AMERİKA’DAN NEDEN BİR TOLSTOY ÇIKMADI?

Muhsin Kızılkaya
HaberTürk Gazetesi

Yüz, iki yüz yıldan beri; Tolstoy, Dostoyevski, Gogol, Çehov, Pasternak, Zamyatin gibi dünya edebiyatının aşılamaz denilen zirveleri neden Rusya gibi geri bir köylü toplumunda yükseldiler de neredeyse aynı sürede bilimde, sanatta, teknolojide, sinemada ve aklınıza gelebilecek birçok alanda öncülük yapan ABD’de ortaya çıkmadılar?

Bu soru çok uzun bir süreden beri kafamın içinde dolanıp duruyor. Kendime göre bazı cevaplar bulduysam da bulduklarımın hiçbirisi beni tatmin etmedi; ta ki “bilim kurgu edebiyatının anası” olarak kabul edilen “Yerdeniz Büyücüsü” ve “Mülksüzler” gibi muhteşem romanlar yazmış olan Amerikalı yazar Ursula K. Le Guin’in “Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar” (Metis Yayınları) kitabında toplanmış olan nefis denemelerinden birisi olan “Ruhtaki Stalin” denemesini okuyana kadar. Bu denemede Le Guin, aradığım cevabı mükemmel bir biçimde izah ediyordu.

*

Bir toplumda büyük sanatçıların çıkması, o toplumun kendine olan inancına bağlıdır. Aslında bu her alanda böyle. Kendine güvenen büyük toplumlar, büyük işler başarır, biz bunu yapamayız diyenler de o güne kadar ne yaptılarsa yaptıklarıyla yetinmek zorunda kalır. Amerika, dolayısıyla kapitalizm her şeye “meta” gözüyle bakar. “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” demişler ya o hesap. Le Guin, Amerika’da bir Tolstoy’un, bir Pasternak’ın, bir Zamyatin’in çıkmamasını, Amerikalıların içlerinde bu tür insanların “çıkabileceği ihtimaline inanmamalarına” bağlar. Ona göre Rusların tuhaf tarafı, sanata, sanatın insanların zihinlerini değiştirebileceğine olan inançlarıdır. Buna yürekten inanıyorlar. Bu yüzden de sanatçıları hem çok seviyor hem de onlardan çok korkuyorlar. Her memleket layık olduğu biçimiyle yönetilir derler ya, bu sözden yola çıkarak Le Guin, “Her ülke hak ettiği sanatçıları bulur,” der.

*

Kitaptan, şiirden, romandan, resimden, müzikten hülasa sanattan korkan hükümetler, muktedirler, piyasa sansürcüleri; sanatçıların, romancıların, şairlerin kendileri gibi olmasını isterler. Başka bir deyimle, kendi hoşlarına gidebilecek ürünler vermelerini beklerler onlardan. Bunu da kendi iktidarlarının ömrünü uzatmak için yaptıklarını itiraf etmez, “toplumsal hassasiyetleri” gözettiklerini, “toplumun birliğini” muhafaza ettiklerini, “genel ahlakı” koruduklarını söylerler. Böylesi toplumlarda, “Hükümeti eleştirmeyin, hepimizi mutsuz edecek şeyleri yazmayın, söylemeyin, dillendirmeyin, kahramanlıklarımızı, şanlı ecdadımızı, geçmişteki tarihsel başarılarımızı, bilimde, teknikte ulaştığımız düzeyi, devrimin faziletlerini, mutlu mutlu gülümseyen işçileri, huzur içinde köylüleri yazın, toplumun gerçeklerini dillendirin, herkese umut aşılayın, moralleri bozmayın” diyen bazı güçler ve onların hayaletleri dolaşır sanatçıların üzerinde.

Totaliter birçok ülkede olduğu gibi; Bolşevik İhtilali sonrasında Rusya’da büyük besteci Şostakoviç, şair Ahmatova ve birçok sanatçının hayatını kaydıran Stalin’in Kültür Bakanı Jdanov diye bir “komiser” vardı mesela.

