TOPLUMSALLAŞMA VE BENLİĞİN OLUŞMASI

Prof Dr. Özer Ozankaya
TOPLUMBİLİME GİRİŞ
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları 1979

Simgeler kullanma yeteneği olduğu için bireylerin bir toplumsal yaşam yaşayabildiğini görüyoruz. Bu, toplumsallaşma süreci ile olur. Emilio Williems, toplumbilim sözlüğünde (Dictionnaire de Sociologie, Paris, 1961) toplumsallaşma kavramını şöylece tanımlayıp açıklamaktadır: “Bireyin, yalnızca biyolojik bir varlık olmaktan çıkıp belli bir topluma ve belli kümelere bütünleştirilmesi sürecine toplumsallaşma süreci denir. Bu süreç aracılığıyladır ki birey bir kişilik kazanmakta ve belli bir toplumda yaşamasını olanaklı kılan davranışları edinmektedir. Toplumsallaşma, en geniş anlamında çıraklık ya da eğitim ve öğretim yoluyla olur. Bu çıraklık bireyin dünyaya geldiği andan başlar, yaşamını bitirip öldüğü ana değin sürer”. Bu süreç içinde belli bir toplum ya da küme için istenmeğe değer görülen davranışların, değerlerin benimsetilmesi gibi, istenmeyen, beğenilmeyen kimi dürtülerin baskı altına alınması da söz konusudur. Toplumsallaşma süreci, aile, arkadaşlık, okul, uğraş vb. içinde akışan bir süreçtir.

Demek oluyor ki; toplumsallaşma bireyin, içine doğduğu toplum ve kümenin ekinini özdeksel (maddi) ve tinsel (manevi) öğeleriyle birlikte öğrenmesi, benimsemesidir. Bu sürecin hem bireyin bir toplumsal varlık olabilmesi, başka deyişle belli bir toplum ve kümenin başarılı bir üyesi olabilmesi için, hem de toplumun ve o kümenin göreli sürekliliği için zorunlu olduğu açıkça görülmektedir. Demek ki toplumsallaşma bir yandan bireye belli bir benlik, bir kişilik kazandıran, bir yandan da toplumun ve kümenin göreli sürekliliğini sağlayan bir süreçtir.

Yine görüldüğü gibi toplumsallaşma süreci, temelde bir koşullanma sürecidir. Bireyler içine doğdukları belli toplumsal kümenin, ya da belli toplumun ekinine koşullanmaktadırlar. Bu koşullanma, ödüller ve cezalar (her türden) yoluyla olmaktadır Bunlardan birincisine olumlu, ikincisine de olumsuz yaptırımlar denilebilir. Çocuk, ilk günlerinden başlayarak ne yaparsa (ya da yapmazsa) hoşuna gidecek şeyler elde ettiğini, yine ne yaparsa (ya da yapmazsa) hoşa gitmeyecek durumlarla karşılaşacağını, önce deneme ve yanılma yoluyla, sonraları dil kullanmaya başlayınca, soyut simgeler öğrenme yoluyla çıkarsamaya başlar. Böylece bir yanlış davranışı yapmadan da onun sakıncalı sonuçlarını kavrayabilir ve ondan sakınmayı öğrenebilir. Bu koşullanmada söz konusu olan olumsuz yaptırımlar, yasalar, hukuk, aktöre ve gelenekler ile konulan cezalardır; olumlu yaptırımlar ise ödüllendirmedir. Eğitim ise, toplumsallaşmanın en etkili ve en ucuz yoludur. İnsanların koşullanmaya en açık olduğu dönemde onları hem toplum düzenine koşullandırmaktadır, hem de bu koşullanma sağlandığı ölçüde ne olumlu, ne de olumsuz yaptırımları uygulamaya gerek kalmayacaktır ya da pek az gerek kalacaktır.

Toplumsallaşma kişiliğin kazanılmasında temel süreçtir; gerçekten kişilik ve toplum ayrılmaz bir biçimde birbirleriyle bağlantılıdır. Birey, toplumdan ve onun ekininden ayrı olarak var olamaz; toplum ve ekini de yalnızca bireylerin kişiliklerinde ve davranışlarında gerçeklik kazanır.

İnsanın kişiliği ve içinde yaşadığı ilişkiler, onun ruhsal davranışlarını ve bilincini belirler. Nitekim insanın kendi kendisine karşı tutumu, kendi kendisi ile ilgili görüşü ve kanısı, fiziksel, ruhsal ve toplumsal açılardan (özellikle çocukluk döneminde) başkalarının tutumlarından da etkilenir. Demek ki insan kendisini başkaları aracılığıyla da tanır. Hiçbirimiz dünyaya elimizde “Ben benim!” diyebileceğimiz bir aynayla gelmediğimize göre kendimizi önce başkalarında görüp tanırız. Bu nedenle çevremizdeki başka insanlara “ayna benlik” denilir.

Ancak şu yanılgıdan sakınılmalıdır. İnsanın kişiliğini kazanması yalnızca “başkalarının kendisi üzerindeki etkisiyle” açıklanamaz. İnsanın kendi-kendisine ilişkin bilinci, içinde yaşadığı nesnel çevre koşullarıyla etkileşmesi yoluyla da olmaktadır. Nesnel çevrenin onun devinimleri içine giren nesneleri daha da önemlisi kendi özdeksel ve tinsel devinimlerinin ürünleri ile ilgili bilinci, kendisinin saydığı şeyler ve kendi bilincini gerçekleştirdiği şeyler (konuşma, çizme, giysi, vb.) başkalarının etkisini kırar.

İnsanları yalnızca toplumsal-ekinsel koşulların ve yetiştirilmenin ürünleri sayan, dolayısıyla değişik insanları değişik toplumsal-ekinsel koşulların ve yetiştirmelerin ürünü sayan görüş, bu koşullan yapanın da insanın kendisi olduğunu, dolayısıyla doğrudan doğruya eğiticinin de bir eğitilmeden geçmiş olmasının zorunlu olduğunu unutuyor. Bu gerçek de insanın kişiliğinin oluşmasında nesnel çevre koşullarıyla ilgili deneyimleri ve gerçekleştirdiği ürünler ile ilgili bilincine yer vermek gerekliliğini bize göstermektedir. Toplum biliminin temel sorunu, çevrelerinin ürünü olan insanların, bu çevreyi nasıl değiştirebildiklerini açıklayabilmektir.

Toplumsallaşma hiçbir zaman tam olmaz, kuşaklar arası kopmalar olur. Bunu toplumun zaman içinde önemli değişmelerden geçmekte olmasıyla açıklamak olanaklıdır: Üretim araç ve gereçlerindeki, üretimin içeriğindeki değişmelerle ve bunların yerleşme yeri (köy, kent), aile, hukuk, siyasa, inanç ve değerler, eğitim, iletişim… alanlarında ortaya çıkardığı değişmelerle.

Bir de toplumu oluşturan değişik topluluk ve kümelerin ayrımlı ekonomik ve ekinsel düzeylerde olması, değişik yaşama biçimleri sürdürmesi nedeniyle, bu toplumsal kümeler arasında ekinsel ayrılıklar da vardır. Böylece her kümenin üyesi, toplumsallaşma süreci içinde, değişik yanları olan ekinsel ortamlara hazırlanmaktadırlar. Örneğin köy ve kent yaşama biçimleri arasındaki ayrılıklar: köydeki nesnel yaşama koşulları da, değerler, inançlar, davranış kuralları da kenttekilerden çok ayrıdır. Yukarı toplumsal-ekonomik düzeyde olanlarla, aşağı toplumsal-ekonomik düzeyde olanların da hazırlandıkları toplumsal-ekinsel çevre (nesnel koşullar, değerler, inançlar) birbirinden ayrıdır. Bu nedenlerle bir toplumda herkes eş ölçüde ve biçimde, özdeş toplumsal çevreye hazırlanmaz. Değişik düzeyde, değişik toplumsal çevrelere hazırlanma da söz konusudur
.

EKİN

Toplumsallaşma, bir ekinsel (kültürel) çevreye hazırlanma demektir. Böylece sözü, toplumsallaşma süreciyle yakından il­gili olan ekin (kültür) konusuna getirmiş oluyoruz.

Toplumbilim alanındaki ekin kavramının, günlük dilde kullanılan ekin teriminden değişik bir anlam taşıdığını daha önce belirtmiştik.

Toplumbilimdeki anlamıyla ekin insanların edindiği ve türlü yollarla (gelenek, görenek, eğitim, öğretim, hukuk, siyasal kurumlar…) birbirlerine ve sonraki kuşaklara ilettikleri özdeksel nesneleri ve bilgi, sanat, hüner ve alışkanlıkları, inanç ve değerleri… anlatır. Ekin, insanların toplumsal ve tarihsel gelişim içinde yarattıkları bütün özdeksel ve tinsel öğelerin toplamıdır. Teknik ilerlemenin, üretimin, eğitimin, bilimin, gökçeyazın ve öbür güzel sanatların belli bir toplumsal gelişme aşamasındaki düzeyini gösterir. Bu nitelikleriyle ekin, halk yığınlarının etkinliklerinin ürünüdür.

Görüldüğü üzere ekin iki türlü öğelerden kuruludur:

1) Özdeksel öğeler.
2) Tinsel öğeler.

Ekinin özdeksel öğeleri, toplumun belli bir gelişme aşamasındaki uygulayımsal ilerlemesini, üretim ve uygulayım beceri ve hünerlerini,   İnsanların özdeksel ürünler yapmadaki deney imlerini yansıtır; insanın doğaya egemenliğinin ölçüsünü anlatır. Kısaca özdeksel ekin insan emeğinin toplumsal gelişme süreci içinde gerçekleştirdiği, ortaya çıkardığı bütün nesneleri anlatır; bütün bir uygulayımbilim, araçlar ve gereçler.

Tinsel ekin öğelerine gelince, bunlar özdeksel ekin öğeleri en azından bir gelişme gösterdikten sonra oluşan değerler, inançlar, bilgiler, davranış kuralları, gelenekler, görenekler… dir. Bunlar bir yandan insanın doğaya ilişkin bilgilerinin genişliğini yansıtırlar; bir yandan da toplumsal gelişmenin belli bir aşamasında türlü toplumsal kümelerin yerlerini yansıtırlar.

Tinsel ekin öğelerinin toplumbilimsel bir çözümlemesi, bunların başlıca şu üç öğeden oluştuğunu gösterir:

1) Bir kuralsal düzen: Resmi ve resmi olmayan davranış kuralları. Yasalar, yönetmelikler, örgütler, gelenekler, görenekler, inançlar… Bu davranış kuralları, insanları belli toplumsal ve tarihsel koşullarda belli biçimlerde davranmaya zorlar.

2) Bir eylem düzeni: Bu kurallara uygun davranışlar düzeni.

3) Simgeler düzeni: Göstergeler, sav-sözler ( = sloganlar) vb.den kurulu: bayrak, gülcük ( = rozet), ası (=afiş), renk…

Belli bir dönemde geçerli olan ve egemen durumda bulunan ekinin bu üç öğesinden her biri kendi içlerinde uyumlu bir bütün oluşturdukları gibi, kendi aralarında da, yine uyumlu bir ekin bütünü oluştururlar. Demek ki egemen ekinin davranış kuralları, eylem düzeni ve simgeleri kendi içlerinde ve aralarında tutarlı ve uyumludurlar. Çelişkiler ya yeni yeni oluşmakta olan  ama daha yürürlükteki geçerli ekinin içinde yer almayan öğelerle bu ekinin saydığımız öğeleri arasındaki çelişkilerdir ya da eskiden yürürlükte olan  ama artık yürürlük ve geçerliliğini yitirmiş olmasına karşın daha bir süre varlıklarını sürdüren öğeler arasındaki çelişkilerdir. İlkel uygulayımlı tarım ekonomisine dayalı ve dışa geniş ölçüde kapalı köy topluluklarında laik öğretim yapan okulun o köy topluluklarının bütünleşmiş bir parçası olmayışı birinci çelişki durumuna örnektir; Fransa’da bugün bile krallık düzenini savunan bazı toplumsal kümelerin bulunmakta olması, Türkiye’de 20. yüzyılın son çeyreğinde halifeliği, sultanlığı savunanların bulunması ise ikinci çelişki durumunun örneklerindendir.

Özdeksel ekin öğeleri (=belli gelişme aşamasındaki uygulayımbilim, araç-gereçler…) ile tinsel ekin öğelerinin etkileşme içinde oluştuğunu  belirtelim. Bu  etkileşimi şöyle  açıklayıp örneklendirebiliriz: Karasaban ile tarım yapan bir toplumda yerleşme yerlerinin küçük köyler olduğu, dolayısıyla kent yaşamının birçok dayanışma yolları ve biçimlerinin gelenek, göreneklerinin bu küçük topluluklarda bulunmadığı görülür. Bu özdeksel ekin öğelerinin tinsel ekini belirleyici önemdeki etkileyişini gösteren bir örnektir. Tinsel ekinin özdeksel ekine etkisini ise örneğin Müslümanlığın esriklik verici içkileri yasaklaması karşısında Müslüman toplumlarda -özellikle dinin egemen ekin olduğu dönemlerde-  içki üretiminin sınırlı ya da çok az oluşu; Hindu dinine inananların inekleri kutsal sayıp bu hayvandan üretim ve tüketimde yararlanmamakta olmaları… gibi durumlarda görüyoruz. Ancak zaman bakımından bir öncelik tanımak gerektiğinde, bunu özdeksel ekin öğelerine tanımak gerekir. İnsan, düşünce (= tinsel ekin) yaptıktan sonra biyolojik gereksin meşini gidermem ektedir. Tersine önce özdeksel ekin öğeleri en azından bir gelişine göstermelidir. Ondan sonradır ki yemek, içmek, barınmak gibi temel, zorunlu  gereksinmelerini  giderme süreci içinde, başka deyişle bu çalışma ve iş yapma süreci içinde düşünce oluşturmaktadır.

Ancak bir kez oluştuktan sonra tinsel ekin göreli bir özerklik kazanır. Bundan dolayı da özdeksel ekin öğeleri değiştiğinde tinsel ekin de hemen gerekli uyumu yapıp değişmez. Ancak bir gecikmeden sonra bu uyum oluşur, başka deyişle yeni özdeksel ekine uygun tinsel ekin değişimi bir gecikmeyle olur.

Amerikalı toplumbilimci W. Ogburn da bu olguyu “Ekinsel Gecikme” (= Cultural Lag) terimleriyle anlatmıştır (*). Toplumdaki bilinç düzeyinin, gelenek-göreneklerin, törelerin… uygulayım alanındaki ilerlemelerce koşullandırılan özdeksel ekin değişimlerinin gerisinde kaldığını söylemiştir. Ne var ki Ogburn bu uyumsuzluğun temelindeki etken olarak ekonomik ve toplamsal ilişkileri  çözümlemeye katmamıştır.

