylaşacağı bir Allahın kulu da yoktu. Bu durum, reddedilme korkusu yanında bazı konulardaki ketum duruşuyla da ilgili idi. Diğer yandan kızın tek görüşebildikleri dernek ortamına nadir geliyor olması, zaten meselenin kendiliğinden uzamasına neden oluyor, işi oluruna bırakmak onun miskin ataletsizliğine uygun düşüyordu.

Durumu ilk fark edenlerden Feryal, duruma razı olmadı ve kendince iki nedeni vardı. Kızı tanıyor ve Çerkes meselesinin uzağında bir burjuva kızı olarak değerlendiriyor, O nu kendilerinden uzaklaştıracağı kaygısını taşıyordu. Kolej kültürü ile yetişmiş Çerkeslikten uzak büyütülmüştü ve bir devrimci olarak aralarına katılması çok zordu. Halbuki kendiside kolejli idi ve bu hatırlatıldığında kendisini aynı kefeye koymuyor, ben başkayım demeye getiriyordu. Hemen her konuda tartışıp çekiştikleri, zaman zaman küsüştükleri halde birbirlerini seviyor ve değer veriyorlardı. Feryal dernek çevrelerinde gördükleri en değerli ve en eğitimli kızlardan biriydi ve üstelik kendiside farkındaydı bu durumun. Diğer taraftan sanki kız kabul etmişte, iş düşünmeye kalmış gibi bir muhabbet yapmak istemiyordu Feryal’le. Zaten konuşan o değildi, her şeyi sorguladığı gibi onu da öbürü didikliyordu durmadan. Erkekler ise konuyu açmaya çekiniyor, sessizlikle, erkeklere ait bir kapalılıkta seyrediyorlardı durumu.

Açıkçası onun burjuva kültüründe olup olmaması pek umurunda değildi, kendi kültürü neydi? Proleter kültür mü?  İşçilerin gizli bir örgüt kurarak iktidarı silahla ele geçirmesi ve artık işleyemez hale gelmiş üretim düzenini hale yola koyma iddiasını anlayabiliyordu ama insanlığın hiç olmasa beş bin yıldır biriktire geldiği kültür denen şey nasıl olacakta değişip yeni bir hal alacaktı. Eşitlik, paylaşmak gibi kavramlar o gün ortaya çıkmış şeyler gibi gelmiyordu ona ve sosyalizmin müziği değişik bir şey mi olacaktı. Hadi o biraz değişebilirdi geçici olarak, ya dil? Feodal geleneklere bağlı babalarımız ve annelerimizle ilişkimizi kesip atacak mıydık yani. Köyden çocuk yaşlarda kopmuş daha iyi bir yaşam özlemleri olan birisiydi ve buna hangi ismi vermek istersen.

Proleter olmak içinde yanıp tutuşmuyordu o kadar, hatta zengin oluverse birdenbire, itirazımı olacaktı yani. Ona göre, varsa eğer derin bir kültür farkı, bu kız açısından çok daha ciddi bir sorun olabilirdi. Ayrıca emekli subay ve halen Çerkesce konuşabilen bir baba ne kadar burjuva olabilirdi. Ortada ne derin kültürel bir fark görünüyordu öyle, ne de uçurum bir zenginlik. Feryal’in bakışında ki eleştiri de, zengin olmaktan çok sol veya dönüşe sıcak bakmayacak bir yabancılaşma meselesiydi. O’na göre ise dönüş uzakta bir şeydi ama sol bir bakış açısına daha şimdiden yakın görüyordu onu, yaptığı espri ve konuşmalar zaten belli ediyordu bunu. Bütün bunlar ara sıra onunla konuştukları ve daha çok kendi düşündüğü şeylerdi ama çokta umurunda değildi. Aşk bunların hiç birini dinlemez. Aşk burjuvaziden de köklü bir şey, proletaryadan da ve ne zaman tanır ne sınıf, ne yoksulluk ne felsefe, üstelikte soylu. Feryal’in itirazları itirazdı sadece, onunda dayattığı bir şey yoktu zaten.

İki mayıs bin dokuz yüz yetmiş yedi günü sabahı, artık Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi olan Ayşe, çalıştığı işyerinin telefonunu bir yerlerden güç bela bulup onu aradı, sağ mısın, başına bir şey gelmedi ya?  İlk defa olmuştu böyle bir şey.

Sağ kaldığına duacıydı ne yalan söylesin ama olağanüstü bir kışkırtmanın getirdiği felaketin şokundan kurtulabilmiş değildi henüz. Sular idaresi terasından Taksim meydanını doldurmuş o müthiş kalabalığa, daha sonraları hiçbir zaman aydınlatılamayacak kişilerce otomatik silahlarla ateş açıldığını bildikleri halde, DİSK ve Dev-genç, tüm Maocu grupları Amerikan ajanlığıyla suçluyor ve kışkırtmayı onların üzerine yıkıyordu o gün. Kırk kişiye yakın ölümün olduğu o kanlı meydan ertesi gün yıkanıp temizlenmişti ama kışkırtma işe yaramış, devrimci gençliği birbirine düşürmeye yetmişti ve gelecek askeri yönetimlerin yakın habercisiydi durum. O tarihten itibaren bütün vapur çıkışları ve köprü girişlerinde otobüsler aranacak gözaltına alınmak için belli okullarda öğrenci olmak kafi gelecekti. Öğrenciler bu duruma çare olarak okul kimliği yerine Nüfus kağıdı taşıyacak, masumiyetlerini kanıtlamak için sahte sigorta kartı gibi şeyler çıkarttırıp, otobüs yerine dolmuş, vapur yerine deniz motorlarını kullanmaya özen göstereceklerdi. Köprü gişelerinde ve Zincirlikuyu gibi merkezi yerlerde, otobüslerden indirilen bütün erkekler yere yüzükoyun yatırılıp aranacak ve şehir içinde sabahları sokağa çıkıp işine gitmek, olası belaları göze alma cesaretiyle mümkün olacaktı artık.

Bu ruh hali içinde patronun odasına gelen ve kendisini arayıp bulan o telefon, bütün kötü düşüncelerin üstünü örtüverdi bir an. Erguvanlar boğazı süslemeye başlamıştı çoktan ve baharın ne terörü dinlediği vardı ne de şehir halkının umutsuz halini. Hayat, bütün umutsuzlukları umuda dönüştürüverir bazen.

Şehir bütün bu olanları hüzünle seyrediyor, geceleri sokaklarda kimselerin olmadığı, sarı ışıklı fersiz fenerleri ve sesini kısmış, suratlarından umutsuzluk süzülen ahalisi ile başına gelecekleri bekliyordu. Geceler, yazıya çıkmış gençliğin elindeydi ve birde onları sokak aralarında kovalayıp duran gri minibüslü sivil polislerin. Çöpçüler sabaha doğru, bütün onlar çekilip gittikten ve silah sesleri yatıştıktan sonra çıkabiliyorlardı sokağa. Kediler ve köpeklerin çöp bidonlarını karıştırmaya yeterince vakti vardı ve çatışmalardan bezmiş şehir halkının görünürdeki tek umudu bu işe asker el koysun diyenlerin dışında, birkaç ay sonra yapılacak olan genel seçim. Umutları ise, gençliğe biraz daha şefkatle yanaşacağını umdukları, Karaoğlan.

Yurtsever kelimesine el koyup kendilerine yakıştıran Maocu gruplar Aydınlık hareketini dışlamış, kendi aralarında tartışıp duruyor, ortak bir platform oluşturmaya çalışıyorlardı. Birleşik cephe umudu ile insanlar, Kartal’dan Tepebaşı’na, sigara dumanı altındaki soğuk salonları dolduruyor, oradan oraya sürüklenip, aslında birbirlerini defterden silmek üzere yapıldığı sonradan anlaşılacak tartışmaları izlemek zorunda kalıyorlardı. Yinede eğlenceli durumlar çıkmıyor değildi, o kadar. Ortak düzenledikleri Tepebaşı’ndaki bir eğlence gecesinde saz şairleri içinden birisi, hemen o günlerde 3 üncü dünyacılar tarafından ortaya atılmış bir tartışmanın türküsünü yazıvermişti hemen.

– Oportünist oportünist dıngı dıngı dıngıdan Üç dünya teorisi, Oportünist dıngı dıngı dıngıdan

Yaydığı ağzıyla, neredeyse söylev gibi türküsüne başladığında bütün salon ayağa kalkmış, Kah-rol-sun / Üç Dün-ya Te-o-ri-si diye sloganlar atmış, yer yerinden oynamıştı. Müzik kalitesi bir yana, hiçbir kafiyeye uymayan sözleri ve hiç kimse için hiç bir şey ifade etmeyen anlamına bu tezahüratlar anlaşılır gibi değildi. Bütün bunlar olurken sahnede bu türküyü söyleyen Aşık Vicdani’nin fermuarı açıktı ve siyah pantolonu içinden çizgi gibi beyaz donu görünüyordu. Fark edenlerden birisi sahneye çıkıp kulağına durumu bütün seyircilerin önünde fısıldamış ve gülüşmelere neden olmuştu. Vicdani bir fısıldayana bir de dönüp seyirciye baktı, hiç bozuntuya vermemiş pozlarda fermuarını çekti.

– Ne yapalım kardaşlar, burjuvazi cırcırları adam gibi yapmıyor.

Büyük alkış aldı ve bu sefer burjuvaziye karşı sloganlar sıralandı peş peşe ve yine alkışlarla, bir türkü isteğinde bulundular şairden.

Alo alo Ankara
Moskova mıdır ora
Bizde satlık bir yurt var
Kim verecek çok para

Alo alo ararım
Bay Kartır’ı sorarım
Bizde satlık bir yurt var
Vaşington mu dur ora

Salonda herkes yine ayaktaydı ve o günlerin ünlü sloganı yeri göğü inletiyordu.

Ne Ameri-ka ne Rus-ya / Ba-ğım-sız De-mok-ra-tik Tür-ki-ye.

Vicdani’nin Partizanlı kardeşi Aşık Emekçi, ağabeyinden çok daha iyiydi sahnede. Güzel bir halk türküsüne uyarladığı içli sazıyla,

– Yaktı beni patron ağa devleti, diyordu hiç olmasa.

