SİYASET EKONOMİSİ, İKTİSAT SİYASET İLİŞKİSİ

Prof. Dr. Ercan Eren

“Economics of politics” veya “political economics” kavramlarını; Türkçe’de “siyaset ekonomisi”, “ekonomi politik”, “politik iktisat” veya “yeni politik iktisat” gibi birbirine yakın içeriklerde kullanıyoruz. Kavram hem çok yeni, hem çok eski. Yeni içeriği eskisinden önemli farklar göstermektedir. Eski içeriği 1615 yılma kadar gitmektedir. İlk defa “siyaset ekonomisi” kavramı, “political economy” kavramı 1615 yılında Fransızlar tarafından kullanılmış, İngiltere’de 1761 yılında ilk defa James Stuaıt tarafından kullanılmış ve daha sonra bütün klasik iktisat, “politik iktisat” kavramını kullanmıştır. Yani 1615’den beri, aşağı yukarı 400 yıldan beri kullanılan bir kavramdır. 1761, kavramın daha yaygın olarak kullanılmasına işaret ediyor. Klasik iktisat; yani Adam Smith, Ricardo, Malthus ve diğerleri siyaset iktisatçısı, political economy veya ekonomi politik iktisatçısı olarak biliniyor yahut da zaten ekonomi kavramı o anlamdadır.

Dolayısıyla 1890’lı yıllardan itibaren iktisat ve politika kavramlarının, iktisat ve siyaset kavramlarının birbirinden ayrıldığını söyleyebiliriz. İktisadın siyaset kavramıyla tekrar birleşmesi Keynes’le birlikte gerçekleşiyor, yani 1936 diyelim. Key-nes’le birlikte, yani “ekonomiye müdahale” kavramıyla ekonomi politikası veya istikrar politikası kavramlarıyla, iktisat ve siyaset kavramları birlikte kullanılmaya başlıyor.

Buradaki ekonomi ve politikanın birleşmesi, daha önce 1890 öncesi yahut da varolan şekliyle Marksizm’i de onun içine katarsak, geleneksel politik iktisat kavramından farklı tabii. Orada politika ve ekonomi aslında birbirini etkileyen kavramlar olarak birlikte; güç ilişkilerini, sınıf ilişkilerini filan içerecek şekilde kullanılıyor. Halbuki Keynes’te “ekonomi politikası” kavramında büyüme için veya “istikrarsızlık varsa, talep sorunlarından dolayı ekonomiye müdahale edilmesi” fikri anlamında “iktisat politikası, ekonomi politikası” kavramı kullanılıyor. Burada ekonomi-po-litika ilişkilerinde aslında dışsal bir ilişki söz konusu; yani politika, siyaset; ekonomide işler yolunda gitmiyorsa, ekonomiye müdahale ediyor.

Matematiksel olarak ifade edersek, ekonomiyi bağımlı değişken, siyaseti bağımsız değişken olarak, fonksiyonel ilişki olarak gösterebiliriz.
Geleneksel anlamda siyaset-ekonomi ilişkilerinde, siyasetin ekonomiye müdahalesinde; yani piyasa ekonomisine müdahalesinde kamu çıkarı anlayışı geçerli. Ekonomiye müdahale edilmesi gerekir, çünkü kamu çıkan için gereklidir. Kamu çıkarı görüşü aşağı yukarı ’70’li yıllara kadar filan hâkim olan bir görüştür. Siyaset ekonomisi kavramıyla birlikte, ekonomi-politika ilişkilerinde dışsallıkların içselleşmesi söz konusudur. Siyaset, iktisat ve siyasetin fonksiyonu; iktisat, siyaset ve iktisadın fonksiyonudur. Birbirini etkiliyor. Bütün değişkenler bağımlı değişken, birbirini etkileyen ilişkiler olduğunu söyleyebiliriz. Bu geleneksel anlamda da böyle, günümüzdeki kullanılan anlamıyla da siyaset ekonomisi, bu şekilde dışsal değişkenlerin içselleşmesi, “siyaset ekonomisi” kavramını kucaklıyor.

