Semra Ademey Gürel
03.06.2006
Ahh kader ahh… Dünümüzü bilmez, geleceğimizi görmez olduk. Neydi bizim suçumuz?
Ben biraz satırlarda dolaşmak, ilk gününden başlayıp tekrar bu yolculuğu yaşamak istiyorum. Gelin birlikte bir kez daha dolaşalım, neler hissediyoruz bir kez daha görelim.
Geziye başlandığı gün, 21 Mayıs 1864’de Rusya’ya karşı teslim olduğumuzu gösteren sözleşme imzalanmıştır. Bu acı günün anısına tüm Çerkesya’da çalışılmamış ve resmi tatil günü olarak hükümetlerce de kabul edilmiştir. Tüm Çerkes kentlerinde ve köylerinde bu günde anma törenleri düzenlenmiştir. Kongreye katılan delegeler de Nalçik kentinin stadyumuna giderek, “bu acı yas günü” 50 bin kişinin katılmasıyla anılmıştır.
Kongreye katılan delegeler 23 Mayıs günü, bir otobüs ile Nalçik’ten hareketle, Kabardey devleti trafik polislerinin refakatinde Karaçay Çerkes Cumhuriyetine hareket ettik.
Çerkessk şehri yakınlarında, yolun çok kalabalık bir gurup tarafından kesildiğini uzaktan görünce, önce ne olduğunu anlayamadık Refakatçilerimizden ve rehberlerimizden Türkiye’den dönerek yerleşen Mimar Mühendis Nihat Bidanıko, ”sabah saat sekizden beri bizi bekliyorlar” dedi. Saatlerimizin 15:00 olduğunu görünce, heyecanlandık. Tüm delegelerin gözlerinden yaşlar gelmeğe başladı. Otobüs durunca kutsal çalgımız mızıkanın tatlı nağmeleriyle otobüsten inmeğe başladık. Herkes herkesi yaşlı, genç, dede, nine kucaklıyordu;
Hoş geldiniz evinize.
Hoş geldiniz topraklarınıza.
Size misafir demiyoruz.
Çünkü bu toprakların sahipleri sizlersiniz, diyorlardı.
Herkes ağlıyordu.
Acaba bu gözyaşları sevinçten mi yoksa kavuşmaktan mı?
Ertesi gün, Habaz köyünden Çerkessk’ten-Mıyekuape’ye giden ana yol üzerine, 127 basamakla çıkılan bir anıta gittik. Her bir basamak vatandan kovuluşumuzun bir yılını temsil ediyordu. En üstte kocaman kara bir mermer üzerinde üç oklu 12 yıldızlı kocaman bir bayrak oyulmuş ve altında “1764-1864 Kafkas-Rus savaşında ölenlerin anısına dikilmiştir” yazısını okuyunca, delegelerin en gençlerinden Türkiye’den gelen kardeşimiz Sönmez kendini tutamadan hıçkırmaya ve ağlamaya başladı. Diğerleri de bunu beklercesine ağlamaya başladılar. Bu talihsiz halkımızın akıbetine yediden yetmişe herkes ağlıyordu. Bu anıtın kurulduğu yer, savaşta ölen şehitlerimizin gömüldüğü yermiş. Köyden bir Çerkes “bağımsızlık için ölen kardeşlerimiz burada yatıyor” diyerek, oğullarına ve torunlarına burayı göstermiş ve Perestroikadan sonra gençler birleşerek bu anıtı dikmişler. Meçhul kişiler beş, altı defa yıkmışlar aşağıya indirmişler anıtı. En sonunda öylesine büyük bir mermer çıkarıp dikmişler ki, insan gücüyle aşağıya indirmeye imkan yok.
Anıtın bulunduğu tepenin etrafına 11 ağaç dikildi. 12.sini de delegeler beraber diktik. Çerkes bayrağının simgesi olarak. Daha sonra Karaçay-Çerkessk Cumhuriyeti ile Abhazya Cumhuriyeti’nin sınır geçidindeki “Neps” (göz yaşı) nehrinden getirilen suyu, getiren gençlerin ikramıyla içtik. 127 yıl önce göç etmek istemeyen Adigelerin hepsi kılıçtan geçirildiği için nehrin adı Neps konulmuştu.
Ertesi gün Adigey’den ayrılarak Shapsugh bölgesine hareket ettik. Akşam saat 17.00’ye doğru Shapsugh bölgesinin sınırında, yüzlerce Adige tarafından karşılandık. Orada da bir düğün yapıldı. Misafirlere darıdan yapılma milli bir pasta ikram edildi. Oradan tekrar otobüs ve taksilere binerek Karadeniz boyunca Shapsugh köylerine hareket ettik.
Yol boyunca bize Shapsughlar hakkında bilgiler verildi. 10 bin civarında Shapsugh Adige’si kalmış burada. Ancak Ermeniler durmadan topraklarımızı alıyorlarmış. Fransa, Amerika ve diğer ülkelerdeki zengin Ermeniler, Ermeni derneklerine bol miktarda para göndererek toprak alıyorlarmış.
Peki kime alıyorlar? Kim olduğu mühim değil. Herhangi bir Ermeni’ye alıyorlarmış. Ermeni olsun da kim olursa olsun.
Ya bizler ne yapıyoruz?
