ESAT KORKMAZ: HEPİMİZ BİLİYORUZ Kİ KÜRESEL KÜLTÜR BİR VAATTEN ÇOK, BİR TEHDİT ARTIK!

Ali İhsan Aksamaz

(Ön açıklama: Bugünkü misafirim Esat Korkmaz. Esat Korkmaz, ülkemizin aydınlarından, bir mücadele ve edebiyat insanı, benim de dostum. Kendisiyle bir söyleşi yaptım; hayat hikâyesi, mücadelesi ve kitapları üzerine konuştuk. Ali İhsan Aksamaz)

Ali İhsan Aksamaz: Siz de uygun görürseniz, kısaca okuyucularımıza kendinizi tanıtır mısınız? Nerelisiniz? Nerede doğdunuz? Hangi okullarda, nerede öğrenim gördünüz? Mesleğiniz nedir? Hangi yörelerde görev yaptınız? Yayıncılık faaliyetlerine ilk ne zaman başladınız? Çocuklarınız, torunlarınız var mı? Türkçe dışında hangi dilleri biliyorsunuz?

Esat Korkmaz: Teşekkür ederim yoldaş. Ben, Manisa/ Demirci ilçesinin Gömeçler köyünde doğdum; 1946 doğumluyum. İlk ve ortaokulu Demirci’de, liseyi Manisa’da okudum. 1965-1966 yılında İ.Ü. Orman Fakültesi’ne girdim; devrimci çalışmalarım nedeniyle ikinci sınıfta okulu bıraktım, politik çalışmalarım beni cezaevine taşıdı. 1974 Affı ile dışarı çıktım; Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nde (TSİP) Zeytinburnu ilçe başkanlığı yaptım ve partinin yayın organları olan İlke dergisi ve kitle gazetesinde yazarlık yaptım.

Bu arada, okulu yarıda bırakanlar için çıkan aftan yararlanarak, okuluma kaldığım yerden devam ettim ve 1976 yılında Orman Yüksek Mühendisi unvanıyla mezun oldum. Birkaç yıl Orman Bakanlığının çeşitli birimlerinde çalıştıktan sonra, politik görüşlerim nedeniyle meslekten atıldım.

O dönemde, bana ve benim durumumda olan devrimcilere özel şirketler bile iş vermiyordu: Önümde tek çare Cağaloğlu vardı; yazma konusunda deneyimim olduğu için, o dönem çıkarılmaya başlanmış olan Yurt Ansiklopedisine yazar olarak işe girdim (1980’lerin başı).

Eşimi 2004 yılında yitirdim; uluslararası ilişkiler profesörü olan bir kızım var, birlikte oturuyoruz. Türkçe dışında, kendime yetecek kadar İngilizce ve Fransızca biliyorum.

Ali İhsan Aksamaz: Yayınlanmış birçok kitabınız, makaleniz var; bunların bir kısmından haberim var. Bazılarını da okudum. Ben kendi algılamama göre, çalışmalarınızı iki dönem içinde değerlendirebiliyorum: 1960’lardan 1980’lere, toplumsal mücadeleye ilişkin olan çalışmalarınız ile Şamanizm, Kızılbaşlık ve Alevilik araştırmalarına ilişkin olan çalışmalarınızı yaptığınız dönem. Bu söyleşimizde, size bu iki döneme ilişkin sorular sormak istiyorum. Hem 68’lilerin hem de 78’lilerin tanığısınız. Bu dönemlere ilişkin de iki önemli çalışmanız var: “Kafa Tutan Günler/ 68 Güncesi” ve “Kafa Tutan Günler- Yerüstü/ Yer altı 78 Güncesi”. Bu iki çalışmanızın içeriği hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz?

“Bedreddiniler, Börklüceliler ve Torlaklar İslamiyet’in, Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin bâtıni- heterodoksi zemininde, ezilenleri- horlananları- haksızlığa uğrayanları kurtuluşa taşıyacak bir düşünsel altyapı oluşturdular”

Esat Korkmaz: Benim 1960’ların ortalarında 1980’lerin ortalarına kadar uzanan dönemdeki çalışmalarım, özellikle başlangıç yıllarında, orman köylülerini- orman işçilerini, onların sorunlarını kucaklayan, metin-belgesel/ fotoğraf-belgesel içerikli uğraşlar oldu. Bu çalışmalar, arandığım dönemde (1960’ların sonu-1970’lerin başı), beni korumak isteyen bir yoldaşım tarafında önce korumaya alınmış, sonra da korktuğu için yakılmış, öğrendiğimde çok üzüldüm. Yakalandığımda, üzerimde çıkan defterlerde yer alan makale türü çalışmalarım, polis tarafından alındı ve geri verilmedi.

