TÜRKİYE’NİN YENİ DÜNYASI – TÜRKİYE VE MÜSLÜMAN ORTADOĞU

Kemal Kirişçi

Soğuk Savaş sırasında, Türkiye’nin dış ve güvenlik politikaları büyük ölçüde Avrupa’daki gelişmelerin ve iki blok arasındaki ilişkilerin bir fonksiyonu niteliğindeydi. Fakat Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana, Türkiye’nin ulusal çıkarları, Balkanlar’dan Karadeniz’e, Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya kadar çevresindeki tüm bölgelerde güvenlik ve istikrarla çok yakından ilişkili hale gelmiştir. Türkiye aynı zamanda bir Ortadoğu ülkesi olduğu için, güvenliği, istikrarı ve refahı bu bölgedeki gelişmelere sıkı sıkıya bağlıdır. Bu çıkarım, 1990-91 Körfez krizi ve savaşından beri özellikle geçerlidir. Arap-İsrail barış süreci de bölgesel işbirliğine yönelik olanaklar ortaya çıkarmıştır.

Soğuk Savaş’tan Sonra Değişim Baskısı

1950’lerde Türkiye, Sovyet etkisinin Ortadoğu’ya yayılmasını önlemek için etkin bir rol üstlendi. Batı yanlısı Bağdat Paktı’nın ve CENTO’nun kurulmasına yardımcı oldu. Bu etkin politika, Türkiye’yi Batının bir ajanı gibi gören Sovyet yanlısı Pan-Arabist ve Baasçı rejimlerin tepkisini çekti. 1958 Temmuzunda, Irak’ta Kraliyet rejiminin devrilmesi ve yerine General Abdülkerim Kasım’ın radikal Pan-Arap rejiminin geçmesi, bir sonraki yıl Bağdat Paktı’nın dağılmasına yol açtı. Ortadoğu’daki bu kısa süreli Türk etkinliği, tek parti yönetiminden parlamenter demokrasiye geçişin yaşandığı bir siyasi dönüşüm ve ekonomik liberalizasyon dönemiyle çakışmaktadır. Türkiye’nin bu dönemdeki Ortadoğu politikası, kısmen bu dönüşüme kısmen de yeni Türk siyasi elitinin bölgedeki Sovyet tehdidine karşı harekete geçerek, Batılıların güvenini kazanma çabalarına bağlanabilir. Sonraları, Türk dış politikasına, bölge politikalarına bulaşmama ve müdahale etmeme ilkeleri hakim olmuştur.

1970’lerin başlarına kadar, Türkiye, Arap ülkeleri ve İsrail’le dengeli ilişkiler yürüttü. 1967 Arap-İsrail savaşı, Kıbrıs sorunu nedeniyle büyüyen yalnızlık duygusu ve İslam ülkelerinin desteğini elde etme arzusu –İslamcı Milli
Selamet Partisi’nin yükselişini de unutmamak gerek- gitgide Arap ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kurulması ve Filistin davasında Arap ülkelerinin daha çok desteklenemesi yönünde bir değişime yol açtı.41973’te petrol fiyatlarının fırlaması sonucu Türk ekonomisinin içine düştüğü kriz, petrol zengini Arap ülkeleriyle ticari ilişkilerin geliştirilmesi gibi başka baskılara yol açtı. 1977’de İsrail’de Likud Partisi’nin iktidara gelmesi ve bu partinin Lübnan ile diğer işgal edilmiş topraklarda izlediği sert politikalar, İsrail’le diplomatik ilişkilerin seviyesinin düşürülmesine neden oldu. Türkiye, Filistin Kurtuluş Örgütü’yle (FKÖ), bu örgütün Ermenilerle ve Türkiye’de faaliyet gösteren solcu terörist örgütlerle olan sıkıfıkılığına rağmen, daha yakın ilişkiler kurdu.

1980’ler daha önemli gelişmelere sahne oldu. Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak Özal, Türkiye’nin Ortadoğu’yla ilişkilerinde daha etkin ve enternasyonalist bir dış politika yaklaşımı geliştirmesinde önemli bir iz bıraktı.5Özal, muhafazakar Körfez ülkelerinin yanı sıra, Libya, İran ve Irak gibi radikal ülkelerle de ilişkileri güçlendirdi. Türk girişimcilerin
Ortadoğu’daki çıkarlarının seferber edilmesinde önemli bir rol oynamakla kalmadı Arap sermayesini de Türkiye’ye çekti. Bu dönemde, Türkiye’nin Ortadoğu’yla ilişkileri belirgn bir biçimde arttı.6 Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamındaki barajların sayısı arttıkça, Özal, Şam’ın endişelerini Fırat’tan saniyede en az 500 metreküp su bırakılacağının sözünü vererek gidermeye çalıştı.

1986 yılında Özal Türkiye’den Ortadoğu’ya su götürülmesini içeren bir “barış suyu” projesi ortaya attı. Özal’ın bölgecilik politikası, 1990’daki körfez krizi sırasında Türkiye’yi Irak karşıtı kampanyaya dahil ettiğinde zirve noktasına ulaştı. Özal, kendisine geniş savaş yetkileri verilmesi konusunda parlamentonun muhalefetiyle karşılaşsa da nihayetinde Irak’a karşı uygulamaya konulan BM yaptırımlarına destek sağlamayı başararak Türk askeri tesislerinin Irak karşıtı koalisyon tarafından kullanılması için gerekli izni kopardı.