İnsanbilimin bulguları da bunu doğrulamaktadır: 750.000 yıl önce Avustralya’da yaşadığı saptanan ve insana en yakın olmakla birlikte beyni henüz düşünmeğe elverecek ölçüde gelişmemiş olan Australopithecus’un bazı gereksinmelerini gidermek üzere doğal araç-gereçler kullandığı gözlemlenmiştir (**).

Ekinin özdeksel Öğelerinin mi, yoksa tinsel öğelerinin mi toplumsal yaşamı belirleyici önem taşıdığı tartışması, ekin değişimi açısından önemlidir: nesnel koşullar gerektirmedikçe, dışardan alınan düşünceler benimsenemiyor, ekin dışalımı (=it­hali) başarılı olamıyor. Basımevi “Gavur icadıdır” diye 300 yıldan daha uzun süre Türk toplumuna sokulmamıştır. Oysa Türklerle yan yana yaşayan ama tarımdışı etkinliklere (zanaatlar ve ticaret) dayanan Rum, Ermeni, Yahudi toplulukları, bulunuşundan hemen sonra basımevleri kurmuşlardır. Çok köylü için, dahası birçok kentli için siyaset, yalnız yüksek yöneticilerin yürüttüğü “hikmetinden sual olunmaz” bir şeydir. Bugün Anadolu’da birçok yerde kadın çarşaf, peçe arkasında. Demek ki giyim yasası uygulanamıyor. Kadın hakları geniş ölçüde kağıt üzerinde kalmış. Medeni yasa evlenme çağını yaş olarak saptamış ama pek çok köyde ölçü şu: “Kasketle şöyle bir vururuz, yere yıkılmazsa evlenebilir o kız” ya da “sandalyeye oturturuz, ayakları yere değiyorsa evlenebilir”.

Yapay olarak dışardan ekin almanın başarılı olmadığını gösteren bu örnekleri arttırmak kolaydır.

TOPLUMSAL YAPI

Bir otomobil motorunun yapısını incelerken izlenebilecek şu iki yolu birbiriyle karşılaştırınız:

1) ‘Otomobil motoru,
a) Yakıt deposu,
b) Yağ bölmesi,
c) Akümülator,
d) Şarj dinamosu,
e) Marş motoru,
f) Karbüratör,
g) Radyatör vb. parçalardan oluşmaktadır’.

2) ‘Otomobil motoru yukarda belirtilen parçalardan oluşmaktadır.  Bu parçalar arasında  karşılıklı ve  düzenli ilişkiler vardır: Şarj dinamosu akümülatörde elektrik gücü biriktirmekte, bu elektrik gücü marş motorunu, başka deyişle otomobil raotorüne ilk hareketi sağlayacak olan motoru çalıştırmamızı sağlamaktadır. Marş motoru krank milini döndürmekte, krank mili silindir piston kolunu çevirerek pistonu silindir içinde aşağı-yukarı yönlerde hareket ettirmektedir. Piston silindir içinde yukarı doğru çıkarken silindir içine emilmiş olan yakıt ve hava karışımını sıkıştırmakta; bu sıkıştırma işlemi tamamlandığında bujilerden gelen kıvılcım sıkışmış yakıt gazı ateşlemekte, böylece hacmi çok genişleyen yakıt gaz piston kolunu aşağı itmekte; bu hareket ana milini, ana mili de volanı döndürmekte, volan da bu hareketin istendiği ölçüde yinelenmesini ve hareketin sürdü­rülmesini sağlamaktadır’.

Bir otomobil motorunun yapısı konusundaki bu kadarcık açıklama bile,  “Yapı” kavramının bu  ikinci anlayış biçiminin daha doyurucu olacağını; çünkü bu yolla motorun yalnız parçalarının (-öğelerinin) neler olduğunu öğrenmekle kalmayıp, bu parçalar arasındaki ilişkileri. (=neden-sonuç ilişkileri) ve parçaların oluşturduğu “bütün”ün işleyişindeki düzenlilikleri de anlayabileceğimizi bize göstermektedir.

Gerçekten “Yapı” kavramı, bir düzenin ya da bütünün parçaları ve öğeleri arasındaki yasalılık gösteren, durağan bağlar ve karşılıklı ilişkiler diye tanımlanır.

Demek ki “yapı” kavramı yasaldık, biçim, zorunluluk kavramlarıyla yakından ilişkili bulunmaktadır. Yapı, işte bu yasaklık, zorunluluk, belli biçim göstermek özellikleri dolayısıyladır ki kendisini oluşturan parça ve öğelerdeki ve bütündeki sürekli değişmelere karşın kendisini sürdürür ve ancak bütün, bir ni­telik değişimini gerçekleştirdiği zaman değişir.

Bütünü (yapıyı), parçalardan önce ve onlardan ayrıca, kendi başına inceleme yöntemi vardır:

1) Bütünün mekanik yapı­sını açıklamak,
2) Bütünün örgensel bir bütünlük olduğunu ve parçaların bütünün kaynağı olduğunu görmek;
3) Bütünün tam olarak kavranması: parçaları arasındaki ilişiklerin tüm karmaşıklığı içinde anlaşılması.

Toplumbilimin temel ve baş konularından biri olması gerekirken, bir bölüm toplumbilimciler arasında yukarıdaki anlamda bir toplumsal yapı anlayışı bulunmadığı gibi, üzerinde birleşilen bir yapı tanımı da yoktur. Bu toplumbilimcilerden kimileri toplumsal yapıyı ‘bireylerarası ilişkilerin yapısal biçimidir’ yolunda çok geniş ve bundan dolayı çok belirsiz bir biçimde tanımlamaktadırlar. Toplum yaşamının her kesimi bireyler arası ilişkilerden oluştuğuna göre, bu tanım toplumsal yapıyı oluşturan kurucu öğeleri bize tanıtmamaktadır. Ayrıca bu tanım, toplum yaşamındaki göreli olarak daha önemli öğelerle daha az önemli öğeler arasında; göreli olarak daha sürekli öğelerle daha az sürekli dahası geçici olan öğeler arasında bir ayrım yapmamış olmak­tadır.

Öte yandan bu toplumbilimcilerin bir bölümü de “toplumsal yapı” kavramının özsüz, boş ama yaldızlı bir sözden başka bir şey olmadığını savunmuşlardır. Örneğin Encyclopedia of the Social Sciences (Toplumbilimler Ansiklopedisi) “Toplumsal yapı” kavramına hiç yer bile vermemiş, buna karşılık “toplumsal örgütlenme” kavramına geniş yer ayırmıştır. İnsanbilimci Kroeber’de de bu anlayışı görüyoruz.

Bu toplumbilimcilerin bir kesimi ise “toplumsal yapı, başlıca toplumsal küme ve kurumlardan oluşur” demekte, toplumsal yapı kavramı ile göreli olarak sürekli ve örgütlenmiş toplumsal ilişkileri anlatmak istemektedirler. Bu anlayışa göre toplumsal yapının kurucu öğeleri nüfus, çevre ve yerleşim, ekonomi, toplumsal sınıflar, eğitim, siyaset, hukuk, aile, din’dir. Ancak bu toplumbilimciler, sözünü ettikleri kurucu öğeleri toplum bütünlüğü içinde ve karşılıklı düzenli ilişkileri belirtecek, yapının işleyişini açıklayacak biçimde ele almamakta, durağan bir yapı anlayışını yansıtmaktadırlar.

Toplumsal yapıyı “işpayı” (= rol) kavramıyla açıklamak isteyenler de var: Gerth ve Mills, Character and Social Structure adlı yapıtlarında bu görüşü işlemektedirler. Ancak iş paylarının bireyler arasında dağılımını belirleyen toplumsal etkenlere yer vermeyen bu anlayış, oldukça dar bir toplumsal yapı anlayışıdır.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere “toplumsal yapı” kavramı, toplumu oluşturan başlıca öğeleri, bunların toplum bütünü içindeki yerlerini ve aralarındaki ilişkileri ve böylece işleyişlerindeki düzenlilikleri anlatmalıdır. Böyle bir toplumsal yapı kavramı yardımıyladır ki biz, örneğin herhangi bir ekonomik düzenleniş biçimi ile herhangi bir gelişigüzel aile, hukuk, siyaset, ya da din düzenleniş biçiminin birlikte gidemeyeceğini anlayabiliriz; bu toplumsal yapı öğeleri arasında karşılıklı bir uyum, bir bağdaşırlık özelliği bulunacağını görebiliriz; toplum bütününün de ancak böyle öğelerden kurulu olabileceğini; ayrıca tarihsel evrim içinde öğeleri birbirleriyle uyumlu bütünler oluşturan değişik toplumsal yapı tipleri ortaya çıkmış olacağını kavrayabiliriz. Birkaç örnek verelim: Şeyhlik-ağalık ile sözleşmeli işçilik; dinsel hukuk ile kadın-erkek eşitliği; ileri bilim ve uygulayım ile yağmur duası ya da hoca nüshası… birlikte gitmez.

Bu hususu göz önünde bulunduran, toplumbilimde “Yapısalcılık” (=structuralisme) yaklaşımının da kurucusu olan Fransız İnsanbilimci Claude Levy-Strausse, toplumsal yapı kavramının bir toplum örneği (=modeli) kavramıyla birlikte düşünülebileceğini söylemektedir. Yapısalcı toplumbilimciler toplumsal yapı kavramıyla toplumsal yaşamın yalnız belli bir kesiminin değil, toplumun bütün başlıca küme ve kurumlarının anlatıldığına; bundan dolayı, toplumsal yapı incelemelerinin görgül (ampirik) verilerle ilgilenmeyip, bu verilerden yola çıkarak soyut toplum örnekleri kurma amacına yönelik bulunduğuna işaret etmektedirler.

Gerçekten de toplumu oluşturan başlıca öğeleri, bunların birbirleriyle ve toplum bütünü ile aralarındaki ilişkileri ve işleyiş ve değişimlerindeki düzenlilikleri anlatmak üzere kullanılan “toplumsal yapı” kavramı -ki bunları anlatması gerektiği görüşündeyiz- zorunlu olarak tarihsel toplum örnekleri (modelleri) ayırt etmek durumunda kalacaktır. Başka bir deyişle toplumu bütünlüğü içinde ve tarihsel evrim süreci içinde ele alma gereği, bizi belli dönemlerde belli toplum örnekleri (=modelleri), demek ki belli toplumsal yapı tipleri bulunduğunu görmek durumunda bırakmaktadır.

(*) W.F. Ogburn. Social Change with Respect to Cultura and Original Nature,
(**)
N.Y., 1950.  Bkz.: Jabos and Stern, General Anthropology, N.Y. 1961, s. 16-22.

İnsan toplumlarının çok eski dönemlerinden beri toplum yaşamında bir takım eşitsizlikler bulunduğu; yaşama düzeyi, sahip olunan haklar… vb. bakımlarından bir küme insanın başka bir küme insandan daha elverişli, daha özenilir bir durumda oldukları gözlemlenmiştir. Toplum yaşamındaki bu eşitsiz durumlar üzerinde yine çok eskiden beri düşünülmüştür. Eski Mısır, Eski Yunan ve Eski Roma toplumlarında kölelik düzeni bulunduğunu, böylece bir bölük insanın köle, bir bölük insanın da bunların sahibi efendiler durumunda bulunduklarını, kölenin çocuğunun da köle, efendinin çocuğunun da efendi olduğunu tarih belgeleri yazıyor (*). Yine toplumların tarihine baktığımızda köleliğin zamanla ortadan kalktığını, bunun yerine toprak sahibi beyler ile toprağı işlemekle yükümlü, toprağa bağlı olan ve topraktan ayrılma özgürlükleri olmayan “serfler”in or­taya çıktığını görüyoruz. Burada da çocukların, babalarının toplumsal yerine girdiğini, bu yeri değiştiremediğini görüyoruz.

(*) Daha yakın bir zamanda, 18 ve 19 yüzyıllarda Kuzey Amerika kıtasını sömürgeleştiren Avrupalıların, bu kıtadaki doğal kaynakları değerlendirmek üzere Afrika’daki zencileri tutsak alıp köle olarak kullandıklarını da görüyoruz. Böylece başlayan “zenci köleler” dönemi Amerikan iç Savaşı (1861-1865) sonuna, değin sürdü. Bu Afrikalı köleleştirmesi döneminde toplam olarak 50.000.000 insanın Atlantik ötesine götürüldüğü, bunların 25 milyonunun yolda öldükleri hesaplanmıştır. Bu konu için bkz.: ■ Maurice Duvterger, Sociologie Politique, PU.F.,  1966, Paris, s. 209.

Daha sonra anamalcı (kapitalist) toplum yaşamı oluşmaya başlayıp gelişme gösterince, bir yandan toprak sahibi seçkinler, şövalyeler ve din soylularının (aristokrasinin) yerini ticaret ve zamanla sanayi burjuvalarının (bourgeois= kentsoylu); öte yandan serflerin ve loncalara bağlı zanaatkarların yerini de “özgür” (=toprağa bağlı değil, loncaya bağlı değil; dilediği yerde, dilediği işi yapmasına hukuksal engel yok; yasa karşısında eşitlik kazanmakta olan) işçilerin aldığını görüyoruz. Kölelik ve serflik, efendilik ve soyluluk durumları ortadan kalkmakla birlikte bu yeni toplumsal düzende de yine kimi insanların, öbür insanlara göre daha elverişli, ayrıcalıklı durumlarda bulundukları gözlemleniyor. Yönetici mevkilere çoğunlukla onların geldiği, yasaları onların yaptığı, eğitimden, sağlık olanaklarından, maddi gönençten (refahtan) çoğunlukla onların yararlandığı görülüyor. Başka bir deyişle servet farklılıklarından kaynağını alan toplumsal eşitsizlikler oluştuğu görülüyor.

