Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
Kişisel olsun toplumsal olsun olaylar, gelişmeler, değişimlere yaklaşımımızın belirleyicisi, konuya ne kadar uzak ya da ne kadar yakın olduğumuzdur. Gelişmenin bizi doğrudan ya da dolaylı ilgilendirdiğidir. Değişimin olabilecek etkilerini algılayıp algılayamadığımızdır. Sorumluluk duygusudur, donamımızdır. Özetle paradigmamızdır. Olaylar karşısındaki tutumlarımızın, neden bu denli farklı olduğu da “Paradigma” olgusu kavranabildiği ölçüde anlaşılabilecek, dolayısıyla da konuyu uzmanına danışmak yerinde olacaktır:
Konunun uzmanı olduğundan kuşku duymadığımız sayın Doğan Cüceloğlu, Yakup bey ile Timur beyin karşılıklı konuşmaları üzerine kurguladığı “İyi Düşün Doğru Karar Ver” adlı kitabında paradigmayı bakın ne güzel açıklamış:
“Paradigma, bireyin iç ve dış dünyasını algılayıp yorumlamasında etkili olan tüm faktörleri kapsar. Algılama, yorumlama, ve bilme süreçleriyle ilgili tüm etkenlerin yarattığı, örgütlü ve dinamik düşünsel sisteme, algı düzeneği yada paradigma adı verilir. Paradigma farkına varmadan taktığımız bir psikolojik gözlüktür; iç dünyamızı olduğu kadar dış dünyamızı da bu gözlük aracılığıyla görürüz.”
“Algılamayı etkileyen kişiye ait tüm iç etkenler bir araya gelerek bir algı düzeneği oluşturduğu zaman bu sisteme paradigma adı verilir. Paradigma dinamiktir ve çoğu kez kişi kullandığı paradigmanın farkında değildir.”
“Paradigma bir harita olarak da düşünülebilir. Harita temsil ettiği şeyi ne kadar gerçekçi olarak yansıtırsa o derecede değer kazanır. Örneğin bir şehrin haritası, o şehrin kendi değildir. O şehrin kağıt üzerine çizilmiş bir modelidir. Şehri ne kadar gerçeğe uygun olarak temsil ediyorsa, harita o derece kullanışlı ve işe yarar olacaktır.”
“Bursa şehrinin haritası üzerine yanlışlıkla, İzmir yazılmış olsa ve bu harita kullanılarak İzmir’in bir noktasından diğer noktasına gitmeye çalışılsa, ne kadar dikkat edilirse edilsin, ne kadar hızlı gidilirse gidilsin, başarılı olunamaz. Çünkü kullanılan paradigma, izlenen harita yanlıştır; temsil etmesi gerektiği gerçeği, yani İzmir şehrini temsil etmemektedir. ” İzmir’de adres bulmakta kullandığınız tutum, öğrendiğiniz teknikler, araba kullanma hızınız ya da başka hiçbir şey yanlış paradigmanın (haritanın) getirdiği zararı önleyemeyecektir”.
İşte aynı olayı farklı değerlendiriş, farklı yorumlayışımızın ve çıkarımlarımızın farklı oluşunun, olay karşısında kimilerimiz bedel ödemeyi de gerektirebilecek eylemlerde bulunurken kimilerimizin de sessiz kalışının nedeni paradigmalarımızın farklılığıdır. Öyle ki, paradigma bilindiğinde çıkarılabilecek sonucu, çıkarımdan hareketle de paradigmayı tahmin edebilmek mümkündür. Dahası, paradigma çıkarımın sağlıklı olup olamayacağı konusunda fikir verebilecek en güvenilir yol göstericidir.
Evet, sayın Cüceloğlu’nun da dediği gibi çoğu zaman kişi, paradigmasının farkında değildir. Farkında olmadığı için de kendi özel konumu ile uyumlu öznel çıkarımlarını, bütün benliği ile nesnel koşulların sonucu olduğunu sanır ve savunur. Özel konumuyla uyumlu genel politika geliştirir. Yazarımız böylelerinin düştüğü bu gülünç durumu, adını andığımız kitapta şöyle vurgular:
“Tanıdığım bazı insanlar, paradigmalarına öylesine bağlanmışlar, öylesine bir “paradigma tutkunluğu” geliştirmişlerdir ki, ellerindeki Bursa haritasının İzmir’de adres bulmaya yaramadığını yüzlerce defa gördükleri halde, kabahati haritada değil, İzmir’de bulurlar.”