Özal’ın politikası, Türkiye’de sert eleştiri ve muhalefete yol açarak genel
kurmay başkanı, dışişleri ve savunma bakanlarının istifasıyla sonuçlandı. Fakat Özal bunların hiçbirinden etkilenmemiş gözüktü. Mart 1991’de, yerleşmiş politikadan esaslı bir biçimde saparak, Saddam Hüseyin’e karşı isyan hareketi başlatmış olan Kuzey Iraklı Kürt liderlerle diyalog kurdu. Savaş sonrasında Saddam Hüseyin’in gazabından korkarak Türkiye’ye kaçan yarım milyona yakın Kürt mültecinin yeniden yurtlarına dönmesini sağlamak üzere Kuzey Irak’ta güvenli bir bölge oluşturulması ve Çekiç Güç kurulması için Batılı müttefiklerin ikna edilmesinde önemli bir rol oynadı.

Sonraları, Özal’ın cesur politikasının pek karlı olmayacağı ortaya çıktı.
“Barış suyu” projesi bölgedeki güvensizlik ve Arapların Türk suyuna bağımlı
olma korkuları nedeniyle gerçekleştirilemedi.8Türkiye’nin, Irak’ın Kuveyt’ten çıkartılmasında oynadığı rol, Arap dünyası tarafından Özal’ın beklediği gibi değerlendirilmedi ve Arap-İsrail barış sürecinde Türkiye’nin yer almasını sağlayamadı. Dış politikadaki bu artan aktivizmin öngörülemeyen önemli bir sonucu da Arap başkentlerinde bölgedeki Türk etkinliğinin yeniden canlanacağı endişesini arttırmıştır. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve sonrasındaki gelişmeler Türk dış politikasının dikkatini başka tarafa çevirdi 1993’te Özal’ın ölümüyle, Ortadoğu politikası, eski ihtiyatlı ve tutucu niteliğine büründü. Türk dışişleri bakanı Hikmet Çetin, Temmuz 1993’te, İsrail’e düzenleyeceği bir ziyaretin arifesinde bu ülkenin güney Lübnan’a saldırı başlatması üzerine bu ziyareti iptal etti. Oslo’daki gizli müzakereler aracılığıyla Arap-İsrail cephesinde ulaşılan çarpıcı gelişme dünyaya duyurulmasının sadece birkaç hafta öncesinde, Türk dış politikası yine Arap dünyasının tepkisini çekme korkusunun tutsağı olmuştur.
Fakat, Soğuk Savaş sonrasında Ortadoğu’da yaşanan değişiklikler Türkiye’yi ve ulusal çıkarlarını derinden etkilemektedir. Yeni Ortadoğu, karmaşık sorunların yanı sıra fırsatlar da sunmaktadır. Ekonomik mülahazalar ve Müslüman ülkelerle daha yakın ilişkiler kurulmasına yönelik iç baskı da düşünülürse, Türkiye’nin Ortadoğu politikalarıyla gelecekte daha fazla ilgileneceğini söylemek mümkündür.

Dış Politikada Karar Alma: Erbakan Dönemi

Soğuk Savaş sırasında, hükümetin dış politikasının şekillendirilmesinde,
dışişleri bakanlığı ve ordu önemli aktörlerdi. Bu durum günümüzde de değişmemiş fakat, siyasi partiler tarafından savunulan çeşitli görüşler ve kamuoyu daha büyük rol oynamaya başlamıştır. İki büyük muhafazakar laik parti, Doğru Yol (DYP) ve Anavatan (ANAP), sosyal demokrat Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile birlikte, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğinin önündeki zorluklara rağmen, Batı yanlısı politikaları ve Batı Avrupa’yla ekonomik bütünleşmenin devamını savunmaktadırlar. Bülent Ecevit’in Demokratik Sol Parti’si (DSP), Batı’yla ilişkilerde geleneksel olarak daha eleştirel bir tavır takınmakta ve Ortadoğu dahil bölge ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kurulmasını savunmaktadır.

1997’nin ortalarından bu yana, kurulan bütün hükümetlerde yer alan DSP son dönemdeki dış politikaya açıkça damgasını vurmuştur. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), milliyetçi bir dış politikanın savunucusu olmuştur. MHP, Türki dünyasıyla daha yakın ilişkiler tesis edilmesini ve Türkiye, Ürdün, Mısır, İsrail ve Filistin’den oluşan bir “Doğu Akdeniz Birliği”nin kurulmasını istemektedir. İran ve Suriye’ye karşı ise eleştirel bir tutum benimsemektedir. 1996-97 yıllarındaki Refah-DYP koalisyon hükümeti sırasında, Türk dış politikasının geleneksel yöntem ve ilkeleri fütursuzca sınandı. Bu sınama büyük ölçüde Ortadoğu’ya odaklandı. Başbakan olarak Erbakan, yabancı büyükelçi ve liderlerle yaptığı görüşmelerde diplomatları dışlayarak bazan yerleşmiş uygulamadan ayrıldı.