Siyaset ekonomisinin günümüzdeki anlamında veya yeni siyaset ekonomisinin ortaya çıkışında; 1940 ve ’50’li yıllardan itibaren bazı gelişmeler, iktisat-siyaset ilişkilerini ele alan gelişmeler, siyaset ekonomisinin özellikle 1990’lı yıllardan itibaren öne çıkmasını ve üzerinde çok fazla çalışılan bir alan olmasını doğuruyor. Bunlar neler? Bunların başında özellikle siyaset-ekonomi ilişkilerinde çok ele alınan, daha doğrusu siyaset kavramlarını ekonomi kavramlarıyla açıklayan kamu tercih analizi, Virginia okulu veya “anayasal iktisat” dediğimiz iktisatçılar gelmektedir. Bunlar siyaset ekonomisinin bir ayağını oluşturuyor, daha doğrusu öncülerini oluşturuyor. Hatta bazen yahut da yakın zamana kadar, siyaset ekonomisi kavramı, daha çok bunlar için kullanılan bir kavram. Yani, kamu tercihi analizi, aynı zamanda “siyaset ekonomisi” olarak literatürde kullanılmaya başlıyor. Ama bizim ele aldığımız, değerlendireceğimiz siyaset ekonomisi kavramında kamu tercihi analizi, siyaset ekonomisinin ortaya çıkmasını sağlayan etkenlerden bir tanesi. Yani, siyaset ekonomisi eşittir kamu tercini analizi olarak değil, ama onun ortaya çıkmasında önemli öncülerden bir tanesi olarak alacağız.

Siyaset ekonomisinin ortaya çıkmasında kamu tercihi analizi yanında -ki, o kamu tercihi analizinin nasıl katkılarda bulunduğunu biraz sonra anlatacağım- bir başka gelişme, “politik konjonktür dalgaları” veya “siyasi konjonktür dalgaları” kavramının ortaya çıkması, analizlerinin ortaya çıkması siyaset ekonomisinin ortaya çıkmasında önemli bir etken. Çünkü burada seçmenlerin, politikacının, bürokratların siyasi davranışlarında iktisat değişkenlerinin önemli olduğunun açıklanması açısından, “siyasi konjonktür dalgaları” kavramı önemli bir kavram. Dolayısıyla özellikle siyasi konjonktür dalgaları ve kamu tercihi analizi siyasi konjonktür dalgalarının ortaya çıkmasında önemli. Kamu tercihi analizi siyaset ekonomisine nasıl bir katkıda bulundu? Buna çok kısa olarak değinmek lazım. Kamu tercihi analizi yanında yine çok kullandığımız bir kavram -ilk önce ondan bahsetmek lazım belki- “kamu ekonomisi” kavramı. Kamu ekonomisi ve kamu tercihi analizi, bunlar aynı kavramlar değil. Hemen hemen iktisatta, iktisat programlarında en önemli derslerden bir tanesi kamu ekonomisi.