Kısacası insanlık tarihine bakıldığında, bu tarihin çok eskilere dek giden bölümü boyunca toplum üyeleri arasında böyle eşitsizlikler bulunduğu gözlemlenmektedir. Ne var ki, 1789 Fransız Devrimi’ne gelinceye değin bu eşitsizlikler ve ayrıcalık farklılıkları doğal karşılanıp türlü biçimler altında haklı gös­terilmek isteniyordu; yalnızca kralların, sultanların bu yerleri­ni göksel niteliklerinden dolayı kazandıkları yolundaki sav ve inançları, örneğin Osmanlı padişahlarının “Tanrının yeryüzündeki gölgesi” olarak tanıtılmalarını anmak eşitsizlikler karşısındaki bu tutumu kanıtlamaya yeter. Fransız devriminden sonra ise “yasalar karşısında eşitlik” ilkesinin benimsendiği, yasalarla sağlanan ayrıcalıkların (örneğin insanların toplumsal-ekonomik-siyasal mevkilerini olduğu gibi çocuklarına geçirmeleri biçimindeki yasa hükümlerinin) kaldırıldığı görülüyor. Demek ki artık insanlar arasındaki eşitsizlikler doğal karşılanmamaya, göksel gerekçelerle açıklanmamağa başlanıyor. İnsanlar toplumsal çevrelerini doğal olaylar gibi anlayıp açıklama olanaklarına kavuştukları ölçüde eşitsizliklerin etkenlerinin toplumun düzenleniş biçiminden ileri geldiğini görmeğe başlıyorlar.

Toplumun birbirinden farklı, biri öbürünü daha çok etkileyebilen toplumsal-ekonomik-ekinsel kesimlere ayrıldığı; her kesimin kendi içinde ortak özelliklere sahip olduğu görülüyor. Örneğin 19. yüzyıl ortalarında İngiliz Başbakanı Disraeli, İngiliz halkının “iki ayrı ulusmuş gibi birbirinden farklı iki bölüme ayrılmış” olduğundan yakınıyordu. Sanayi devriminin özellikle ilk dönemlerindeki durum böyleydi.

İşte bu toplumsal kümelere toplumsal sınıf adı verilmektedir. Toplumsal sınıf olgusunu oluşturan öğeler olarak da, görüldüğü gibi, şunlar belirtilmektedir:

1) Eşitsizliklerin, toplu eşitsizlikler oluşu. Demek ki bunlar, bir sınıfı oluşturan bireylerin tümü bakımından geçerli olan eşitsizliklerdir: Ayrıcalıklar da, elverişli, elverişsiz koşullar da.
2) Bu eşitsizlikler, bireylerin yetenek farklarından doğmamakta; doğum yoluyla, başka bir deyişle içine doğulan ailede ana babadan çocuklara aktarılarak, demek ki toplumsal kalıtım yoluyla ortaya çıkmaktadır.
3) Her sınıfın üyeleri kendi sınıflarının ve öteki sınıfın varlığının az ya da çok farkındadırlar. Kendi toplumsal-ekonomik çevrelerinde oluşan ekin özelliklerini öğrenip çözümlemişlerdir. Demek ki toplumsal sınıf olgusunun bir de bilinç öğesi vardır.

TOPLUMSAL SINIFLAR KONUSUNDA TOPLUMBİLİMCİLERİN GELİŞTİRDİĞİ İKİ AYRI İNCELEME YAKLAŞIMI

Toplumsal sınıflar konusunda günümüzde birbirinden farklı iki değişik toplumbilimsel yaklaşım bulunduğu görülmektedir. Bunlardan biri, bir bölüm Batı Avrupalı ve Kuzey Amerikalı toplumbilimcilerin oluşturdukları yaklaşımdır. İkincisi ise Marxçı yaklaşımdır. Burada her iki yaklaşımı ana çizgileri içinde tanıtacağız.

  1. A) BİR BÖLÜM BATILI TOPLUMBİLİMCİNİN BU KONUDAKİ YAKLAŞIMI VE GÖRÜŞLERİ :

Yukarıda toplumsal eşitsizliklerin toplumların tarihinde Yakın Çağa gelininceye değin doğal karşılandığını, çoğunlukla göksel buyrukların sonucu sayıldığını belirtmiştik. Yakın Çağda da bir bölüm Batı Avrupalı düşünür ve toplumbilimci

1) Bir yandan ırkçı bir yaklaşıma varan “biyolojist” görüşlerle toplumsal eşitsizlikleri doğal göstermek istemişlerdir. Bunlar hem kara, kızıl ve sarı derili ırkların beyaz ırktan aşağı olduğu, bu ırkların uygarlık kurup geliştirme yeteneğinden yoksun oldukları yolunda, bugün artık geçersizliği tümden anlaşılmış olan görüşlerle sömürgecilik biçimindeki eşitsizlikleri haklı göstermek istemişlerdir. Hem de aynı toplum içinde yukarı -ya da yönetici- sınıf üyelerinin biyolojik yapılarının (=genlerinin), aşağı -ya da yönetilen- sınıf üyelerinin biyolojik yapılarından daha üstün olduğunu, bu bakımdan yönetici sınıf üyelerinin doğaları gereği yönetmeğe en yetenekli kimseler olduklarını ileri sürmüşlerdir.

2) Bu düşünür ve bilim adamlarının bir bölümü de, ırkçı bir bakış açısından olmamakla birlikte, ırkçılık gibi “biyolojist” yaklaşımın etkilerini taşıyan “seçkinci” (=elitçi)) bir bakış açısından hareketle toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizlikleri doğal ve uygun görüp böyle göstermeye çalışmışlardır. Bu seçkinci görüşe göre her toplumda yönetici mevkide bulunan insanlar en üstün, en değerli insanlardır. Yalnız bunlar bencil düşüncelerden arınabilip, kamu yararını koruyabilir ve gerçekleştirebilirler. Geniş, yönetilen halk yığını ise bencillikten kurtulamaz, yüksek ve erdemli düşüncelere ve dünya görüşlerine sahip olamaz, uygarlık oluşturup geliştiremezler. Bu bakımdan bunların “yönetilen” durumunda kalmaları da doğal ve uygundur.

Bu toplumlardaki ticaret devrimini ve özellikle de bunu izleyen sanayi devrimini oluşturan nesnel koşullar, demokratik ilke ve ülküleri (=özgürlük, eşitlik, halkın kendi kendini yönetmesi…) artan bir ölçüde kolaylaştırıp geliştirdikçe, bu ırkçı ve seçkinci yaklaşımlar da savunulabilir olmaktan artan bir ölçüde çıkmıştır. Bundan sonra, Marxçı görüş dışında toplumsal sınıflar konusunu inceleyen düşünür ve toplumbilimciler, esas olarak toplumlarda sınıfların varlığını belirtmek, bunlar arasında servet, gelir, meslek, eğitim, sağlık…, birçok alanlarda bazı düzenli farklılıklar bulunduğunu; bireylerin toplumsal sınıf durumlarını içine doğdukları aileden kalıt olarak alıp bunu
-istisnalar dışında- değiştiremediklerini; her sınıf üyelerinin kendi sınıfsal durumlarının az ya da çok bir ölçüde farkında olduklarını gözlemlemekle yetinmektedirler. İnsanları varlıklı, ya da yoksul; yönetici, ya da yönetilen durumuna sokan ana etkenin ne olduğu ve bunun işleyişindeki düzenliliklerin neler olduğu konusu bu açıklamalarda belirli bir biçimde ortaya konmamaktadır. Örneğin insanların toplum içindeki yerlerim geniş ölçüde içine doğdukları aileden aldıklarını söylemekle birlikte, varlıklı aileyi varlıklı, yoksul aileyi de yoksul yapan etken ya da etkenlerin neler olduğu, bu etkenlerin nasıl işledikleri üzerinde hiç ya da yeterince durulmamaktadır. Ayrıca toplumsal eşitsizliklerin tarihsel süreç içinde biçim değişiklikleri göstermiş olup olmadığı, göstermişse bu değişikliklerin etkeni ve yönünün re olduğu; düzenlilikleri (=yasalar ya da genellemeler biçiminde ortaya konulabilecek bir işleyişi) bulunup bulunmadığı üzerinde durulmamakta; genel olarak toplumların tarih içindeki yaşam değişmelerinde düzenlilik bulunup bulunmadığı konusu­na girilmekten kaçınıldığı sezilmektedir.

Bu koşullar içinde geliştirilen toplumsal sınıf yaklaşımını şöylece özetleyebiliriz.

Toplumsal Sınıf Tanımı.

A.B.D.’de üniversitelerde çok geniş ölçüde okutulmakta olan bir toplumbilim kitabında (Lundberg, Schrag ve Larsen’in yazdıkları Sosyoloji adlı kitapta s. 379) toplumsal sınıflar şöylece tanımlanıyor:

“… toplumsal sınıf hem kendisi, hem de başkaları tarafından prestij, toplumsal ilişkiler, faaliyetler, mallar ve değer yüklemleri bakımından nüfusun başka kesimlerinden farklı sayılan bir kesimidir.”

Bernard Berelson ve Gary A. Steiner de, Amerikan toplumbilim dallarında elde edilmiş olan değişik alanlardaki bulguları bir araya getiren Humain Behaviour-An Inventory of Scientific Findings (Harcourt, 1964, s. 459) (İnsan Davranışı-Bilimsel Bulguların Bir Dökümü) adlı kitapta, toplumsal sınıfı şöyle tanımlıyorlar:

“Sınıf: Belli bir toplum ya da topluluk içinde, aşağı-yukarı benzer bir dereceye giren insanlardan oluşan açık bir insan kümesi ya da tabakası. Batılı sanayi toplumunda, ve belki de daha genel olarak, sınıflandırılmanın başta gelen temeli servet ya da gelir büyüklüğü, tüketim biçimi ya da (özellikle) meslek gibi servetin değişik bir türü olmuştur. Tabakalaşmada servete genellikle başka bazı ayırdedici öğeler de eklenmektedir: eğitim (yoksul üniversite profesörü, gelirinin sağladığından daha yüksek bir dereceye sahiptir); hizmet (yoksul din adamı, bir işe yaramayan varlıklıdan daha yüksek derecede tutulur); aileden elde edilen statü (yoksul soylular, sonradan görme varlıklılardan daha yüksek derecede sayılırlar.)”

Bu tanımın başlarında yer alan “açık bir insan kümesi, ya da tabakası” deyimindeki açık sıfatı sınıfların açık olduğunu, demek ki bir sınıftan  öbürüne yükselmenin  ya  da,düşmemin olanaklı olduğunu söylemek istemektedir. Bunu kast düzeni ile karşılaştıran yazarlar, herkesin ailesi dolayısıyla içine doğduğu toplumsal mevkileri belirten ve Ortaçağ Avrupa’sının derebeylik düzenine (feodalitesine) benzeyen, birinden öbürüne geçmenin yasak olduğu, Hindistan’da (ve başka kimi Uzak Doğu toplumlarında) görülen kast düzenini, toplumsal sınıfların tarihsel bir aşaması olarak görmeyip, bu toplumlarda her zaman var olmuş ve var olacak bir toplumsal sınıflaşma yapısı saymaktadırlar. Kendi toplumlarındaki toplumsal sınıfların ise kastlar gibi katı biçimde kapalı olmadığını, birinden öbürüne geçmenin hukuken olanaklı olduğunu, gerçek yaşamda da bunun örneklerinin görüldüğünü söylüyorlar. Ancak yine de insanların toplumsal sınıf durumlarını, başka deyişle yaşam olanaklarını ve toplum içindeki yerlerini geniş ölçüde içine doğdukları aileden kalıt olarak aldıkları gerçeği, bu sınıf anlayışının temelini oluşturmaktadır. Kast biçimindeki, her biri hukuken de kapalı sınıflar düzeninin Çin’de ve Japonya’da kalmadığını, Hindistan’da da sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte ortadan kalkmakta olduğunu, bunun yerine Japonya ve Hindistan’da anamalcı (kapitalist) Batı toplumlarındakine benzer bir sınıf yapısının oluştuğunu göz önüne alsalardı, yazarlar kast biçiminin tarihsel bir sınıf yapısı biçimi olduğunu göreceklerdi sanırım.

Toplumsal Sınıfların Doğuşu

Toplumsal sınıf ve toplumsal katman (=tabaka) kavramlarını eş anlamda kullanan ve çoğunlukla katman terimini yeğ tutan bu yazarlar, toplumlarda katmanlaşmanın doğuşu konusunda, açık olmasa da, kimi görüşler ileri sürmektedirler. Bu görüşler arasında, üstü örtülü bir “biyolojist” yaklaşımın izleri görülebilmektedir. Örneğin yukarda da sözünü ettiğimiz Lundberg, Schrag ve Larsen adlı toplumbilimciler, kitaplarında is. 381 – 388) “tabakalaşmanın doğuşu”ndan söz ederken, önce hayvan topluluklarına dikkatimizi çekiyorlar: Yalnız insanlar arasında değil, hayvanlar arasında da katmanlaşma bulunduğunu söylemekle konuya giriyorlar. Hayvanlar arasında da önderlik, egemen olma, bağımlı olma, vb. gibi durumlar bulunduğunu, bir kümesteki tavuklar arasında bir “gagalama sırası” oluştuğunu örnek vererek söylüyorlar. Böylece insan toplumlarındaki toplumsal sınıflaşmanın da kökeninde, kimi insanların doğuştan, başka deyişle biyolojik yapıları gereği başkalarına üstün oluşlarının bulunduğunu bireyler arasındaki zeka, yetenek, güç farklarının toplumsal sınıflaşmaya yol açan bir etken olabileceğini üstü örtülü bir biçimde, dolaylı yoldan anlatmış oluyorlar. Ama bireyler arasındaki zeka, yetenek, güç farklarının temelde doğuştan mı geldiği, yoksa farklı toplumsal-ekonomik-ekinsel çevrelerde, başka deyişle farklı toplumsal sınıflar içinde yetişmelerinden mi ileri geldiği sorusu cevaplandırılmadan bu benzetme yapılmış oluyor.

Yazarlar, insan toplumlarında “katmanlaşmanın” doğuşu sorusunu doğrudan bir biçimde sorduklarında da “kültür, gelenek ve alışkanlıklar”a yer veriyorlar :

“İnsanlar arasında gözlemlenebilir farklılıklar ne zaman ve hangi şartlar altında, belli bir özelliğe sahip olanlarla olmayanlara farklı statü verilmesine yol açar? Sorunun cevabı her durumda ilgili kümenin kültüründe aranmalıdır. Herhangi belli bir zamanda, her kültürün statü düzeni geniş ölçüde gelenekseldir ve bu düzenin tutumlarına sahip olan halkın benimsediği herhangi bir mantıki düşüncenin sonucu değildir. Ancak bu durumda söz konusu geleneğin varlık nedenini açıklamamız gerekir. A.B.D.’nin bazı yerlerinde “zenci” diye adlandırılan fiziki özelliklere sahip insanların aşağı statüden kimseler gibi işlem gördüklerine tanık olmaktayız… (bu) yaygın tutum, tarihi bir durumla açıklanabilir: Zenciler yüz yıl veya daha uzun bir zaman köle statüsünde bulundurulmuşlardır.” Yazarlar böylece, A.B.D.’de zencilerin aşağı statüde görülmesine alışıldığı için, bu durum gelenek durumunu almıştır; bu nedenle zenciler aşağı statüde kalageliyorlar, demiş oluyorlar. Örneğin beyazlar zenci doktora güvenemeyecekleri için (zenciyi doktor olarak görmeye alışık olmadıkları için), bir zenci doktor olsa bile kendisine beyaz hastalar gitmeyecek, bu nedenle de zenciden doktor kolay kolay çıkmayacaktır, diyorlar.