O ve arkadaşları durumun seyircisiydiler ve mutsuzluk suratlarından okunuyordu. Üstelik aynı geceye rica üzerine 6 çiftten oluşan bir Kafkas Halk Dansları Grubu götürmek zorunda kalmışlardı ve grup birazdan gösteriye çıkacaktı. Müzisyenler sahnede yerini alır almaz dansçılar, Kah-rol-sun Bur-ju-va Kül-tü-rü sloganları ve protestolarla karşılandı. Davet eden siyasi gurubun bir mahcubiyetle olsa gerek, slogan atanların üzerine yürümesiyle, salonda sandalyelerin uçuştuğu bir arbede başladı. Araya girenler ve sahneye fırlayanlar; iki dişi dökülmüş ve ağzı kan içinde kalmış bir partizan ve baygınlık geçiren bir kız orta sahneye serildiğinde önleyebildi kavgayı. Sahneye çıkanlar arasında o da vardı ve biraz ortalık sakinleşince mikrofondan.

– Bir şey daha var, dedi. Bu danslar burjuva olamaz, olsa olsa feodal kültürdür.

Şaşkın kalabalık feodalizm üzerine bir slogan üretemedi o an ama çeşitli guruplar içinden sataşmalar devam etti bir süre ancak, farklı garmon müziği ve rüzgar gibi sahneye fırlayan dansçıların gösterisiyle salon, bu sefer çılgın tezahüratlarla coştu, alkışlar ve ıslıklar arasında gösteriyi bitirip terk ettiler sahneyi. Terk ediş, o terk ediş, bir daha hiçbir zaman, devrimcilerin gösterilerine katılmayı aklının ucundan geçiren hiç kimse çıkmadı.

O, Çelej, Selo ve Merzey’den oluşan hücre, yeşil gözlü bacı için gerçek bir şansızlıktı. On yıl sonra yıkılıp telef olacak ve ülkeye her zaman ve her şeyde olduğu gibi çok geç ulaşmış bu sol ideolojinin, dört doğal sayılabilecek lider kişiliğine, sıradan sempatizanlara yapılabildiği gibi ezber öğretilmesi o kadar kolay bir şey değildi. Tabi korkaklıkla suçlamak gibi bir koz vardı ellerinde ve içten içe herkesi kemiren bir şeydi bu. Oysaki korkmak gayet insani bir durumdu ve akılla en ilgili olanı. Aslolan hayattır.

Korku ile düşünce özgürlüğü birbirini kollayan ve birbirini tehdit eden iki şeydi ve ideolojinin tahammül edemeyeceği bir şey. Sorgusuz cesaret ve koşulsuz itaat, bunlar bunu istiyorlar galiba diye düşündü. Bu duygular zihninde gidip geliyor ve gereksiz yere korkak damgası yemekten daha da çok korkuyordu. Ayrıca bir Mayıs’taki beklenmeyen genel başarısızlık, Çerkeslere ait olabilecek talepler konusunda bir kıdemli tarafından kendisinden rica edilen ‘Şimdi bu konuları açma, siyasetimiz şovenistlikle suçlanır’ ifşası kafasını daha bir karıştırmıştı. Çok evrensel, insani doğru şeyler her konuşulduğunda ikide bir Çerkesleri ortaya attığı veya tartışmanın şirazesini bozacak zıpçıktılıklar yaptığı yoktu onun ama bu siyasette bulunmasının temel nedeni diğer daha az önemli nedenlerin yanında, esas olarak Çerkeslerin meselesi idi ve konuşulmaya değerdi. Ayrıca, siyaseti oluşturmuş bu ezik köylü topluluğunun ağzına, evrensel insani meseleler pekte yakışıyor sayılmazdı.

Bu yeni düzenlemenin tek iyi tarafı aylardan beri, kaldığı başka bir evden yanlarına sorgusuz sualsiz gelip yerleşen Murat’ın bilinmeyen bir bölgeye gönderilmiş olmasıydı. Beraber kaldıkları aylar boyunca aranan bir illegal intibaı uyandırmıştı ve sigara almak için bile evden dışarı burnunu uzatmaması, işyerinde sekiz saat çalışıp okulda beş saat geçiren ve yorgun argın eve gelmişlerden hizmet beklemesi ve onları geç saatlere kadar uyutmaması çekilir bir şey olmaktan çıkmıştı çoktan. Yinede onu çalıştığı yerden telefonla arayıp para istedi ve buluşmayı casus filmlerindeki esrarlı bir havaya bürümeyi becerdi ama olağanüstü bir acemilikle. Unkapanı köprüsünün tam ortasında buluşacaklardı. Köprünün kalabalık olduğunu duymuştu ama seçtiği köprü yanlış köprüydü ve köprü üzerinde geçen arabalar dışında in cin top oynuyordu. Beni takip ediyorlar hissini uyandıran bir şeyler mırıldandı, sen çabuk kaybol buradan. Takip edilselerdi avlanmaları işten bile değildi, zira tam orta noktadan ayrılıp iki yöne doğru uzaklaşıp bir otobüse binmeleri için hiç kimsenin olmadığı köprüde birer kilometre yürümeleri gerekecekti. Gitmiş olması çok şey değiştirmiş değildi ve gittiği yerde mutsuzdu. Diğerlerinin tahammüllü davranmasının bir nedeni Çerkeslere ait saygılı tahammül etme haliydi ve diğeri ise dediği gibi bir kaçak ise onu kollama içgüdüsü. Yoksa tartışmalar biraz berraklaştıkça, meselelere yaklaşımının pekte derin olmayan hali, yavaş yavaş su yüzüne çıkmıştı zaten.

Diğerleri ile daha az olan yakınlığı onunla çatışıp tartışma görevini yalnızca ona bırakıyor ve aralarındaki sürtüşme belki de bir daha düzelmeyecek bir ayrılık noktasına doğru götürüyordu onları. Yine çevrelerinden çok sevdikleri bir genç kızla flörtle çıkmaya başlayıp tekrar Yıldız’a uğrar hale geldiğinde, ne sokağa çıkma sıkıntısı kalmıştı geriye nede illegalite problemi. Bu durum ise onları, aldatılmış olma hissine sürüklemeye yetip artmıştı bile.

Faşizm ile sosyal-faşizmin eşdeğer bir şey olduğunu ve ikisinin de bizler ve halkımız için aynı derecede tehlikeli olduğunu söylediğinde sordu.

– Nereden bahsediyorsunuz dedi hangi ülkeden?
– Buradan dedi Bacı, Türkiye’den.
– Faşizmi anlarım da dedi o, Merzifonlu köylülerin sosyal-faşizmden çektiği nasıl bir sıkıntı olabilir?
– Farkı yok ki, dedi. Aynı şey, yani olgu olarak.

Daha fazla tartışmayı sürdürmedi. Diğerlerinin de kafaları almamıştı söylenenler ama çok müdahil olmadılar. Prag şehrinde deseydi anlaşılır bir şeydi ve o da durumu böyle anlıyordu zaten ama Behice Boran hanımefendinin bu halka nasıl yapıp da eziyet çektirdiğini anlayamadı bir türlü o gün ve bu günde. Ezberlenmiş şeyleri anlatıp duran bu güzel kadınla daha fazla didişmenin bir anlamı yoktu,

Siyaseti terk etti.

Yüzüne karşı hemen hiçbir şey söylenmeyecek olsa da, korkaklık ve fırsatçılık da dahil benzeri birçok şeyle suçlanacağını hissediyordu. Bütün bunları ve içine düşeceği yalnızlığı çokta hesap etmeden, ayrılma cesaretini göstermişti. Korkularından birini yenmişti en azından. Şimdi eski arkadaşlarının ilişki kurmaya çekindiği, yalnızlaşmış bağımsız bir hayat vardı önünde ve nasıl bir şey olacağını hiç kestiremediği.

Siyasetten ayrılması onu rahatlatmış değildi. Çünkü kirasını Selo ile paylaştıkları ev halen işgal altında ve işgal edenler Çerkeslerden çok diğerleriydi. Toplantıların başka yerde yapılsın isteğini Selo’ya söylemeyi düşündü ama öyle bir mekan bolluğunun olmadığını da biliyordu. Bir keresinde hafif mırıldanır gibide oldu ama değişen bir şey olmadı. Kısa bir süre sonra Selo çıkıp okulu bitirdiğini ve evlenmek üzere olduğunu ve evi yakında bırakacağını bildirdi. Kim diye merak etti herkes ama gelin adayını tanıyan çıkmadı. Evlerinde o zamana kadar misafir kalan ve doğru dürüst hiçbir işi olmayan Merzey ile baş başa kalacaklardı. Selo’nun siyasetle ilişkisini kestiremiyor bir şeyde sormuyordu. Merzey işin içindeydi, bunu belli ediyordu ama birçok eleştiriyle.

Sandığı kadar bir yalnızlığa düşmemişti aslında. Birkaç ay süren soğuk duruşlar dışında eve uğrayan siyaset kıdemlilerinden birisi geri dönmesini istedi, tabi ki yazılı küçük bir özeleştiri talep ederek. Kalabalık bir ahalinin içinde rica minnet benzeri bir mütevazılıkla yapmıştı bunu ama öyle bir özeleştiri kağıdına neler yazılmasını isteyeceklerini tahmin edebiliyordu. İçinde bulunan küçük burjuva ruhu, fırsatçı ve değişimci eğilimleri, disiplin konusunda sekter duruşu, köylüleri hor görüşü, yoğurt ve yumurta gibi lüks yemeklere para harcıyor olması gibi birçok şeyi yazıver canım, ne olacak diyeceklerdi herhalde. Tahmin edebiliyordu çünkü o üst komiteler halkın içindeki güçlerine ve fikirsel düzeylerinin ne olduğuna hiç bakmadan kendilerini politbüro sanıyorlardı o yıllar.

Gülümsedi. ‘’Özeleştiri yapacak birisi varsa dedi o da siyasettir’’.

Bu davranışı bütün geri dönüş umutlarını söndürüverdi karşı tarafın. Onların çekindikleri şey O’nun mühim kabiliyetlerinden çok, diğer Çerkes arkadaşlarında O’nun peşinden gidecekleri ve Çerkesler arasında iyi kötü kurmaya çalıştıkları örgütlenmenin dağılıp gitme ihtimaliydi. Halbuki o ayrılalı beri siyasetle ilgili ne kötü bir şey söylüyor ne de kimseyi ayartma hevesi içinde görünmüyordu. Tekrar soğuk havalar esti aralarında ve dernekteki görevlerini de bir süre sonra bıraktı.

Dernek toplantılarına nadiren gider hale gelmişti. Mitinglere katılıyor üniversite arkadaşları arasında bazı gece yazılarına çıkıyor, cenaze törenlerinde sıradan bağımsız birisi gibi yürüyordu ama ona emredecek kimse yoktu artık ve bu da bir örgütün hiç istemeyeceği bir durum.