“Bir anlamda, ‘bu sokaklar ve evler yanlış yerlere konmuş, yanlış isim verilmiş esasında bu haritada gösterildiği gibi düzenlenmeliydi’ demektedirler.”
Bu bağlamda denebilir ki, Demokratik Açılım, Çerkes paradigması ile tartışıldığında ancak, Çerkesler açısından anlam kazanacak, önemli bulunacaktır. Çerkes paradigması da Çerkesler için düşlenen gelecek kurgusunun oluşturduğu paradigmadır. Paradigmayı oluşturan iç ve dış etkenler, bileşenler sağlıklı algılanamadığında, gerçekçi değerlendirmeler yapılamadığında, önemli bileşenlerinden “dinamizm” göz ardı edildiğinde paradigma, üzerinde İzmir yazan Bursa haritası örneği yanlış olacaktır. Yanlış paradigma ile de doğru sonucu bulabilmek mümkün olamayacaktır. Öyle ki; Çerkesler için düşlenen gelecek kurgusunun açıklanması, bir olayı Çerkes kimliği ile tartışma hakkının ön koşuludur demek yanlış olmayacaktır.
Olaylar, değişim ve gelişimlerin bizler için önemini, değerini belirleyen de bunların kurgumuza olası etkileridir. Dahası, sağlıklı bir paradigma ve sağlıklı bir çıkarıma karşın bireyin davranışını asıl belirleyecek olan etken, bireyin kendisini konumlandırdığı yerdir. Çerkes sorununun çözümü konusunda kendisini ne kadar sorumlu saydığıdır. Sorunun çözüm sürecinde üstlenebileceği görevleri de büyük ölçüde bu sorumluluk algısı belirleyecektir.
Gerçekten de, gelecek kurgusu ve bu kurgunun gerçekleştirilmesi sürecinde üstlendiğimiz sorumluluk, bilincinde olmasak da, Çerkeslerin kimler olduğu sorusuna verilecek yanıt dahil, sorunumuza ilişkin her söylemimizi, her önerimizi, her eylemimizi etkilemekte, biçimlendirmektedir. Dolayısı ile söylemleri ne denli Çerkesleri ilgilendirir görünse de Çerkesler için gelecek kurgusu olmayanların yaklaşımları, çözüm önerileri Çerkesler tarafından önemsenmeyecektir. Yaklaşımları, önerileri gelecek kurguları gerçekçi olduğu ölçüde değer kazanacak, Çerkes insanı bu kurgunun gerçekleşmesine katkıları oranında kendilerini benimseyecek, Çerkes Tarihi’nin önemseyeceği kişiler de bu aydınlar olacaktır.
Ben; geleceğimizin Rusya Federasyonu ile birlikte kurgulamanın gerçekçi olacağını düşünenlerdenim. Anavatana dönüşü, Çerkes ulusal sorunumuzun tek çözüm yolu olarak görüyorum. Karşılaştığımız her olayı olduğu gibi Demokratik Açılım’ı da dönüş paradigması ile değerlendirdiğimin bilincinde olunmasını diliyor, görüş belirtenlerin öncelikle paradigmalarının sorgulanmasını da gerekli buluyorum.
Çerkes kimdir?
Bilimsel olarak ve anavatandaki kabule göre Çerkes, kendisini Adige olarak adlandıran halkımıza, diğer halkların verdiği addır. Türkiye ayrı tutulursa, diaspora ülkelerindeki anlayış da anavatandaki ile tıpa tıp örtüşmektedir. İngilizce adı “Circassian” sözcüğünü içeren Amerika’daki derneğimiz, anadilde Adige derneği olarak bilinmektedir. Ürdün ve Suriye’de de derneklerimizin Adigece adlarında geçen Adige sözcüğü Arapça adlandırmada “Şerkes” olarak geçmektedir.