Oysa Amerika’da tarih boyunca sanatçıların ensesinde boza pişiren bu tür görevli komiserler hiç olmadı. (McCarthy dönemi özel bir dönemdir, onu ayrı tutuyoruz!) Le Guin’in de vurguladığı gibi orada bir “pazar” vardı ve bu pazar yerinde tek bir standart hüküm sürüyordu: Bu mal satar mı? Bir kitabın müşterisi varsa, bir roman satılacaksa, bir resim piyasada bir değer ifade ediyorsa, müzik, film dünyanın geneline yayılacaksa; içeriğine çok bakmazlar. Amerika’yı kötü göstermiş, hükümetin manevi şahsiyetini bilmem ne yapmış, genel ahlakı bozmuş, halkı isyana teşvik etmiş pek umurlarında değildir. Satıp satmayacağı standardı dönem dönem değişir ama şu ilke hiç değişmez:

Üretiyorsan en fazla kâr peşinde koşacaksın, tüketiyorsan en fazla fayda…

Gerisi ayrıntıdır.

Oysa Le Guin’in de dediği gibi, sanat ürünleri, yalnızca ticari ürünler değildir, kâr amacı, çoğu zaman sanatın amaçlarıyla çakışır; kimin umurunda!

*

Le Guin’e göre “neden” sorusu “nasıl” sorusunda daha önemlidir. “Neden” bilimin, “nasıl” teknolojinin konusudur. Aynştayn “neden” sorusunu sordu ve “görecelik kuramını” keşfetti. “Nasıl” diyerek onu göstermeye çalışırken de dehşet içinde “atom bombasını” icat ettiğini gördü.

Buradan yola çıkan Le Guin’e göre sanat yalnızca “nasıl”ı ve “ne”yi gösterdiğinde ister iyimser ister karamsar olsun, sıradan bir eğlenceden başka bir şey değildir. Sanat için asıl mühim olan “neden” sorusudur. Sanat bu soruyu sormaya başladığı andan itibaren, fikir sanatçının duygusal tepkisi olmaktan çıkıp etkili bir söze dönüşür, “edilgen bir yansıma olmaktan çıkar, bir fiil olur”.

Muktedirler, işte o zaman sanattan korkmaya başlarlar.

*

Bolşevik İhtilali’nden sonra Ruslar, bu yüzden bir yığın sanatçının canına kıydı, kalanlara da hayatı zehir ettiler.

Ben bu denemede hayatı kaydırılan iki yazardan bahsetmek istiyorum, biri “bilim kurgu edebiyatının babası” olarak kabul edilen Yevgeni İvanoviç Zamyatin, öteki de “hiciv edebiyatının” büyük ustalarından Ukraynalı Mihail Bulgakov…

İkisi de Stalin’e, Rusya dışında bir yerde yaşamak için mektuplar yazıp izin istediler. Stalin Zamyatin’e izin verdi ama Bulgakov’un talebi kabul görmedi. İkisi de erken sayılabilecek yaşlarda sefalet içinde öldüler. Ama ikisi de arkalarında muazzam kitaplar bıraktılar.

*

Önce Zamyatin’den başlayalım o halde…

Bir gemi mühendisiydi. Baştan ayağa bir devrimciydi. Devrimden önce birçok kez tutuklanmış, sorgulanmış, hapis yatmış, sürgün cezası yemişti. Nihayet “o büyük gün geldiğinde”, devrim patlak verdiğinde memleket dışındaydı, sevinçten şapkası uçtu kafasından, “motorları maviliklere sürmek” üzere hemen döndü ülkesine.