İkinci döneme gelince: FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) / DEV-GENÇ (Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu) ve THKPC (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) mücadelelerinin içinden geldiğim için, cezaevinden çıktıktan sonra, yoldaşlarım ve yakın çevrem, yaşadığım kavga günlerini yazmamı istediler. Ben de bu konuda açıkçası, tek bir kitap çalışması yapmaya karar verdim ve çalışmam, “Kafa Tutan Günler / 68 Güncesi” adıyla 1990’ların başında yayımlandı: Niçin tek kitap düşündüğümü açıklamalıyım. ‘68 Hareketi, 1960’ların ortalarından 1971 sonuna değin, halkın demokratik değerlerinin- sosyalist değerlerinin taşıcısı idi, o dönemde bizler, taşıdığımız değerlerin kuramsal açıklamasını belki yapamıyorduk ama ulusal ve uluslararası düzeydeki değişim- dönüşümle değişip- dönüştüğümüz için, doğruyu sezgi yoluyla yakalıyorduk. Mücadelenin bu tarihsel kesimini önemsediğim için, kitaba bağlamış oldum.

İlgi görünce devamı geldi: “Kafa Tutan Günler / ’68 Güncesi/ Yerüstü-Yer altı” adıyla Parti-Cephe Hareketi’nin Öncü Savaşçı dönemini yazdım. O günlerde ’78 ile ilgili kitap çalışması yoktu: Eksik kalmasın dedim ve “Kafa Tutan Günler / 78 Güncesi/ Yerüstü- Yer altı” kitabı üretilmiş oldu. Demos Yayınları 2021’de, bu üç kitabı birleştirerek yeni basımını yaptı.

Ali İhsan Aksamaz: 1980’lere, özellikle Sovyetler Birliği dağılana kadar, Şamanizm, Kızılbaşlık ve Alevilik konusunda araştırma ve incelemeler yapmak, kitaplaştırmak pek rağbet görmüyordu, göremiyordu. Bu konular, toplumun çok önemli bir kesimi için bir bilinmezlik içindeydi; bugünkinden çok farklıydı. Bu konuların bilinmezlik içinde kalması çeşitli uygulamalarla da teşvik ediliyordu. Bu konuların hep bir tabu olarak kalması isteniyordu. Şamanizm, Kızılbaşlık ve Alevilik konusu ülkemizde ne zaman bir tabu haline geldi? Bu konuların bir tabu olarak kalması neden isteniyordu? Bugün Şamanizm, Kızılbaşlık ve Alevilik konusunda inceleme, araştırmalar yapılabiliyor; kitaplar yayınlanabiliyor. Akademik alandaki bütün bu nispî olumlu gelişmelere rağmen, ülkemizde insanlarımız inançlarını özgürlerce yaşayabiliyor, yaşatabiliyor mu? Karşılarına hangi engeller çıkıyor? Bütün bu engeller nasıl aşılabilir? Bütün bunları değerlendirir misiniz?

Esat Korkmaz: Soru için teşekkür ederim yoldaşım. Yurt Ansiklopedisi’ni bitirdikten sonra bir süre Larousse’ta uzman olarak çalıştım, ardından sözlük işinde yazarlık- redaktörlük yaptım (tam 17 yıl sürdü), bu arada aynı zamanda, İki Nokta Yayıncılıkta genel yayın yönetmenliğinde bulundum. Sözlük çalışmaları yaptığım dönemde, arkadaşlarımla birlikte, önce redaktörlüğünü, ardından genel yayın yönetmenliğini üstlendiğim “Nefes Dergisi”ni çıkardık. Dergi kapanmak zorunda kaldı; bir süre ara vermiş olduk ve yine üç gelenek bir araya geldik, genel yayın yönetmenliğini yaptığım “Serçeşme Dergisi”ni yayın hayatına soktuk.

Bu çalışma sürecinin başlarında, kendime bir soru sordum -Ben yazar olarak ne yapmalıyım? diye. Sonunda içime danıştım ve kararımı verdim: -Ben, yasaklı kültürler üzerine, ötelenmiş-suçlanmış, karalamalara uğramış kültürler üzerine çalışmalıyım, dedim. Uzun soluklu çalışmam böylece başlamış oldu: Önce kendi kültürüme borcumu ödemek istedim ve “Alevilik- Bektaşilik Terimleri Sözlüğü”nü ürettim, hâlâ tek çalışma durumundadır. Sözlükçülük bana çok şey kazandırdı: Kazanımlarımı değerlendirerek 4 sözlük çalışması daha yaptım: “Şamanizm Terimleri Sözlüğü”, “Zerdüştlük Terimleri Sözlüğü”, “Şeytan Tasarımı Terimleri Sözlüğü” ve “Simgeler Sözlüğü”. Ötesinde ağırlıklı olarak Alevilik üzerine olan çok sayıda kitap ürettim.

Belirttiğim gibi, yazın çalışmalarım Yasaklı Kültürler üzerine oldu: Kısaca gerekçelendirmek isterim. Yaşadığımız koşullarda, devlet ırkçılığı, kültürel ırkçılık uygulamalarını üstlenmiş durumda; önce bireyi ardından yaşamı devletleştirdi. Şimdi ise devletleştirdiği yaşam üzerinde hedef gösterme, saldırma- öldürme hakkını kullanmak istiyor.