Merzey’e ne oluyor diye sordu bir akşam. Anlamazlığa verdi bir süre. Feryal’le bir şey mi var aranızda. Merzey güldü, haberin yok mu senin? Aslında yok, dedi. Senin veya Feryal’in açıklamasını bekledim, yoksa çocuklar bir şeyler söylüyor elbet. Feryal ile aralarındaki soğukluk siyasetten ayrılışından beri seziliyorsa da üstünde fazla durmuyor ama serin davranıyorlardı birbirlerine. Merzey durumun farkındaydı ve idare etmeye çalışıyordu durumu. Sokakta el ele dolaştıklarını gören birileri eleştirmişti onları ve hiçte yadırganmayacak bir ahlak anlayışıyla; ‘diğerlerini tahrik ediyorsunuz’. Bunu bir akşamüstü karşılaşmalarında Feryal söylemişti ona ve sıkıntıları vardı.

Kayseri’de bırakıp geldikleri Napolyon farklı bir siyasetçi olup döndüğünde, Murat ve kıdemli siyasiler artık kendine çekidüzen vermesi gerektiği ve bu sorumsuz yaşam şekliyle aralarında barınamayacağını neredeyse emrettiler ama bunu ne kendileri söyleyebildi nede ona söyletebildiler. Selo’ya Beşiktaş balık pazarı içinde bir yerde söylettiler. Bu aslında kendilerinin kullanacakları bir boş yatak, sofrada fazladan boş bir sandalye, kafa karıştıracak sorulardan kurtulma ve bir tasfiyeden başka bir şey değildi. Yoksa bahsettikleri sorumlu yaşam konusunda kendileri daha iyi bir konumda değildiler. Çalışıp güç bela geçimlerini sağladıkları ücretlerinin nasıl kullanılacağı üzerine nasihatler ediyor ve örgüte daha çok yardım bekliyorlardı. Kirasını ödediği evde, kimin kalıp kimin kalmayacağının kararlarını veremez hale gelmişti.

Diğer yandan belki kendine gelip okulunu bitirmesine bir faydası olacaksa çokta itiraz edeceği bir durum değildi bu durum ve Napolyon çok az görüştüğü bir PDAcı olup çıkmıştı ama kısa bir süre sonra okulu bitirip memleketine döneceğini bir sürpriz olarak kendisinden öğrendiğinde, belki de onun için hayırlısı oldu diye sevindi.

Yaz geçip sonbahar geldiğinde memlekete giden öğrenciler geri dönmüş çevre yeniden kalabalıklaşmış ve yeni yoksul öğrenciler gelip eklenmişti Anadolu’dan. Ayşe koleji çoktan bitirmiş Boğaziçi Üniversitesi’nde ikinci yılına başlamıştı. Dernekte karşılaştıkları bir gün üniversiteye davet etti onu. Cimok’la birlikte bir çıkıp gittiler ve aşiyanın tepesindeki özgürlükler okuluna imrendi biraz. Gerçi akademi de bir Fındıklı yalısı idi ama Cimok’ta çok beğenmişti okulu. Hiçbir şey konuşmadılar ve yine aralarında hiçbir şey yokmuş gibi davrandılar. Bahçe ve orta kantinde geçirdikleri birkaç saatin sonunda Cimok, bir şey yapacaksan yap artık dedi ona.

Daha önce zengince sayılabilecek evlere girip çıktığı vardı ve bunlar o çıkıp geldiği Ankara şehrindeydi genellikle ve Çerkes arkadaşlarının oturduğu bilemedin yüksek bürokrat evleriydi ve zenginliği de o kadar. Suadiye’de Feryallere ilk gittiği akşam gördüğü evin salonu çarpıcıydı ve Ankara’da yaşadığı ve girip çıktığı evlerden daha büyük ve daha özenle döşenmişti. Kızlı erkekli büyük bir kalabalığı ağırlayacak haldeydi ve evde epey kalabalıktı zaten. Feryal onun İstanbul’a geldiği yıl Ankara’ya üniversiteye gitmiş, geçişmişlerdi. Beşiktaş çevresinde hayranlıkla bahsedilen ismini biliyordu ama ilk defa karşılaşmışlardı. Kalabalığın içinde bile, iddialı yöneten zekası ve hiç teslim olmayan dirayeti hemen anlaşılıyordu. Zengin görünen yaşam biçimi, alımlı sayılacak güzelliği ve parlak zekası ile bu köylü Çerkeslerle neden ilgilendiğini anlamakta zorlandı. Ankara’da benzer özelliklere sahip kız arkadaşlar ve ablalar vardı ama onlar, çileli Çerkesler dünyasının dertleri ile ilgili düşünce üretmek veya tartışmak yerine, modern Cumhuriyet kızı görünümleri ile Elbruz hocanın, ekibin başında kimi oynatacağıyla ilgiliydiler daha çok veya eğer öyle değilse, misafir ağırlama konusunda kusursuz Çerkes kızlarıydılar sadece.

O yıl Tıp Fakültesi’ni kazanmış, bir yıl okuduğu Ankara’daki okulu bırakıp, İstanbul’a ailesinin yanına geri dönmüştü. Annesi Abzegh, babası Kabardey’di ve çocukluk yıllarının yaz tatillerinde annesinin Bursa yakınlarındaki köyüne gider orada geçirirdi tatilin bir kısmını. Köylülere aşina hali oradandı. Babası bir zamanlar iyi paralar kazanmış bir işadamıydı ve sonunda kurduğu küçük sanayi şirketi büyümüş, yetersiz sermayesi, yeni ortaklar almak zorunda bırakmıştı onu. Yeni ortakların yönetime hakim olmasıyla ve sermaye büyütmelerle giriştikleri operasyonlar, şirketteki hissesini önemsiz bir hale getirmişti sonunda. Artık küçük hissesi ve yönetici olarak aldığı ücretle üç kızına üniversiteyi bitirtmek ve geçinip gitmek dışında bir iddiası kalmamış gibi görünüyordu ama bu dertlerde az şeyler değildi. Evin ihtişamı ve Feryal’in Üsküdar Amerikan Koleji yılları o eski varidat yıllarına dayanıyordu ve onları dil bilen iyi eğitim görmüş birer dünyalı yapma uğraşının içinde, kızlarına piyano dersleri aldırmak bile vardı. Ailedeki bu sarsılmayı herkes biliyordu ve güzel tarafı bir dedikodu olarak öğrenilmiş değildi, kendileri anlatmışlardı her şeyi. Feryal ve iki kız kardeşi Suadiye’de konforlu bir evde yaşıyor olmak dışında, mütevazı, belki de zar-zor bir hayat sürüyordu ve kolejden arkadaşları bir yana esas sosyal çevreleri Çerkeslerin buluştuğu dernek çevresiydi.

Bu ve benzer sık görüşmeleri sonunda tartışıp birlikte bir şeyler üretebilecekleri bir arkadaşlık başladı aralarında. Beşgür’ün de dahil olduğu dernek çevresindeki tiyatro-gösteri benzeri, içinde bulundukları çalışmalar, arkadaşlıklarını pekiştirecekti ama her zaman çatışma ve küsüşmeleri de barındırarak. Bu çatışmalar zihinsel fikir ayrılıkları olmaktan çok, onun disiplinsiz miskinliğine, bazen ukalalığına, bazen her şeyi boş veren haline ve diğer yandan Feryal’in her şeye karışan ve her şeyi yönetmeye kalkan tavrı neden oluyordu. Rahat yoktu yani, her an alesta duracaksın. Ama ikisi de birbirlerinin değerini biliyor en kızgın oldukları dönemlerde bile birbirlerini affetmenin bir yolunu buluyorlardı. Onun eski sevgilileri gidip Feryal’e dert yanıyor, Feryal de onu sorgulara çekip sorumsuzlukla suçluyor, dünyasını dar etmeye yetiyordu. İlgi duyduğu yeni bir kız için kendisine hiç sorulmadığı halde olumsuz fikirlerini derinlemesine düşünmeden pat diye söyleyiveriyordu. Poker oynamasına karışıyor, sigara içmesine kızıyordu. Kızmadığı bir şey yoktu vesselam.

Erkek arkadaşları arasında Feryal’e hayranlık besleyen ve gönül koymuş birkaç kişiyi, kendisine yaptıkları itiraflarından biliyordu. Bu konuda yardım isteyen olmamıştı açıkça ama kayıtsızca dinlediği öyle imalara muhatap olmak zorunda kalmıştı. Böyle durumların bizzat kendisini ne kadar rahatsız ettiğini bildiğinden asla karışmak istemiyordu. Yinede Merzey’le sevgili olarak bir gün karşısına çıkmaları şaşırttı onu.

İsa, Shapsugh’un terk edip gittiği evde gördü onu ilk. Yanmayan Vezüv marka kahverengi gaz sobasının başında. Göksunlu bir arkadaşıyla yeşil parkası içinde oturuyordu. O ise Jançat veya Çelej’den bir aydınger almaya gelmişti ama ev sahiplerinden kimse yoktu evde. Bildiği yerleri aradı ve istediğini bulup onlara eyvallah demek için salona döndüğünde üşüyen hallerine üzülüp;
– Bizde kalorifer yanıyor, dedi. İsterseniz bize gelin.

Cevap bile vermediler. Sessizce kalkıp çantalarını aldılar ve peşine düşüp Yıldız’daki eve geldiler ve geliş o geliş. Proje teslim dönemi olduğu için birkaç gün izinliydi. Murat henüz eve gelip yerleşmiş değildi. Akşam Selo geldiğinde Merzey’i tanıyor çıktı ve tezahüratlarla karşıladı. Karaköy yolcu iskelesinde ucuz bulup iki kilo karides getirip gelmişti. Kesekâğıdını açtı;
– Wey sikoşher, dedi. Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?

Büyük çekirgeye benzetenler oldu, tanıyanı çıkmadı.
– Allahın köylüleri, dedi. Buna karides derler ve denizden çıkar.
– Konuşma, dedi Merzey Allah’ın Gürün’lüsü, deniz senin için bir mavi tarla.

Bütün gece haşladı soydu uğraştı, zeytinyağı yoktu evde, üst katta oturan Adanalı öğrenci evinden istedi, süsleyip sofraya getirdi. Sonunda yemeye razı oldular, kimseye beğendiremedi.