Erbakan’ın RP’si geleneksel Türk dış politikasına temelden karşı çıktı. AB
ile Türkiye arasındaki 1995 gümrük birliği anlaşmasına da şiddetle muhalefet etti. Erbakan, AB yerine Türkiye’nin bir İslam Birleşik Devletleri, bir İslam Gümrük Birliği ve bir İslam NATO’sunun oluşturulmasında öncülük etmesi gerektiğini savundu. İran’la ilişkilerde ise, RP, diğer siyasi partiler ve kamuoyunun büyük çoğunluğu tarafından paylaşılan görüşle taban tabana zıt bir tutum sergileyerek, Türkiye’deki terörizmin İran tarafından desteklendiği iddialarına karşı çıktı. İran, başbakan olarak Erbakan’ın 1996’da ziyaret ettiği ilk ülke oldu. Bu ziyaret sırasında, İran’ın ayrılıkçı PKK güçlerinin bu ülkede bulunmadığına ilişkin iddialarını kabul ederek diğer Türk yetkilileri kızdırdı.15 Erbakan Batı’ya hiç resmi ziyarette bulunmadı ve Aralık 1996’da, Dublin’deki bir AB zirvesi sonuda verilen akşam yemeği davetini de geri çevirdi.

RP, kendi içinde birbiriyle çelişen amaçlara sahip bir parti görünümü
çizdi. Erbakan, Arap ülkeleriyle daha yakın ilişkiler geliştirilmesi gereğine
vurgu yaptı ama ılımlı Arap ülkelerinin çoğu, Erbakan’ın İslamcı söyleminden; İran ve Libya ziyaretlerinden; Hamas, Hizbullah, Müslüman Kardeşler ve Cezayir’deki FIS (İslami Kurtuluş Cephesi’nin Fransızca akronimi) gibi radikal islamcı örgütlerle yakın ilişkilerinden –ki bu örgütlerin hepsi RP’nin Ekim 1996’daki 5. kongresine temsilcilerini göndermişti- rahatsızlık duydu. RP’nin barış sürecine ilişkin tavrı da en hafif deyimiyle belirsizdi. Çok sayıda parti yetkilisi, Arafat’ın, İsrail’i tanıyarak Filistin davasına ihanet ettiğini iddia etmekte ve Oslo anlaşmalarını imzalamasını onaylamadıklarını söylemekteydiler.

İsrail ve Siyonizm karşıtı iddialar, çoğunlukla Yahudi karşıtlığıyla birlikte RP söyleminin standartlaşmış içeriğini oluşturmaktaydı. Yine de çok sayıda RP’li milletvekili İsrail’e ziyarette bulundu. Erbakan’ın başbakan olması üzerine İsrail başbakanı Benyamin Netanyahu’nun tebrik mektubunu ve görüşme teklifini yanıtlamamış olsa da Erbakan, İsrail dışişleri bakanı David Levy’yi resmi bir ziyaret nedeniyle daha sonra kabul etti. Aktarıldığı kadarıyla aralarındaki görüşme hayli sıcak geçmişti.

Erbakan’ın yıkıcılığına karşın, ordu ve dışişleri bakanlığı, onun başbakanlığı döneminde başat dış politika odakları olmayı sürdürdüler. Her ikisi de, Erbakan’ın Kuzey Irak’ta “uçuşa kapalı” bir bölge oluşturulması için
Türkiye’nin güneyinde üslenen Çekiç Güç’e olan muhalefetini yeniden gözden geçirmesini sağlamakta önemli bir rol oynadılar. Erbakan sonunda, parti üyelerini U dönüşü yapmaya ve Çekiç Güç’ün görev süresinin bir dönem daha uzatılması lehinde oy kullanmaya ikna etmek zorunda bırakıldı. Ayrıca Erbakan, Levy’yle yaptığı görüşme sırasında Levy’nin önerdiği gibi, kendisini, İsrail’le yakın ilişkilerin sürmesini kabul etmek durumunda buldu.

Ocak 1998’de RP, laikliği kaldırmaya yeltenmekten suçlu bulunarak Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. RP’nin de facto devamı niteliğindeki Fazilet Partisi (FP) ise, kendisini selefinin tartışmalı dış politika fikirlerinden uzak tutmaya çalışmıştır.

Önemli Sorunlar

Soğuk Savaş sonrasındaki Ortadoğu’da Türkiye’nin önündeki sorunlar, Kürt isyancıların giriştikleri saldırılar da dahil olmak üzere Kürt sorunuyla askeri ve güvenlik endişeleridir. 1991’in Mart ayının sonunda Irak ordusunun Kuzey Irak’taki Kürt ayaklanmasına karşı başlattığı operasyon, tarihin son dönemlerindeki en büyük mülteci bunalımlarından bir tanesine yol açtı. 1,5 milyondan fazla Kürt İran ve Türkiye’ye kaçtı. Bunalım, dünya kamuoyunun dikkatinin Kürtlere ve Türkiye’nin kendi Kürt sorununa odaklanmasına neden oldu.