Irkçılık, başlangıçta, kapitalist üretim ilişkisi içinde köle emeği kullanmayı meşru kılmanın ideolojisi olarak ortaya çıktı. Günümüz ırkçılığı ise bu ırkçılığı kullananlar tarafından, kendileriyle ortak bir geçmişe sahip olmayan insanlara dayatılan bir ideoloji olup çıktı; ulusal sınırlar içinde, dışlanan etnik ya da farklı kültürel gruplara karşı uygulanan baskı ve egemenliğin, gerekçesi olarak yaşama taşındı.

Artık daha aşağı bir ırkın varlığından söz edilmiyor. Irkçılık kapsamında biyolojik gösterenlerin yerine, kökenlerinden dolayı bir başka kültür dünyasına bağlı insan gruplarının varlığı geçti. Belirleyici anlamda, öne çıkarılan bu kültürel özelliklerin aşılamaz olduğu yargısıyla farklı kültürlerden gelen insanların, benzer olmadıkları ve olamayacakları bir bakıma ortak kabule bağlandı.

Özetle ırkçılık ideolojisindeki biyolojik gösterenlerin yerini, kültür kavramıyla ilişkilendirilen belirlemeler aldı: Ve yeni ırkçılık, kültürler arasındaki farklılığa dayanarak temellendirildi. Artık, ırkların kana bağlı olarak değil de kültüre bağlı olarak tanımlandığı bir dönemi yaşıyoruz.

Çok yakın geçmiş Cumhuriyet tarihimiz bile sayısız kültürel ırkçılık saldırıları üretti: 1978 Kahramanmaraş Cankıyımı, 1980 Çorum Katliamı ve 1993 Madımak’ta insanların canlı canlı yakılması vb. sayılabilir.

Yavuz Sultan Selim, 1514’te Şah İsmail’e karşı savaşa girişmeden önce verdiği buyruklarla 40 bin Aleviyi belirledi ve bunların tümünü öldürttü. Bu katliamın asıl nedeni, girişilecek bir savaşta Aleviler’in Şah İsmail’in yanında yer alıp Osmanlı’yı arkadan vurma olasılıkları değildi. Eğer böyle olsaydı, öldürülen Alevilerin 7 yaş ile 70 yaş arasında olması emredilmezdi.

Peki ne idi asıl neden: Asıl neden korkuydu. Alevilerin Osmanlı ekonomik- sosyal düzenini bozacak, dağıtacak bir toplumsal sistemin taşıyıcısı olmalarıydı; taşıdıkları düş, yani “Rıza Kenti Ütopyası” Osmanlının korkulu rüyası oldu: Bugün de bu ütopya, egemenler için korku kaynağıdır.

Alevilerin dışlanmasında- suçlanmasında, Sünni Kürt ve Sünni Türk aynı algıda buluşuyor. Bugün ramazanlarda benzer bir Sünni Kürt- Sünni Türk dayanışması, inançları gereği oruç tutmayan Alevilere karşı ortak davranışta buluşuyor. Burada Kürt ve Türk ortak bir aidiyet ve ortak bir suçlu bulmuş oluyor. İlginçtir: Sorunun ulusal bir bileşkede gündeme geldiği yerde bu kez Sünni Türk ve Aleviler, Kürtlere karşı bir cephede buluşabiliyor.

Türkiye’nin resmi hafızası vicdansız: Bu vicdana başkaldırıp toplumsal vicdanla buluştuğumuzda, yasaklı kültürlerle ilişkilerimiz olağanlaşacak, ortak geleceğimiz güvence altına alınacaktır.

Hepimiz biliyoruz ki küresel kültür bir vaatten çok, bir tehdit artık: Önce arzı, ardından talebi, sonra da insanı tek- tipleştirdi; bu durumun her gerçeklenişinde insan olmak, insana ağrı vermeye başladı. Tek-tipleşen insanlar tek-tip arzı, tek-tip tüketerek, parçası oldukları tek-tip bir dünya ürettiler: Artık, eğlence çalışmanın uzantısına, trajedi sabır amaçlı teselliye, sanat sisteme uyarlanmayı davet eden telkine dönüştü.

Ezidiler, önsüz- sonsuz İyi’ye ve önsüz- sonsuz Kötü’ye, yani, tektanrıcı dinlerin metafizik Tanrı’sına ve Şeytan’ına karşı, doğa kadar iyi-doğa kadar kötü Melek Tavus’u tasarımlamakla diyalektik düşünmenin yolunu açtılar bize. Yaşadığımız coğrafyada, haklarında çok şey yazılan ama bir o kadar da az şey bilinen cemaatlerden biridir Ezidiler. Eldeki bilgiler çoğunluk olumsuz içerikler taşır: Şeytan’a tapan, askere gitmeyen, vergi vermeyen eşkiyalardır onlar.