Merzey’in cevabını beğenmemişti. Onun ve Beşgür’ün espri anlayışına uymayan değişik hazırcevap bir espri anlayışı vardı ve hiçbir lafın altında kalmaya niyetli görünmüyordu. Çerkes köylerinde yapılan zexeslerden tanıdık gelen bir espri tarzıydı bu ve bir nevi köylü savunması. O gece onlar içerde uzun uzun muhabbet etti, O da, uykudan düşüp bayılana kadar dönem projesini çizdi durdu. Kalıp kalamayacakları ile ilgili hiçbir şey sormadılar ve yere serilen bir yatakta ikisi yan yana uyudular o gece.

Birisi Göksun’dan diğeri Bursa’dan çıkıp buraya geldikleri gibi önce Ankara’ya iş aramaya gitmişlerdi. Dört tanıdık Çerkes öğrencinin birlikte kaldığı Maltepe’deki evde tesadüfen tanışıp, birkaç ay kalmışlar, Mansur’un büyük bir ilaç firmasında üst yönetici olarak çalışan bir tanıdığı ile görüşmek üzere İstanbul’a gelmişlerdi.

‘’Köyde, öğretmen bütün sınıfa okuyup ne olmak istediklerini sordu. Herkes öğretmen, subay polis gibi makul şeyler söylüyordu. Benim ağzımdan hâkim lafı çıktı, sıfır tıraşlı kafama bir şaplak atıp sen dedi bu kafayla, olsan olsan imam olursun. Onun dediği çıktı, bende imam oldum. Sonradan öğretmeni Gönende bir yerde bulup intikamımı aldım. TİP’li olmuştu, hoca dedim ona, öğretmen olup TİP’li olmak kolay, imam olup Maocu olsana sıkıysa.’’

Ne iş yapıyorsun diyenlere anlattığı şey buydu. Bursa’da dernek çevresinde Mürsel’in de aralarında bulunduğu küçük bir sol gurup içindeydi, Mürsel’in geçmişi ve Ankara’dan oraya tayin olmuş bir yüksek hemşire kızın etkisi onu imamlıktan Maoculuğa kadar sürüklemiş, Bursa’da imamlık yaptığı küçük camideki görevinden uzaklaştırılmıştı. Diğer yandan kayıtlı olduğu ama doğru dürüst gitmediği Ticari ilimler Akademisinden de atılmak üzereydi. İlaç mümessilliği için açılmış olan eğitim kursuna Mansur kabul edilmiş ve her gün eğitime katılıyordu. O da farklı rakip sol bir siyasettendi ve Murat’ın canını sıkan bir kâbustu. Mansur’un anlattıklarına bakılırsa, şirket yakında girecek olduğumuz Avrupa Ekonomik Topluluğu şartlarına uyma hazırlığı içindeydi ve aldıkları eğitimin esbabı-mucizesi buydu. Birazda küçümseyerek baktığı bu ‘’ikinci derece emperyalizm kucağının’’ olası tehlikelerini anlatıyordu ama kaygı duymasına hiç gerek yoktu. Çünkü Erbakan Hoca daha şimdiden Onlar ortak biz Pazar diye bayrağı açmış durumdaydı. Ülkede nüfus başına düşen gelir 1000 dolar bile değildi. İthalatı iki milyar doları geçmeyen ülkenin nasıl bir pazar olacağı ile ilgili kafa yoran bir Allah’ın kulu da yoktu.

Merzey dernek çevresinde tanıdık eş dost arasında bir iki işe girerek başladı ve tanıdık bir Çeçen’in ustabaşı olduğu bir rotil fabrikasında muhasebe elemanı olarak iş buldu sonunda. Ondan önce bir ay gibi çalıştığı bir işte çetin bir kış günü Kurtalan ekspresine bindi, Kars’a kadar gidip tencere satmaya uğraştı. Yolcu edileceği gece, O’na ablası tarafından taksitle alınmış ve Yıldızdaki evin tek kışlık takım elbisesi ona giydirilip denenmiş, köşe bucak aranıp Selo’ya ait bir kazak valizine eklenerek hazırlanmıştı. Mansur, tren Yozgat’ı geçtikten hemen sonra göğsüne ve sırtına bir eski gazete sıkıştırmasını öğütlüyor, kulağının donmuş ve kopup pencereye yapışmış olarak uyanmasını istemiyorsa otobüslerde pencere kenarına oturmamasını tavsiye ediyordu. Bütün bunları dinlediğinde kendiside şaşkınlığa uğramış ve ‘’son görüşmemiz olacak anladığım kadarıyla’’ esprisiyle, ilk gireceği dükkân da müşteriye ne diyeceğine dair hiçbir fikri olmadığını ekliyordu. Soğuğun yaktığı kararmış yüzüyle canını kurtarıp bir ay sonra şehre dönebildiğinde, bu işi yapamayacağını bildirmişti iş yerine. Bu yeni işi İstanbul’a yerleşmesi için bir olanak.

Murat uzak bir gecekondu bölgesine sürgüne gönderilmiş, Mansur birkaç ay sonra kursu bitirip Kayseri’ye ilaç mümessili olarak tayin edilmiş ve Selo evlilik hazırlıkları içinde Kızıl toprak’ta kiraladığı evi hazırlamaya başlamıştı. Baş başa kaldıkları evde farklı espri anlayışları ve kendi seçimi olmadığı için gergin başlayan ilişkileri, zaman içinde yumuşayarak, birbirlerini keşfeden bir sürecin sonunda, bütün Çerkes grubu arasında birbirlerine değer verecekleri bir arkadaşlığa doğru bir yol izleyecekti. Onun genel olarak siyasete küskün hali ve arkadaşları ile serin ilişkiler içinde olduğu dönemlerde, bu ilişkiyi sabırla onarıp inşa etmeye esas olarak uğraşan Merzey olacaktı.

O okuldan arkadaşları ile takılıyor, dönem projelerini Osmanbey’de bir sınıf arkadaşının evinde çiziyor, ara verdiği yoğun siyasi tartışmaların yerine, yine içine düştüğü mimari ortamda diğerlerinin cılız çizgi ve sınırlı ilgilerinin imkân verdiği ukalalığın tadını çıkartıyordu. Kendisinden pekte emin olmadan arkadaşlarına önerdiği proje çözümleri onların hocaları tarafından kayda değer bulununca önemi ve ağırlığı daha da artıyor, en az üç sınıf arkadaşı O’na danışmadan proje geliştirmiyor, çizmiyor, hatta teslim etmiyordu. Bu öğrenciler arasında hiç Çerkes olan yoktu. Sınıftaki tek Çerkes bir Düzceli idi ama o siyasete dalmış ve zerre anlamadığı mimarlık eğitimini ve umutsuz mezuniyetini devrim sonrasına ertelemiş, ortalıktan yok olup gitmişti. Zengince ve Elmadağ genelevlerinde tek bir kadına tutulmuş ve tutkularını üçü birlikte yatağa girerek dindirmeye çalışan iki arkadaşı, proje günlerinden fırsatlar yaratıp, onu Tarabya’ya balık ve rakıya götürüyorlardı.

Çelej’in, Osmanbey’de çalıştığı mühendislik bürosundan bir iş teklifi aldı. Bir statik büro olmasına rağmen bazı mimari işler geliyordu ve bunlara cevap verecek kıdemli bir mimari öğrenci arıyorlardı. Patronun sadece bir iki saat uğradığı ve neredeyse Çelej’in yönettiği bir yerdi burası.  Zaman sınırlaması olmayan ve bu anlamda öğrenciler için aranıp da bulunamayacak, salaş ve gevşek bir büro idi ve ücrette fena değil.

Dönemin ünlü Hocası Sedad Hakkı Eldem’in projelerine statikçi olarak katılan büroda 3 Çerkes bir Laz öğrenci çalışıyordu ve patron ise daha sonra çok sevip yıllar sonra ortak olacağı eski İTÜ’lü bir Adanalı, Salim ağabey.

Merzey bir akşam geldi ve biz evleneceğiz dedi, ev arıyoruz. Bir yandan sevinmişti ama Feryal’in kendisini uyarıp durduğu kültürel farklılaşmanın, ilerde muhtemel ki problem olacağı bir evlilik olacaktı bu ve aşılması gereken daha şimdiden birçok engel barındırıyordu. Dönemin kültürel iklimi bu tip evliliklere uygundu ama ilerde neler olacağı ile ilgili hiçbir fikri yoktu kimsenin. En yakın arkadaşları da olsa bunları yüzlerine söyleyecek cesareti bulamadı kendinde. Bu konuda tek itiraz ettiği şey Murat’la o çok sevdikleri kızın ilişkisi idi ve bu rahatsızlığını söyleyebildiği tek kişi yinede Merzey’di. Feryale söz etmiş miydi hatırlamıyordu ama zaten Feryal tam tersini savunuyor ve tereddütler gösteren kızı ikna etmeye çalışıyordu. O, ise kıza hiçbir şey söyleyemedi ve hata etti.

Ertesi gün büroda durumu Çelej’e söylediğinde, Laz milletinden İbo bile sevindi ve gelin arabası benden dedi. Babası polis emeklisi bir taksi şoförüydü ve araba 56 model Chevrolet. Kala kala bir ev meselesi kalmıştı çözülecek. Uzun uğraşları sonunda uygun bir ev bulamadılar ama bir çare buldular. O, evi onlara bırakıp başının çaresine bakacaktı. Laz ibo, Memo’nun Reyhanlı çerkesçesini epey bişey sökmüştü, kolay diyordu bu dil, anlamayacak bir şey yok. Bunları söylemesine sebep Memo’nun bir telefon konuşmasıydı. Sahatır onum Ufi’m yı ön. İbo, kiriş çizdiği masadan başını kaldırıp; Saat onda Ufi’nin önünde mi buluşcan oğlum? Diye sordu Memo’ya.

Seni, dedi bekledi… Galiba seviyorum. Tamı tamına böyleydi galiba ve galiba kelimesini kulanmış olması sonradan rahatsız etmişti onu. Bir geri çekilme umudunu içeren, birazda korkak bir ifade şekliydi ve herhalde doğululara özgü bir durum. Ayşe bu ayrıntıyı fark etmiş miydi? Anlayamadı.

– Bu duruma ne dediğini merak ediyorum.

Ayşe şaşkın bir heyecan içinde renk vermemeye çalıştı. Derneğin karşısındaki kötü poğaçalar yapan küçük pastaneye beş dakikalığına çağırıp söylemişti bunları. Provaya hemen dönmesi gerekiyordu kızın.