Bu sorun, Kuzey Irak’ta Kürtlerin denetiminde bir bölge oluşturulmasına da yol açtı. Böylelikle, PKK’nın Kürtlerin denetimindeki bu bölgeden Türkiye’ye yönelik eylemlerinde bir artış da meydana geldi. Bu çatışma 30 binden fazla can kaybına ve hazinenin boşalmasına sebep oldu.17PKK’nın Irak’tan Türkiye’ye yönelik eylemlerde bulunabilme olanağı elde etmesi, Türk ordusunun çok sayıda sınırötesi operasyon düzenlemesine yol açtı. İran ve Suriye’nin PKK’ya destek sağladığına yönelik Türk iddiaları, Türkiye’nin bu iki ülkeyle arasındaki ilişkileri ciddi bir biçimde etkiledi. Ayrıca operasyonlar sırasındaki can kayıpları ve soruna demokratik bir çözüm bulunamaması, Türkiye’nin ABD ve Batı’ya ilişkilerini zora
soktu.

Komşu Ortadoğu ülkelerinin sofistike askeri kapasiteleri ve geçmişte
birbirleriyle giriştikleri savaşlar Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik
önemli bir tehdit oluşturmaktadır. İran ve Suriye kitle imha mermileri
gönderebilen balistik füzelere sahip olup İran’ın da nükleer güç edindiğine
ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Türkiye’nin önemli yerleşim merkezleri,
barajları, enerji santralleri, hava üsleri ve askeri karargahları bu füze
sistemlerinin menzili içersindedir. Suriye’nin Öcalan’ı barındırması yüzünden yaşanan Ekim 1998 krizi sırasında bu tehdit oldukça belirgin bir hal aldı.

Körfez Savaşı’ndan sonra meydana gelen Ortadoğu’yla ticaret kaybı da
Türkiye’nin güvenliğini olumsuz etkilemiştir. Irak’a uygulanan yaptırımlar,
sadece karlı bir pazarın kapanmasına yol açmamış aynı zamanda Körfez ülkelerine tarım ürünleri ihraç eden Türkiye’nin karşılaştırmalı üstünlüğüne de zarar vermiştir. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yaptığı ihracatın toplam ihracat içindeki payı savaş öncesinde % 23 iken bu oran 1996’da % 14’e düşmüştür. Sayısı 40 binden fazla olan kamyon filosu ise işsiz kalmıştır. Bu kamyonların çoğu, Kürt nüfusun yoğun olarak bulunduğu güneydoğu Türkiye’de olup, bölgede önemli bir istihdam olanağı yaratmaktaydı. Ayrıca Türkiye, Irak’ın 1990 yılında Kuveyt’i işgal etmesinden sonra, kapatılan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının gelirinden de oldu.1998 yılında, dışişleri bakanlığı ambargonun, gelir ve ticaret kaybı olarak maliyetinin 35 milyar $’dan fazla olduğunu hesapladı.

Körfez krizinin ve savaşın bu ekonomik sonuçları, Kürt sorunu ile onu çevreleyen şiddeti ağırlaştırdı. Türkiye’nin büyüyen ekonomisinin enerji ihtiyaçları da ulusal güvenlik açısından gittikçe büyüyen bir sorun haline gelmektedir. Türkiye, ham petrol ihtiyacının çoğunu Ortadoğu ülkelerinden satın almaktadır. Bu bağımlılık, ekonominin bölgedeki gelişmelerden etkilenmesine yol açmakta ve dengesiz bir dış ticaret bilançosu ortaya çıkarmaktadır. Türkiye, 1995 yılında Suudi Arabistan’dan 1.382 milyar $’lık mal almış -çoğu petrol- karşılığında ise yalnızca 470 milyon $ değerinde mal satabilmiştir. Türkiye’nin doğal gaz tüketimi de artmaktadır. Türkiye doğal gaz bakımından geleneksel olarak daha çok Rusya’ya bağımlı olmuştur. Yeni yapılan projeksiyonlara göre, Türkiye’nin doğal gaz talebinin 2010 yılına kadar 40-50 milyar metreküpe, 2025 yılına kadar ise 63 milyar metreküpe çıkması beklenmektedir. Mevcut kaynaklar, bu tahminlerin yalnızca beşte birini karşılamaktadır. Türkiye’nin gelecekteki kaynakları büyük olasılıkla ya Ortadoğu ya da Hazar havzası olacaktır.

Türkiye elektrik enerjisine de ihtiyaç duymaktadır. İran’dan elektrik alan
Türkiye, kendisi ile birlikte Suriye, Ürdün, Mısır ve Irak arasında bir elektrik
şebekesi kurulması için sürdürdüğü müzakereleri sonuçlandırmıştır. Böyle bir şebeke, karşılıklı bağımlılığı arttırabilir. Türk hükümetleri bir süredir bu
fikrin takipçisi olagelmişlerdir.