Gizliliği ilke durumunda öne alan ve dışa kapalı yaşayan dünün Ezidileri bugün, kapılarını dünyaya açıyor, bizi tanıyın diyor. Açılan bu kapıdan girmek, felsefelerini, öğretilerini ve inançlarını öğrenmek, kendilerine yönelik olarak başlatılan ve beslenmeye çalışılan karalamalara karşı toplumsal bir sorgulamayı başlatmak zamanıdır gün. Unutmayalım: Bugünü sorgulayıp yarına taşınamazsak eğer şimdide ölürüz.

Üzerinde çalışmaktan mutluluk duyduğum, çok şey öğrendiğim, Ezidilik konusunu, “Ezidiler/ Kırmızı Ezid’in Kuzuları” adıyla kitaba bağladım ve yayımlandı.

Ali İhsan Aksamaz: Şimdi de Şeyh Bedreddin konusuna gelmek istiyorum. Sizin, Şeyh Bedreddin konusunu çalıştığınızı biliyorum. Düşüncelerinizi, yaklaşımınızı biliyorum. Ancak yine de sorularım var ve bazı değerlendirmeler yapmanızı istiyorum. Görebildiğim kadarıyla, Türkiye’de Şeyh Bedreddin konusunda değerlendirmelerde bulunan esas olarak iki kesim var. Bir kesim, Şeyh Bedreddin’i siyasî otoriteye baş kaldırdığı için hain diye yaftalıyor, reddediyor, karalıyor. Diğer bir kesim ise, Şeyh Bedreddin’i siyasî otoriteye baş kaldırdığı için sahipleniyor, yüceltiyor. Görebildiğim kadarıyla her iki kesim de Şeyh Bedreddin’i değerlendirirken, onun yaşadığı dönemdeki Osmanlı Devleti sınırlarını, Osmanlı Devleti içindeki taht kavgalarını, Osmanlı Devleti ile Anadolu’daki beyliklerin ilişkilerini, Osmanlı Devlet- “Batı” ilişkilerini, O dönemki Osmanlı Devleti içindeki halkın demografik yapısını, üretim, mülkiyet, paylaşım ilişkilerini, halkın sırtına bindirilen ağır vergileri göz önünde bulundurmuyorlar. O dönemki Osmanlı Devleti’ni bugünkinden Türkiye sınırları içindeki bir devlet, demografik yapısını da bugünkü Türkiye’nin demografik yapısı gibi zannediyorlar. Bütün bunlar da Şeyh Bedreddin Hareketini olduğu gibi, doğru bir şekilde öğrenmemizi engelliyor. Bize kısaca Şeyh Bedreddin Hareketini özetler misiniz? Şeyh Bedreddin Hareketi, kendisinden sonraki hareketleri etkiledi mi? Meselâ Şeyh Bedreddin Hareketi, Velestinli Rigas’ı da etkilemiş olabilir mi?

“Şamanizm, özünde bir doğa felsefesidir; doğayla senli- benlidir”

Esat Korkmaz: Ben Manisa ilinin en uzak ilçesinin en uzak köyünde doğdum; ilkokula başlama yaşıma kadar köyde büyüdüm: Çocukluğumdan bana iki şey miras kaldı. Biri Şamanizm, diğeri Torlaklık: Şamanist ritüeller canlıydı benim çocukluğumda ve benim algı dünyamı süslüyordu. Bu algıya karşılık olması için önce Şamanizm’in sözlüğünü yaptım, daha sonra da kitabını. Belirtmek gerekir ki Şamanizm, özünde bir doğa felsefesidir; doğayla senli- benlidir, epik bir tiyatronun oyuncusu olarak hep yaşamın içindedir. Doğa parçası olarak insanı merkeze alır ve insanı, üç insandan oluşan bir varlık olarak tanımlar: Can- insan, beden-insan ve ruh-insan. Canı ve bedeni doğa yaratır, ruhu ise insan; bu nedenle Şaman, bir ruh-güderdir.

Torlaklar, coğrafyamda nerede bir isyan olduysa, onun etkin öznesi olmuştur. Bedreddin halifesi Torlak Kemal Manisa’da, Börklüce Mustafa İzmir Karaburun’da isyanı başlattığından, kendimizi hep bu isyanların, birey- parçası kabul ettik. Bu iki halifenin şeyhi, Bedreddin, benim rehberim oldu. İstanbul Üniversitesi’ne girdiğim 1965- 66 öğretim yılında, Alman köylü hareketinin önderi Thomas Müntzer ile Şeyh Bedreddin’i karşılaştırdım ve bir makaleye bağladım (o dönemde yayımlatma olanağım yoktu): Müntzer, isyanın özdeyişini -Bu dünyadaki eşitsizlikleri, öbür dünyaya havale edenlerin başını kesmek için ileri (1525 yılında katledildi) olarak saptamıştı. Yaklaşık 100 yıl geriye taşındığımızda Şeyh Bedreddin ile karşılaşıyoruz ve kendisine bağlanan ütopyamıza-başkaldırımıza maya -Yârin yanağından gayri her şey, her yerde ortak olmak ileri özdeyişi, beni çok etkiledi.