Çerkes sözcüğünün Kuzey Kafkasya’nın otokton halklarının tümünün ortak adı olduğu tanımı ise sadece Türkiye kökenli az sayıdaki Çerkes’in zorlama kabulüdür. Temelinde de Türkiyelilik paradigması yatmaktadır. Özünde bu yaklaşımı benimseyenlerin ya Çerkes halkı için gelecek kurguları hiç yoktur ya da kurguyu biçimlendiren Türkiyelilik olgusudur.
Bir diğer bilimsel gerçek, Abaza Adige ve Wubıhların kökenlerinin aynı olduğu, çok uzak geçmişte aynı dili konuştuklarıdır. Ancak, köken birliği olan Wubıhların bir bölümü Abazalarla bir bölümü de Adigelerle kaynaşmıştır. Bu köken birliği sosyo-politik durum gerektirdiğinde, Çerkes, Adige ve Abaza’dır tanımına olanak vermektedir. Nitekim kurucu örgütlerin çoğu tarafından bir Adige birliği olarak düşünülmüşken, halklarımızın politik çıkarları gerektirdiği için Dünya Çerkes Birliği, Adige Abaza örgütü olarak doğmuştur.
Ancak günümüzde iki kardeş halktan Abazalar bağımsız Abhazya’ya kavuşmuştur. Adigelerin çoğunluğunun amacı ise Dönüş ve Rusya Federasyonu bütünlüğü içinde daha özgür, olanakları daha geniş bir halk olmak, uluslaşmaktır. Bu durumda önceliği bağımsızlık olmayan Adigelerin, önceliği Bağımsız Abhazya’nın daha çok ülke tarafından tanınması olan Abazaları, Çerkes çatısını kabule zorlamaları gerçekçi değildir, bir o kadar da anlamsızdır. Bu gerçekler karşısında günümüzde Çerkes’i bilimsel anlamı ile Adige karşılığı kullanmak, sosyo-politik açıdan da daha doğru bir yaklaşım olmaktan öte bir gerekliliktir.
Çerkeslerin somut durumu, paradigmamızı oluşturan en önemli bileşenlerden biridir. Bilindiği gibi Çerkesler geçmiş yüzyıllarda kimi tarihçilere göre yüz elli yıl, kimilerine göre de üç yüz yıl süren bağımsızlık savaşını Çarlık Rusya’sına karşı kaybetmiş, soykırıma uğramış ve sürülmüşlerdir. Çarlık Rusya’sının insansız bir Kuzey Batı Kafkasya isteği ile dönemin bir diğer emperyalist ülkesi Osmanlı İmparatorluğu’nun bu coğrafyadaki savaşkan ve Müslüman insanlara olan ihtiyacı örtüşmüş ve Çerkes nüfusun % 90’ına anavatanları terk ettirilmiştir. İngiltere ve Fransa da bunu desteklemiş, Çerkeslerin nerelere yerleştirilmeleri konusunda Çarlık Rusya’sı ile birlikte çıkarları ile uyumlu müdahalelerde bulunmuşlardır.
Özellikle vurgulamak gerekir ki; Çerkesler, savaşlar boyunca da yenilgiden sonra da ilgili ülkelerce hiçbir zaman özne olarak görülmemiş, ülkelerinin sınırını çizen hiçbir anlaşmada taraf kabul edilmemişlerdir. Osmanlı ile Rusya arasında yapılmış göç anlaşmaları, 1862’de yardım talebi ile İngiltere’ye giden Çerkes elçilere “yenildiklerinde istedikleri ülkeye göçürülmeleri konusunda yardım” vaadi ise Çerkeslerin hazin sonunun 1864’den çok önce planlandığını kanıtlaması açısından ilginçtir.
Osmanlı Devleti Çerkesleri, artan Hıristiyan nüfusu dengelemek yanında başka birçok çıkarını da gözeterek ama hiçbir bölgede çoğunluk olmamalarına da özen göstererek bir plan dahilinde yerleştirmiştir. Osmanlı Devleti’nin dağılması daha sonra da nedenleri farklı göçlerle, yönetimleri ve baskın kültürleri benzemez çok sayıda ülkeye dağılmışlardır. Nüfusun çok büyük bir çoğunluğuna anavatanın kaybettirilmesi, uygulanan kolonyalist politika Çerkesleri anavatanda parçalı ve azınlık durumda bırakmıştır. Anavatandaki varlığımızı borçlu olduğumuz sosyalist devrim sadece anavatan-diaspora kesimlerini değil, aynı zamanda anavatanda kalanları da birbirine uzak düşürmüştür.