Türkiye’nin elektrik ve enerji ihtiyaçları Ortadoğu’yla ilgili bir başka
önemli sorunu yani Fırat-Dicle akarsu sisteminin sularının paylaşımı sorununu ortaya çıkarmaktadır. Su sadece tarımda değil hidroelektrik enerji üretiminde de önemli bir maddedir. 22 baraj ve 19 hidroelektrik santral ile GAP, dünyanın en iddialı sulama ve elektrik üretim projelerinden biridir. Fakat, Türk tarafı Dicle ve Fırat’ın “Türklüğü” konusunda ısrar ederken, Irak ve Suriye GAP’ı kıyıdaş devlet haklarının açık ihlali ve Türkiye’nin bölgede üstünlük kurmaya yönelik sistematik çabası olarak görmektedir. Hem Suriye hem de Irak, Türkiye’nin büyük Arap dünyası ile ilişkilerini gerginleştirerek ve bölgede yeni istikrarsızlıklar yaratarak Arap Birliği içinde kendi görüşleri için destek sağlamaya çalışmışlardır.

Türk-Arap ve Türk-İran İlişkilerinin Değerlendirilmesi

Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasında Arap ülkeleriyle ilişkileri, işbirliği ve
çatışmanın bir karışımı niteliğindedir. Çatışma, Türkiye ile yakın Arap
komşuları Irak ve Suriye arasındaki ilişkilerin belirleyici özelliği olmaya
devam etmektedir. Türkiye’nin Irak ve Suriye’yle arasındaki sorunlar ve
İsrail’le ilişkileri nedeniyle Mısır, Ürdün ve Filistin Yönetimi’yle olan
ilişkilerinde zaman zaman gerginlikler ortaya çıksa da Türkiye’nin her üçüyle de arasında olumlu bir diyalog bulunmaktadır. Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle ilişkileri ise marjinal düzeyde olup, temelde ticaretle sınırlıdır.
Irak Türkiye’nin Irak politikası, en iyi belirsiz sözcüğüyle tarif edilebilir. Şu
anda Türkiye için önemli ve yakın bir tehdit oluşturmayan Irak, yeniden
sofistike silahlar edindiği takdirde, yine önemli bir tehdit haline gelebilir.
Irak’a “dostluk” ifadesi olarak çok sayıda ziyaret gerçekleştirilmiş olmasına
karşın, gelecekteki ilişkilerin sorunsuz olacağını düşünmek yanlış olacaktır.

Saddam birçok vesileyle, Türkiye’yi 1991 Körfez Savaşı’nda –Iraklıların
deyimiyle “otuz devletin Irak’a saldırısı”- Batılılara yardım ederek haince
davranmakla suçlamıştır. Irak’taki hedefleri vuran ABD ve İngiliz uçaklarının
İncirlik hava üssünü kullanmalarına izin veren Türk politikasını da
eleştirmiştir. Şubat 1999’da Bağdat, Türkiye’yi, topraklarını İngiliz ve ABD
uçaklarının Irak’ı vurması için kullanmasına izin vermeye devam etmesi durumunda kendisine saldırmakla tehdit etti. Saddam’ın saldırganlığı, her zaman sözde kalmamıştır. PKK’yı açıkça desteklemekten ve 1988 yılında Kürt gruplara karşı giriştiği saldırıdan sonra Türk sınırına yakın köylere PKK yandaşlarını yerleştirmekten çekinmemiştir. Söylendiğine göre, 1998 yılında, Saddam PKK’ya Bağdat’ta bir temsilcilik açmasına izin vermiş ve örgüte yönelik desteğini daha da arttırmıştır.

Körfez Savaşı’nın sona ermesinden bu yana, Türkiye öncelikle, PKK’nın
Kuzey Irak’a yerleşmesini önlemek için çaba sarf etmiştir. Bu durum, Kuzey Irak’taki iki önemli Kürt grup olan Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ve Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği’yle endişe verici bir işbirliğine yol açmıştır. Türkiye, Çekiç Güç’ün (1997’de adı Kuzeyden Keşif Harekatı olmuştur) görev süresinin uzatılmasına, Kuzey Irak’a düzenlediği sınırötesi operasyonlara ABD’nin ses çıkarmaması karşılığında onay vermiştir. Türkiye bir yandan Irak’ı BM kararlarına uymaya çağırırken bir yandan da Irak’ın toprak ve siyasi bütünlüğünün sürekli destekçisi olmuştur. Türkiye’deki karar alıcılar, ABD’nin bölgede izlediği politikaları şüpheyle karşılamışlar ve bir Kürt devletinin kurulmasına yardımcı olacağından korkmuşlardır. Bu korku Türkiye’nin sık sık, ABD’yle çatışmasa bile
ondan bağımsız politikalar benimsemesine neden olmuştur.

Türkiye’nin Irak’ın toprak bütünlüğüne yönelik taahhüdü gerçektir. Irak’ın
bölünerek kaosa sürüklenmesi, Türkiye’yi çok zor durumda bırakacaktır. İran ve Suriye’de Türkiye’nin görüşünü paylaşmaktadır. Bu iki devletle Irak arasındaki ilişkiler tarihsel olarak Türkiye’nin Irak’la ilişkilerinden daha kötü olsa da her ikisi de Irak’ın toprak bütünlüğüne bağlı kalmışlardır. Ayrıca üç devlet de kurulacak bir Kürt devletinin kendi toprak bütünlüklerini tehdit edeceği endişesini paylaşmaktadır.