Anlattığım nedenlerle Bedreddin isyanı, isyanın içeriği, isyana katılanların bileşimi, isyanı katılanları ortak bir paydada tutan ideolojinin varlığı vb. açılardan, kendisinden sonra gelen halk hareketlerini derinden etkilemiştir. Bu arada belirttiğiniz gibi Velestinli Rigas’n adına bağlanan harekete de maya olmuştur.

Şeyh Bedreddin’in adına bağlanan ve Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal tarafından harekete geçirilen, özünde apayrı sosyal- dinsel kültürden gelen Yahudi, Hıristiyan ve Türk köylüler, Osmanlı’ya karşı harekete geçirildi. İsyanı yönetenlerin ve isyana katılanların toplumsal kimliklerini irdelediğimizde çarpıcı sonuçlara ulaşırız: Bizans topraklarına doğru ilerleyen Türkmen kabileleri arasında ve Türk köy yerleşmelerinde mücahit Türkmen babaları kimliğiyle tanık olduklarımız, ilk Osmanlı beylerinin yanında tahta kılıçlarla savaşan, kaleler alan ve bâtıni- heterodoksi bir inancın yayıcısı Abdallardan başkası değildi. Rum Abdalları denilen topluluğu oluşturan kimliklerdi bir bakıma: Babai hareketinin ezilmesinden sonra çeşitli bölgelere dağılmış olan Abdal topluluğuna isyana katılanların belirleyici kimliği olan Torlakları ve Dervişleri katabiliriz.

Bedreddiniler, Börklüceliler ve Torlaklar her şeyden önce üç tektanrıcı dinin, yani İslamiyet’in, Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin bâtıni- heterodoksi zemininde, ezilenleri-horlananları- haksızlığa uğrayanları kurtuluşa taşıyacak bir düşünsel altyapı oluşturdular. Bu düşünsel altyapının açılımı kapsamında, bâtıni doğa- tarih ve toplum felsefelerinin kucaklayıcılığında, egemen sisteme karşı seçenek sistem olarak algılayabileceğimiz bir toplumsal tasarım yarattılar. Şehzadeler arası iktidar mücadelesinin kızıştığı dönemi zayıf halka olarak algıladılar ve isyan ettiler. Köylü isyanlarının gerekçeleri Babai hareketle başlayan süreçte bu toprağa ekilmişti. Her kafa tutuşta artık siyasal istekler öne alınıyordu: Bunun anlamı başkente yürümekti. Zayıf halkayı yakaladığında Bedreddin’in birçok kişiye timar dağıtması, bu kişilere geçim kapısı açması; minnet ve bağlılık duygularıyla isyana katılmalarına neden olmuştur. Ancak, hareketin üretici güçlere dayanan yanı, yani köylülük ve yoksul köylülük yanı hep egemen kalmıştır. Son amaç asıl amaçtı ama doğal olarak hareket başlangıçta Osmanlı iktidarına el koymaktan çok, sınır boylarında ya da merkezden uzak yerlerde, gazi geleneği temelli güçlerini kullanarak bir bakıma kurtarılmış bölgeler yaratmaktı. Börklüce’ye bağlanan sözleri veri aldığımızda bu kurtarılmış bölgelerde, sınıfların, devletin ve özel mülkiyetin olmadığı, doğrudan demokrasi temelli bir örgütlenme içine gireceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Şüphesiz bu tür hareketlerin Mesihçi- Mehdici bir yanı vardı: Mehdi- Mesih kimlikleri, kurtarıcı olarak söylence zemininde yaratılan, kutsanarak yere indirilip toplumsal önderle özdeşleştirilen özlem kimliklerinden başka bir değildi. Bu nedenle Bedreddin, Börklüce ve Torlak Kemal, aynı zamanda birer Mehdi idi.

Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, Şeyh Bedreddin’den farklı özelliklere sahip iki kimliktir: Yüksek bir sosyal tabakadan ya da herhangi bir kurucu aileden gelmedikleri açıktır. Çevrelerinde toplanan halkın büyük bir bölümü Kalenderi dervişler (Torlaklar), geri kalanı da büyük bir olasılıkla Sünni Osmanlı siyasal iktidarının devletçi tavrından rahatsız olan göçebe Türkmenlerdi. Kütahya, Manisa, Aydın ve İzmir yöreleri başta olmak üzere Batı Anadolu’da Börklücelilerin ve Torlakların; Dobruca ve Deliorman merkezli Balkanlar’daki Bedreddinilerin ayaklanmasına olumlu yanıt verip katılanların Ortodoks İslamlıkla, Ortodoks Hıristiyanlıkla ve Ortodoks Yahudilikli ilgilerinin olmadığını belirtmeye gerek yoktur sanırım. Bu bölgeler Erken- Ortaçağ’dan bu yana ikici ve mesiyanik karakterli iki heterodoks Hıristiyan mezhebinin, yani Bogomilciliğin ve Katarcılığın egemenlik kurduğu coğrafya idi.