Eski köhne, baskıcı, sansürcü düzen gitmiş, özgürlük gelmişti. Şimdi birer birer putları kırmanın zamanıydı, baştan ayağa yetenekti, genç bir yazarlar grubuna katıldı. Ama heyhat, hiçbir şey düşündüğü gibi gitmedi, özgürlük dönemi ancak bir iki yıl sürdü. Devrim bin bir zorlukla gerçekleşmişti, burjuvazi pusuda bekliyordu, kanla kazanılan zaferin tahkime ihtiyacı vardı, bu yüzden tedbir almalı, hiçbir sızıntıya izin verilmemeliydi. Hemen katılaştılar ama Zamyatin cıva gibiydi, akışkandı, bir anda katılaşamıyordu, orada onların içinde ayrık otu gibi kaldı. Kendini bağımsız görüyordu, dili ironikti, zihni eleştireldi. Her şeyi sorguluyordu. Bu yüzden yeni yönetim, tıpkı çarlık yönetimi gibi kısa sürede onun sakıncalı birisi olduğunu anladı. O ise buna aldırmadı, ne de olsa memleketi yoldaşları yönetiyordu. Yazmaya devam etti. Adına “Biz” dediği bir roman yazdı, bir bilimkurgu romanıydı, bir olumsuz ütopya kurmuştu romanda. Katılaşmaya, otoriterleşmeye karşı koyuyor özgürlüğü savunuyordu. Zekiceydi, romantik bir yanı da vardı. (Daha sonra dünya edebiyatının en iyi bilimkurgu romanı olarak kabul gördü. Hem Gem George Orwell’ın “1984”üne, Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sına hem de Le Guin ve bir yığın bilimkurgu yazarına ilham kaynağı oldu). 1921 yılında el yazmalarını onaylasın diye hükümet komiserlerine gönderdi, komiserler dehşet içinde kaldı, bu herif bir bozguncuydu! Yayınlanması mümkün değildi!

Kitap yasaklandı. Üç yıl sonra Zamyatin bir yolunu buldu, kitabını ülke dışına çıkardı, İngiltere’de 1924 yılında yayınlandı, anında birçok dile çevrildi, sadece kendi dilinde, Rusçada yasaktı! (Bizde bir dönem Nazım Hikmet’in kitapları gibi!)

Zamyatin’in başına bütün bunlar geldiğinde, Troçki henüz “ulusal hain” ilan edilmemiş, memleketten sürülüp peşine katiller salınmamış, borusunun öttüğü yıllardır. Bir süre sonra Lenin öldü, Troçki Stalin’e karşı iktidar mücadelesini kaybetti, Troçki 1929 yılında Sovyetler Birliği’nden resmen kovuldu, artık her yerde Stalin’in borusu ötüyordu. “Biz” romanı bütün dünyada bir “edebiyat hadisesi” olunca Sovyetler Birliği’nde hükümetin gözüne girmek için yazar arkadaşları Zamyatin’i linç etmeye başladılar. 1928 yılında yazdığı “Atilla” piyesi de yasaklandı. Çaresiz ve şaşkın ortalıkta dolanırken ondaki cevhere inanan Maksim Gorki, Stalin’e bir mektup yazmasını tavsiye etti. Oturdu, memleketi terk etmesine izin versin diye Yoldaş Stalin’e bir mektup yazdı. Tarih Haziran 1931’di.

*

Mektubunda “Atilla trajedimin ölmesi aslında benim trajedimdir: Bu eserin yasaklanması ile birlikte durumumu değiştirmek adına yaptığım tüm denemelerin faydasız olduğu aşikardır. (…) Zamyatin için okuyucuya açılan son kapı da kapanmıştır: Bu yazarın ölüm fermanı yayınlanmıştır. Sovyet ceza yasası idamdan daha ağır bir ceza öngörüyor. Suçlunun yurttaşlık haklarından mahrum bırakılması ve ülke dışına çıkarılması. Eğer ben gerçekten bir suçluysam ve cezayı hak ediyorsam bile yine de bu cezanın edebi ölüm gibi ağır bir ceza olmaması gerektiğini düşünüyorum, bu nedenle eşime de bana eşlik etme hakkı verilerek Sovyetler Birliği topraklarından çıkarılma cezasına çarptırılmamı istiyorum. Eğer bir suçlu değilsem geçici bir müddet için karımın ve benim yurt dışına gitmemize izin verilmesi isteğinde bulunuyorum. Seyahatim ülkemizde yazarlara, görüş alanı dar kimselerin hizmetinde olmaksızın yüksek fikirlere katkıda bulunma olanağı doğduğunda, yurdumuzda edebiyat adamlarının rolünün şimdiki biçimi hiç değilse bir parça değiştiğinde geri dönme koşuluyla bir yıl olacaktır,” dedi.