Ama, A.B.D.’de de, başka toplumlarda da zenci ya da renkli derili olmamalarına, aynı ırktan ve dilden olmalarına karşın yine kimi bireyler kümesinin aşağı, kimisinin ise yukarı statüye sahip olduğu gerçeği karşısında, bu durumun da kaynağının belirtilmesi gereğini duyan yazarlar, aslında zencilerin aşağı statüye konulmasını da, türlü mesleklerin neden farklı statüde sayıldığını da açıklayabilecek daha genel etkenler bulunduğunu belirtiyorlar: bunlar a) bireylerin yaptıkları işin sağladığı ücretin tutan; b) insanlığa hizmet edip etmediği; c) bu işi yapabilmek için uzun eğitim, zahmetli çalışma ve para gerekip gerekmediği; d) işin toplumsal saygınlığının yüksek olup olmadığı, etkenleridir.

Ancak görüleceği üzere bu karşılıkta, kimin yüksek gelirli, yüksek saygınlıklı, uzun eğitim gerektiren işlere gireceğini, kimin ise düşük gelirli, saygınlığı az, düşük eğitim gerektiren işleri yapacağını belirleyen etkenlerin neler olduğu sorusuna bir cevap verilmiş olmuyor.’

Gerçekten de bu toplumbilimcilerin toplumsal sınıf konusundaki yaklaşımlarına yapılan temelli bir eleştiri bu noktada toplanmaktadır. Toplumsal sınıflar arasında gelir, saygınlık, eğitim düzeyi gibi alanlarda ve daha birçok başka konuda farklar bulunduğu açıkça görülmektedir. Bu farkların gözlemlenmesi, toplumsal sınıfların oluşum nedenini açıklamak demek değildir. Nitekim bilimsel çalışmalarda “bağıntı” ilişkilerini
(= correlations) ortaya koyan açıklamalar, “nedensellik ilişkilerini”
(=causalites) ortaya koyan açıklamalardan ayırdedilir. “A olduğu zaman B de oluyor” demek (örneğin “Yukarı sınıf üyeleri arasında eğitim düzeyi yüksektir” demek) zorunlu olarak ‘A B’nin nedenidir’ demek değildir ve bundan dolayı da ‘yüksek eğitim insanları yukarı sınıfa sokuyor’ demek olamaz; yalnızca ‘yukarı sınıf üyeleri arasında yüksek eğitimliler daha çok yolunda bir bağıntıyı belirtmek olur. Ama “nedensellik ilişkisi” yine gösterilmemiş durumda kalır. Bu konudaki nedensellik ilişkisinin ortaya konulabilmesi için, yukarda belirttiğimiz üzere “kimi insanları yüksek eğitim, gelir ve saygınlık mevkiine getiren, kimilerini ise bu mevkiler dışında bırakan etkenlerin neler olduğunun” açıklanabilmesi gerekir.

Bu soruya karşılık olmak üzere yalnızca “bu insanlar yüksek gelirli, eğitimli ve saygınlıklı ailelerin üyeleri oldukları için yukarı sınıf üyesidirler; demek oluyor ki bu toplumsal yerleri onlara ailelerinden kalıyor” demek de bu konudaki nedensellik ilişkisini ortaya koymuş olamaz. Çünkü “Peki bunların ailelerini -baba veya annelerini- bu mevkilere getirmiş olan etkenler nelerdir?” sorunu cevaplayamamaktadır.

Toplumsal Sınıflaşmayla Birlikte Giden Kimi Öğeler

Bir bölüm batılı toplumbilimcilerin toplumsal sınıf olgusunu bir yandan gelenekler, alışkanlıklar sonucu ortaya çıkan bir olgu saydıklarını; bir yandan da her toplumsal sınıf durumuyla birlikte giden özellikleri (= gelir, eğitim, saygınlık, sağık bakımlarından) belirttiklerini böylece açıkladıktan sonra, şimdi de bu ikinci noktayla ilgili olarak yayınlanmış olan başlıca araştırma verilerine değinmek yerinde olacaktır.

  1. a) Sağlık ve Toplumsal Sınıf

1935 ve 1936 yılında A.B.D.’de 740.000 kentli ve 36.000 köylü aile arasında yapılmış olan bir araştırma, en düşük gelirli ailelerin daha yüksek gelirli ailelere oranla uzun süren (=kronik) ve ağır hastalıklara daha çok yakalandıklarını; başka bir araştırma da ailelerin gelir düzeyi ile doğumdan sonraki ilk yıl içinde yaşamda kalma olasılığı arasında yine doğru orantılı bir ilişki bulunduğunu göstermiştir (*).

(*) Lundberg, Schrag ve Larsen, Sosyoloji, Cilt I, Türk Siyasi İlimleri Derneği Yay;m, s   397

1939 -1940 Yıllarında 970 Amerikan Kentinde Çocuk Ölümleri ve Gelir

Adam Başına Gelir
(Dolar)
1000  Sağlam Doğum Başına Düşen Çocuk Ölümü Oranı
500 – den az % 63.4
500-674 % 53.7
675-849 % 41.7
850 – ve daha yüksek % 37.7

“Düşük gelirli kümelerin apaçık elverişsiz durumları yalnız beden sağlığı alanında görülen bir husus değildir. Akıl veya ruh hastalıkları da düşük gelirli sınıflarda yüksek gelirli sınıf­lara oranla daha çok görülmektedir. Örneğin New Heaven’de ruhsal bozukluklar konusunda yapılmış olan bir inceleme topluluk nüfusunun % 11,2 sini oluşturan yukarı sınıf aileler arasında, o tarihte New Heaven’de görülmüş olan toplam ruh bozukluğu olaylarının yalnızca % 7,7 sinin görüldüğünü; en aşağı sınıfa giren dar gelirli, düşük eğitimli, teneke mahallelerde veya geri kalmış semtlerde oturan aileler arasında ise, bu aileler toplam nüfusun % 17,8’ini oluşturdukları halde, toplam ruh hastalığı olaylarının % 36,8’inin görüldüğünü ortaya koymuştur.”

Toplam Nüfusun ve Ruh Bozukluğu Olaylarının Toplumsal Sınıflara Dağılışı (*)

Toplumsal  Sınıf Toplam Nüfusa Oranı Ruh Bozukluğu Olayları
En yukarı % 3,1 % 1,0
Yukarı % 8,1 % 6,7
Orta % 22,0 % 13,2
Aşağı % 46,0 % 38,6
En aşağı % 17,8 % 36,8
Bilinmeyen % 3,0 % 3,7

(*) Kaynak: AB. Hollingshead ve F.C. Redlich, «Social Stratification and Psychiatrıc Disorders,» American Sociological Review, April, 1953, s. 167’den iletenler Lundberg, Schrag ve Larsen, Sosyoloji, a.g.e., s. 399.

b)  Eğitim ve Toplumsal Sınıf

“Toplumsal sınıfına bakılmaksızın herkese eşit ayrıcalıklar tanınmasını güvence altına almak üzere özel çabalar gösterilmiş olan alanlarda ve bizzat bu eşitlikleri korumakla görevli kurumlarda bile, insanlara sınıflarına göre farklı ayrıcalıklar sağlandığını görüyoruz. Örneğin yapılan bir inceleme serbest meslek mensubu ailelerden gelen çocukların % 52’sinin, düz işçi ailelerinin çocuklarının ise yalnız % 5’nin üniversiteye gidebildiğini göstermektedir.” (*)

(*) Raymond V. Bewers, “Ecological Patterning in Rochester, New York”, American Sociological Review, April, 1939, s. 180-189’dan İleten Lundberg, Schrag, Larsen, a.g.e.

  1. c)  Adalet ve Toplumsal Sınıf

“Çok sayıda bilimsel yayınlar, aşağı sınıfların yasalar önünde yukarı sınıflarla eşit ölçüde adil işlem görmediklerini ortaya koymaktadır. Bu konuda yapılmış hemen bütün incelemeler suçlu ve canilerin, yukarı sınıflardakinden çok daha yüksek oranlarla aşağı sınıflardan çıktığını göstermektedir. Örneğin Newburyport’da (Massachusetts) toplumsal tabakalaşma üzerine yapılan çok geniş bir inceleme, toplam nüfusun dörtte birini meydana getiren en aşağı toplumsal sınıfın, kentte yapılan bütün tutuklamaların hemen hemen üçte ikisini içerdiğini göstermiştir.  Ancak yukarı ve  aşağı sınıflar arasındaki fark, yalnız tutuklamalarda görülmekle kalmamaktadır; çünkü ceza türlerinin pek çoğunun toplumsal sınıflar üzerindeki etkisi eşit değildir. Avukat tutabilmek (ücretsiz adli yardım yolu bulunmakla birlikte), kefalet ücreti ödeyebilmek, hapiste yatmak yerine para cezası ödeyebilmek, açıkça görüldüğü üzere insanların ekonomik sınıf durumuyla yakından ilişkilidir. Yasalara aykırı davranışlar için verilen para cezalarının zengin ile fakiri eşit ölçüde etkilemeyeceği açıktır. Bütün bu nedenlerle bir kimsenin ekonomik sınıfının, hala adalet görme olasılığını geniş ölçüde sınırlandırmakta ve belirlemekte olduğu görülüyor. Pek çok incelemeler çocuk suçluluğunun da ekonomik sınıf durumuna çok yakından bağlı olduğunu göstermiştir”. (*)

(*) Lundberg, Schrag ve Larsen. a.g.e., s. 400.

Nüfusun ve Tutuklanmaların Toplumsal Sınıflara Dağılımı

Toplumsal  Sınıf Toplam Nüfusa Oranı Tutuklanma Olayları
Yukarı-yukarı % 1.45 % 0.43
Aşağı-yukarı % 1.57 % 0.28
Yukarı-orta % 10.30 % 1.84
Aşağı-orta % 28.36 % 7.80
Yukarı-aşağı % 32.88 % 24.96
Aşağı-aşağı % 25.44 % 64.69

  1. d) “Toplumsal Sınıf ve Deniz Kazası”

Aşağıdaki satırlar Walter Lord’un A Night to Remember (New York, Holt, 1955) adlı kitabından alınmış olan bir parçanın Türkçe’ye çevirisidir.

“Edward dönemi İngiltere’sinin belirgin özelliği, iyice tanımlanmış tabakalara ayrılmış olması ve güçlü bir sınıf bilincinin bulunmasıydı. Zamanın büyük transatlantikleri, yolcu sınıflarını kesinlikle birbirinden farklı kılan sistemleri ile, bu statü düzeninin aşırı biçimdeki örnekleriydi. British White Star Line ortaklığının bir gemisi olan Titanic 1912’de göreve çıkıyordu. Gününün en büyük ve lüks yolcu gemisi olan Titanic, en güvenilir gemi olarak da ün yapmıştı. Taşıyabileceği toplam yolcu sayısının yalnızca % 30’una yetecek kadar (1200 adet) kurtarma kayıkları vardı -o günün güvenlik yasalara daha bile az sayıda kurtarma kayığı bulunmasını istediği halde-. İlk yolculuğunda Titanic Kuzey Atlantik denizinde bir buzul ile çarpıştı ve 2200’ü bulan yolcu ve görevlilerinin 1500’ünden çoğuyla birlikte battı.

“Birkaç yıl önce White Star Liner ortaklığının başka bir yolcu gemisi, Republic, battığı sırada gemi Kaptanı Sealby kurtarma kayıklarına girmekte olan yolculara şunları söylüyordu: ‘Unutmayın, önce kadınlar ve çocuklar binecek; sonra Birinci Kamara, sonra öbürleri’. Titanic’de böyle bir kural yoktu, ama kurtulanların da yolcuların rastlantısal bir örneklemesi olmadıkları görülüyordu. Tarihsel araştırma ve soğukkanlı istatistik verileri gösteriyor ki ilgisizlik, umursamazlık, şans ve gemide bulunulan yer, hep Birinci Sınıf yerlerdeki yolcuların lehine ve Üçüncü Sınıf yerlerdeki yolcuların aleyhine çalışmıştır. Birinci Sınıf yerlerdeki 143 kadın yolcudan yalnız 4’ü (% 2.8’i) boğulmuştur ve bunların 3’ü “özellikle” yerlerinden ayrılmamışlardır. İkinci Sınıf yerlerdeki 93 kadın yolcudan 15’i (% 16.1’i) boğulmuştur. Üçüncü Sınıf yerlerdeki 179 kadın yolcudan ise 81’i (% 45.3’ü) boğulmuştur. Birinci ve İkinci Sınıf mevkilerdeki 29 çocuktan yalnızca biri, ama geri kalan mevkilerdeki 76 çocuktan 53’ü boğulmuştur.

Gerek İngiltere, gerekse A.B.D.’de soruşturmalar yapılmış, ama bu ülkelerin hiçbirinde bu durumdan herhangi bir aktöresel sonuç çıkarılmamış, istatistiksel bir düzenlilik bulunduğu ol­gusu üzerinde durulmamıştır. O gece ‘önce kadınlar ve çocuk­lar’ kuralı görkemli bir biçimde uygulandı; ama nedense Üçüncü Sınıf yerlerdeki çocuklardan boğulanların oranı, Birinci Sınıf yerlerdeki yetişkin erkeklerden boğulanların oranına göre daha yüksekti. Bu, günümüz basının toplumsal (ya da habercilik) bilincinin hiç kavrayamadığı bir çelişkiydi.”(*)

(*)  Leonard Broom ve Philip Selznick, Sociology, Harper, 1955, s 192’den
“Katmanlaşmanın İşlevleri”.

Toplumsal sınıflar konusunda bu birinci anlayışa sahip olan toplumbilimciler, toplumlarda sınıflaşmanın (ya da katmanlaşmanın) bir takım işlevleri (=fonksiyonları) bulunduğunu belirterek, bu işlevleri şöylece açıklamaktadırlar: “İnsanları, toplum içinde kendilerine gösterilmesi gereken ve onlardan beklenmesi gereken davranışlara göre kategorilere ayırmak gerekir. (*) Türkçe’ye çevrilmiştir.

Örneğin yönetici mevkilerdeki birey­lerden beklenen davranışlar ve onlara karşı takınılması gereken tutumlar, yönetilen mevkideki insanlardan beklenen davranışlardan ve yönetilen mevkideki insanlara karşı takınılması gereken tutumlardan farklıdır.

