Georges Politzer
Çeviri: Sevim Belli
BİRİNCİ KISIM
FELSEFE SORUNLARI
GİRİŞ
I. Felsefeyi niçin öğrenmeliyiz?
II. Felsefe öğrenmek zor bir şey midir?
III. Felsefe nedir?
IV. Materyalist felsefe nedir?
V. Materyalizm ile Marksizm arasındaki ilişkiler nelerdir?
VI. Burjuvazinin Marksizm’e karşı kampanyaları.
I. FELSEFEYİ NİÇİN ÖĞRENMELİYİZ?
Bu kitapta, materyalist felsefenin başlangıç ilkelerini sunmak ve açıklamak amacındayız.
Niçin? Çünkü Marksizm, bir felsefeye ve bir yönteme, diyalektik materyalizmin felsefesine ve yöntemine sıkı sıkıya bağlıdır. Şu halde Marksizm’i iyi anlamak için ve burjuva teorilerinin kanıtlarını çürütmek için olduğu kadar, etkin bir siyasal savaşımı üstlenmek için de bu felsefeyi ve bu yöntemi incelemek zorunludur.
Gerçekten de Lenin, şöyle demişti; Devrimci teori olmadan devrimci hareket olamaz. ( V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 29.) Bu, her şeyden önce, teoriyi pratiğe bağlamak gerekir, demektir.
Pratik nedir? Pratik; gerçekleştirme işidir. Örneğin, sanayi, tarım, bazı teorileri (kimyasal, fiziksel ya da biyolojik teorileri), gerçekleştirirler (yani gerçeğe geçirirler).
Teori nedir? Teori, gerçekleştirmeyi istediğimiz şeylerin bilgisidir.
Yalnızca pratik olabilir – ama o zaman yalnızca göreneğe dayanarak gerçekleştirilir. Yalnızca teori olabilir – ama o zaman da tasarlanan, kafada tasarlanan şey çoğu kez gerçekleşemez. Demek ki, teori ile pratik arasında bağlantı olması gerekir. Bugün sorun, bu teorinin ne olması gerektiğini ve pratik ile bağlantısının nasıl olması gerektiğini bilmektir.
Doğru bir devrimci eylemi gerçekleştirebilmek için işçi militana, doğru bir tahlil yöntemi ve doğru bir düşünme yönteminin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Ona, bütün olguların çözümünü verecek bir dogma değil ama hiçbir zaman aynı olmayan koşulları ve olguları hesaba katan bir yöntem,
teoriyi pratikten, düşünceyi yaşamdan hiçbir zaman ayırmayan bir yöntem gerektiğini düşünüyoruz. İşte açıklamaya, anlatmaya niyetlendiğimiz bu yöntem, Marksizm’in temeli olan diyalektik materyalizm felsefesinin içerdiği yöntemdir.
II. FELSEFE ÖĞRENMEK ZOR BİR ŞEY MİDİR?
Felsefe öğreniminin, işçiler için, özel bilgileri gerektiren, güçlüklerle dolu bir şey olduğu genellikle düşünülür. Açıklamak gerekir ki, burjuva elkitapları, bu görüşleri onları inandırmak için ve onları ancak yıldırabilecek biçimde kaleme alınmıştır.
Genel olarak öğrenmenin, özellikle de felsefe öğrenmenin güçlükler taşıdığını yadsımıyoruz ama bu güçlükler elbette yenilebilir güçlüklerdir ve özellikle, okurlarımızın çoğunluğu için yeni şeyler olmasından ileri gelir.
Biz de zaten, daha sözün başında şeylere bellilik, açıklık kazandırarak, okurlarımızı, günlük dilde anlamı bozulmuş sözlerin bazı tanımlarını yeniden gözden geçirmeye, irdelemeye çağıracağız.
III. FELSEFE NEDİR?
Halk dilinde filozof denince ya bulutlarda yaşayan bir kimse ya her şeyi hoşgören, hiçbir şeye aldırmayan kimse anlaşılır. Oysa tam tersine, filozof, bazı sorunlara, kesin, açık yanıtlar getirmek isteyen kişidir ve eğer felsefenin, evrenin (dünya nereden geliyor? nereye gidiyoruz? vb.) sorunlarına bir açıklama bulmak istediği dikkate alınırsa, elbette ki, filozofun pek çok şeyle uğraştığı ve söylenenin tersine, çok şeye aldırdığı görülür.