Bağdat’taki rejim değişse de, Türkiye’nin Körfez Savaşı’ndaki rolü ve
Dicle ile Fırat üzerindeki uyuşmazlık muhtemelen gelecekteki Türk-Irak
ilişkilerini olumsuz etkileyecektir. Irak güçlü bir ekonomi için gerekli tüm
girdilere sahiptir: Zengin petrol rezervleri, iyi eğitilmiş bir halk, bölgedeki
en zengin toprak potansiyeline sahip olma özelliği. Irak ve Türkiye arasındaki mevcut boru hatları hala önemli bir işbirliği kaynağı olup Türkiye, Irak petrol ve gazının gelecekteki en önemli müşterisi olabilir. Irak’la Türkiye arasında 1980’lerde patlayan ihracat ve gelişen iş ilişkileri Saddam sonrası dönemde de canlandırılabilir. İki ülke arasındaki yakın ekonomik ilişkiler her iki ülkenin Kürt nüfusunun yaşadığı bölgeler açısından da faydası olacaktır. Fakat her iki ülke için de asıl önemli olan kendi Kürt sorunlarını çözüme kavuşturmaktır.

Suriye Suriye’yle ilişkilere yıllardır, Şam’ın PKK’ya verdiği destek ve Öcalan’ı barındırması, su kaynakları üzerindeki uyuşmazlık ve Suriye’nin Hatay üzerindeki iddiaları egemen olmuştur. Suriye’nin balistik füzelere ve kitle imha silahlarına sahip olması da Türkiye’yi endişelendiren bir başka konudur. Yunanistan ile Suriye arasındaki askeri işbirliğine yönelik endişeler emekli büyükelçi Şükrü Elekdağ’ın İkibuçuk Savaş makalesinde, Türkiye’nin ulusal savunma stratejisini aynı anda Yunanistan, Suriye ve PKK’yla savaşabilme yeteneği üzerine oturtması gerektiği fikrini ortaya atmasına yol açtı. PKK sorunu ortadan kalksa da, Fırat suları üzerindeki uyuşmazlık bir süre daha devam edecek gibi gözükmektedir. Suriye, Fırat üzerindeki GAP barajlarının Türkiye tarafından siyasi şantaj aracı olarak kullanılacağından endişe etmektedir. Ucuz ve bol su, Suriye’deki Baas rejimi açısından, bu rejimin en büyük destekçisi kentlerde, gıda fiyatlarını olabildiğince düşük tutabilmek için, hayati önem taşımaktadır. Suriye liderliği, Hatay üzerindeki geleneksel iddiaları, ülke içinde rejime destek sağlamanın bir aracı olarak kullanmaktadır.

Tüm bu endişeler, Türkiye’nin İsrail ile yakın askeri işbirliği yapma  kararı vermesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu işbirliği Suriye’de çevrelenme
hissi uyandırmış ve Şam’ın Türkiye’ye karşı İslam dünyasını harekete
geçirmesine ve Türkiye’ye düşman olan ezeli rakip Irak’la işbirliği yapma
çabalarını arttırmasına yol açmıştır. Ayrıca, bu eğilim bölgede bir yanda
İsrail-Türkiye-Ürdün-Azerbaycan ekseni, diğer yanda Ermenistan-Yunanistan-Suriye-Rusya ekseninden oluşan ittifak şebekelerinin kurulmasına yönelik tehlikeli girişimleri de beraberinde getirmiştir.
Ayrıca, İsrail’le anlaşmaya vardıktan sonra, Suriye’nin, Türkiye’yle
arasındaki uyuşmazlığı büyük bir ordu ve güvenlik sistemi beslemesinin gerekçesi olarak kullanması gayet muhtemeldir. Eğer Suriye’de daha geniş liberalizm ve çoğulculuk ortamı egemen olursa, iki ülke arasında daha iyi ilişkiler gelişebilir. Bu aynı zamanda, Türkiye’yle iyi ilişkiler kurulmasında çıkarı olan girişimci ve diğer çıkar gruplarının doğmasına da bağlıdır. Eskiden beri, Türkiye-Suriye sınırının her iki tarafında, özellikle de Gaziantep ve Halep’te, yaşayan aileler ve tüccarlar arasında yakın ilişkiler olmuştur. Mart 1998’in sonundaki bir Bayram kutlamasında, on yıldır ilk kez her iki taraf da sınır kontrollerini gevşetmiş böylelikle aileler ve eski arkadaşlar Nusaybin sınır kapısında birbirleriyle bayramlaşabilmişlerdi.29 Suriyeli ve Türk yetkililer arasında yine Mart 1998’de gerçekleştirilen bir görüşmede sınır kontrollerindeki gevşemenin, ticareti arttıracağı ve sınır ticaretini yeniden canlandıracağı öngörüldü. Ekim 1998’de Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması da ikili ilişkilerin daha da güçleneceğine ilişkin beklentileri arttırdı. Fakat, iki ülke arasındaki derin toplumsal ve yönetimsel farklılıkların uzlaştırılması güç olacaktır.