– Bir düşüneyim, dedi. Neşeli gevezeliği içinde bir şeyler daha eklemişti ama o gün onun aklında kalan cümle şuydu sadece.
– Haftaya Cumartesi vereyim cevabımı.

Altı gün vardı Cumartesi’ye, sıkıntılı bir bekleyiş içinde geçecek 6 gün daha diye düşündü bir an, sonra rahatlamış olduğunu fark etti. O yapacağını yapmıştı bundan sonra yapacak bir şey yoktu artık, kararı karşı taraf verecekti. Olumsuz bir cevap alma endişesini aklına getirmeden heyecanlı bir hafta geçirdi ve o cumartesi Bebek’teki kafe ye belki de yarım saat önce gidip oturdu. Ayşe neşeli bir sevimlilik içinde neredeyse tam vaktinde geldi. İlk yarım saat konu ile ilgisiz şeyler konuşup durdular. Sonunda oluşan sessizliğin içinden ”Evet?” diye sordu.

– Tamam. dedi Ayşe. Olabilir, arkadaşlığımız başlasın ama evlilik gündeme gelmesin hiç.
– Evlilik mi dedi o, peki hiç konuşmayız. Canına minnet.

Sonraları düşündüğünde evlenilecek biri değil eğlenilecek birisin sen mi demek istemişti diye aklından geçirdi. Bundan daha iyi ne olabilirdi Tanrı aşkına. O gün neyi nasıl konuştuklarını hatırlamıyordu. Birkaç saat süren beraberlikleri sonunda Karaköy yolcu iskelesinden yolcu etmek içinden gelmedi, onu Kadıköy’e kadar geçirip Moda dolmuşuna bindirdi. Cebinde kalmış son parayla pahalı Taksim dolmuşlarına binip Yıldız’a eve döndüğünde, rahatlamış bir mutluluğun kucağına teslim etmişti kendini. Hiç kimseye hiç bir şey söylemedi. Onları beraber başka yerlerde gören birileri çıkana kadar kimse hiçbir şey öğrenemedi. O’nun pekte romantik olmayan hali yadırganır bir şeydi bir kentli kız için ve ilerde ilişkilerini nasıl bir çıkmazlara sokacağının ne o farkındaydı nede diğeri.

Yüzde 43 oy almasına rağmen Karaoğlan’ın sol partisi hükümeti kuracak çoğunluğu tutturamamış, seçim öncesi var olan Milliyetçi Cephe Hükümeti kurulmuştu tekrar. Sol cephe açısından büyük bir hayal kırıklığıydı bu ve hükümetin kurulduğu gece Üsküdar meydanında yakılan ateşler karşı yakadan seyrediliyor, Kırım türküleri ve seslendirilen milliyetçi marşlar, karşıda Beşiktaş sahiline çarpıyor, işlediği suçların hesabını vermeye niyetli gözükmeyen ülkücü gençlik, sabahlara kadar çılgınlar gibi eğleniyordu. Denizin bu tarafında, Beşiktaş’ta ise yas. Seçim propagandalarında ne terör konuşulmuştu ne halkın çektiği ıstırap. Mavi gömleği ve hemen arkasında elini tutmuş Rahşan’ı ile halka o gün daha yakın görünen kasketinin altındaki Ecevit, komünist damgası altında eziliyor ve Halaskargazi caddesini çığırtkanlıkla dolaşıp duran hoparlörlü minibüsler halkı Taksim meydanında yapılacak Bayrağımın Altında mitingine çağırıyordu. Bayrak Burada Ecevit Nerede diye bağırıyordu Demirel, Taksim meydanında toplanmış kalabalığa ve ülkücülerin yaptığı aşikar cinayetlerle ilgili gazeteciler sıkıştırdığında, ‘’Bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz’’ diye ekliyordu.

Kışkırtma, öğrencilerin kendi aralarındaki karşılıklı cinayetleri yetersiz bulmuş olacak ki, saygın bilinen öğretim üyeleri, hukukçular ve sendikacılar birer birer pusularda öldürülmeye başlamış, öğrenciler üzerindeki terör nokta hedefler olmaktan çıkıp, üniversite çıkışlarında kalabalıkların otomatik tüfeklerle toplu taranmalarına dönmüştü. Devlet destekli olduğu bütün bir sol ve demokratlar tarafından iddia edilmesine rağmen hiçbir zaman aydınlatılamayacak olan bu cinayetlerin arkasından üniversiteler işgal ediliyor ve toplu cenazeler on binlerin katıldığı ve şehri altüst eden gösteri ve mitinglere dönüyordu. Feryal’in ve Cimok’un dahil olduğu beş kişiden oluşan grup Üsküdar meydanında saldırıya uğrayıp dayak yedikleri ve Cimok’u bir eczanede yaraları sarılırken zor buldukları günler çok gerilerde kalmış, artık çatışmalar dayak ve arbede ile geçiştirilecek boyutu çoktan aşmıştı. Çeşitli olaylarda ve gece afişlerinde yakalanma ve gözaltılar Çerkes gençlerine ulaşmış, Sansaryan Han’ını ziyaret etmişlerin sayısı daha şimdiden yediyi geçmiş, Çelej’in Gayrettepe Siyasi Şube’deki sicili üç çentik görmüş durumdaydı. Örselenmelerinden hiç bahseden yoktu.

Milliyetçi Cephe’nin (MC) önleyemediği saldırılar karşısında halkı biraz daha koruyabilir diye düşünülen Ecevit’in durumu daha da evlere şenlikti.  Demirel’den daha az soyut olmayan sloganlarla;  Ne ezilen ne ezen / İnsanca Hakça bir düzen deyip dolaşıyor, ezilmeye verdiği örnekler arasında domatesin Mersin’de on kuruş ama Ankara’da otuz kuruş olduğunu anlatıp, aracı-tefeciyi kaldırmak üzere devletin işe el koyacağını ilan ediyor, akşam televizyonda Demirel’den cevabını alıyordu. Napçekmiş yani? Devleti, celep mi yapcek.

Terör ve kuyrukları önleme üzerine hiç bir partinin çare gösterdiği yoktu ve belki umudu da. Erbakan Hoca henüz garson devlet kavramını öğrenmiş ve kullanıyor değildi, çıkan kargaşa ortamının ülkeyi nereye sürüklediğini pek kavramışa benzemiyor, destekleyip durduğu hükümeti düşürme tehditleriyle kadayıfın altının kızarmasını bekliyordu. Amerika’dan dönen ortağı Başbakan’ın, Oval Ofis’te masaya yumruk attığı haberi Türk gazetelerinde afişe çıktığında, Hoca akşam televizyona çıkıp, ‘’O, diyordu, Beyaz Saray’da, olsa olsa takla atar.’’

Sürüp giden karmaşa ve siyasi liderler arasında oynanan komedya, Bedri Koraman ve GırGır dergisi için tükenmez ilham kaynağı yaratıyordu yaratmasına ama halk için durum değişikti. Geçim derdini bir yana bırakmış, can derdine düşmüş olan şehir halkı, daha bir yıl öncesine kadar anarşist öğrenciler arasında yaşanan ve kendisinden uzak sandığı silahlı çatışma ve ölüm hissini artık ensesinde hissediyor, umutsuzluğunu sessiz bir çaresizlik içinde, içine gömüyordu. Tokat civarında bir ilçenin kaymakamı çıkan olaylar nedeniyle haftada bir sokağa çıkma yasağı ilan ediyordu nerdeyse. Bu yasak o geceyi sakinleştirme dışında bir işe yaramıyor bir hafta sonra tekrar patlıyordu olaylar.

Olaylardan çekinen valiler, halkın herhangi bir sebeple bir araya gelmesini sağlayan eğlenceleri de yasaklıyor Anadolu ya turneye çıkmış tiyatro ve gösterileri izin vermeyerek önlüyor, satılmış biletleri ile baş başa kalmış organizatörler, sanatçılar ve kendilerini dolandırılmış hisseden müşterilerin elinden zor kurtarıyordu canlarını. Çorum’da Pazar günleri çeşitli meydanlarda düzenlenen kaz dövüşleri de bu yasaklanmış olanlardan biriydi ve ona üzüldüğü bir şey olarak görünmemişti. Ağır aksak meydana doldurulmuş kazların arasında, süserek birbirlerini kaçırmaları gibi görünen dövüşün galibi, toplanmış kalabalığın anlayabileceği bir şey değildi ve hakemler tarafından karar verilerek sonuçlanıyordu çoğu zaman. Oynanan küçük çaplı bahis, itiraz ve itiş kakışlara neden oluyor bazen bıçaklı saldırılarla yaralananlara rastlanıyordu. Destancı Tiko o hafta çan saatin dibinde bu kavganın destanını megafonla okuyor, toplanmış kaz sürüleri geldikleri gibi bütün bir sokağa dışkılarını bırakarak, sersem sepelek kümeslerine dönüyordu.

Dağılıp parçalanmış sol arasında hiçbir koordinasyon yoktu ve intikam cinayetlerinin sınırı taşra parti başkanlarını çoktan geçmiş, milliyetçi partiden milletvekili seçilip bakan olmuş bir işadamına kadar ulaşmıştı. Bir yıl öncesine kadar büyük şehirlerin derdi olan terör artık bir iç savaş halini alıyordu. Alevilerin yaşadığı bölgelerden gelen haberler, ilerde olacak çatışmaların şimdiden habercisiydi ama bunu önlemeye niyetli ne bir devlet vardı ortada, ne de siyasilerin aklı eriyordu duruma.

Şişli meydanında üç kız / biri Çiğdem biri Nergis / vuruldular güpe gündüz / sorarlar bir gün, sorarlar. / sabahın bir sahibi var / sararlar bir gün sararlar.

Sabahın sahibi var mıydı, o kadarda anlaşılamadı ama bu üç güzel masum kız yinede şanslı sayılırdı. Ruhi Su hiç olmasa, cenazelerinde on binlerin birlikte ve gözyaşları içinde söylediği, çok içli bir türkü yazmıştı onlar için. O kadar çok kız ölüp gitti ki sonraki yıllar, o kadar çok şairimiz olmadı hiçbir zaman.

2. MC Hükümeti çok fazla dayanamadı, Demirel’in partisinden istifa eden ‘’11 namuslu’’ milletvekili içinden on tanesinin bakan olduğu Ecevit başkanlığında bir hükümet kurulduğunda, gazeteci Abdi İpekçi’nin Nişantaşı’nda bir ülkücü tarafından vurulmasına daha bir yıldan fazla zaman vardı. Daha sonra açılacak davalarda yolsuzluklardan, cumhuriyet tarihinin 36 yıl gibi en büyük cezasını alacak yegane iki bakanı, bu 11 namusludan ikisiydi.