Bedreddini hareketin patlak verdiği bölgelerde Osmanlı egemenliğinden önce azınlık durumunda yaşayan Yahudilerin bir bölümü Hıristiyanlığın heterodoks yorumunun taşıyıcısı olan Bogomilciliğe ve Katarcılığa yöneldiler. XIV.-XV. yüzyıllarda Hıristiyanlığın siyasal otoritesinin bölgeden silinmesiyle birlikte azınlık durumundaki bu Yahudiler, Bedreddin-Börklüce ve Torlak Kemal’in temsil ettiği bâtıni-heterodoksi harekete katılarak Müslümanlığı seçmiş oldular. Bu nedenle kimi araştırıcılar tarafından Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in Hıristiyanlıktan dönme Yahudi kökenli oldukları savı, tartışılmaya değerdir. Bâtıni-heterodoksi İslam, Hıristiyan ve Yahudi kökenli kimliklerin Şeyh Bedreddin’in adıyla anılan hareket altında toplanmalarında, Fazlullah Hurufi’inin kurduğu Tanrı’yı, insanı ve genel olarak varlığı harfler ve sayılarla açıklayan felsefe-inanç yapıştırıcı bir işlev üstlenmiştir. Çünkü Pitagoras ve öğrencilerinin oluşturduğu, varlığın ana ilkesinin sayı olduğunu ileri süren Pitagorasçılığın, Anadolu-Yunan İlkçağ toprağında İ.Ö. 570’lere uzanan bir geçmişi vardır. Doğal olarak Hıristiyan ve Yahudi kökenli heterodoks kimlikler için Hurufilik akraba bir felsefe-inançtır. Kaldı ki Bedreddin’in mürşidi Ahlati de Hurufidir ve O’nu Hurufilik merkezleri olan Tebriz’e, Halep’e dâi olarak gönderir.

Açıklanan nedenlerle Osmanlılar için büyük bir risk oluşturan Bedreddiniler, Börklüceliler ve Torlaklar Ebussuud Efendi’nin fetvalarıyla sert ve katı biçimde suçlanmıştır: Birbirlerinin avratlarını icazetleri ile tasarruf eylemekle karalanmış ve kâfir olarak görülmüştür.

Bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz: Bedreddinilik, Melameti- Kalenderi altyapı üzerinde yapılanmış- biçimlenmiş, Babailik- Hurufilik-Bektaşilik belirleyici, siyasal istek ve dilekleri de kucaklayan tasavvufi bir harekettir. Doğal olarak bu hareket İslam, Hıristiyan ve Yahudi kökenli bâtıni- heterodoksi kimlikli mağdur insanları, sınıfların, devletin ve özel mülkiyetin uzağında, doğrudan demokrasi temelli bir eşitlik düzleminde toplayabilmiştir. Eşitlikçi bir dünya cenneti yaratmak için, Öbür- Dünyayı Bu- Dünyaya taşıma, Cennet’i de Cehennem’i de Bu-Dünyada algılama, Cehennem yaratıcılarına karşı mücadele etme savlarıyla yaşama müdahale etmişlerdir.

Ancak, toplumsal devrimler henüz tarihin gündemine gelmediği, gelse bile sıra burjuvazide olacağı için Ortaçağ köylü isyanları yenilgiyle sonuçlandı. Ayaklanma bastırılmış olmasına karşın önemi asla küçümsenemez. Sosyalizmi de öteleyen ve insanlığa kesin kurtuluş getirecek olan toplumsal tasarımı yaşama dayatmakla hiç ölmeyecek olan bir rüyayı ezilen-sömürülen Anadolu insanına, dünya halklarına armağan ettiler. Bu bile başlı başına bir devrimdir.

İsyana katılanların bileşimi nedeniyle: Bir üçleme yapmaya karar verdim (üç kitap). Üçlemenin son ayağını, ilk önce yazdım, “Şeyh Bedreddin ve Vâridât” adıyla. Sonra ilk ayağı ortada yazdım: Katharlar (vergi vermemek için Fransız Krallığı’na ve Katolik Kilisesi’ne karşı ayaklandılar, Güney Fransa’da yaklaşık bir milyon Kathar öldürüldü) adıyla. Ardından, Almanya’da isyan eden köylüleri yazdım Yeni Kudüs adıyla.

Ali İhsan Aksamaz: Türk Edebiyatının büyük şairi Nazım Hikmet, 1936’da “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı”nı yazarken hangi kaynaklardan faydalandı? Bu etkili destanî şiiri nasıl yazabildi?