Mısır Mısır-Türkiye ilişkileri, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana büyük gelişme kaydetmiştir. 1952’deki “Hür Subaylar” darbesi ve 1954’te Cemal Abdül Nasır’ın hızla iktidara yükselişi, iki ülke arasındaki ilişkilerin kötüleşmesine yol açmıştır. 1955’te, Bağdat Paktı’na tepki olarak Mısır ile Suriye arasında bir anlaşma imzalanmasının hemen akabinde, Türkiye, Suriye sınırına asker yığmaya başladı. Gerilim 1957’de zirve noktasına ulaşarak, Türk ve Mısır orduları, birbirlerini Suriye sınırında görecek kadar yakınlaştılar.

Soğuk Savaş’ın tırmandığı dönemde ilişkiler soğuk kaldı. 1970’lerin
başlarında Mısır’ın, Sovyetlerle arasındaki stratejik ilişkileri sona erdirmeye
ve ABD’yle daha yakın ilişkiler kurmaya karar vermesiyle, Türk-Mısır
ilişkilerinin iyileşme olasılığı doğdu. Fakat, 1990’ların başlarına kadar
ilişkilerde gerçek bir gelişme gözlenmedi. Bu tarihten sonra, üst düzey
yetkililer arasında düzenli temaslar gerçekçekleştirilmeye başlandı. Ayrıca her iki ülkenin devlet başkanları birçok vesileyle karşılıklı ziyaretlerde
bulundular. Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek, 1998 bunalımını yatıştırmak için Suriye ve Mısır arasında mekik dokuyarak, bu konuda başarılı bir çaba sergiledi.

Yine de, iki taraflı ilişkiler, gerilimsiz yürümemektedir. Örneğin, Kahire, Türk ordusunun Kuzey Irak’a girmesini Arap toprağına saldırı olarak
nitelendirerek eleştirmektedir. Ayrıca, aşağı akarsu ülkesi olarak ekonomisi Nil’e bağımlı olan Mısır, ‘Arap dayanışması’ etkeni olmasa dahi sınıraşan sular konusunda Suriye’yi destekleyecektir. Kahire, Ortadoğu’daki barış arayışında, Türkiye’nin önemli bir rolü olduğunu düşündüğünü ve İsrail-Türkiye ilişkilerindeki yakınlaşmaya karşı olmadığını söylemesine rağmen, Türk-İsrail askeri ilişkilerinin Araplara stratejik bir tehdit oluşturacağı uyarısını yapmaktan da geri kalmamıştır.

Bu tür farklılıklar 1950’lerdeki katı düşmanlığa hiçbir şekilde
benzememektedir. Bugün her iki ülke de barış sürecini desteklemekte, ABD ile yakın stratejik ilişkilerini sürdürmekte ve radikal islami gruplardan kendi ulusal güvenliklerine yönelik benzer tehdit algılaması içinde bulunmaktadırlar. Arap dayanışması ve Arap dünyası içinde Mısır’ın doğal lider konumu bazen sürtüşmelere neden olabilmektedir. Türkiye’nin Arap komşularıyla ilişkilerindeki uyuşmazlıklar bunalıma dönüştüğünde Mısır’ın Türkiye’yi destekleyeceğini ya da en azından sessiz kalacağını beklemek gerçekçi olmayacaktır.

Ürdün Ürdün ve Türkiye arasında öteden beri iyi ilişkiler bulunmaktadır. Soğuk Savaş sırasında Ürdün’ün Batı yanlısı tutumu ve Türkiye’yle de aralarında soğuk ilişkiler bulunan radikal Arap ülkeleriyle yaşadığı uyuşmazlıklar bu ilişkileri etkileyen önemli etkenlerdi. Türkiye gibi Ürdün’ün de, daha değişik nedenlerden kaynaklansa da Suriye’yle arasında sorunlu ilişkiler bulunmaktadır. Suriye’nin krala karşı Filistinli grupları desteklemek için Eylül 1970’te Ürdün’ü kısa süre işgal etmesi Ürdünlülerin hala hafızasındadır. 1990’ların sonunda dahi, Kral
Hüseyin Suriye’yi, ülkesindeki radikal grupları ve terörizmi desteklemekle
suçlamıştır.

Türk-Ürdün ilişkileri, 1990’ların sonunda belirgin bir biçimde gelişmeye
başladı. Her taraflar arasında yüksek düzeyli ziyaretler ve sıklıkla da daha
alt düzeyde görüşmeler gerçekleşti. Merhum Kral Hüseyin, su sorunu, kuzey Irak ve Türk-İsrail askeri işbirliği gibi konulardaki ılımlı ve dengeli tutumu nedeniyle Türkiye’nin övgüsüne mahzar olmuştu. Ürdün, Ocak 1998’de İsrail, Türkiye ve ABD tarafından gerçekleştirilen arama-kurtarma tatbikatına gözlemci olarak katılmıştı. Nisan 1998’de, Ürdün ve Türkiye karşılıklı askeri ziyaretlerde bulunma konusunu da mutabakata vardılar. Yine aynı yıl genel kurmay başkan yardımcısı orgeneral Çevik Bir, Kral’dan bir liyakat nişanı aldı. Yakın ilişkilere yönelik bu eğilimin Kral Hüseyin’in oğlu ve halefi II. Abdullah döneminde de süreceği beklenmektedir.