İçişleri Bakanlığı’na getirilen eski bir orgeneral terör karşısında çaresiz kalıp istifa ettiğinde, yerine geçmeye parti ileri gelenleri içinden kimse bulunamamış, işe talip olan bir taşralı vekil, ikinci sınıf bir artist eskisi ile Yıldız yokuşunda bir evde gazeteciler tarafından basılana kadar, birkaç ay bakanlık yapmıştı. Ancak gazeteler, sıkıcı terör haberleri arasında eğlenceli bir şey bulmanın sevinci ile Aynur’un bakana ne kadar saygı duyduğunun hikayesini ve bu derin aşkın yataktaki karşılıklı kabiliyetlerine kadar tüm detaylarını tefrika halinde yayınlayacaklardı, aylarca. Mısır Büyükelçiliği’ni basıp üç gün işgal altında tuttuktan sonra teslim olan 3 Filistinliyi kucaklayıp öpmesiyle ünlenen bakan, Aynur’u da öperek Türk halkının gönlünde taht kurmuş ve partinin ağır topları arasına girmeyi yıllar yılı garanti altına almıştı.

O Cumartesi, sabahın erken saatlerinde Yıldız’dan geçen 124 hat nolu Leyland marka belediye otobüsü, 3 kişiden oluşan heyeti Suadiye’ye gelin almaya götürüyordu. Merzey heyecanını bastıracak esprilerle O’na ve Jançat’e sataşıyor, Jançat ise otobüsün arkasındaki sahanlıkta, sarsıntılardan kendini koruyacak tutamaklara yapışmış altta kalmayacak esprilerle cevap veriyordu. Üçü’ de elden geldiğince temiz giyinmişlerdi fakat dışarıdan bakanların Suadiye’ye gelin almaya giden bir heyet olduğuna inanmaları biraz zordu. O ve Jançat hiç olmasa beyaz gömlek giymişlerdi, damadın gömleği acı kahverengiydi ve eli ayağı düzgün bir ceket alacak parası daha uzun süre olmayacaktı.

Feryal, Laz milletinden İbo’nun 56 model Chevrolet’ini bir gelin arabası olarak reddetmişti. Reddinin sebebi Chevrolet’in modeli değil, bir gelin alma ve nikâh töreninde gerekli ve gelenek olmuş ne varsa her şeyi reddetmiş olmasıyla ilgiliydi. Beşiktaş evlenme dairesinde olacak nikâh törenine ailesinden ve akrabalarından kimsenin gelmesini istememişti ve çağırmadığı insanlar arasında eski kolej arkadaşları da vardı. Merzey ile aralarında bu konuda bir tartışma olup olmadığı bilinmiyordu ama onunda işine gelmiş gibi görünüyordu durum. Yaşlı annesini Bursa’dan ve yoksul akrabalarını çeşitli yerlerden buraya getirmek probleminden kurtarıyordu onu.

Feryal’in derdini anlamak mümkün değildi ve ailesini hüzünlere boğan, imamlıktan atılmış, mesleği belirsiz, tahsili yarım doğru dürüst bir işi hiçbir zaman olmayacak bir yoksulla evlenmeye kalkmak gibi aldığı bu radikal karar zaten yeterince üzücüydü. Birde her türlü törenin onlara ve akrabalara yasaklanıyor olması kimse için anlaşılır gelmiyordu. İki tarafın ailesi kendileri anlasalar dahi, başkalarına bir türlü izah edemeyecekleri bu alışılmadık reddin üzüntüsü içinde kahroluyor, artık yüz yüze konuşamadıkları kızlarına, yeğen kuzen kim varsa araya koyup dilek ve tehditlerini iletiyor bir netice alamıyorlardı. Ne nikâha gelmelerini istiyordu, ne çeyiz ne para yardımı, nede bir şey. Her şeyi kendileri becereceklerdi. Saygı duyduğunu düşündükleri Hâkim büyük kuzeni, çok sevdiği akraba ve arkadaşları araya giriyordu ama nafile.

Bu olabilecek en sade yoksul tören ve kurulan yeni süfli evin, sol ideoloji ile açıklanması mümkün görünmüyordu kimseye. O’nunla aralarının serin olduğu dönemlerdi ve çok bir şey söyleyip azarlayamadılar birbirlerini yoksa muhtemel ki sıkı tartışmalara girerler ve yeni bir küskünlük yaratmanın tadını çıkartırlardı kuşkusuz. O ve birkaç kişinin hissettiği şeyler vardı ama bunları belki de hiç bir zaman hiçbir şekilde konuşmayacaklardı. Gerçi Feryal ve Merzey’in her konudaki açık ve herkesi eleştirmekten çekinmeyen hali, esas meselenin ortaya dökülmesine engel olamazdı ama gün o gün değildi.

Merzey’i seçerken verdiği kararın ne gibi sonuçları olacağını belki baştan bilmiyordu, belki biliyordu veya belki de geçen zaman içinde farkına varmıştı. Aileler arasındaki kültürel ve hiç olmasa geçmişteki varidat farkı muhtemel ki onu da rahatsız etmişti ve aileler arasında bir ilişki olsun istemiyordu. Belki de farkında olamadığı şey evlilikte akrabalığın sadece bir kişiyle sınırlı olmasının mümkün olamadığıydı ve evlilik denilen şeyin bir ailenin diğer bir aile ile akraba oluyor olması. O her şeyi bilmekte büyük iddia sahibi gençlik bu binlerce yıllık meseleyi ya bilmiyordu veya bir devrimle onu da değiştirmek istiyordu kim bilir.  O gün geleneklerden bahsederek onların karşısına çıkmak baştan reddedilmeyi göze almakla mümkündü ve arkadaşlarından kimse çıkmadı karşılarına. Bu içine düşülen konuda elbette adil olmak düşerdi Feryal’e ve o da adaleti kendi ailesini de defterden silip sanki önemsizleştirerek sağlamaya çalışıyordu. Eh o kadarda adildi elbet.

Jançat, ailenin diğer damat adayıydı ama onda aileler açısından bir sorun yoktu. Ankara’da yaşayan geçimini sağlayabilen bir ailesi ve Çerkesler içinde cömertliğiyle ünlü bir amcası vardı. Amca’nın başkanlığında geleneklere uygun bir şekilde İstanbul’a gelen ailesi ile aileler tanışmış ve söz kesmişlerdi. Oğlan ile kız hemen aynı dönemlerde okulu bitirip biri mimar diğeri iktisatçı olacaktı ve eski geleneklerin sorgulayacağı herhangi bir kusur söz konusu değildi. Bağdat Caddesinde indiler ve yürüyerek eve kadar yürüyerek gittiler. Geniş girişte karşılandıkları andan itibaren evi bilen damat adayları arkalara bir yerlere kaçıp kaybolmuş, O’nu salona itekleyivermişlerdi. O, hiçbir zaman zihninden silip atamayacağı, sıkıntı içinde geçmiş o bir saatin sonunda çıkıp Jançat’ı azarlamış, iki taksi tutması talimatını vermişti. Feryal’e de sorma demişti istemiyorsa otobüsle gelsin.

Salonun uzak bir köşesinde Anneanne, bir yaşlı kadın ve Feryal’in babası oturuyordu. Feryal’in babası ayağa kalkıp karşıladı onu, diğerleri de doğrulmaya çalıştılar. Kadınların elini öptükten sonra işaret edilen yere ilişti. Yaşlı kadınlardan birisi damat bumu dedi, Baba kurtardı. Bu arkadaşları dedi ikisinin de arkadaşı. Ha öylemi dedi, anneanne ‘’gel bakiyim buraya, bu nasıl adet bu dedi bu ne kepazelik, benim en kıymetli torunumun nikâh töreninden beni, annesini, babasını mahrum etmek. Ben dedi oğluma dört gün dört gece düğün yaptım. Dört gün dört gece düğün yaptığı oğlunun ilerde başına ne dertler açacağının hiç farkında olmadan tesadüfen bulduğu muhatabı azarlamaya girişti. Baba, derin hüznünü bir kenara bırakıp, onu anneannenin şerrinden korumaya çalışmış üst üste yaptığı birkaç müdahalenin sonunda onu susturmayı başarmıştı ama bu sefer salonda bulunan herkes için sıkıntılı sessiz bir bekleyiş başlamıştı.

Kader değil de nedir bu diye düşündü. Her şeye sıfırdan başlayacakları yoksul bir hayat yahut öyle istediklerini sanıyorlar. Uğraşıp ettiğim şeylerin bir kıymeti harbiyesi kaldı mı şimdi. Zengin birisi olsun diye bir derdim olmadı hiçbir zaman. Ama bizim eski kuşağın çektikleri ile aynı şartlarda mı başlamalıydı hayat. Jançat gibi eğitimi mesleği denk birisi olsaydı ne itiraz edecektim ve itiraz ettiğim şeyler oldu da ne oldu sanki ve bu ne talihsizlik. Kabardey bile değil üstelik Abaza. Üsküdar Amerikan Kolejini bitirmiş yakında Doktor olacak kızın kimle evlendi diye sorduklarında, İmam damadı ben kime nasıl izah edeceğim şimdi. Hadi ben geçiştiririm bir şekilde, ömrümün geri kalanı için yeterince hüznüm var ben onunla oyalanır dururum ve ne kadar kaldı ki ömrüm. Peki, o nasıl yapıp ta ömür boyu kime izah edip duracak. Etmek zorunda kalacak çünkü insanlar sorar, bıkmadan usanmadan sorar. Bu her şeyi bilen cahil kafasıyla şimdi farkında olmadığı şey, başına nasıl belalar açacak ilerde ve ezilip saklayıp kemirmeyecek mi yüreğini? Tanrım yinede iyiliklerini esirgeme ondan ve tanrım çekeceğim ne çok çile varmış. Şu karşımda oturan çocuğu korumaya çalışıyorum kayınvalide den ve şu anda yüreğime inmediğine şükretmeleri gerekirken, bana verdiğin şu göreve bak.

Sessizliğin içinden Feryal’in annesi O’na seslenmiş, içeri çağırıp canını kurtarmıştı.