Daha sonra perestroyka, dünya konjonktürünün değişmesi ve Çerkeslerin birbirleri ile iletişim kurabilme diasporanın anavatanına kavuşabilme hak ve olanakları…
Günümüzde, diasporada yaşayan Çerkes sayısı anavatanda yaşayanın en az üç katı olarak tahmin edilmektedir. Anavatan kesimi; Rusya Federasyonu üyesi Adigey, Kabardey-Balkar, Karaçay-Çerkess ve Kuzey Osetya cumhuriyetleri, Krasnodar ve Stavropol Krayları, federasyonun çeşitli kentleri, diasporada da Türkiye (en yoğun nüfus) , Suriye, Ürdün, İsrail, Mısır, Irak, Libya, Amerika, AB Ülkelerinde yaşamaktadır.
Çerkes Ulusal Sorunun Çözümü “Anavatana Dönüş”tür
Gerçekte, sadece halkımızın ülkelere dağılmışlığı ulusal sorun çözümü konusunda samimi olanlara Dönüş’ten başka yol bırakmamaktadır. Ayrıca hep vurguladığımız gibi, anavatana dönüş düşüncesi sürgünün ilk günlerinde ortaya çıkmış, girişimlerde bulunulmuştur. Ancak ne Çarlık Rusya’sının ne de Osmanlı Devleti’nin engelleri aşılabilmiştir. Geri dönmek isteyen Adigelerin din değiştirmeyi bile kabullenmeleri Çarlık Rusya’sı tarafından göz önüne alınmamış, Osmanlı Devleti kimi dönüş hareketlerini silah zoruyla bastırmıştır. Tüm bu engellere karşın bireysel dönüşler de olabilmiştir.
Dönüş düşüncesini Çerkes Teavün Cemiyeti kuşağı, “Altın Kuşak”, “Wızışışım k’ui xehaj / wilhepqıme afelaj / Wımılajew sıd bğuetın / Çıle pçeuım wıuıtın. Dön kendinden olana karış / Halkların için çalış / Çalışmazsan ne bulursun / El kapısında durursun” diye kristalize edebilmiş olmasına karşın, dönemin Rusya’sının iç karışıklıkları, devrim süreci, halkımızın ve yaşanılan ülkelerin eğitim düzeyi, çok ileri düzeydeki aydın hareketinin, halk hareketine dönüşmesini engellemiştir.
Evet, Dönüş: Çünkü bizim olduğuna kendisine ait olduğumuza inandığımız, sevdiğimiz anavatanımızdan uzak düşürüldüğümüzün bilincindeyiz.
Çünkü, anavatanımızdan uzak kaldığımız ölçüde ulusal kültürel değerlerimizden de uzaklaşıyor, yok oluşun acısını yaşıyoruz.
Çünkü, bu acının ancak anavatana kavuşmakla dinebileceğini, ulusal kültürel değerlerimizi ancak anavatanda koruyup geliştirebileceğimizi biliyoruz.
Çünkü, anavatanımıza sadece kavuşma çabasının mutluluk kaynağı olabileceğini duyumsuyoruz.
Ancak, anavatana dönüşü ulusal sorunumuzun seçeneksiz çözüm önerisi kılan sadece bu duygu ağırlıklı değerler değildir. Halkımızın yukarıda özetlediğimiz trajik tarihi geçmişi, günümüz somut koşulları, başta Rusya Federasyonu olmak üzere halkımızın yaşadığı tüm ülkelerin konumu, dünya konjonktürü, akla gelebilecek her parametre ulusal sorunumuzun çözümünün anavatana dönüş olduğu gerçeğini beslemektedir.
Dönüş, diasporanın yeniden doğuşudur, anavatana taze güçtür.
Dönüş, tarihi haksızlığın giderilmesine yönelik bir adım, yaraya merhemdir.
Dönüş diaspora Çerkeslerinin anavatanı ile bütünleşmesidir.