“Her kategori ne kadar kolaylıkla tanınırsa, kendinden teklenen görevleri de o kadar kolaylıkla yerine getirir”… “Toplumsal yaşamın örgütlendirilebilmesi ve eşgüdülebilmesi için insanların kategorilere ayırdedilmesi zorunlu olduğu gibi, bütün temel mevkilerin doldurulmasını ve her birinin gerektirdiği görevlerin yapılmasını güvence altına almak için bu kategorilerin de farklı saygınlık basamaklarına konulması zorunludur. (**)

(*) Tırnak İçindeki cümleler Lundberg, Schrag ve Larsen, Sosyoloji, a.g.e.,s. 404 ve 405’den alınmıştır.
(**) Tırnak İçindeki cümleler a.g.k., s. 404 ve 405’den alınmıştır.

Görüldüğü gibi bu toplumbilimcilere göre toplumsal sınıflaşma bir yandan toplum yaşamının yapılmasını gerektirdiği, ama değişik önemde olan işlerin yapılması bakımından zorunlu olmaktadır. (‘Sınıflaşma olmasa kimse çöpçülük yapmak istemeyecektir’ gibi bir düşünce). Öte yandan da, her saygınlık basamağındaki bireylerin kendilerinden ne beklendiğini ve ne beklenmediğini; başka saygınlık basamaklarında bulunan bireylerden de ne bekleyebileceklerini, onların da kendilerinden ne bekleyeceklerini bilip öğrenmeleri bakımından da katmanlaşma (ya da sınıflaşma) gereklidir. Ayrıca bir insanın, toplum içindeki yeri bakımından kendisinden ne beklendiğini ve ne beklenmediğini bilmesi, ona bir güvenlik duygusu kazandırır. Demek ki katmanlaşmanın böyle bir işlevi vardır, demektedirler.

Bu görüşte olan toplumbilimciler “katmanlaşmanın, genellikle yeteneklilerin temel mevkilere gelmesini sağlayan bir yol olduğunu” söylemekte, ancak bazen yetenekli kişilerin, yeteneklerinin karşılığında “ödüllerini aldıktan sonra, üstün iktidar, servet ve saygınlıklarını kendi yararlarına daha geniş eşitsizlikler elde etmek amacıyla kullanabileceklerini” de kabul etmektedirler. Bunun ise dikey toplumsal hareketliliği (başka deyişle aşağı katmandaki bireylerin yukarı katmanlara geçmesi, yukardakilerin yeteneksizlik durumunda aşağı katmanlara düşmesi olanaklarını) kısıtlayacağını ve böylece sınıf ayrıcalıklarını sürekli kılacağını belirtmektedirler.

Bu birinci toplumsal sınıf anlayışı üzerine buraya değin söylenenleri Özetleyecek olursak, temel olarak toplumda sınıflaşmanın, yeteneklilerin önemli yerlere gelmesini sağlayan gerekli bir süreç olduğu benimsenmekte; ancak kimi bireysel durumlarda, bu yetenekli mevkilerde bulunanların kendi yararlarına olmak üzere türlü haksız ayrıcalıklar elde etmeye yönelebilecekleri (böyle bir olasılık bulunduğu) noktasına da yer verilmektedir.

  1. B)  MARXÇI TOPLUMSAL SINIF ANLAYIŞI

Temelini Karl Marx (1818-1883) ve Friedrich Engels’in (1820-1895) yazılarının oluşturduğu Marxçı görüş, yalnız toplumsal sınıflarla ilgili olmayıp, bütünüyle bir dünya görüşü, bir doğa ve toplum anlayışı olarak belirmektedir. Toplumu hem bütünlüğü içinde, hem de tarihsel süreç içinde, başka deyişle zaman boyutu içinde ele alan ve toplum bütününün hem kuruluşunu, hem de işleyişini ve değişimini açıklama savında olan bir toplum kuramı durumundadır, Marxçı görüş. Toplumsal sınıflarla ilgili açıklamaları, toplumsal sınıfları ortaya çıkaran etkenleri, nedenleri gösterme amacında olup, bu genel toplum kuramının bütünlenmiş bir parçası durumundadır.

Bu nedenledir ki Marxçı kuramın toplumsal sınıflarla ilgili olarak getirdiği görüşleri anlayabilmek için, yöntemini ve kimi temel kavram ve terimlerini açıklamak kaçınılmaz olmaktadır.

Diyalektik Yöntem

Marxçı toplum kuramı, yöntem olarak eytişim (=diyalektik) yöntemini benimsemiştir. “Diyalektik” terimi, yunanca kökenli olup “soru-karşılık yöntemiyle tartışma” anlamına gelen “dialektikos” sözcüğünün Batı dillerine ve Türkçe’ye geçmiş biçimidir. Eski Yunan felsefesinde tartışmacılık anlamında kullanılmaktaydı. Felsefeciler ve toplumbilimcilerin bu kavramın Türkçe karşılığı olarak önerdikleri “eytişim” sözcüğü de ‘eyitmek, (= demek, söylemek) fiilinin ‘eyitişmek, (= söyleşmek) biçiminden yapılmıştır. Eyitişim terimini çağdaş anlamına pek yakın biçimde kullanan Heraklit, her şeyin karşıt öğeleri ile birlikte düşünülmesi gerektiğini savunmuş, evrensel oluşumun karşıtlar arasındaki çatışma sonucu gerçekleştiğini ileri sürmüş, “Bir şeyden birçok şey ve her şey” oluştuğunu söyleyerek de evrensel bağımlılığı, değişme ve gelişmeyi, karşıtların birliğini ve özdeşliğini anlatmak istemiştir. 1770-1831 yılları arasında yaşayan Alman filozofu Hegel bir usavurma (muhakeme) yöntemi olarak aldığı eytişimi mantığa uyguladı. O’na göre kavramlar insan bilincinde eytişimsel bir yolla -karşıtlıklar içinde- gelişmekteydiler: Sav-karşısav-bileşim biçiminde. Bir düşünce (sav) karşıtıyla (karşısav) ile bir arada bulunur ve onunla etkileşmesi sonunda bir bileşim ortaya çıkar. Bu bileşim de yeni bir sav olup kendi karşıtı ile etkileşmesi sonucu yeni bir bileşime doğru yol alır.

Daha sonra Kari Marx ve Friedrich Engels eytişimin yalnızca kavramların değil, devinme durumundaki tükenmez bir gerçeğin eytişimi olduğu görüşünü geliştirdiler. Onlara göre eytişim, doğa-toplum-bilinç bütünlüğünün oluşmasındaki düzenliliği, yasalılığı anlatmaktaydı. Kendilerinden önce bilim dünyasında benimsenmekte olan temel düşünce biçimini doğaötesel
(= metafizik) saymalarının nedeni, onlara göre bu düşüncenin bilinmesi gereken bir konuyu, evrimsel devinimi içinde ve bütün yanlarıyla bilmek yerine, yalnızca bir yanıyla ele almakta olmasıdır. Örneğin doğaötesel dünya görüşünün ekonomi bilgini Adam Smith’in üretim olgusunu ekonomik bütünlüğü içinde, tüketimle ilişkisini göz önünde bulundurarak incelemediği için doğru sonuçlara varmamış olduğunu savunurlar.

Marx ve Engels oluşturdukları eytişimsel yönteme, eytişimsel özdekçilik adını vermişlerdir. Bununla anlatmak istedikleri, kendi eytişimsel yöntemlerini ve dünya görüşlerini düşünceci (= idealist) dünya görüşünden (= başka deyişle evren, toplum ve bilinç olgularını Düşünce, Ruh ve daha başka doğa-ötesi kavramlarla açıklayan, birincileri ikincilerin belirlediğine inanan dünya görüşünden) arındırmış oldukları; gerçeği yalnız açıklamakla kalmayıp, onları değiştirip geliştirmenin yöntemini de saptayan bir bilimsel-felsefi dünya görüşü oluşturmuş bulundukları görüşüdür. Eytişimsel özdekçiliğin temel ilkesi şudur: Evren (= doğa, toplum ve bilinç) özdekseldir, özdek dışı bir gücün etkisi ile değil, kendi iç özdeksel yasalarıyla gelişir. Evreni tanımak için onun yasalılıklarını, düzenliliklerini bilmek gerekir; bu düzenlilikleri bilmek için de bu düzenliliklere uygun bir düşünme yöntemiyle onlara yaklaşmak gerekir. Bu düşünüş yönteminin temeli şudur: Doğa kendi özdeksel yapısından, bilinç insanın doğa üstündeki eyleminden, toplum da doğaya özgü üretim sürecinden yansıyan çelişmelerle belirlenir. (Bkz.: O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 1973).
TOPLUMSAL SINIF ANLAYIŞI

Bu anlayışta toplumsal sınıfların şöyle tanımlandığını görüyoruz:

Üretim güçlerinin belli gelişme aşamalarında; a) üretim araçlarına sahiplik ya da sahip olmama, b) toplumsal işbölümü düzenindeki yerleri, dolayısıyla da sahip oldukları zenginlikleri elde etmede kullandıkları araçlar ve c) bu toplumsal zenginliklerden aldıkları payın büyüklüğü bakımlarından birbirlerinden ayrılan geniş insan kümelerine sınıf denir.

Bu anlayışa göre toplumsal sınıfların ortaya çıkmasının temel etkeni, üretim araçlarının özel mülkiyete konu olmasıdır. Böyle bir mülkiyet düzeninde ortaya çıkan üretim ilişkileri de, her sınıfın toplum içindeki göreli yerini belirleyici olmaktadır. Üretim araçları ile üretim ilişkileri, üretim biçimi’ni oluşturmaktadırlar. Sınıflı toplum tarihsel evrimin belli aşamalarındaki üretim biçimlerinin bir özelliğidir.

Görülüyor ki Marxçı toplumsal sınıf anlayışım açıklayabilmek için üretim araçları, üretim ilişkileri ve üretim biçimi kavramlarını da nasıl tanımladığını belirtmek gerekmektedir.

Üretim ilişkileri

İnsanın bilincinden bağımsız olarak var doğayı değiştirirken kendisini de değiştirmesi sürecidir. Üretim, insanın yaşayabilmesi için gerekli her türlü araç ve besinleri kendi iş gücünü tüketerek doğadan elde etmesidir. Bu kurama göre insanlar üretim yaparken doğayı değiştirmekte, dolayısıyla kendi kendilerini ve birbirlerini de değiştirmektedirler. Toplumsal yapı da bu değişikliklerle biçimlenmektedir.

Üretim araçları: Özdeksel üretimde kullanılan iş araçları ile iş nesnelerini, başka deyişle insan emeğinin işlediği, üzerinde çalıştığı nesneleri anlatır. İlkel insan için taş, sopa, balta üretim araçları idi. Günümüzde toprak, makineler, donanım, yollar, su yolları üretim araçlarıdırlar. Üretici bilgi ve görgüsüyle insanı da buna katarak, üretim güçleri kavramını oluşturmaktadır kuram.

Üretim ilişkileri

‘İnsanın bilincinden bağımsız olarak var olan nesnel özdeksel ilişkilerdir. Toplumsal üretim (topluluk yaşamı içindeki üretim), değişim ve özdeksel zenginliklerin dağılımı süreci içinde insanlar arasında meydana gelen, yer alan ilişkilere denir. İnsanlar birlikte etkinlikte bulunmadan ve bu etkinliklerini karşılıklı değişmeden üretimde bulunamazlar. İşte üretim ilişkileri, bu zorunlu birlikte çalışmanın biçimini belirlemektedir. Üretim ilişkilerinin temeli de, üretim araçlarının mülkiyeti düzenidir’.

Bir üretim biçiminin oluşması ve süreklilik kazanabilmesi için üretim güçleri ile üretim ilişkilerinin birbirlerine uygun düşmesi gerekir. Örneğin el değirmeni derebeyci üretim ilişkilerini, buharlı makine anamalcı üretim ilişkilerini ortaya çıkarmıştır.

Bu kuram, toplumların tarihsel evrim içinde yaşadıkları ekonomik dönemleri belirleyen ve başka dönemlerden ayıran şey, nelerin yapıldığı değil, ne yoldan (= hangi üretim ilişkileri içinde) yapıldığıdır, der. Örneğin köleci dönemdeki üretim ilişkileri içinde de ipek kumaş, büyük saraylar, sanat başyapıtı heykeller yapılabilmekteydi, anamalcı dönemin üretim ilişkileri içinde de. Demek ki bu iki dönemi birbirinden ayırdedebiliyorsak, nelerin üretilmekte olduğuna değil, nasıl, hangi üretim ilişkileri içinde üretilmekte olduğuna bakarak ayırdedebiliyoruz, görüşünü savunur.

Üretim Biçimi

Böylece üretim biçimi kavramına sözü getirmiş oluyoruz. Kurama göre üretim biçimi, yaşamak için gerekli olan nesnelerin (yiyecek, içecek, giyecek, barınak, iş araç-gereçleri vb.) elde edilmesinin tarihsel olarak belirlenen biçimleridir. Her toplumsal düzeni belirleyen temel budur. Üretim biçimi değiştikçe bütün toplum düzeni de değişir. Her yeni üretim biçimi, insanlığın gelişiminin yeni ve daha yüksek bir aşamasını anlatır. Üretim biçimini belirleyen temel etken üretim güçleridir. Üretim güçleri ilerledikçe üretim ilişkileri değişir; bunun sonunda üretim biçimi, eşdeyişle toplumsal düzen de değişir.

İşte bu temele göre belirlenen toplum düzenlerinin tarih içinde beş ayrı dönemi oluşturduğunu söyleyen kurama göre :

Tarihte üretim araçlarında toplumsal mülkiyet, İlkel komün dönemindeki ortak mülkiyet (klan, kabile ve komünün ortak mülkiyeti) ile sosyalist toplumlardaki devlet mülkiyeti biçimlerinde görülmüş; üretim araçlarında özel mülkiyet ise köleci toplum düzeninde, derebeylik toplum düzeninde ve anamalcı toplum düzeninde görülmüştür

Kuram, üretim araçlarının özel mülkiyet altında olduğu toplum düzenlerine sınıflı toplum düzenleri diyor. İlkel komün ve sosyalist toplum düzenlerinde toplumsal sınıfların bulunmadığını; buna karşılık köleci toplumda köleler sınıfı ile onların sahipleri olan efendiler sınıfı bulunduğunu; derebeyci toplumda soylular (= toprak ve din soyluları), şövalyeler ve lonca başkanlarından oluşan yönetici sınıf ile serfler ve loncalardaki zanaatkar işçilerden ve tacirlerden oluşan yönetilenler sınıfı bulunduğunu; anamalcı toplumda da üretim araçlarına sahip olan anamalcılar (= tarihsel adı burgeois= kentsoylu) sınıfı ile yaşamak için emeklerini satmak durumunda olan işçilerin oluşturduğu emekçi sınıf (= tarihsel adı proletarya) bulunduğunu söylüyor.