“Mehemmed Şerefeddin Efendi’nin Simavna Kadısı Oğlu Bedreddin adlı risalesini okumuş ve bu olağanüstü destanı üretmiştir”

Esat Korkmaz: 1930’ların ortalarına gelmeden önce Nazım Hikmet, böyle bir destana altyapı olacak sınıfsal donanımı kazanmıştı. 1929 tarihli Kablettarih adlı şiiri buna kanıttır, diye düşünüyorum:

çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklardan…
kaybetmedik bağımızı çok uzaklarla…

bize hâlâ
konduğumuz mirası hatırlatır
bedreddini simavînin boynuna inen satır.
engürülü esnaf ahilerle beraberdik.
biliriz
hangi pir aşkına biz
sultan ordularına kıllı göğüslerimizi gerdik…

çok uzaklardan geliyoruz.
alevli bir fanus gibi taşıyoruz ellerimizde
ihrak binnar edilen galile’nin
dönen küre gibi yuvarlak kafasını.
ve ancak
bizim kartal burunlarımızda buluyor
lâyık olduğu yeri
materyalist camcı ispinozanın
gözlüklerini…

Bu donanımın rehberliğinde, Bursa Cezaevinde, Mehemmed Şerefeddin Efendi’nin Simavna Kadısı Oğlu Bedreddin adlı risalesini okumuş ve bu olağanüstü destanı üretmiştir. Destan kapsamında bir bakıma, -Yaşam, yaşayanlardan çok ölenlerden ibarettir, algısını da bizlere miras bırakmıştır. Bu mirasın içeriğini, Destan’ın sonuna eklediği Ahmet’in Öyküsü ile açıklamıştır: Ahmet’in dedesi erenlerle konuşmaktadır. Mealen, İsa etiyle- kemiğiyle, sakalıyla- bıyığıyla gelecekmiş. Bu yalan ama Bedreddin gelecek diyorsak gelecektir; bizim tavrımızla-eylemimizle, soluğunuzla-sözümüzle doğacak ve aramıza katılacaktır; böylece O’nun bilincine-inancına beden olacağız ve yaşama salacağız. Bu yaklaşım, ölenleri diriltme ritüelinden başka bir şey değildir. Çünkü yaşam, yaşayanlardan çok ölenlerden ibarettir.

Ali İhsan Aksamaz: Artık söyleşimizin sonuna geliyoruz. Bize son iki çalışmanızdan, “Siyah ve Sanat” ile “İçkin Felsefe ve Alevilik”ten kısaca bahseder misiniz?

Esat Korkmaz: “İçkin Felsefe ve Alevilik/ Ahlaktan Etiğe/ Aşkınlıktan İçkinliğe” adlı kitabı niçin yazdım, kısaca açıklayayım:

İçkinliğin etik teorisini oluşturabilmek için, karşıtı yani olumsuzu durumundaki ahlaktan ayırt etmek gerekir. Etkinliği ölçü aldığımızda, ahlakın en temel eylemi, buyurmak olarak öne çıkar, etikte ise buyurmak yoktur, üretmek vardır. Ahlak eyleme, sabit ve değişmez ilkelerle müdahale ederken, etik, süreçte değişebilir ilkelerin, eyleme katılımını sağlamaya çalışır.

Bu açıdan yaklaşıldığında ahlakın, aşkınlık düzlemine ait olduğu görülür; etiğe gelince etik, eylemin kendi yapısından türer; bu anlamıyla uygulamalı felsefenin, yani sonuç belirleyici felsefenin, içkin bir kavranışı olarak bilince taşınır.

Yine ahlak, bu- dünya gerçeklerini, bu-dünyanın ötesinde ya da dışında bulunduğu kabul edilen, kutsalın-kutsalların değerleriyle yargılar.   İçkinliğin kazanımı olan etikte ise bir eylem, söz ya da düşünce, kendi varoluşlarının olanakları ve sınırları ölçü alınarak değerlendirilir. Ahlak insanları, Tanrı’nın, yani metafizik kutsalın emirlerine göre davranan makinelere dönüştürüp yaşamın önünü kapatırken etik, insanı bir yorum ve yetenek varlığı durumuna taşır; yorumlamanın ve yaşamı sonsuzca deneyimlemenin olanaklarını yaratır.

Yasaklı kültürlerde nesneli inanç söz konusu olduğundan, metafizik Tanrı’nın buyruklarını yerine getirmekle elde edilen kazanım durumundaki ahlak, tersine dönüşüme uğrar; inancın nesnesine- nesnelerine yönelik yükümlülükleri yerine getirmekle sağlanan kazanıma yani etiğe dönüşür.

Felsefi açıdan yaklaşırsak, ahlak ile etik arasındaki fark öne çıkar: Ahlak kendini nesnesiz bir varoluşa bağlarken, etik, bilme düzleminin bir konusu olarak bilince-uygulamaya taşınır.

Unutmayalım: Etik manifesto, bir insan sonrası manifestosudur; dinden ve ahlaktan özgürleşmeden, etik bir manifesto yaratılamaz ve gerçek yakalanamaz. Hiç ayrılamadığımız bir şimdide yaşıyoruz, geçmiş bir uçurumla gelecek ise yaşanmamış bir boşlukla bizden ayrılmış durumda.

Etik, düşünsel deneyimle değil somut deneyimle üretilir; demek ki bir bilgi sorunu değil, bir sonuç sorunudur. Buradaki somut, yaşamın kabul edilen bilgisidir. En kısa tanımıyla etik, insan ilişkilerinde toplumsal, kültürel, siyasal, ekonomik, hukuki, bilimsel, teknolojik vb. tüm alanlarda insanın tutum, davranış, eylem ve kararlarında belirleyici olan, hiç kimsenin dışında kalamayacağı, kaçınamayacağı ilke ve değerler bütünüdür.