Tesadüf o ki, Feryal’in istediğine yakın araçlardı çağrılan iki taksi. Taksi bulamayan Jançat, biri 52 model Desoto ve diğeri Creysler iki dolmuş cevirmiş kapıda bekliyordu. Yinede şans geline yardımcı olmuş, tam istediği gibi olmasa da kamu sayılacak iki araçla gitmişlerdi nikâha. O Feryal’in, Jançat ise Merzey’in nikâh şahidi oldular ve bütün direnişlere rağmen elli kişiyi aşkın arkadaş gurubu nikâh törenine geldi ve esas şamata akşama dernekte olacaktı.

Kuşha Sami’nin garmonu ve Lakay’ın kemanı ve Ömer’in mandolininden oluşan müzik grubuna sırayla Beşgür de dâhil birkaç kişi davul çalarak eşlik ediyordu.  Müzik gurubu bütün gece çaldıkları Çerkes müziklerinin sonunda, dönemin popüler şarkılarının ve sol türkülerin korolar halinde söylenmesine eşlik etmiş, ter içinde kalmıştı. Napolyon yaşlı ve tecrübeli bir thamadeyi aratmayacak bir ustalıkla, içinde eski tanrılara ait dua ve dilekleri de içeren bir khaho yapmıştı. Yaptığı bu eski khahonun içine yerleştirilmiş Rosa Lüxemburg’tan alıntılar yinede birkaç kişinin gözünden kaçmamış ‘’hoop oda nerden çıktı’’ sataşmalarına fırsat vermeden ve engellemeleri durup arada cevaplar yetiştirerek bitirebilmeyi başarmıştı zar zor.

‘’Güzel kız kardeşlerim, değerli kardeşlerim. Bu gün bizim için mutlu bir gün. Bu gün beraber ekmek yediğimiz birlikte su içtiğimiz çok değerli iki arkadaşımızın yeni bir hayata atıldığı bir gün. Adigelerde her yeni bir evlilik ve her yeni doğan bebek tanrının insanlığa yeni bir armağanı olarak kabul edilir. Tanrı bu gece bu yeni armağanı sunuyor bize, dua etmemiz gerekir.  Bir Abaza’ya gelin vermiş olmak biraz biz kaberdeyleri üzmüyor değil tabi ama bu bizim ilk kusurumuz da sayılmaz, biliyorsunuz Çar’a vermiştik ve Osmanlı sarayına da. Merzey kardeşim bu verdiğim örneklere bakıp böbürlenmesin sakın. Sıradan mujiklerede kız verdik biz. Diğer yandan, babam duymasın ama Abazaları kendimizden ayırdığımız da yok.’’

‘’Ayrılıkçı provokatör’’ diye bağırıp sataşanlara gülümseyerek baktı sadece, cevap vermeye değer görmedi.

‘’İnsanlık iyiliğin peşinde koşar durur, onun peşini bırakmaz. Uğradığı ve uğrayacağı her türlü felakete rağmen şaşmaz bir iradeyle peşinde olduğu tek şey daha iyi bir hayat, kendisi ve diğerleri için. Tanrı bu yeni evliliği kendi gelecekleri için mutlu kılsın ve biz Çerkeslerin geleceği için de bir umut ışığı olsun’’ gibi kimsenin hatırlamadığı şeyler söylemişti yarı Türkçe yarı Kabardeyce ve Çerkesçe duasına geçmişti ‘’Tanrım, Tavuk gibi mırıldanan, koyun gibi yumuşak huylu, köpek gibi doğurgan bir gelin olsun ……’’ noktasına geldiğinde kızlar tarafından protestolarla alaşağı edilmeye çalışılmış, Napolyon ise kendini, katıldığımdan değil diye savunmuş, siz istediniz diye ekleyip, Rosa’dan bir iki cümle söylemeye girişmişti. Bu sefer erkeklerin protesto ve sataşmalarına muhatap olmuş, ortalık curcunaya dönmüştü. Yinede gürültünün içinden duyulan bütün devrimci yüreğimle kutluyorum son cümlesi alkışlarla sahneden inmesini sağlayacaktı.

Hayatı boyunca hiç oynamamış ve bildiği doğru dürüst tek bir şarkı olmayan Merzey, bütün kızlarla ve sırayla hiç olmasa kafe oynamak zorunda bırakılmıştı o gece ve elinden tutulup sürüklendiği koroda kıpırdatmaya çalıştığı dudaklarıyla bir nevi playback yaparak vaziyeti idare etmiş, herkesi güldürmüştü. Beyaz sade bir elbise giymiş olan Feryal şaşkın bir sevimlilikle hiçte Çerkes gelinlere benzeyen bir ağırbaşlılıkta durmuyor, dolaşıp durduğu masalarda kendisine takılanlara altta kalmayan cevaplar verip kahkahalar atıyor, geri kalan zamanını dans pistinde geçiriyordu.

O gece Zıbe de dâhil dans konusunda ne kadar beceriksiz varsa çeçen oynamaya girişip ‘’kafe’’ye duruyor, olağanüstü şaşkınlıkları, müzikle ilgisiz acemi yürüyüşleri, kızları ortada bırakıp olmadık köşelerde debelenmeleri seyredenleri yerlere yatırıyor, onların açığını güzel oyunu ile Dumenıj dolduruyordu. Yinede Cimok’u sahneye çıkartma cesareti gösteren kimse çıkmadı. Çelej’in ustalıkla yönettiği renkli karmaşayı, Lakay ve Beşgür’ün bariton sesleri bastırıyor, Kuşha, her ikisinin ayrı ayrı solo yapması için müziği kesip yavaşlatarak yol veriyor, ustalığının tadını çıkartıyordu. İçki yoktu, bir arkadaş gurubunun üstlendiği Pasta, kuruyemiş ve çerezi kızlar servis yapıyor, onları ise, neredeyse on karış boyu çöp gibi vücudu ve on bir numara miyop gözlükleri ile Fehmi, gerekli her türlü aksiliği yaparak talimatlarla yönetiyordu. Karaköy yolcu iskelesinden bir Rus yolcu gemisine sızarak pasaportsuz kaçıp zar zor ulaştığı Nalçik şehrinde tam on iki yıl sonra karşılarına çıkana kadar, Fehmi’yle o akşam son görüşmeleri olacağını bilen, bir Allahın kulu yoktu.

Yine otobüslere binip genç evlileri, kalabalık bir gurupla Yıldız’daki eve götürüp bıraktıklarında saat sabahın üçüydü ve O, İstanbul’a geldiğinden beri ilk defa, kendisine ait bir odasının artık olmadığını o zaman anladı. Zıbe, bizde kalırsın dedi bu gece, yarına Allah kerim.

Gözlük Fehmi’nin, ülkeyi ‘’Nazım gibi’’ sessizce terk edip Kabardey’e döndüğü o yıl, Orhan Bey’de kayboldu ortalıktan. Ne eyvallah dedi kimseye, ne kimsenin nereye gittiğinden haberi oldu. Uzun bir zaman sonra gelen haberle, bir süre Ankara’da kalıp tutunmaya çalıştığını, sonunda oraya da dayanamayıp, Mecitözü’nün Danun köyüne baba ocağına gidip sığındığını öğrendiler. Saint Michel’de bohem takılmış entelektüel sayılacak bir gezginin, geri çekile çekile kıraç bir Anadolu köyüne sığınmış olması o gün onların anlayabileceği bir durum değildi. Belki bu gün bile.

Dernekte ÇRT gösterisini yaptıklarında tanıştılar ilk, gelip kutlamıştı O’nu, Feryali ve Beşgür’ü tek tek. O gece kutlayanları çoktu ama onun sözleri akılda kalıcıydı. Bütün dikkatleri iyi aydınlattığınız bir küçük çerçeveye sığdırmanız ustaca olmuş, işi uzatıp seyirciyi sıkmadınız tam tadında bıraktınız ve esprilerinizde hiç fena değil. Boyu yedi karışı geçmeyecek kadar kısa, 50 kiloyu bulmayan ağırlığı, ipek fuları ve şık giyimi ve uzatarak kurduğu cümleleriyle yaptığı kutlama, uzaktan tanıdığı ve hakkında dedikodular duyduğu bu efemine tipli Parisli ile tanışma fırsatı yaratmıştı. Diğer yandan başkanın hiç hoşuna gitmeyen gösteri bu ikinci başkan tarafından beğenilmişti.

Çorumlu bir Çerkes köylüsü olduğunu bilmeseniz, yeni gerçekçi İtalyan sineması üzerine irdelemeler yapan bunalımlı bir Fransız sinema eleştirmeni sanırdınız. Bir paragraf kadar uzun ve virgülsüz cümleleriyle karşı karşıya kalmak bile başlı başına bir sorundu ve onu anlayabilmek, birinci başkanın neredeyse bir yüzyılını alacak gibi görünüyordu. Tanrı’nın, onları neden bir araya getirdiği anlaşılır gibi değil. Başkan kadar olmasa bile O’nun açısından da durum hiç kolay değildi. Güzel sanatlarda devam ettiği ve nereye kadar vardırdığı bilinmeyen bir eğitimin ardından Paris’e gidip yerleşmiş ve o zamanlar, yitip gitmekte olan Wubıh dili ile ilgili çalışmaları nedeniyle, Çerkesler arasında hiç okunmadan efsane haline gelmiş Prof. Georges Dümezil ile tanışıp ona asistan olmuştu.

Bu asistanlığı, üniversitede bir görevle mi ilgili bilinmiyordu ama onlara gösterdiği fotoğraf albümünde papyonlu bir şekilde Hoca ile çekilmiş birkaç siyah beyaz fotoğrafı vardı. İlişkilerinin bir resmi görev mi yoksa amatör bir yardım mı olduğu konusunda kendisi bir şey anlatmıyor, ilişkinin nasıl ve ne zaman sonuçlandığı bilinmiyordu. Fakat Paris’te takılmış eski Türk sanatçılara benzer bohemlikte bir hayat yaşadığı ve varoluşçu sohbetlerde kıyısından da olsa dolaşmış olduğu anlaşılıyordu. Dönemin siyasi iklimi ve yelpazesi içinde konumlandıracağın bir yer yoktu. Öyle olsa rahat edecekti, ama karmaşık konuşma hali ve kendini ele vermeyen entelektüel gevezeliğinden ne solcu olduğu anlaşılıyordu ne de başka bir şey. Bütün bunlara rağmen o dönem O ve genç gruba yanaşıyor ve onların peşinde, onların bir şeyler becermesini ister hali ilişkilerini geliştiriyor ve O’da bunaltıcı konuşmalarına kafa yorup anlamaya çalışıyordu.