Troçkist bir kliğin devlete egemen olduğu dönemde yasaklanan Zamyatin, sırf düşmanı yasaklamış diye az buçuk Stalin’i yumuşatmış olacak ki, Maksim Gorki’nin de ricasıyla, 1931 yılında yurt dışına çıkmasına izin verildi.

Paris’e gitti. Arkasında bir cehennem bırakmıştı Zamyatin. Orda kalan birçok yazar, sanatçı dostu Stalin’in hışmından nasibini aldı, çoğunun kafasına birer kurşun sıkıldı. Zamyatin bedenen bir cehennemden kurtulmuş, ruhen sürgün cehennemine düşmüştü. Solcu Fransız entelektüelleri de ona “anti komünist” yaftasını yapıştırarak yalnız bıraktı. Kesif bir yalnızlığa ve sessizliğe gömüldü. Açtı, sefildi. Ekmek parası kazanmak için film senaryoları yazdı ama o günden itibaren yeni hiçbir şey yazamadı. Kalbi sürgüne ancak yedi yıl dayandı, 1937 yılında Paris’te öldü.

“Biz” romanı, ölümünden 51 sene sonra bile Rusya’da yasaklıydı, roman ancak 1988 yılında yayınlandı, itibarı o zaman iade edildi.

*

Gelelim Mihail Bulgakov’a…

Ben diyeyim “Usta ve Margarita romanı”, siz “ha şöyle” deyin…

Bulgakov, Zamyatin’den önce yurt dışına çıkma iznini versin diye “yoldaş”a mektuplar yazmaya başladı. Her defasında mektupları cevapsız kaldı. Bu durumdan Zamyatin ders çıkardı, Stalin’e tek bir mektup yazdı ve tek talepte bulundu; “yurt dışına çıkmama izin verin” dedi o kadar! Oysa Bulgakov öyle yapmadı, başına gelenleri, yaşadıklarını, terk edildiği açlığını, işsizliğini, tecrit durumunu falan anlattı. Süreç uzadı, uzadıkça da umudu söndü, iyice umudunu kesince, uzun bir süreden beri üzerine çalıştığı, hiciv edebiyatında bütün zamanların en büyük eserlerinden birisi olarak kabul edilen “Usta ve Margarita”yı 1940 yılında bitirdi. Eğer Stalin imana gelmiş olsaydı, onun yurt dışına çıkmasına izin verseydi belki de bu muhteşem romanı yazmayacak, dünya edebiyatı da bu çok önemli eserden mahrum kalacaktı.

Peki roman neyi anlatıyordu?

İblis günün birinde Moskova’ya iner ve proleter devrimcilerin inşa ettiği kültür tapınaklarını birer birer yok etmeye başlar. İblis, Woland adında bir sihirbaz kılığındadır, yanında bir büyücü çetesi ile Behemoth adlı doğaüstü kedisi vardır. Şehirde büyük bir kargaşa yaratırlar zira şehir ahlaki açıdan çürümüştür. İblis daha sonra ekibiyle birlikte, kendisi gibi bir İblis olan Napolyon’un şehri ilk gördüğü Vorobyevi Tepeleri’ne doğru uçarlar. Margarita adında Moskovalı bir kız Pontius Pilatus ve İsa davası hakkında yasaklanmış bir metin yazmış, onun yolu da kesişir İblis ve ekibiyle. Kız da onlarla birlikte uçar. Atları havaya doğru sıçrayıp gökyüzünde yukarılara doğru dörtnala koşarken Margarita havada arkasına döner ve sadece çok renkli kulelerin değil, bütün şehrin ortadan yok olduğunu, yeryüzü tarafından yutulduğunu ve yerinde sadece sis ve duman bıraktığını görür.