Diğer taraftan, deneyim kapsamında olursa ya da deneyimlenebilir olanı açıklarsa içkinlikten; buna karşın, deneyimin ötesinde kalanı ya da deneyimlenemez olanı açıklarsa aşkınlıktan söz edilir.

Ruh, kutsal girdi kabul edilince, metafiziğe rehber olur ve nesnel gerçeklik olan bedenden, ötesinde doğadan uzaklaşır; bu durum, etikten aşkınlığa bir yolculuk olur. Buna karşın ruhu, insanın kendi yaratısı kabul edildiğinde ise süreç tersine döner, aşkınlık içkinliğe taşınır.

İçkin yaşamın eğilimi, doğaya-doğadaki değişime-dönüşüme yönelirken, aşkın yaşamın eğilimi, yaşamı doğadan koparma ve onu kutsallaştırma yönlüdür.

Sonluluk içkinlik kuralı, sonsuzluk aşkınlık kuralıdır ve yine değişim- dönüşüm içkinlik kuralı, değişmezlik-dönüşmezlik aşkınlık kuralıdır: İçkinlik bizim kültürümüzdür, aşkınlık Tanrı’nın kültürüdür.

Bir insan, aşkın olandan içkin olana yöneldiğinde, etiğe kapı aralar: İçkin dünya, kendi nedenine, anlamına ve gerekçesine, kendi içinde sahip olan bir dünyadır. Aralanan kapıdan etiğe adımını attığında, zincirlenen varlıklara nüfuz edersin ve sezgisel bilginin ışığıyla içeriden aydınlatılan bir ilişkiler dünyasında gezinmeye başlarsın.

Anlattığım bu gerekçelere katkı verebilmek, etikle buluşmayı sağlamak, yasaklı kültürlerin içkin felsefesini açımlamak için, bu kitabı ürettim…

“Felsefi açıdan yaklaşırsak, ahlak ile etik arasındaki fark öne çıkar”

“Siyah ve Sanat/ Karanlığın Aydınlanması” adlı çalışmama gelince, renk dediğimiz şey, sonsuz zincirlenişin dışa taşan dalga boylarının (titreşimlerinin) bir sonucudur: Her renk, bir diğer renk ile ilişki içindedir; bu nedenle bir renk kendi üzerine kapanınca kendisi, kendi üzerine kapanmazsa bir başka renk olur. Kalkar da tüm renkler intihar ederse beyaz dünyaya gelir.

Çeliğe su verir gibi renklere su vermek için, renklerin içimize girmesine izin vermek ve gönül suyumuza bandırıp çıkarmak yeterlidir. Çünkü renkler içimizde oluşmaz, dışımızda oluşur; dışımızda oluşan renklerin kodları içimizdedir, zihnimizde ya da bilinçdışımızdadır. Renkler, içimize taşınma aracıdır, içimiz çağırdığında renk olmadan içimize giremeyiz.

Bana göre siyah, sanatın annesidir; siyah doğurur, sanat görünüşe taşınır. Bunun için sanatçının siyahı döllemesi gerekir, döllenen siyah, sanatçıyı doğuma hazırlar, doğum sorunsuz gerçekleşirse, sanat sanatçıya, sanatçı siyaha teşekkür eder.

Siyah ve beyazın diyalektiği bize çok şey öğretir: Beyazın makamı dışımızda, siyahın makamı içimizdedir. Beyazın diliyle yaklaşırsak siyah, olmayan bir renktir; gri ile siyah kucaklaşırsa siyah kabartılar edinir, doğum ürünü ışıltılar kendini göstermeye başlar ve siyahın hacmi genişler: İşte Picasso, kuantumu resme uygularken, bu kucaklaşmayı kullanmıştır, diyebiliriz.

Karanlığın aydınlanmasına kendimizi taşıdığımızda, gülme-sorgulama eleştirisi bile renk değiştirir: Mizah nöbeti, karsa-mizaha; gülme nöbetini, kara-gülmeye bırakır ve gündelik yaşam, epiğe doğru evrilir. Evrilme sürecinde, var olanın yeniden üretimine dayanan sanat anlayışı, ödünsüz eleştirilir.

Çalışma, görünmez olanın görünüşe taşınma olanağını tartışmak için yapıldı. Birinci kitap felsefe içerikli, ikinci kitap edebiyat içerikli… Okuyucuya sunuyoruz…

Ali İhsan Aksamaz: Değerli vaktinizi bana bu söyleşi için ayırdınız. Size çok teşekkür ederim. Şimdilik başka sorum yok. Ancak sizin söylemek istediğiniz başka şeyler varsa, lütfen onları da okuyucularımıza iletin. Sağlıcakla kalın. Sakalınız yere erişsin!

Esat Korkmaz: Bana bu söyleşi olanağını verdiğiniz asıl ben teşekkür ederim… Sağlıklı günler diler, aşk-ı muhabbetlerimi sunarım…