Kamu tercihi analizinin ortaya çıkmasıyla kamu ekonomisinin fazla bir ilgisi yok aslında; yani hemen bağlantı kurulabilir, ama öyle çok fazla bir ilgisi yok. Kamu ekonomisi, neoklasik iktisattan ortaya çıkmıştır; vergileri ve harcama politikalarını inceleyen bir alandır. Dolayısıyla kamu ekonomisinin, kamu tercihi analizi ve dolayısıyla siyaset iktisadı üzerine etkisi çok fazla değil aslında. Kamu tercihi analizinde ise, biraz daha önce söylediğimiz gibi, ekonomik kavramların siyaset bilimine uygulanması söz konusudur; “rekabet” kavramı, “maksimizasyon” kavramları temel kavramlar. Siyasette temel kavramlar, politikacılar ve seçmenler; ekonomideki üre-tici-tüketiciler gibi kavramlar. Neoklasik iktisat geleneğinde biz, üreticilerin kâr, tüketicilerin fayda maksimizasyonu çerçevesinde hareket ettiklerini kabul ederiz. Burada da seçmenler ve politikacılar yine maksimizasyon çerçevesinde, politikacı yeniden seçilme ve oy maksimizasyonu çerçevesinde hareket eder, seçmen de fayda maksimizasyonu çerçevesinde hareket eder. Bu arada başka bir değişken, bürokratın da analize katılması söz konusudur. Yani ekonomideki üretici-tüketici devlet ilişkileri kendisini siyaset biliminde, kamu tercihi analizi çerçevesinde politikacı-seçmen-bürokrat ilişkisi çerçevesinde karşılığını bulmaktadır. Bürokrat yeniden seçilmek ister, seçmen bu seçilmeden faydalanmak ister ve bürokrat da bütçesini maksimize etmek ister.
Bildiğiniz gibi, kamu tercihi analizi, aslında 1960’lı yılların başına gidiyor. J. Buchanan ve Tullock (1962, 1965), aşağı yukarı 40 yıllık bir geçmişi var. Bunların, -ekonomik kavramların siyaset bilimine uygulanmasının ötesinde- önemli katkıları söz konusu. Bu kavramlar aynı zamanda siyaset ekonomisinin de önemli kavramlarını oluşturuyor. “Çıkar grupları, lobi, rant arayışı, anayasa, anayasal kısıtlamalar” gibi kavramlar da çok önemli. Bu kavramların ortaya çıkmasında, bunların analizinde önemli bir yer tutuyor. Tabii bunun dışında, bunların geliştirdiği başka kavramlar var. Bu çerçevede, kamu tercihi analizi çerçevesinde politik ekonomi, siyaset ekonomisi -genellikle demokratik hükümetlerin doğası ve ikilemleri üzerine-, çoğunluk oylama kuralları üzerine, klüp malları, yerellik, yerel politika, temsili demokrasi ve onunla ilgili sorunları üzerine, bürokrasi üzerine ve ayrıca bunların kısmen siyasal konjonktür dalgaları üzerine; bunların analizlerini yürüttüklerini söyleyebiliriz.


Siyaset ve Ekonomi

Siyaset ekonomisi üzerine ikinci bir gelişme, siyasal konjonktür dalgaları analizi. Kamu tercihi analiziyle, siyasal konjonktür dalgaları analizi aslında kısmen birbirinden bağımsız olarak gelişir, yani birlikte değişmiyor; ama daha sonra birlikte ele alınmaya başlamışlardır. İki hatırlatma yaparsak; aslında siyasi konjonktür dalgaları analizi 1940’lara kadar giden bir yaklaşım. 1943’te ilk defa Kalecki tarafından, daha sonra 47’de Ackermann tarafından ortaya atılıyor, yani aşağı yukarı 60 yıllık filan bir geçmişi var; ama siyasi konjonktür dalgalarının popüler olması, gelişmesi aslında ’70’li yıllar; ama zorlarsak, 1943’e, ’47 yıllarına kadar siyasal konjonktür dalgalarını götürmemiz mümkün. Ama daha gerçekçi olan; belki 74-75’li yıllardan başlatmaktır; kavram o yıllardan sonra daha fazla öne çıkmıştır, analiz edilmiştir, tartışılmıştır ve katkılar o yıllardan başlamıştır. Ama Kalecki’de, Ackermann’da bir “siyasal konjonktür dalgası” kavramı vardır.
Bu kavramın da kendi içinde analizler, ilk önce ’70’li yıllardan ’80’li yılların başına kadar daha çok adaptif beklentiler çerçevesinde yürütülmüştür. Çünkü o dönemde daha çok “adaptif beklenti” kavramı önde bir kavramdı, “beklenti” deyince belki daha çok “adaptif beklenti” kavramı anlaşılıyordu. Yani, belki o dönemin ikti-sadındaki hâkim beklenti kavramı da; gerek “neoklasik sentez” dediğimiz Keynesçi iktisatta, gerek parasal iktisatta, “beklenti” deyince adaptif beklentiler akla geliyordu. Dolayısıyla siyasi konjonktür dalgalarında ’70’li yılların literatüründe adaptif beklentiler literatürü söz konusudur. ’80’li yıllardan sonra, günümüze kadar olan yaklaşımda ise, adaptif beklentiler yerine rasyonel beklentiler öne çıkıyor. Bu da yine iktisattaki “rasyonel beklenti” kavramının öne çıkmasıyla, “ana beklenti” kavramının yaygınlaşmasıyla uyumlu bir şey. Son 20 yıldır, siyasi konjonktür dalgaları üzerine yapılan çalışmaların hemen hemen hepsi rasyonel beklentiler üzerine yapılmıştır. Dolayısıyla, burada eksik bilgi ve günümüzde daha çok kullanılan ifadeyle asimetrik bilgi varsayımı üzerine siyasi konjonktür dalgalarının geliştirildiğini, inşa edildiğini söyleyebiliriz.