Tüm umutlarını bize bağlayarak yıllarca bizler için topraklarımızı koruyan, cefakar, kahraman kardeşlerimize bizler ne gibi bir yardımda bulunabiliyoruz? Oraya giderek misafirperverliklerini suiistimal etmekten başka ne yapıyoruz?
Konuşunca Çerkes’ten daha iyi olmadığını mangalda kül bırakmazcasına söylüyoruz da paraya gelince hepimizin elleri titriyor.
Ne mutlu Ermenilere!
Ne büyük bir mutluluk Ermeni olabilmek, diyor insan, derneğe verdiği 15 Mark’ı vermemek için, “çocuklarımın rızkından kesmek istemiyorum” diyerek üyelikten istifa edenleri görünce.
Ertesi gün sabah saat 10.00’da köyden çıktık ve deniz kenarında Golovinka’ya vardık. Yol kenarında durup bekledik. Bir saate yakın bekledikten sonra otobüsler geldi. Otobüslerin birisinden yüz yıllık Abaza kardeşlerimiz indi.
Bizleri kucaklayarak hoş geldiniz dediler. 150 km’den fazla yol alıp geldiler bizleri kucaklayabilmek, hoş geldiniz diyebilmek için. Düşünün en gençleri seksen yaşında olan, delikanlılar dimdik bizleri selamlıyorlardı. O andaki duyguları yazabilmek için edebiyatçı olmak gerekirdi. Yeni gelen otobüslere bizlerde binerek Kafkas dağlarının bağrına doğru hareket ettik. İki saate yakın vadilerden yavaş, yavaş giderek, bir Ukrayna köyüne geldik. Burası Wubıhlarla Abhazların sınır köyüymüş. Bugün ise Ukraynalılar yaşıyorlar. Ne kadar güzel bir yer. Tabiatıyla, havasıyla, insan inanamıyor buraları terk ederek, Arabistan’ın çöllerine nasıl gittiğimize, Anadolu’nun çorak, ağaçsız yerlerine yerleşerek, vatan kabul edebildiğimize?
Ya Rabbim ne kadar güzel yerler. Ne suçumuz vardı da bizi bu güzel vatandan yoksun bıraktın ya Rabbim?
İnsanın isyan edesi geliyor her şeye. Ama ortada bir gerçek var. Biz değil ama ta Ukrayna’dan ve Ermenistan’dan insanlar yaşıyorlar bu cennet ülkede. Tek bir Wubıh yok. Ne acı değil mi? Ben ne diyeceğimi, yazacağımı bilemiyorum. Sizlere bırakıyorum, vicdanlarınıza bırakıyorum denecek ne varsa, denmesi için.
Bizlere söylenen sözler,
Dönün… Dönün… Dönün… Vatanınız, toprağınız sizi özledi. Artık dinsin 127 yıllık hasret. Bizim için dönmeyecekseniz de bu dağlar, bu kuşlar, bu sular, bu vadiler, bu topraklar, bu vatan için dönün. Hem de vakit geçirmeden. Zira tarih şu anda bize iyi bir fırsat verdi. Bu fırsatı değerlendirelim. Yoksa tarih de, dedelerimizde bu topraklarda sizleri lanetleyecekler. Acıyın bu kutsal topraklara. Dönün! Dönün!
Hava alanında bizi uğurlayanların hepsi ağlıyordu. Ağlayanları orada tanımıştık. Ne anamız, ne babamız, ne kardeşlerimizdi. Ancak hüngür, hüngür bizim vatanı terk ederek gidişimize ağlıyorlardı.
Uçak havalanıp Moskova’ya doğru uçarken aşağıda Karadeniz’i, anavatanı görüyor ve hayallere dalıyorum. Oradaki Çerkesleri ve diasporadaki Adigeleri düşünüyorum ve kendi kendime kahrediyor, Çerkesliğimizden, insanlığımızdan utanarak oturduğum yerde kıp kırmızı kızarıp, soğuk terler döküyorum.. Hep cebini doldurup, Türkiye’de ev üstüne ev alanları, araba üstüne araba alanları, sadece sözde Çerkes olanları, Çerkesliği bir lüks gibi görenleri. Bu temiz duygulu Çerkesler ile karşılaştırdığımda daha da utanıyor ve yerin dibine geçmişçesine terlemeye başlıyorum ve huzursuz bir uykuya dalıyorum…
Evet bu satırları defalarca okudum. Merak ediyorum acaba Batıray bey’in köşe yazılarının içerisinde yer alan “DÇB’nin İlk Kongresinden Sonraki Anılarım” yazısını okuyanlardan göz yaşına yenik düşmeyen var mıdır? Ben defalarca okudum ve her defasında içimde inanılmaz hüzünler, gözlerimde yaşlar oldu. İlk okuduğumda hele ki Fiji adlı yaşlı bir nine’nin “Geri gelin. Geri dönün. Bu toprakları artık sizler için koruyamıyoruz. Aziz. Gelin çoğalalım ve büyük bir cumhuriyet haline gelerek, şan ve şerefimizle yaşayalım. Hiç birimiz açlıktan ölmüyoruz. Bu topraklar dünyanın en verimli topraklarından. Size de yeter, bize de yeter. Sizi de besler bizi de besler. Hep böyle yabancı mı yaşayacaksınız?’’ demesine hıçkırıklarla ağladım.