Dönüş, diaspora Adigelerinin ulusal sorununu temelden çözecek, çok büyük bir bölümünü daha üst bir gelir seviyesine yükseltecek, anavatan kesiminin nüfus azlığından kaynaklı sorunlarını da en aza indirecektir
Dönüş halkımızın birliğidir. Dönüş dışındaki çözüm önerilerinin hiç biri halkımızın parçalanmışlığına çare değildir, dönüş dışındaki her öneri halkımızın anavatan dahil diğer ülkelerdeki kesimini daha ilk adımda dışlamaktadır.
Özerk Çerkes Bölgesi, dahası Türkiye Federasyonu hayali gerçekleşse bile, Türkiye’nin hiçbir bölgesinde çoğunluk halk olmamaları nedeniyle Çerkeslerin en az % 80’inin dil ve kültürlerini yaşatabilmek için bugün yaşadıkları yöreden kalkıp, kendilerine ayrılan bölgeye göçmeleri gerekecektir. Açıktır ki, Çerkes Özerk Bölgesi kurulması da salt Çerkes olarak varlığını sürdürebilmek için halkımızın, toplumsal hafızasında en küçük bir izi bile olmayan bir başka yöreye yerleşebileceği beklentisi de düş bile olamayacak kadar gerçek dışıdır.
Dönüş, dünyadaki büyük değişimlerin 1980 öncesi politikalar içerisinde güçlendirdiği tek politikadır. Salt olabilirliği değil olmazsa olmazlığı da en açık şekli ile ortaya çıkmıştır.
Rusya Federasyonu’nun çıkarları ile çıkarlarımızın örtüşür olması, dönüşün gerçekleşmesi olasılığını büyütmektedir.
Çarlık Rusya’sı Kafkas savaşları sırasında Çerkeslere gelecek yardımı engellemek için kıyıları abluka altına alan Rus donanması bugün Abhazya’yı saldırılardan korumak için nöbettedir.
Rusya Federasyonu’nun nüfus azlığı, şimdilik belirli bölgeleri kapsayan Federal Dönüş programına uzak olmayan bir gelecekte cumhuriyetlerimizin de uygulama alanına alınacakları umudunu beslemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu’nun ortak enerji politikaları ticaret hacimlerinin büyümesi ilişkilerinin alabildiğine gelişmesi uzak olmayan bir gelecekte vizenin kalkabileceği ve çifte vatandaşlık anlaşmasının gündeme gelebileceği umudunu büyütmektedir.
Federasyon üyesi cumhuriyetlerimizin çağrısı ve atalarımızı vatanından eden, süren Çarlık Rusya’sının varisi Rusya Federasyonu’nun onayı ile dönülebilmekte, vatandaşı olunan ülkeden dönüş başvurusu yapılabilmektedir.
Dönüş artık yerel yönetimlerimizin resmi politikası olmuş, Federasyonun resmi politikası olma umudu doğmuştur.
Türkiye’deki demokratik gelişim, ulusal sorunumuzun daha rahat tartışılacağı bir ortam yaratacak, dönüş yapanların iki ülke ilişkilerinin gelişmesine katkıları olacaktır.
Dönüşün ulusal getirisi ile elde etmek için ödenmesi gereken bedelin büyüklüğü ters orantılıdır.
Dönüş bir ulusal kurtuluş mücadelesi olmakla birlikte, bizleri kahramanlıklara zorlamayan basit, bulunulan ülke yönetimlerine ters düşmeyi, gizli örgütler kurmayı, hapislerde çürüme, sürülme, öldürülme gibi bedelleri göze almayı gerektirmeyen doğal bir çizgidir.
Dönüş bir yönü ile daha iyi iş olanakları için, daha mutlu olacakları bir kültür ortamında yaşamak için ülke değiştirmek gibi çok sıradan bir nüfus hareketi olarak da algılanabilir. Nitekim bugün Rusya Federasyonu’na yerleşmiş, çalışan, üreten, geçinen, iş kuran, evlenen, Çerkes olmayan Türk vatandaşı sayısı Çerkes Tük vatandaşı sayısından kat be kat fazladır. Rusya Federasyonu’nun ekonomik gelişme potansiyeli de bu sayının hızla artacağı umudunu vermektedir.
Her iki ülkenin değişen politikaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin komşuları ile sıfır sorun politikası Rusya karşıtı kişilerin örgütlerin beslendiği zemini bitirecektir.