Siyasi konjonktür dalgaları analizinde, adaptif beklenti ve rasyonel beklentinin yanında iki ana akım olduğunu da hemen hatırlatalım. Konuşmamızın sonuna doğru zamanımız kalırsa, onları biraz daha açacağız. Bunlar oportünistik konjonktür dalgaları ve partizan konjonktür dalgalarıdır; yani siyasi konjonktür dalgalarında yine hem beklenti anlamında farklı bir gelişimden söz edebiliriz, hem oportünistik ve partizan konjonktür dalgalan olarak iki ayrı çizgiden bahsedebiliriz. Tabiî ’70’li yıllardaki literatürde hem oportünist modeller, hem partizan modeller adaptif beklentilerle çalışıyorlar. ’80’li yıllardan sonra hem oportünistik, hem partizan modeller rasyonel beklentiler üzerine çalışıyorlar.

Evet, sadece kamu tercihi analizi ve siyasi konjonktür dalgaları değil; aslında başka gelişmeler de, başka çalışmalar da siyaset ekonomisinin, politik iktisadın, yeni politik iktisadın gelişmesinde önemli. Bunlar refah iktisadı ve sosyal tercih kura-mındaki gelişmelerdir. Bu çerçevede kamu tercihi analizdeki gelişmelerde, sosyal tercih kuramındaki gelişmelerin katkıları söz konusudur. Sosyal tercih kuramı ve yine biraz önce bahsettiğimiz bu çerçevede belki bağımlı, belki bağımsız olarak almamız gereken kamu tercihi analizi çerçevesinde, bireysel ve toplumsal ilişkilerin ele alınması siyaset ekonomisinin gelişiminde önemlidir. Aslında bundan bağımsız başka çalışmalar söz konusu, ki bunların bir kısmını kamu tercih analizine, bir kısmını siyasi konjonktür dalgalarına, bir kısmını refah iktisadı-sosyal tercih kuramına sokmamız mümkün. Oy maksimizasyonuna dayalı Downs’un 1957 yılında yaptığı çalışması, üç yaklaşımın da daha sonra bir senteze ulaşmasında önemlidir.

Bu oy maksimizasyonu, biraz evvel bahsettiğimiz ’70’li yıllardan itibaren öne çıkan oportünistik ve partizan siyasal konjonktür dalgalan modellerinde ve biraz sonra açacağımız partilerin, politikacılann oy maksimizasyonu çerçevesinde hareket ettikleri gibi görüşlerinin temelidir. Yine bu arada ortaya atılan; ortadaki seçmeni elde etmek yaklaşımları, ortanca seçmen kuramı, partilerin ve ideolojik yakınlaşmasını da açıklayan, partilerin merkeze kaymalannı açıklayan da bir şey. Yani “sol veya sağ ideoloji” dersek, iki taraf da ortadakini almak istiyor ki, ortadakini aldığı zaman ne yapacak; iki taraf da birbirine yaklaşıyor. Dolayısıyla, ideoloji bir anlamda bir mala dönüşüyor, yani arz edilen ve talep edilen bir şeye dönüşüyor. Partilerin yakınlaşması açısından ortanca seçmen kuramı önemli.