Mihail Bulgakov’un birçok kitabı Türkçeye çevrildiği halde memleketimizde pek meşhur değildir. Gogol’dan sonra Ukraynalı ikinci edebiyatçıdır, 1891 yılında Kiev’de dünyaya gelmiş. Tıp doktorudur ama genç yaşta hekimliği bırakıp kendini tamamen edebiyata verdi. Tiyatro en önemli uğraşı oldu. Batı düşünce hayatında iz bırakmış birçok şahsiyetin hayatlarından yola çıkarak piyesler yazdı. Romanlarında “komünist kahramanlar” yok diye yasaklandı. Eserlerine sadece yayın yasağı gelmedi, aynı zamanda elden ele dolaşan müsveddelerinin bulundurulması bile suç sayıldı. Muzip bir hicivciydi, “Köpek Kalbi” romanında Pavlov benzeri bir doktor, bir köpeğin kalbini ve cinsel organlarını bir insana nakleder. Bu tür hikayelerin “yeni devrimci sürece” hiçbir katkısı yok, aksine zarar verir. Rejime dalkavukluk yapan yazar arkadaşları onu topa tutar. Adeta linç ederler. Stalin’e yazdığı mektuplardan birisinde bu durumu şöyle anlatır:

“Basın kupürlerini elden geçirdiğimde, Sovyetler Birliği’nde benimle ilgili üç yüz bir yazı çıkmış olduğunu gördüm; bunlar on yıllık bir çalışmaya ilişkindir. Onlardan üçü övgü dolu, öteki iki yüz doksan sekizi düşmanca ve aşağılayıcıdır.”

Ülkeden ayrılmaktan başka çaresi yoktur. Üst üste mektuplar yazar, her defasında ret cevabı alır. Yazdığı son mektuplardan birisinde şunları söyler Stalin’e:

“Sovyetler Birliği hükümetinden en kısa sürede bana eşimle birlikte Sovyetler Birliği topraklarını terk etme emri vermesini rica ediyorum. Sovyet iktidarı nezdinde bütün insanlığa başvuruyorum ve açık kalplilikle iktidardan, kendi vatanında hiçbir yararı olmayan bir yazara özgürlük verilmesini dilemekteyim.

Eğer yazdıklarım yeterince ikna edici değilse ve eğer Sovyetler Birliği’nde kalan günlerim için susmaya hüküm giymişsem, Sovyet hükümetinden bana uzmanlığım içinde bir iş verilmesini ve sahneye oyun koyucu olarak tiyatroda görevlendirilmemi istiyorum.”

Bu “talebini” Stalin fırsat bildi. Bulgakov hayatının hatasını yapmış, yurt dışı izni vermezse eğer “yoldaş”tan bir iş istemişti. Bunun üzerine Stalin 18 Nisan 1930 günü ona telefon etti, Bulgakov uyuyordu, eşi Elena Sergevna “Yoldaş Stalin telefonda” deyince şaka sandı, telefonu aldı, “Evet” dedi, “Stalin yoldaş sizinle konuşacak” dedi birisi.

“Ne Stalin mi? Stalin mi?” dedi, o sırada kulağına Gürcüceye çalan bir ses geldi:

“Evet sizinle konuşan Stalin yoldaştır, iyi günler Bulhakov yoldaş”.

“İyi günler Josef Vassarionoviç”.