Yine dönüş, diaspora ülkeleriyle sorun yaşama olasılığı en düşük, engellemek bir yana bu ülkelerin destekleyebilecekleri, destekledikleri bir olgudur. Dönüşü savunmak, diaspora ülkelerinde ulusal kültürel değerleri yaşatıp geliştirmenin, Adige olarak varlığını sürdürmenin koşulu olan anadilde okulu, ulusal özerk bölgeyi savunmaktan, sadece daha tehlikesiz değil, aynı zamanda daha bütüncül, daha akılcı, daha gerçekçidir.
Demokratik Açılıma Karşı Tutumumuz
Demokratik mücadeleyi destekliyorum. Çünkü demokrat olmak, insan olmanın bir gereğidir. Ayrıca yıllarca dili yasaklanmış kültürünü geliştirme olanakları kısıtlanmış, azınlık bir halkın ulusal kültürel haklarını savunan, demokratik ortamın dönüşe mutlaka olumlu katkısı olacağının bilincinde olan bir dönüşçü olarak demokratik mücadeleyi desteklememek, karşı durmak kendimi yadsımak olur.
Ancak hemen belirtmeliyim ki eylemlerde Çerkes kimliği ile yer alınması son derece yanlıştır. Yanlıştır çünkü Çerkes kimliği ile demokratik mücadeleye katkı girişimi antidemokratik olacaktır. Oysa demokrasiyi benimseyen, demokratik mücadeleye destek veren kişinin önce kendisinin demokrat olması gerekmez mi? Demokrat olmanın birinci koşulu da adına eylemde bulunmayı düşündüğünüz topluluğun oyuna, onayına saygı duymak değil midir? Oysa, Çerkeslerin konumu gereği günümüzde cumhuriyetlerimizin başkanları dahil tim Çerkesler adına konuşma hakkı olan, halkımızın oyunu onayını almış yetkilimiz de örgütümüz de yoktur. Somutumuz bu kadar açıkken halkı adına konuştuğu izlenimi vermek kendimize, halkımıza, içinde yaşadığımız topluma saygısızlık olacaktır.
Ayrıca, böylesi tahlili zor, ülke halkının kamplaştığı, ülke yazarlarının ayrıştığı bir olayda Çerkesler adına konuşulsa bile Çerkeslerin desteklemeyeceği bilinmelidir. “demokratik yeniden yapılanma çağrısı” yapan “Demokrasi İçin Çerkes Girişimi” görüşlerimizi doğrulayan en yakın örnektir. Girişimciler halkımızın oyu ve onayı yokken halkın adını kullanarak girişimde bulunmuş, hem kendi halkımıza hem de Türkiye halkına saygısızlık yapmışlardır. Halkımız da kendilerinden desteğin en küçüğünü bile esirgemiştir.
Dahası, diasporada özellikle politik olaylarda, özellikle ülke halkının belirgin olarak ayrıştığı konularda Çerkesler adına yapılacak her girişimin hüsranla sonuçlanacağını bunun genetik sosyal psikolojik nedenleri olduğunu düşünüyorum. Önce bir tespit:
Sürgünden bu yana hiçbir diaspora ülkesinde, özellikle diaspora devlet uygulamalarına karşı Çerkes toplumsal hareketi olmamıştır. Hiçbir şekilde gasp edilen haklarını koruma girişiminde bulunmamışlardır. Örneğin, meşrutiyet döneminde kurduğumuz örgütler ve anadilde eğitim veren okullarımız cumhuriyetin ilk yıllarında kapatılmış sineye çekmişiz. Köyler sürülmüş karşı koymamışız. Dönem gelmiş dilimiz yasaklanmış “peki” demişiz. Kendimizi bildik bileli taşıdığımız soyadlarımızın Türkçeleri ile değiştirilmesini benimsemişiz. Cumhuriyet dönemindeki ilk derneğimizi ancak 1946’da Çerkes’i hiç anımsatmayan bir ad vererek “Dosteli Yardımlaşma Derneği adı ile açabilmişiz. Yıllardır Çerkes ile hain sözcüklerinin birlikte kullanılmasına kendimizi alıştırmışız. Demokratik açılım sürecinde bile iktidar partisinin söylemlerinin sınırını aşamamışız. Çerkesler adına Çerkes sözcüğünün bir kez bile geçmediği basın duyurusu yapmışız… Madalyonun yalnız bu yüzü görüldüğünde Çerkeslerin çok korkak, çok sünepe olduklarına hükmetmek hiç de Çerkeslere haksızlık olmayacaktır.