Yıldızdaki eve gelip gitmeye başladı. Üçüncü Levent’te kirada oturduğu tek katlı küçük sobalı eve davet etti birkaç kez. Tabi onun ziyaret etmesi veya evine ziyarete gitmek sabahlamayı baştan göze almakla mümkündü. Bu cesareti topladıkları bir akşam O, Napolyon, Beşgür ve Cimok ziyaretine gittiler. Evin ısıtılan küçük salonu bir bekâr evi düzensizliğindeydi ve Suriyeli Çerkes bir pansiyoneri vardı. Dernekte ara sıra gördükleri bu sessiz Suriyeli burada kalıyormuş demek, diye şaşırdılar. O gece veda etme isteğiyle bulundukları beş girişim başarısız olmuş sabahı etmişlerdi. Bütün bu on saat boyunca O, Cimok ve Beşgür doğru dürüst birer cümle bile kuramamış; ama, neden, fakat gibi birkaç kelime çıkabilmişti ağızlarından. Napolyon ne yapıp edip bir otuz cümle ile girmişti muhabbete ama Suriyeli devrilip uykuya dalmıştı çoktan. Anlattığını güzel anlattığından veya sohbetin derinliğinden çok, fırsat vermez gevezeliği dinlemek zorunda bırakmıştı onları.

Yinede onları etkilemişti. A3 boyutunda aydınger sayfalarına çini mürekkebi ile çizdiği ve o haliyle ciltlettiği çizgi roman dev boyutlarda bir kitaptı ve Fransızca yazılmıştı. Nikson, Mao ve Brejnev’in çocukluk arkadaşı olduğu bir dünyanın çizgi romanıydı. O gün dünyayı yöneten ve her söyledikleri yeni bir bölgesel savaşa neden olan, eğer o olmuyorsa, doların ve petrol fiyatlarının her an değişmesine neden olan bu üç İmparatorun, o yaşlarda bir araya getirilmiş olması başlı başına parlak bir fikirdi.  İlişki ve çelişkileriyle oyun oynayıp çocukluk yapacakları bu fantastik dünya, içinden olmadık esprilerin çıkacağı aşikâr bir bakış açısıydı.

Büyük gazetelerin ön sayfa karikatürleri çizen baş ustaları dâhil birkaç kişiye gösterdiğini, ilgilenmediklerini anlatıyor, aslında kıskanıldığını direkt söylemese de ima ediyor, uğraşının devam ettiğini belirtiyordu. Kendilerine rakip olma ihtimali olan ustaları dolaşıp durmasının doğru olmadığını ona söyleyebilecek ne halleri vardı ve ne de cesaretleri. Bütün bunlar olsa bile fırsat verip dinleyecek birisi değildi karşılarındaki. Reklam yazarı olarak bir ajansta çalışıyor geçimini o şekilde sağlamaya çalışıyordu ama mühim bir para kazandığı gibi durum görünmüyordu ortalıkta. Başka bir sosyal hayatı var mıydı, bir kadınla ilişkisi mesela veya iş dünyasındaki sosyal çevresi bilinmiyordu ama Beşgür’ün caz merakını öğrenmiş, ona bir yerlerden bir davetiye ayarlayabiliyordu zaman zaman.

Önerdiği onlarca şeyden, 5 konferans kitap halinde yayınlandı, bir de Afeşij Emin için bir kaset. Dernek içinde Cimok’a yaptırdığı duvar resimleri yeni seçilen bir yönetim tarafından eski Osmanlıların yaptığı gibi badana ile kapatılana kadar duvarları süsledi. Jançat’ın çalıştırdığı gurubun halk danslarını çok fazla Adige bulmuyordu ve yerel oyunlardan derleme bir oyun yazıp uygulatmaya çalıştı. Gerçekleşenler kendi uğraşıp didinmesi ile oldu, ne yardım edeni oldu nede kendisini anlayanı. İhtiyarlar manasız buldular, devrimci gençlik ise önemsiz. Madem Nehar Tüblek’te tutmamıştı onu, Çerkesler niye beğensin.

Kendisi tarafından verilen konferans, yüzlerce istatistiği içeren bilgi dolu bir konuşmaydı ama dinleyiciyi cezp etmeyen ses tonu, araya girip açıklama yaptıkça karmaşıklaştıran konuşma şekli, sonradan kıymeti anlaşılacak çalışmayı çekilmez hale getirmişti. Üç buçuk saat süren ve bütün özerk cumhuriyetlerin siyasi statülerinden demografik yapılarına, bitki örtüsünden çiçek çeşitlerine ve hatta küçükbaş hayvan sayılarına kadar her detayı içeren kesintisiz konferans bittiğinde, buradan sağ çıkarlarsa kurban kesmeye söz vermişlerin sayısı yirmi kişiden fazlaydı. Bağlarbaşı Bağlarbaşı olalı böyle zulüm görmedi dedi Selo yanındakine fısıldayarak. Bütün dinleyiciler aynı duygulara sahiptiler ne yazık ve tebrik kuyruğuna girmiş olanların esas söylemek istedikleri muhtemelen şuydu,‘’hepimizi öldürmeden önce bitirmiş olman ne kadar zarif bir davranış’’.

Ne var ki o gece mutlu olmuştu. O ve Cimok ile birlikte Beşiktaş otobüsünü bekleyip karşıya geçtiler.

Konuşmayı hiç kesmeden Yıldız’da elinden tutup indirmek zorunda kalmışlardı çünkü konuşmanın seyri ile ineceği durakları unutup gidiyordu. Sizi durağa kadar geçirelim deme gafletiyle Levent’e kadar yürümüş olduklarını fark edip müsaade istediler. Durun dedi bende biraz yolcu edeyim sizi. Bu birbirlerini geçirme işi o kadar abartılmış oldu ki sonunda, yorgunluktan uyurgezer vaziyette ve onu artık hiç dinlemiyor halde o yolu dört sefer gidip geldiklerini Cimok hatırlattığında O, Orhan beyin yakasına yapışıp havaya doğru kaldırmış, Ağabey demişti Biz kesinlikle eve gidiyoruz. Saat sabahın üçüydü ve bu kararlı ve kaba bulduğu davranış karşısında peki demişti kekeleyerek uykusuz bıraktım sizi.
Yahu dedi Cimok, haftaya sergim var ilk kişisel sergim, onu bile söylememe fırsat vermedi.

Öğrenciliği boyunca ulusal çapta 4 ödül almış olan Cimok, biriktirdiği ve O’na çok güzel gelen yirmi beş kadar resimle Tünel sanat galerisinde sergi açtığında sevdikleri birkaç ağabeyleri de dahil bütün Çerkesler doluşmuşlardı oraya ve onların arasında büyüyüp olgunlaşan ve Çerkes olduğunu sergi broşürlerine yazdıran ilk ve tek ressam olarak biliyorlardı onu ve bütün arkadaşları için gurur kaynağıydı. Ayşe ile beraber gittiler ve birer kadeh şarap içtiler.

Cimok, Ayşe’yi tezahüratla karşıladı. Tanışıp akademiye resim atölyesini ziyarete O’nun la beraber gitmeye başladıklarından beri bu afacan sevimli kıza ayrı bir özen gösteriyor sanat uğraşını değerlendiriş biçimine önem veriyordu. Beşiktaş’ta köylü-kasabalı arkadaşlarının, resimlerine yaptıkları beğeni ve eleştirilerini kanıksamıştı artık ve içlerindeki en kentli bu zeki kızın değerlendirmeleriydi merak ettiği şey. Testi şarabı ve birazda çerez ikram edilen açılış kokteyli olağanüstü kalabalıktı ama satışlar o kadar iyi olmadı. Kalabalığı oluşturan yoksul Çerkes arkadaşlarıydı. Derli toplu ve bu kadar kalabalık bir ilgi ile bir sergiye gitmiş olmaları belki ilk defa oluyordu.  Böyle bir disiplini edineceklerine dair hiçbir emare yoktu ama Cimok’un onları bir araya getirmiş olması yinede heyecan verici bir şeydi çoğu için ama onların resme verecek paraları yoktu henüz ve ne zaman olacağı da belli değildi. Gelenlerden bir kadın galeriyi tavandaki tonozlara bakarak hamama benzetmiş, sergi için neden böyle bir yerin seçildiğini merak etmişti üstüne vazife olmayarak ve kokteylin hangi köşesinde kiminle durup saklanacağını kestirememişti, bir türlü.  Tesadüfen rastladıkları listedeki resim fiyatlarını inanılmaz bulanlar çoğunluktaydı. Resimler önünde durup ta fikirlerini söyleme cesareti gösterenler arasında hiçbir Çerkes yoktu, onlar genellikle çok beğendik deyip geçiştiriyorlardı durumu.

Sarı Sıcak adını verdiği serginin resimleri bütün o çocukluğunu geçirdiği Amik ovası ve pamuk toplayan ırgatların hikâyesiydi. Sıcak sarı renklerin hâkim olduğu deforme edilmiş ırgatların, ironik bir estetikle resmedilmiş tabloları ve aralarında bir kilim üzerinde kasketlerini arkaya çevirerek namaz kılan köylülerin arkadan bakılarak resmedildiği bir tablo, başkalarının değilse de Feryal ve Ayşe’nin hayranlıkla seyrettiği resimler olmuş ve satın almak istemişlerdi. Cimok’ta biliyordu durumu onlarda. Cimok, sergi süresi bittikten sonra konuşalım dedi. Feryal ilerde ödemek üzere namaz kılanları, Ayşe pamuk işçisi bir küçük kızı ve pamuk tarlaları arasında kaybolmuş yalnız bir marabanın resmini satın almıştı.

Sergi, bir sanat dergisi ile biraz entelektüel bir sayfaya sahip saygın günlük gazetenin sanat sayfasında küçük haberler arasında yer aldığında belki Cimok’tan daha çok sevinmişti. Cimok tereddütleri ile birlikte belki de kendinden emindi ama bu O’nun kestirebildiği bir durum değildi henüz. Açılışa gelenler arasında, ulusal yarışmada birinci olunca geride kalıp mansiyonla yetinince üzülen atölye hocası ve birkaç galeri sahibi ile bir eleştirmen de vardı.

Cimok, yedi resim satıldığını, gizlemeye çalıştığı bir sevinçle müjdelemişti ona. Reyhanlı kasabasından gelip Abdi İpekçinin öldürüleceği yıl, henüz 22 yaşında Galata şehrinde resim satmış olması gizli bir gurur vermişti herkese.

Orhan Bey gelmemişti sergiye. Habersizce İstanbul’u terk edip, kaybolup gittiğini, henüz bilmiyorlardı.

SON