Yine oy maksimizasyonuyla birlikte, partilerin popülarite fonksiyonları üzerine birtakım çalışmalar var. Partiler nasıl popülarite kazanır? Enflasyon, işsizlik ve büyümeyi temel değişkenler olarak alırsak; enflasyon kötü, işsizlik kötü, büyüme artı bir fonksiyonda yer alırsa; yani özellikle iktidardaki partinin popülaritesini veyahut da seçimlere girerken popülaritesini gösterecek büyüme, enflasyon ve işsizlik değişkenlerinde ekonomi büyüyorsa, işsizlik düşüyorsa, popülaritesi artar; enflasyon ya da işsizlik artıyorsa popülaritesi düşer. Dolayısıyla popülarite fonksiyonları üzerine ne yapıyorsun; siyaset eşittir iktisat. Daha önce ekonomi-politika kavramında tersini yapmıştık, değil mi? Dolayısıyla popülarite fonksiyonları önemli bir hale geliyor.

“Seçmen enflasyona öncelik veriyorsa, daha çok merkez sağda, muhafazakâr yapıdadır; işsizliğe önem veriyorsa, daha sol eğilimlidir”. Bu konuda da İngiltere’de, vesaire önemli çalışmalar yapılmış. Sınıf yapısı, gelir dağılımı, sınıfsal konumuyla niye öncelik verdiği arasında; enflasyon, işsizlik, büyüme ve seçmen davranışı arasında bir ilişki olduğu öne sürülüyor. Enflasyona önem veriyorsa, daha üst gelir gruplarındadır, alt gelir gruplarındaki insanlar ise daha çok işsizliğe önem vermektedir.
Bu, gelir dağılımıyla veyahut da bulunduğu sınıfsal konumla, ideolojisi veyahut da oy verdiği parti arasındaki ilişkinin kurulup kurulamayacağı konusunda geniş bir çalışma. Bunları daha çok biraz iktisatçılar, biraz siyaset bilimciler yapıyor; ama bu şekilde iktisat ve siyaset, bir seçmen davranışı üzerine, partilerin popülarite fonksiyonları üzerine girmeye başlıyor. Dolayısıyla enflasyon, işsizlik, büyüme, partilerin popülaritesini açıklayan önemli bir değişken olarak öne çıkıyor. Gerçekten, yapılan birtakım çalışmalarda da, popülariteyle bu değişkenler arasında beklendiği gibi anlamlı ilişkilerin olduğu görülüyor. Bu arada seçmenin davranışları, seçmenin partizanlığı veya kaypaklığı üzerine -yani kaypaklık burada tam doğru bir şey değil, ama tam Türkçe’sini bulamıyorum- bir takım tespitler yapılıyor. Yani seçmen partizansa, ne olursa olsun gidiyor, daha önce oy verdiği partiye oy veriyor; ortada bir seçmen-se, her seçimde farklı partiye oy veriyor. Dolayısıyla, aslında seçim sonuçlarını belirleyen kaypak seçmen oluyor.

Tabii bu zaman zaman hoş bir kavram, zaman zaman aslında hoş olmayan bir kavram. Yani siz bir ülkede istikrar arıyorsanız, kaypak seçmen oranının partizan seçmen oranından yüksek olması, siyasi istikrarsızlık anlamına gelir. Yani zaman zaman Türkiye’de anketlere yansıyan -Türkiye için söylüyorum-, bazen de manşetlere çıkan bir şekilde “artık partizan seçmen kalmadı” gibi manşetler aslında hoş gibi görünüyor. Aslında belki istikrar anlamında hoş olmayan bir durum; çünkü kimin ne kadar oy alacağını biliyorsan, aslında bundan sonraki seçimlerini görüyorsun demektir, dolayısıyla 5-6 yıl sonrasını görüyorsunuz demektir. Dolayısıyla ekonomik anlamda bunu ifade edersek; bir yatırımcıysan, 5-6 yıl sonrası için birtakım tahminlerde bulunabiliyorsun demektir. Halbuki kaypak seçmen oranı yükselmişse, seçim sonuçlarını göremiyorsun, ne olacağını göremiyorsun ve dolayısıyla uzun vadeli düşünemiyorsun, uzun vadeli yatırım yapamıyorsun. Uzun vadeli yatırım yapamıyor-san, bu da ekonomik istikrarsızlık gibi sonuçlar doğurur. Dolayısıyla bu çok önemli bir şey. Yani partizan seçmenin azalması ilk önce hoş gibi görünen bir şeydir; ama ekonomik anlamda hoş olmayan, genellikle hoş olmayan sonuçlar ortaya çıkar.