‘Binlerce yıl önce, üretim güçlerinin çok düşük düzeyde bir gelişme gösterdiği, iş araç-gereçlerinin ilkel olduğu ve işbölümünün yalnız yaşa ve cinsiyete göre oluştuğu İlkel Komün, ancak birlikte çalışmak yoluyla geçim nesnelerini güven altına alabilen ve kendilerini komşu komünlerin saldırılarına karşı koruyabilen insanlardan oluşmakta, üretim boylarda ve ortaklık içinde yürütülmekteydi. İlk temel işbölümünün ortaya çıkması, başka deyişle tarımın hayvan besleyiciliğinden ayrılması üzerine İlkel Komün’ün üretim güçleri hızla gelişme göstermiş; bunu izleyerek değişim, özel mülkiyet ve komün üyeleri arasında eşitsizlik ortaya çıkmış, başlıca üretim aracı olan kölelerin çalıştırılması daha büyük eşitsizlikler yaratmıştır. Öte yandan ortaklaşa üretim ve ürünlerin komün üyeleri arasında eşit dağılımı üretim güçlerinin gelişmesine birer engel olmağa başlamıştır. Tarımın hayvan besleyiciliğinden ayrılmasından sonra ikinci bir temel işbölümü daha gerçekleşmiş, zanaatlar da tarımdan ayrılmıştır. Bunun sonucu İlkel Komün düzeninin çözülmesi, sınıfların ve devletin ortaya çıkmasıdır’.

“Sınıflı toplumlar da, kurama göre, “üretim güçleri ile üretim ilişkilerinin birbirine uyması zorunluluğu” yasası gereğince, uygulayımlardaki ve bilgilerdeki ilerlemeyi izleyerek nitelik değişiklikleri geçirmiştir: Köleci toplumda uygulayımların ilerlemesi, pahalı araç-gereçlerin geliştirilmesi karşısında, üretimin sonucuna karşı hiç bir ilgi duymayan -çünkü canı bile efendisine ait olan- köleler verimli olmaktan çıkmış; onları çalışmaya özendirmek üzere kendilerine üretimden bir pay ayırmak zorunluluğu sonunda serflik (= kendine ait bir parça toprağı olan, ama topraktan ayrılma hakkı olmayan, derebeyin toprağını işlemekle yükümlü toprak köleleri düzeni) ortaya çıkmış üretim ilişkileri de buna göre değişmiştir. Üretim güçlerindeki süre giden gelişmeler, imalat sanayini, giderek dizi üretimi olanaklı kılınca bu yeni üretimin gerekli kıldığı büyük fabrikaların işçi gereksinmesini karşılayabilmek için bir yandan toprağa bağlı serflik düzenini kaldırmak (= özgür işçilerin ortaya çıkması), bir yandan üretimi kısıtlayan lonca düzenine son vermek, bir yandan da insan ve malların bir yerden başka bir yere özgürce dolaşabilmesini sağlamak -özetle derebeylikler sınırlarındaki gümrüklerin kaldırılması ve ulusal birliğin, ulusal toplumun oluşturulması; çağdaş ülke ya da yurt kavramının ortaya çıkması- gerekli olmuştur. Bu oluşumlar da yine sınıflar arasında çatışmalar süreci içinde gerçekleşmiştir: Yükselen yeni sınıf kent­soylular ve onun desteklediği serfler ile derebeyci soylular arasındaki çatışmalar. Bütün bunların en kesin anlatımını 1789 Fransız Devrimi’nin Haklar Bildirisi’nde buluyoruz: Yasa karşısında eşitlik; can, mal, konut dokunulmazlığı, gezi özgürlüğü; kısaca Fransız Devrimi’nin savsözleri (= sloganları) ile söyleyecek olursak Özgürlük, Eşitlik, Adalet, Kardeşlik. Bunun gibi, bu dönemin iktisadi düzeninin anlatımı olan liberal ekonomi düzeninin savsözü de çok anlamlıdır: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (= Laissez faire, laissez passer).

Kapitalist Toplumda Sınıfların Oluşumu

Görüldüğü gibi her sınıflı toplum bir öncekine göre, geniş yığınların haklarında ve durumlarında, uzun sürede, göreli bir düzelmenin de belirtisi olmaktadır. Hele anamalcı toplumun oluşumu ve kent-soylu ile işçi sınıfının ortaya çıkışı; şu ya da bu ölçüde kuramsal olarak da kalsa, herkesin işini özgürce seçmesi, özgürce üretim yapması, özgür sözleşme yapması, can, mal, konut dokunulmazlığına sahip olması, yasalar önünde herkesin eşit olduğunun kabul edilmiş olması, yargılamasız tutuklanamaması, ilkelerine dayalı bir yeni yaşam düzeninin kurulması demektir.

Öyleyse bu ilkelere dayalı bir toplumda eşitsizliklerin, dolayısıyla toplumsal sınıfların kaynağı neydi?

‘Artı Değer’ kavramı

Bu soruyu kuramın nasıl cevapladığını belirtebilmek için, bir başka kavramını daha tanımlamamız gerekir. Bu, artı değer kavramıdır.

Bir ürün üretilirken onun üretiminde yer alan bütün öğelerin payı çıkarıldıktan sonra yine geriye bir şey kalır, kurama göre. Bu artı değerdir. O ürünün üretilmesinde yer alan ilk maddelerin, donanım giderlerinin, işçinin yeme, giyme, barınma giderleri ile gençliğini karşılayacak ödemenin
(= emekliliğinin), dinlenme-eğlenme giderlerinin toplam tutarı üretilen üründen çıkarıldığında geriye kalan fark olan artı değer anamalcıya (üretim araçları sahibine) kalmaktadır. İşte bu artı değeri alan sınıf, üretim araçları üzerinde özel mülkiyete sahip olduğu için taunu alabiliyor. Artı değeri aldığı için de ekonomik erk ile birlikte siyasal erke sahip olabiliyor. Toplumun kurumlarını, yasalarını bu üretim biçimi belirtiyor. Sınıf farklılıkları, böylece, anamalcı sınıfın ayrıcalıklı durumu üzerinde oluşuyor, diyor bu görüş.

‘Ama evrim süregidiyor. Anamalcı toplumda, örneğin yasalar karşısında herkesin kuramsal olarak eşit sayılması, gezi, iş seçme, örgütlenme, sözleşme özgürlükleri, büyük sanayi merkezlerinde yığılmış bulunan işçi sınıfı toplulukları tarafından gittikçe daha etkin bir biçimde kullanılmaya başlanıyor. Nesnel Koşullar var: Büyük işletmeler; kent, ulaşım, haberleşme… İş-bırakımı, eşdeyişle toplu olarak işi bırakma yolu, birlikleşme (sendikalaşma), toplumsal sigortalar gibi yeni dayanışma yolları bulunuyor. Bu yollarla işçiler üretimden daha çok pay almanın, seçme-seçilme, eğitim, sağlık, yönetici mevkilere gelme konularında durumlarını düzeltmenin yollarım bulup geliştirmeğe koyuluyorlar. Buna karşılık anamalcı sınıf da tekeller kurma, tröstler içinde birleşme, iş kapatımı (lock-out) yoluyla işçi sınıfı üzerindeki üstün, güçlü durumlarını sürdürmek istiyorlar’.

Ama kuram, evrimin durmadığını (çünkü toplumun ve insanın durağan olmadığım), geniş yığınları oluşturan insanların durmadan daha çok kendi toplumsal çevrelerini anlayıp özgürlük, eşitlik yönünde değiştirme olanağına kavuştuklarım, bunları kuramsal olmaktan çıkarıp edimsel olarak gerçekleştirmenin yollarını öğrenip araçlarını oluşturduklarını söylemektedir.

Kurama göre, anamalcı sanayi toplumlarındaki toplumsal gönenç (refah) ve adalet önlemleri, toplumsal güvenlik önlemleri, yaygın eğitim olanakları, bir ölçüde sömürgelerin ve az­gelişmiş ülkelerin sömürülmesi yolundan sağlanıyorsa, önemli ölçüde de işçi sınıfının oy hakkına sahip olması, birlikleşmesi, toplu dayanışma (iş bırakımı gibi) olanakları elde etmiş olması, siyasal partilerini kurmuş olması dolayısıyladır. Başka deyişle eşitlik, özgürlük ülküleri yönündeki  ilerlemeler, elde edilen haklar bağış sonucu elde edilmiş olmayıp, karşıt sınıflar arasındaki güç dengesinin değişmesiyle durmadan yeniden oluşan karşılıklı uzlaşmaların sonunda elde edilmektedir. Nesnel koşullar öyle değişir ki, artık işçilerin işbırakımı hakkını tanımamazlık edemez anamalcı sınıf. Demek ki insan istenci, nesnel koşullardan bağımsız olarak topluma dilediği biçimi veremez. Nitekim yine nesnel koşullar elvermedikçe, zorunlu duruma getirmedikçe işçiler de işbırakımı hakkını elde edemezler; siyasal örgütlerini kuramazlar; toplumsal gönenç harcamalarına ayrılacak bütçe kaynaklarını diledikleri ölçüde saptayamazlar. Kuram, eytişimsel ve canlı bir toplumsal değişme süreci olduğunu, hiçbir öğenin her zaman özdeş durumda kalmadığım, öğeler arasında durmadan karşılıklı etkileşme olduğunu söyler. Bu etkileşmenin yönü, ereği, uygulayımbilimi ve üretim ilişkilerini bütün insanların özgürlüğünü, eşitliğini sağlayacak ölçüde geliştirmek ve değiştirmektir, görüşünü savunur.

Burada, sınıflar arasındaki bu mücadelenin, yarışmanın yolları ve araçları konusunda da kuramın ne dediğini belirtmek uygun olacaktır. Ama bu konuya girmeden, bu noktadaki görüşlerin benim kendi yorumum olduğunu belirtmeliyim.

Gerçekten her kapsamlı kuram gibi Marx’ın toplum kuramı -dolayısıyla da toplumsal sınıflarla ilgili kuramı- birçok eleştiriler yanında, birçok yorumlamalara da uğramıştır. Bu kaçınılmaz bir şeydir. Gerçekten yaşam durmuyor. Hep yeni durumlar, yeni öğeler ortaya çıkıyor. Bu yeni durum ve öğeler bir kuram: Önce şurasından burasından küçük küçük, niceliksel değişikliklere uğratıyor. Bu niceliksel değişmeler birikip niteliksel değişim ölçü ve biçimini alınca kuram da daha gelişkin, daha ileri, yeni diyebileceğimiz bir kurama yerini bırakacaktır. Bu, doğrudan doğruya Marx’ın toplum kuramının temelini ve yöntemini oluşturan eytişimsel evrimin de gereğidir. Demek ki yeni koşullara göre kuramın yeni yorumlamalarının yapılması kaçınılmazdır Çünkü yeni verilerin sınavından geçirilmesi zorunludur.

Kanımca Marx’ın kuramının, geçen 100 yıllık dönemdeki toplumların evrimi karşısında en çok yeniden yorumlanması gereken bölümü, sınıflar arasındaki mücadelenin yolu ve yöntemi, araçları ile ilgili olan bölümüdür.

Şimdi, kuram toplum yaşamının tarihsel süreç içinde durmadan değişmelerden geçtiğini söylediğine göre, bu toplumsal yaşam gerçekliğinin önemli bir öğesi olan sınıflararası mücadelelerin yol ve yönteminin, araçlarının kendilerinin de değişmelerden geçtiğini kabul edeceği açıktır.

Bu nokta işçi sınıfının sömürülmekten kurtulabilmesi ve eşitlikçi, özgürlükçü bir toplumsal düzenin kurulabilmesi için şiddet yoluyla mücadele etmesi gerektiği yolunda bir yanılgıya düşülmemesi için önemle belirtilmelidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, doğrudan doğruya kuramın eytişimsel niteliği, sınıflararası mücadelenin yol ve araçlarının değişmeden kaldığını düşünmeğe elvermez. Nitekim kuram, sınıflararası mücadelenin bir toplum biçiminden öbürüne geçildikçe, durmadan daha barışçı yol ve yöntemlerle yapıldığını, şiddet ve kaba güç yoluna durmadan daha az başvurularak evrimin süregeldiğini söylemektedir. Kölenin ayaklanmaktan başka olanağı yoktu, efendinin de kullanamayacağı şiddet yolu yoktu. Kölesini öldürebilirdi; satabilirdi. Serf biraz daha hak sahibiydi feodal bey karşısında. Lonca üyesi zanaatkar da lonca yöneticilerine, ustalarına karşı biraz daha iyi durumdaydı, köleye oranla. Ama yine de örneğin evlenecek olan serf kadının ilk gecesi (yani bekareti) derebeyinindi. Ya ilk geceyi beyle geçirirdi gelin, ya da evlenecek erkek serf beye “ilk gece hakkının” karşılığında bir ödemede bulunur ve karısının bekaretini kurtarırdı. Köle için bu olanak da yoktu.

Derebeyci toplum anamalcı topluma yerini bırakınca, sınıflar arasında bir kez yasa karşısında eşitsizlik kuramsal olarak tümden, edimsel olarak (=fiilen) da artan bir ölçüde kalktı. Herkes gezi, konut, can, mal, meslek seçme özgürlük ve dokunulmazlığına sahip. Anamalcı işçiyi dilediği gibi tutuklayamıyor; kimse yargılanmadan cezalandırılamıyor. İşçi sınıfının bu hakları durmadan genişlerken şiddet yoluna durmadan daha az gerek kalıyor. Örneğin yargı bağımsızlığı durmadan güçleniyor. İşçiler örgütlenme hakkı elde ediyor, yasal işbırakımı hakkına kavuşuyor, oy hakkı elde ediyor, son olarak siyasal erki elde etmek için anamalcılarla gittikçe daha eşit koşullarda yanşan siyasal partilerini kuruyorlar. Ve görüldüğü gibi bugün siyasal mücadeleler artan bir ölçüde seçim mücadeleleri, parlamento görüşmeleri, işbırakımı ve işkapatımı (grev ve lokavt) uygulamaları ve toplu iş sözleşmeleri, yüksek hakem kurulları, anayasa mahkemeleri… içinde akışıyor. Bütün Batı Avrupa sanayi ülkelerindeki sosyalist ve komünist partilerin, seçime dayalı demokratik parlamenter düzen içinde siyasal erki elde etmeği kabul etmiş olmaları bir rastlantı değildir. Sovyetler Birliğinde de Stalin döneminin en ağır biçimde suçlanmış olması bir rastlantı değildir. Soljenitzin Stalin döneminde, adı duyurulmaksızın yok edilirdi. Bugün yine birçok özgürlük kısıtlamaları var ama, şiddet öğesi eskiye göre azalmaktadır. Demek oluyor ki siyasal mücadelelerde kaba gücün yeri durmadan azalmaktadır (*) Kuşkusuz şiddet yolu her toplumda eş zamanlı olarak eşit öl­çüde azalmıyor. Çünkü her toplum benzer evrim aşamasında değildir. Ama sınıflararası mücadelenin yol ve araçları, genel olarak durmadan daha barışçı yol ve araçlara dönüşmekte, zorbalık ve şiddet durmadan daha sınırlılanmakta ve azalmakta, demokratik mücadele yol ve araçları onların yerini almaktadır Bu demokratik gelişme özendirilmelidir.