Filistinliler Türkiye’nin Filistin davasındaki ilişkileri inişli çıkışlı bir grafik
çizmektedir. 1947’de Türkiye, Arap devletleriyle birlikte Filistin’in
parçalanması aleyhinde oy kullanmıştır. Fakat 1949’da, Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuş ve 1960’ların sonlarına değin, Filistin davasından uzak kalmıştır. Bu tarihten sonra ise düzenli olarak, Filistin haklarını destekleyen BM kararlarının lehinde oy kullanmıştır. İlişkilerin gelişmesi ve Ankara’da bir FKÖ temsilciliğinin açılması için, FKÖ’nün Türkiye’deki terör eylemlerine karışan radikal grupları desteklemesi nedeniyle, 1979 yılına kadar beklemek gerekecektir.34 Fakat bu tarihten sonra, Türk-Filistin ilişkileri, çok olumlu bir hal almıştır. Türkiye, Filistin Ulusal Konseyi 1988’de bağımsızlık ilan ettiğinde, Filistinlilerin “devlet” statüsünü tanıyan Arap olmayan ilk devletlerden biri olmuştur. Arafat 1994’te Filistin Yönetimini kurduktan hemen sonra Türkiye’ye bir ziyarette bulunmuş, bundan bir yıl sonra da başbakan Tansu Çiller, İsrail’e yaptığı resmi bir ziyaretten sonra Gazze’ye uğrayarak, dünyada Arafat’ı ziyaret eden ilk hükümet başkanı olmuştur.

Türkiye’nin barış süreci içinde yer almasının önemini vurgulayan ve
Filistin’in ekonomik gelişimi için Türkiye’den yardım isteyen Arafat, birçok
vesileyle Türkiye’ye ziyarette bulunmuştur. Kral Hüseyin gibi Arafat da, Türk-İsrail ilişkilerine ve Türkiye’nin Kuzey Irak’a düzenlediği sınır ötesi
operasyonlara dengeli bir yaklaşım benimsemiştir. 1997 Haziranında FKÖ’nün Ankara nezdindeki elçisi Fuad Yasin, “Türkiye’nin sınırlarını terörist saldırılardan korumaya hakkı olduğunu” söyleyerek Filistinlilerin, Türkiye’den kendileri için önem arz eden meselelerde daha duyarlı davranmasını beklediklerini belirtmiştir.

1990’ların sonunda, barış sürecinin tıkanması, Filistinlilerin Türk-İsrail
ilişkilerinden daha fazla rahatsızlık duymalarına yol açtı. Temmuz 1998’de Türk dışişleri bakanı İsmail Cem’in İsrail ve Filistin Yönetimi’ne gerçekleştirdiği ziyaret sırasında, Arafat, Türkiye ile İsrail arasındaki yakın ilişkilerin Filistinlileri derinden yaraladığını dile getirdi. Bir Filistinli milletvekili de, Cem’e, “Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler ne kadar güçlenirse, İsrail’in Kudüs’te yeni bir statüko dayatmak için o kadar avantaj elde edeceğini” söyledi. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bu şikayetleri cevaplamak için Nisan 1999’da Ankara’da Arafat’la biraraya geldi. Demirel bu görüşmede “İsrail’in, Ortadoğu barış sürecini tıkayan West Bank ve Kudüs’te izlediği politikaları onaylamamız mümkün değildir” diyerek açıkça İsrail’i eleştirdi. Demirel, Türkiye’nin Filistin davasına destek olacağı hususunda Arafat’ı temin ederek, Türkiye’nin İsrail üzerindeki tüm nüfuzunu barış sürecinin devam etmesi için kullanacağına söz verdi.

Sıcak ikili ilişkilere karşın, Türk dış politikası defalarca Filistinlileri hayal kırıklığına uğratmış ve verdiği taahhütleri yerine getirmemiştir. Arafat, Demirel’den Uluslararası gözlemci olarak Filistin seçimlerine 60 Türk gözlemcinin katılması için ricada bulunmuş ancak 1996 yılındaki seçimlere yalnızca 4 gözlemci gönderilmiştir. Halbuki, birçok ülke sözkonusu seçimlere parlamento üyeleri ve önde gelen politikacılar da dahil
olmak üzere çok sayıda gözlemci göndermiştir. 2000 yılı itibariyle, Türkiye hala Filistin Yönetimi’ne 1993 yılında vaat ettiği 50 milyon $’lık krediyi serbest bırakmadığı gibi, dışişleri bakanlığının Filistinli mültecileri eğitmeye yönelik projesi de gerekli 4 milyon $ bulunamadığı için gerçekleştirilememiştir.

Türkiye, barış sürecini ve Filistinlileri destekleme potansiyelini kullanamamaktadır. Bu durum çok üzücüdür çünkü Türkiye İsrail ve Filistinliler arasındaki iyiniyetli birkaç ülkeden biridir. Barış sürecindeki olumsuz gelişmeler ve Filistinlilerin mağduriyeti Türkiye’nin iç siyasetini de doğrudan etkileyeceği ve bundan radikal gruplarla Türkiye’nin Ortadoğu’daki rakipleri yararlanacağı için, Türkiye, bu iyiniyetini daha etkin bir biçimde kullanmalıdır.