Ancak, madalyonun bir de ikinci yüzü var. Diaspora ülke genelini ilgilendiren, Çerkesler adına olmayan hemen her harekette Çerkes en önde. Padişah yandaşı Aznavur da Çerkes, Çerkes Ethem gibi. Talat Aydemir Fethi Gürcan da… On iki Eylülün astığı üç gençten biri Yusuf Aslan da. Çerkes Teşkilat-ı Mahsusa’da, Hamidiye Alayları’nda, Menderesin yanı başında, Amasya’da Misak-ı Milli’de. Ordu üst kademelerinde, Hariciye’de sanatta, sporda… On iki eylül öncesi sol fraksiyonların hemen hepsinde ön safta… Sağda Türkeş’in güvenilirleri… Hemen her dalda nüfusunun yoğunluğu ile açıklanamayacak bir etkinlik…
Büyük bir çelişki değil mi?… İşte bizce, bu büyük çelişkinin temelinde yatan şey Çerkeslerin kendilerini hala konuk saymalarıdır. Evet Çerkesler birey olarak diaspora ülkelerini vatan olarak benimsiyorlar. Uğruna her türlü tehlikeyi göze alabiliyorlar. Kendilerini ülkenin ve halkın ayrılmaz parçası sayıyorlar. Ancak ilginçtir, Çerkes halkı olarak bu ülke topraklarında hakları olmadığı duygusunu da aynı yoğunlukta yaşıyorlar. Büyük ölçüde bilinçaltı bir dürtü ile kendilerini konuk saymakta, kendisini konuk eden evin düzenine karışmanın töresine aykırı olduğunun bilinci ile Çerkes olarak Türkiye’nin düzenine karışmayı yakışıksız bulmaktadır.
Politik olaylarda katılmada alabildiğine cesur olabilenler, girişken olanlar ise aslında Çerkes olarak değil diaspora ülke halkının bir bireyi olarak hareket edenlerdir, Halkımız için bir gelecek kurgusu olmayanlardır, kendilerini diaspora ülke ve halklarının ayrılmaz bir parçası olarak benimseyenlerdir. Ne Çerkes Ethem ne Anzavur ne Atatürk’ün yanı başında bağımsızlık savaşına katılanların, ne de çeşitli sol-sağ politik gruplarda yer alanların birlikte oldukları gruplara kişilere kabul ettirebildikleri bir Çerkes gelecek kurgularının olmaması bu bilinçaltı dürtünün ürünüdür. Dahası denebilir ki Çerkesler diaspora ülkeleri politik yaşamında etkin, önde oldukları ölçüde Çerkes ulusal kaygısından uzaklaşmaktadırlar.
Bir önemli nokta da Türkiye’deki çalkantının sadece Türkiye ile sınırlı bir demokratikleşme mücadelesi ile açıklanamayacağıdır. Yeniden yapılandırılan sadece Türkiye değil dünyadır. Buna koşut Türkiye’de büyük bir iktidar savaşı verilmektedir.
Sonuç:
Çerkes ulusal sorununun çözümü anavatana dönüştür.
Çerkeslerin geleceğinin Rusya Federasyonu ile birlikte kurgulamak gerçekçi olacaktır.
Demokratik Açılım, dönüş paradigmasına göre değerlendirilmiştir.
Günümüzde kendileri olarak istediği tarafta yer alma hakkı olan hiçbir kişi grup ya da örgütün Çerkesler adına girişimde bulunma hakkı yoktur.
Diaspora ülke coğrafyası ile sınırlı girişimler, bilinçaltı da olsa kendisini konuk sayan Çerkeslerin desteğini alamayacaktır.
Ülkede demokrasi olması dönüş düşüncesinin yararınadır. Bireysel olarak desteklenmelidir.
Özetle Çerkes kimliği ile olaya yaklaşımın ilkesi Kaf-Fed’in yaklaşımı ile Demokratik Açılıma ”Evet”, Toplumsal Çatışmaya ”Hayır” olmalıdır.