{*) Marx’ın kendisi de 100 yılı aşkın bir zaman önce, 3 Temmuz 1871 günlü The World gazetesindeki yazısında işçi sınıfının barışçı yollardan iktidara gelmesinin olanaklı olabileceğini kabul etmekte, Engels de 1891 de Erfurt Programının Eleştirisi’nde şunları yazmaktadır: “Halkın genel seçimlerle bütün erki elinde bulundurabileceği ve anayasanın ulusun oylarının çoğunluğuna sahip olana her şeyi yapma olanağını verdiği ülke­lerde eski toplumdan yeni topluma geçişin barışçı yollardan gerçekle­şebileceğini kabul ediyoruz.” Yine Marx Enternasyonal’in La Haye’deki kongresini kapatış konuşmasında toplumcu bir düzeni gerçekleştirmek için “…hiç bir zaman yolların, bütün koşullarda aynı olduğunu söylemediklerini” belirtmiş ve şunları eklemiştir: “Başka ülkelerin birbirinden başka olan koşullarına yer vermek gerektiğini biliyoruz. Amerika, İngiltere ve eğer koşullarını iyi biliyorsam Hollanda gibi ülkelerde işçi­lerin barışçı yollardan amaçlarını elde edebileceklerini hiç bir zaman inkar etmedik.”


MARX’ÇI SINIF KURAMINA YÖNELTİLEN BAŞLICA ELEŞTİRİLER VE   BUNLARA VERİLEN KARŞILIKLAR

Marx’çı toplum kuramının temelini oluşturan sınıf kuramına yöneltilen başlıca eleştirileri şöylece özetleyebiliriz: (**)

(**) Bu eleştiriler ve bunlara verilen karşılıklar konusunda ayrıntılı bilgi için bkz.t T.B. Bottomore, Classes İn Modern Society, Ailen and Unwin, London, 1966; Bottomore’un bu kitabını tanıtan yazı için bkz.: özer Ozankaya, “Modern Toplumda Sınıflar”, SBFD, Cilt XXIII, sayı 1, s. 499-507. Marx’a karşıt bir yazarın eleştirileri için de, George Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi, (Türk Siyasi ilimler Derneği Yayını), Cilt İTİ, Ankara, 1969’a bakılabilir.

  1. a) Marx’çı sınıf kuramı, kapitalist toplumda emekçi sınıfın gittikçe daha yoksullaşacağını, yaşam koşullarının gittikçe daha bozulacağını, işçi sınıfın sayıca artacağını (yani ara katmanların eriyeceğini), daha devrimci olacağım söyler. Oysa özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısına doğru anamalcılığın geliştiği ülkelerde işçi sınıfının yaşam koşulları düzelmiş, işçi sınıfı ile anamalcı sınıf arasındaki yaşam düzeyi farkı azalmıştır. Bu, bir yandan üretimin yeni uygulayımbilim sonucu artmasının, bir yandan da gelir dağılımının işçi sınıfı yararına düzeltilmesinin sonucudur. Toplumsal hizmetler genişlemiştir; iş güvenliği sağlanmıştır. İşçi sınıfı böylece kentsoylulaşmıştır (=burjuvalaşma savı). Sınıf bilinci, Marx’ın beklediğinin tersine keskinleşmemiş, zayıflamıştır. İşçiler sınıf mücadelesinden uzaklaşmışlar, orta sınıf değerlerine yönelmeğe orta sınıflara özenmeye başlamışlardır. Ayrıca özellikle beyaz-yakalı işçilerin (=kol gücü ile çalışan fabrika vb. işçilerinden farklı olarak yazışmaları, vb. hizmetleri yürüten büro memurlarının) sayısının artışı, yeni uygulayımbilimin beden işçilerinin de daha bilgili ve hünerli olmalarını gerektirmesi, geniş işçi yığınlarının eğitim düzeyini yükseltmiş, böylece işçi sınıfı türdeş (homojen) olmaktan çıkmış, sayı olarak da azalmış, kafa işçileri ile kol işçileri arasındaki fark da azalmıştır
  2. b) Egemen sınıfı oluşturan kentsoyluların yapısında ortaya çıkan değişmeler de Marx’ın öngörüsünü doğrulamamış, iki sınıf arasındaki fark açılmamıştır, denilmektedir. İleri sürülen yapısal değişiklikler şunlardır: kentsoylular artık kapalı ve uyumlu bir sınıf değildir; büyük servetler parçalanmıştır; dikey toplumsal hareketlilik artmıştır; ayrıca baskı kümelerinin, mesleki örgütlerin vb. önemli yer tuttuğu çağdaş çoğulcu (pluralist) sanayi toplumlarında artık siyasal ve ekonomik erk tek bir toplumsal kümenin elinde olmaktan çıkmıştır; kısacası kentsoylular artık yönetici sınıf olmaktan çıkmıştır, denilmektedir.
  3. c) Üçüncü bir eleştiri şudur: Marx’ın kuramının, toplumu sınıflarla açıklamaya aşırı ölçüde yönelmesinin sonucu olarak, insanları birbirine bağlayan başka toplumsal ilişkilerin, bu arada özellikle ulusal bağlılıkların önemini savsaklamış olduğu ileri sürülmektedir. Ulusçuluk akımını ve uluslararası çatışmaları küçümsemiştir; tersine, uluslararası ölçüde bir sınıf dayanışması öngörmüştür; oysa 19. yüzyılın ikinci yarısından günümüze değin Batının sanayi ülkelerinde, yaşam koşulları elverişsiz olan toplumsal kümelere toplumsal ve siyasal haklar tanın­masının sonucu olarak ulusal bağlar güçlü durumlarını sürdürmüş ve toplumlarda dayanışmayı sağlamada sınıf bağlarından daha etkili olmuştur, denilmektedir.
  4. d) Son olarak Marx’ın kuramı, işçi sınıfının sınıf mücadelesi sonunda artık üretim güçlerinin gelişimini köstekleyen ‘üretim araçlarının özel mülkiyeti’ düzenini ortadan kaldırarak sınıfsız toplumu gerçekleştireceğini söylediği halde, üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti kaldırmış olan sosyalist ülkelerde de sınıf olayı ortadan kalmamıştır; bu ülkelerde yine bir yönetici sınıf ve yönetilen sınıf ayrılığı vardır, denilmektedir. Bu görüşün başlıca savunucuları, Yeni Sınıf görüşü ile Milovan Djilas, “Siyasal erk, ekonomik erk ve ideoloji tekeli” görüşü ile Ray-mond Aron ve Class Structure in the Social Consciousness adlı kitabıyla Stanislaw Ossowski’dir. Ossowski bu yapıtında şunları söylüyor: Marx’ın sınıf kuramı, 19. yüzyıl koşullarını yansıtan bir kuramdır. Toplumsal sınıfların, eşdeyişle kentsoylu ve emekçi sınıfların, en çok kar ardında koşulan piyasa düzeni sonucu olarak ve kendiliğinden ortaya çıktığı bir döneme özgü bir kuramdır. Oysa bugün çağdaş devlette, siyasal güç bir tek kararla toplumun sınıf yapısını köklü bir biçimde değiştirebilir: Örneğin herhangi bir toplumsal kümenin -diyelim işçilerin- ulusal gelirden daha yüksek bir pay almasını sağlayabilir. Özellikle örgütlü bir muhalefetin bulunmadığı, tek parti egemenliğinin yürürlükte olduğu toplumlarda -dolayısıyla sosyalist toplumlarda- bu durum daha çok böyledir. Yönetici sınıf kendi ayrıcalıklarını bir yasa ile kolaylıkla arttırabilmektedir.

Kısaca, Marx, hükümet müdahalesi yoluyla alman toplumsal gönenç önlemlerinin toplumcu olmayan bir düzende işçi sınıfının ekonomik ve toplumsal koşullarını önemli ölçüde etkileyebileceğini öngörememiş olduğu gibi; toplumcu düzende de emekçi sınıfın buyuruculuğunun tek parti buyuruculuğuna ve dolayısıyla bu partinin denetiminde insanı yabancılaştırıcı türlü yönleri ile genörgütsel (=bürokratik) bir düzene dönüşeceğini öngörememiştir’ denilmektedir.
ELEŞTİRİLERE VERİLEN KARŞILIKLAR

İngiliz toplumbilimcisi T. B. Bottomore Classes in Modern Society (Ailen and Unwin, London, 1965) adlı incelemesinde, Marx’ın toplum kuramında kilit öneminde bir yer tutan sınıf kuramını, çağdaş sanayi toplumları açısından inceler. Bu kurama yöneltilen eleştirilerin ne ölçüde geçerli olduğunu araştırın aya çalışır. Bunu yaparken bir anamalcı sanayi toplumunda sınıf yapısıyla ilgili somut, görgül verilere baş vurur; bir de toplumcu bir sanayi toplumuyla ilgili somut araştırma verilerine baş vurur.

Birincisi için örnek olarak İngiltere’yi alıyor; Marx’ın kuramına da örnekolaylık etmiş olan İngiltere’yi. İkincisi için de toplumcu düzenin en uzun geçmişe sahip olduğu Sovyetler Birliğini alıyor.

İşçilerin Kentsoylulaşması ve Kentsoylu sınıfın Tek Yönetici Sınıf Olmaktan Çıktığı Eleştirilen

Önce ilk iki eleştiri olarak, işçi sınıfının yaşam düzeyinde yükselme olduğu, kentsoylular ile arasındaki uzaklığın azaldığı ve kentsoyluların artık yönetici sınıf olmaktan geniş ölçüde çıktığı noktasına bakalım. İşçilerin kentsoylulaşması savı şu noktalarda beliriyor.

1) Gelir düzeyleri arasındaki farkın azalması savı,
2) İşçilerin yeteneklerinin, bilgi düzeylerinin yükselmesi savı,
3) İşçilerin kentsoylulaştığı, böylece orta sınıf değerleri benimsediği,
orta-sınıfa benzemeğe  çalıştığı savı,
4) İşçi sınıfı dayanışmasının zayıfladığı savı,

Birinci noktada İngiltere, toplumsal güvenlik tedbirlerini almada, “gönenç devleti” politikalarını uygulamada (sağlık, işsizlik sigortaları; artanoranlı (=müterakki) vergilendirmeler) en eski bir geçmişe sahip olduğu halde, bugün de yine bu ülkede geniş bir yoksulluk olayının bulunduğunu ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin çok büyük olmakta süregittiğini söyleyen Prof. Bottomore, Richard M. Titmus’un Income Distribution and Sccial Change (Gelir Dağılımı ve Toplumsal Değişme) adlı araştırmasına dayanarak, bugün bile İngiltere’deki bütün özel mülklerin % 50 sinin, nüfusun %1 kadarının elinde olduğunu belirtiyor. Yine aynı araştırmanın sonuçlan yüksek vergilendirmeye rağmen, hayat sigortaları, emeklilik ödenekleri, bunların vergi dışında tutulması, gizli tröstler, masrafların kazançlardan düşülmesi, sermaye kazançları gibi birçok yollarla anamalcı sınıfın servet ve gelirlerini koruyup arttırabildiğini göstermektedir. O’na göre gerçi İngiltere’de işçi sınıfının yaşam düzeyi bu yüzyılın başına oranla daha yüksektir. Demek ki saltık (=mutlak) anlamda bir yoksullaşma değil, ama anamalcılar sınıfına oranla bir göreli yoksullaşma var. Öte yandan işçilerin yaşam düzeyinin 50 yıl öncesine göre biraz düzelmiş olmasında, eşitlik ve özgürlük yönündeki mücadelelerin, etkinliği gittikçe artan örgütlenme ve eylemlerin (parti kurma, işçi birliği kurma, iş bırakımı) etkisi büyüktür. Ayrıca anamalcı sanayi toplumlarında işçi sınıfına ulusal gelirden daha büyük pay verilmesi, bu ülkelerin sömürge gelirleri ve azgelişmiş ülkelerin zararına işleyen uluslararası ticaret gelirleri yardımıyla da olanaklı olmuştur. Ama bu sonuncu noktaya Prof. Bottomore değinmemektedir.

İkinci ve üçüncü noktalara gelince: “Beyaz yakalı işçilerin artışı da hem abartılmaktadır, hem de bu işlerde çalışanlar çok geniş ölçüde yine beyaz yakalı babaların çocuklarıdır. Başka deyişle Batılı anamalcı toplumların dikey toplumsal devinim dedikleri olay, temel olarak birbirine çok yakın gelir ve eğitim düzeyine sahip olan toplumsal katmanlar arasında görülmektedir. Kısacası, işçinin çocuğu yine çok geniş ölçüde işçi olmakta, anamalcının çocuğu da, yine çok geniş ölçüde anamalcı olmaktadır’ Profesör Bottomore’a göre.

Burada kuramın katman ile sınıf ayrımını belirtmek gerekir.

Marx’çı kuram, anamalcı sınıfın (ya da daha eskiden derebeylik sınıf yapısının) tümüyle uyumlu bir küme olmadığım, bunun gibi emekçi sınıfın da benzer biçimde tümüyle uyumlu bir sınıf oluşturmadığını, tersine bunların kendi içlerinde birbirleriyle çelişen katmanlara bölünmüş olduğunu belirtir. (Bu konuda bkz.: Maurice Duverger, Sociologie Politiçue, a.g.e., s. 193).

Örneğin derebeylik döneminde üretim araçlarının sahibi olan sınıf, kendi içinde büyük senyörler-küçük senyörler, kılıç soyluları, din soyluları diye bölünmekteydiler.

Serflerin de: Toprak serfleri, zanaat serfleri, tacirler diye tabakalara ayrıldığını görüyoruz.