“Mektubunuzu aldık. Yoldaşlarla birlikte okuduk. Yakında olumlu cevap alacaksınız. Yurt dışına gitmek istiyorsunuz değil mi? Bizden iyice bıktınız mı?” diyerek bir de şaka yaptı.

“Son zamanlarda şu soruyu uzun uzun düşündüm: Bir Rus yazarı vatanı dışında yaşayabilir mi? Ve bana öyle geliyor ki, hayır.”

“Haklısınız, benim görüşüm de budur. Nerde çalışmak istiyorsunuz? Sanat Tiyatrosu’nda mı?”

“Evet isterim fakat oradan hep olumsuz cevap geldi.”

“Tekrar istekte bulunun, bana öyle geliyor ki bu sefer kabul edecekler. Uzunca konuşmak için karşılaşmamız gerekecek.”

“Oo evet. Josef Vassarionoviç. Sizinle konuşmaya ihtiyacım var.”

“Evet, kesinlikle bunun için bir zaman bulmak gerek. Ve şimdilik hoşça kalın”.

Çok yorucu bir beklemeyle geçen aylardan sonra bu görüşme Bulgakov’a bir mucize gibi geldi.

Stalin Bulgakov’a telefon ettiğinde, dört gün önce kuşkulu bir intiharla hayatına son veren devrimin şairi Mayakovski’nin cenazesi yeni kalkmıştı. Zamanlama manidardı. Stalin “hain ilan edilen” bir yazarı muhatap alarak adını temize mi çıkarıyordu? Bu soru kafasını hep meşgul etti Bulgakov’un. Belki de “Usta ve Margarita” romanının ilk fikri o sırada kafasında belirdi kim bilir. Zira Bulgakov romanında, intihar, silah sesi, aşırı tutku motifi anıştırmalı olarak Mayakovski’nin suretinde bir araya getirdi.

O gün o telefon konuşmasıyla Stalin ülkeden çıkış talebini büyük bir ustalıkla geçiştirdi, kaybeden Bulgakov oldu.

Bulgakov kısa bir süre sonra acılar içinde böğüre böğüre, yapayalnız, bir bodrum katında can verdi.

*

Sanatsal özgürlükle otoritenin çatışması eserlerin ana temasıydı Bulgakov’un. Bir kahramanının şu repliği, onun fikrinin de hülasasıdır:

“Dünya devrimini, Engels’i ve Nikokay Romanov’u, ezilen Malayları ve benzeri halüsinasyonları ağızlarından tükürüp asıl işlerine, yani kümeslerin temizliğine başladıkları zaman yıkım kendiliğinden ortadan kalkar. İki Tanrıya kulluk edilmez. Aynı anda hem tramvay yollarını temizleyecek hem de pasaklı İspanyol çocuklarının geleceğini tayin edeceksin. Bunu kimse beceremez doktor, hele ki Avrupalıların iki yüzyıl gerisinden gelen, pantolonunun düğmesini bile doğru dürüst ilikleyemeyen insanlar hiç beceremez.”

*

İşin erbabı der ki, Stalin kültürel konularda cahil biri değildi, ciddi kitapları okumuş, birçok şeyden haberdar birisiydi. Rusya’da sanatın, özellikle şiirin gücünü çok iyi biliyordu. Bu yüzden ondan çok korkuyordu. Çok yetenekli, yaratıcı, muzip ve tehlikeli yazarlardan bakışlarını hiç ayırmıyordu. Maksim Gorki bile düzenli gözetlediği yazarlardan birisiydi. Sürgüne gönderdiği ve sürgün yolunda bir ara durakta ölen şair Mandelstam der ki:

“Şiire sadece bu ülkede (Rusya) saygı duyuluyor. Ve başka hiçbir yerde şiir yüzünden bu kadar fazla insan öldürülmemiştir”.

***

Yararlanılan Kaynaklar:

Yevgeni Zamyatin-Mihail Bulgakov, “Stalin’e Mektuplar”, İletişim yayınları

Ursula K. Le Guin, “Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar”, Metis Yayınları