Bunun gibi anamalcı toplumda da anamalcı sınıfın başlıca tabakaları:

  1. a) Büyük anamal sahipleri (kentsoylular) – Küçük anamal sahipleri  (kentsoylular);
  2. b) Sanayi kentsoyluları, Ticaret kentsoyluları, Toprak kent­soyluları diye ayrılmaktadır.

Emekçi sınıf da kendi içinde işçiler-müstahdemler, beyaz yakalılar, teknik elemanlar gibi, çıkarları her zaman uyumlu olmayabilen katmanlara ayrılmaktadır.

Yalnız Marx’çı kuram, bu katmanlar arasındaki çelişmelerin daha sınırlı ve az önemli olduğunu; asıl temel çelişkinin sınıflar arasında (başka deyişle üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar arsında) olduğunu savunur.

İşte dikey devingenlik, temelde bir sınıfın değişik katmanları arasında olmaktadır, deniliyor.

İşçi sınıfının kentsoylulaşması üzerinde de biraz duralım. Gelir düzeyindeki yükselme sonucu olarak işçilerin artık kent­soylu yaşam biçimine özendikleri, kendilerini işçi saymadıkları, aralarında dayanışmanın zayıfladığı, bireyci yaşama yöneldikleri söylenmekteydi. Bottomore bu savlar için, İngiliz toplumuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: Bir kez görgül araştırmalar (Goldthorpe ve Lockwood), küçük kentsoylu karşısında bile işçi sınıfının ekonomik düzeyindeki düzelmelerin abartıldığını gösteriyor. Öte yandan işçilerin orta-sınıf değerlerini benimsemeğe ne ölçüde istekli olduklarının; ayrıca küçük kentsoylu kesiminin de işçi sınıfından kimseleri kendi aralarına eşit koşullarla almağa ne ölçüde hazır olduklarının hemen hiç araştırılmamış olduğunu belirtmektedir. Ama İngilizler arasında katı sınıf çatışmalarının bulunmayışım, yine temel olarak yaşama koşullarındaki yukarda etkenleri açıklanan bir takım düzelmelerle, İngiltere’nin günümüze değin süre gelen sömürgeciliği ile ve İngiliz toplumunda da A.B.D.’de olduğu gibi en aşağı toplumsal-ekonomik düzeyde bulunanların, sömürgelerden gelip bu ülkeye yerleşen renkli nüfustan meydana gelmesi ile açıklamak gerekir.

‘Eğitim olanaklarının dağılımının da İngiltere’de derin eşitsizlikleri sürdürdüğünü yine araştırmalar gösteriyor. Nüfusun 2/3’si yalnız ilk öğretimden geçmiştir. (Fransa’da ve Almanya’da da böyle). Bunlar sanayinin işçi ve hizmetli ordusunu sağlıyorlar. Gece okulları, işyerindeki yetiştirme programları, bu insanların ekonomik ve siyasal yerlerinde herhangi bir sınıfsal nitelikte değişme sağlayacak önemde değildir. Üniversite öğrenimi ise çok yüksek ölçüde anamalcı sınıfın tekelinde bulunuyor. Bunun sonucu olarak, gerek siyasal mevkiler, gerekse yüksek yönetim mevkileri geniş ölçüde bu sınıfın mensuplarınca doldurulmaktadır. Demek ki anamalcı sınıf hem ekonomik erke, hem de bu erki sürdürebilecek ölçüde siyasal erke sahip olmakta devam etmektedir’.

‘Toplumsal Dayanışmanın Sınıf Dışı Etkenleri’

Kapitalist sanayi toplumlarında işçi sınıflarının uluslararası bir dayanışma yerine, hala geniş ölçüde ulusal dayanışmadan yana olduğu görüşüne gelince, kanımızca bu eleştirinin geçerli olup olmadığını yeterli biçimde saptayabilmek için önce “ulusçuluk” kavramı ile Marx’çı kuramın neyi anlatmak istediğine bakmamız gerekecektir.

Marx’çı anlayışa göre ulusal toplum, derebeyci düzenin yıkılışı döneminde oluşup ortaya çıkan topluluk biçimidir. Derebeyci düzenin topluluk biçimi dinsel-ümmetçi topluluklardı. Hıristiyanların yeryüzünü “tanrının krallığı” saymaları, Müslümanlardaki “ümmet-i Muhammed” anlayışı bu durumun kanıtlarıdır. Bu dönemin bütünlenmemiş, dağınık toplumsal koşulları, üretim güçlerindeki gelişme daha büyük üretimi olanaklı kılıp daha geniş pazarları, üretim ve dolaşımın kısıtlamasız yapılmasını gerektirdikçe ortadan kalkmıştır. Bunun yerini, ülkenin kesimleri arasındaki ekonomik bağların pekişmesi, ülke içi gümrük duvarları vb.nın kalkması ve yerel pazarların tek bir ulusal pazar durumunda kaynaşması almıştır. Bunlar ulusal toplulukların biçimlenmesinin ekonomik temellerini sağlamışlardır. Böylece ülke kavramı “yurt” (=vatan) kavramına dönüşmüştür. Halkların her biri de ortaklaşa maddi yaşayış koşulları, başka deyişle bulundukları bölgedeki ekonomik yaşamları, dilleri, ekinlerindeki kendilerine özgü çizgileri, ruhsal özellikleri ile birbirlerinden ayrılan uluslara dönüşmüşlerdir.

Kurama göre derebeyci düzenin ortadan kaldırılışı dönenimde kentsoylular ulusal oluşum deviniminin önder gücü idi. Ancak anamalcı toplum içinde toplumsal karşıtlıklar oluşup güçlendikçe, kentsoylular sınıfı bu karşıtlıkları gizlemek ve örtmek için ya da pazarlar elde etme ve koruma amacıyla ulusal karşıtlıkları körüklemeğe koyulur. Bu yolda ulusal bencilliğe dayalı bir ideoloji geliştirir; uluslar arasında kin, tiksinti ve anlaşmazlıklar doğurur. Ulusçu düşünyapı, kendi ulusunu başka uluslar­dan üstün görme, aşırı durumlarda da ırkçılık biçimine girer. Ama aynı anamalcılar kendi çıkarları gerektirdiğinde gerek ekonomik bağımlılığa gerek ekinsel yozlaşmalara yol açacak, ulusçuluğa aykırı tutum ve davranışlarda bulunabilmektedirler

Anamalcılığın toplumculuk yönünde değişmesi ölçüsünde de uluslar arasındaki ilişkiler yakınlaşma, işbirliği ve dayanışmaya dönüşür, diyor kuram. Bu gelişimin türlü ulusların işçi sınıfları arasında artan bir dayanışmayla birlikte gideceği görüşündedir.

Bu noktada kurama yöneltilen bu eleştiriye bir ölçüde katıldığı görülen Prof. Bottomore türlü ulusların işçi sınıfları arasında dayanışma çabalarının yok da olmadığını; bugüne değin geniş ölçüde gerçekleşmemiş olmasının hiç gerçekleşmeyeceği anlamına gelmediğini; uluslararası düzeyde birçok işçi kuruluş ve örgütleri bulunduğunu ve birçok işçi hareketlerinin başka ulusların işçilerince girişilen sevgi işbırakımları ve benzeri davranışlarla desteklendiğini belirtmektedir.

Kanımca bu konuda belirtilmesi gereken bir nokta da şudur: Ulusçuluk kavramı kendi başına ne ilerici, ne gerici bir kavramdır. Kimin elinde, hangi içerikte tanımlandığına bakılarak değerlendirme yapma zorunluluğu vardır. 19. yüzyıldan başlayarak kesinlikle oluşan çağdaş sanayi toplumundaki bütünleşme gereksinimi ve bütünleşmişlik niteliği, toplumun bugünkü yönetiliş biçiminin milyonlarca insanın yarınını derinden etkilemesi durumunu doğurmuştur. İşte ulus kavramı toplumun yarınını, geleceğini göz önünde bulundurma gereksinimini bilinç düzeyinde tutmayı sağlayacak bir kavram olarak anlaşılmalıdır: Daha bağımsız ve özgür, daha eşitlikçi ve adil, daha gönençli bir yarın isteği.

Toplumcu Düzende Sınıfsızlığın Gerçekleştirilemediği Eleştirisi

Son bir eleştiri, toplumcu düzenin yürürlükte olduğu toplumlarda da sınıfsızlığın gerçekleştirilememiş olduğu ile ilgiliydi. Bu toplumlarda daha da güçlü olan tek partili merkezi yönetimin, birçok ayrıcalıkların eşitsiz dağılımını yapabildiği belirtilmektedir.

Bu eleştiriye karşı belirtilen hususlar (*) özetle şunlar: Her şeyden önce Marxçı kuram gereğince de toplumculuk sınıfsız-lığın tam olarak gerçekleştiği bir aşama değildir. Bu aşamaya geçen toplumda, örneğin kol işleriyle kafa işleri ve köy yaşamı ile kent yaşamı arasındaki çelişmeler görülmekte devam eder. “Herkesten gücü oranında alan, herkese gereksinmesine göre veren” bir toplumsal gelişme aşaması, aslında ancak çok uzun bir zaman sonunda ulaşılabilecek bir aşamadır. Oysa dünyada en uzun geçmişe sahip toplumcu ülke olan Sovyetler Birliği, yal­nızca 60 yıllık bir geçmişe sahiptir ve bu durumda olan tek top­lumdur. Öteki toplumcu ülkelerin tarihleri çok daha yenidir; ayrıca kendi içlerindeki toplumsal değişme süreci sonunda top­lumculuğa geçmiş olmayıp, bir dış karışma sonunda geçmiş­lerdir.

(*)  Bkz T.B. Bottomore, Classes in Modern Society, 1966, s  49 vd.

Profesör Bottomore, bütün bu sınırlılıklara karşın, Örneğin Sovyetler Birliğinde üretim araçları üzerinde özel mülkiyet tam olarak kaldırılmış durumdadır, demektedir.

Merkezi yönetimin ayrıcalık dağıtabilmesine gelince, örneğin yoğun sanayileşme çalışmalarına girişildiği 1930larda teknik personeli özendirmek amacıyla başvurulan ücret farklılaş­tırmalarının en büyük olduğu zaman bile ortaya yeni bir sınıfın doğmadığını, Michel Gordey’in bir araştırmasına (*) dayanarak belirtmektedir. Kazanç farklılıklarının bulunduğunu, ama anamalcı toplumlarda görülen ölçüye yaklaşmamış olduğunu da belirten Bottomore, toplumun yönetici mevkilerinin yetenekli bireylere açık bulunduğunu yazmaktadır. Bundan başka kafa ve kol işçileri arasındaki toplumsal uzaklığın da anamalcı toplum­lardaki ölçüde büyük olmadığını söylemektedir.

(*) Michel Gordey, Visa to  Moscow, 1962.

Fransız siyaset bilimcisi Profesör Maurice Duverger de Marxçı toplumsal sınıf kuramı konusunda yukarıdakine benzer bir değerlendirme yaparak şunları söylemektedir:

“Tarihin bütün dönemlerinde sınıf mücadelesinin öğeleri bulunmaktadır. Ama bunlar az ya da çok bir önem taşırlar. Bu öğelerin 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında siyasal çatışmalarda taşıdıkları temel, egemen özellik her zaman bu denli kesin değildir.

“19. yüzyıldan önce halk yığınları çoğu kez siyasal yaşamın dışında tutulmuşlardır. Bunlar sömürülmekteydiler, ama ne bu sömürüyü anlamak ve bundan kurtulabilmek için gerekli olan düşünsel araçlara, ne de ona karşı savaşmak için maddi araçlara sahip değildiler.”

“XX. yüzyılın sanayi toplumlarına damgasını vuran genel yaşam düzeyindeki yükselmeyle birlikte sınıf çatışmaları hafifleşmektedir. Kimi kişilerin ileri sürdükleri gibi ortadan kalkmamaktadır. 1966 da batının sanayi toplumları 1866’dakine oranla daha az eşitsizlikler bulunan toplumlardır. Ama yine de çok eşitsiz olmakta süregidiyorlar. Gerçek gelirler yelpazesi anamalcı ülkelerde S.S.C.B.’nde olduğundan daha geniştir. Sınıflar arasındaki eşitsizlik batıda ortadan kalkmamıştır. Çağdaş anamalcılıkta ücretlilerin kesin yoksullaşacakları tezi artık savunulabilecek bir tez değil. Ama göreli yoksullaşma, tam tersine, gerçekleşmiş bulunuyor: ücretlerin toplam gelirler içindeki pay (ücretlilerin sayısındaki artış göz önünde tutulursa) artmaktan çok azalmak eğilimi gösteriyor. Ayrıca şanslar arasındaki eşitsizlikler süregitmektedir. Toplumbilimsel soruşturmalar doğum veya evlenmenin anamalcı olmanın başlıca yolları olduğunu göstermektedir. Oldukça kapalı bir sınıf, ekonomik ve siyasal yaşama egemen olmaya devam etmektedir. Batının özel girişimleri başlıca anamal sahiplerinin egemenliğinde olmakta devam ediyorlar. Bunlar devlette hep büyük bir etkiye sahiptirler. Artık devletin kesin sahibi değildirler: genel oy, basın özgürlüğü, halkçı partiler, işçi birlikleri onların siyasal erkini sınırlandırmaktadırlar. Ama bu erk çok büyük olmakta devam ediyor. Anamalcılarla anamalcı olmayanlar arasındaki eşitsizlik -ve birincilerin ikincilere egemen olması- her zaman batı devletlerinin temelini oluşturmaktadır. Sınıf mücadelesi devam etmektedir: yalnızca daha az şiddetli biçimler almaktadır.” (*)

Djilas, Aron ve Ossowski’nin görüşleri aslında planlı ekonominin güçlükleriyle de yakından ilgilidir. Gerçekten çağdaş toplum, büyük sanayinin ve kent yaşamının büyük çaplı örgütleri ve yazçizciliği (= kırtasiyeciliği) nedenleriyle zaten bireyleri birer çark dişlisi, birer kimlik kartı, birer sayı durumuna düşürme tehlikesini içeriyor; buna bir de zorlayıcı genel planlamanın sınırlandırmaları eklendiğinde, özgürlüklerin kısıtlanması sorununun daha da ağırlaşması ve bir teknokrat-bürokrat kümesinin ortaya çıkması durumuyla karşılaşılmaktadır. Nitekim genel planlamanın demokrasi ülkü ve ilkeleriyle tam bağdaşır bir uygulamasını sağlama sorunu, çağımızın çözüm bekleyen baş sorunu olmakta süregitmektedir.

(*) M. Duverger, Sociologie Politique, a.g.e., s   206-207.