Öyleyse, felsefeyi tanımlamak için, felsefenin, evreni, doğayı açıklamak istediğini, en genel sorunları incelediğini söyleyeceğiz. Daha az genel olan sorunlar, bilimlerce incelenir. Öyleyse felsefe, bilimlerin bir uzantısıdır, şu anlamda ki, felsefe, bilimlere dayanır ve onlara bağlıdır.
Burada hemen ekleyelim ki, Marksist felsefe, bütün sorunların çözümüne bir yöntem getirir ve bu yöntem, materyalizm denen şeye ilişkin olan bir yöntemdir.
IV. MATERYALİST FELSEFE NEDİR?
Burada da gene hemen belirtmemiz gereken bir anlam karışıklığı vardır; halk dilinde materyalist denince, maddi zevkleri tatmaktan başka bir şey düşünmeyen kimse anlaşılıyor. Madde (mattiere) sözünü içeren materyalizm sözcüğü üzerinde sözcük oyunu yapılarak, ona baştan aşağı yanlış bir anlam verme yoluna gidiliyor.
Biz, materyalizmi incelerken, ona, -sözcüğün bilimsel anlamında- gerçek anlamını geri vereceğiz; göreceğiz ki, materyalist olmak, bir ülküye sahip olmaya ve bu ülküyü zafere ulaştırmak için savaşım vermeye engel değildir.
Dedik ki, felsefe, dünyanın en genel sorunlarına bir açıklama bulmak ister ama, insanlığın tarihi boyunca, bu açıklama, her zaman aynı olmadı.
İlk insanlar da doğayı, dünyayı açıklamak istediler ama bunu başaramadılar. Gerçekten de dünyayı ve bizi çevreleyen olayları açıklama olanağını bize veren, bilimlerdir; oysa bilimlerin ilerlemelerine olanak sağlayan buluşlar çok yenidir.
Demek ki, ilk insanların bilgisizliği, onların araştırmalarına bir engeldi. Bunun içindir ki tarih boyunca, bu bilgisizlik nedeniyle, dünyayı olağanüstü güçlerle açıklamak isteyen dinlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu, bilime aykırı bir açıklamadır. Sonra yavaş yavaş, yüzyıllar boyunca, bilim gelişecek, insanlar, bilimsel deneyimlerden yola çıkarak maddi
olgularla dünyayı açıklamayı deneyecektir – buradan, şeyleri bilimlerle açıklama iradesinden, materyalist felsefe doğdu.
Sonraki bölümlerde materyalizmin ne olduğunu inceleyeceğiz ama şimdiden, şunu aklımızda tutalım ki, materyalizm, evrenin bilimsel açıklamasından başka bir şey değildir.
Materyalist felsefenin tarihini incelerken, bilgisizliğe karşı savaşımın ne kadar çetin ve güç olduğunu göreceğiz. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, materyalizm ve bilgisizlik yan yana, bir arada varlıklarını sürdürdüklerine göre zamanımızda da bu savaşım, henüz son bulmamıştır.
Marks ve Engels, işte bu savaşımın ortasında işe karıştılar. 19. yüzyılın büyük buluşlarının önemini anlayarak, materyalist felsefeye, evrenin bilimsel açıklamasında çok büyük ilerlemeler yapma olanağını sağladılar. Böylece diyalektik materyalizm doğdu. Sonra, ilkin, onlar, dünyayı yöneten yasaların, toplumların gelişmesini açıklamaya yaradığını anladılar;
böylece ünlü tarihsel materyalizm teorisini dile getirdiler.
Bu kitapta, ilkin materyalizmi, sonra diyalektik materyalizmi, daha sonra da tarihsel materyalizmi inceleyeceğiz Ama her şeyden önce, materyalizm ile Marksizm arasındaki ilişkileri ortaya koymak istiyoruz.
V. MATERYALİZM İLE MARKSİZM ARASINDAKİ İLİŞKİLER
NELERDİR?
Bu ilişkileri şöyle özetleyebiliriz:
1. Materyalizmin felsefesi, Marksizm’in temelini oluşturur. (Bkz: Lenin, Materyalizm ve Reformizmin Felsefesi, Karl Marks. et sa doctrine, Editions Sociales 1953, s. 60.)
2. Dünyanın sorunlarına bilimsel bir açıklama getirmek isteyen bu materyalist felsefe, tarih boyunca, bilimlerle birlikte aynı zamanda ilerler. Dolayısıyla, Marksizm de bilimlerden çıkmıştır, bilimlere dayanır ve bilimlerle birlikte evrim gösterir.
3. Marks ve Engels’ten önce de birçok kez ve değişik biçimlerde materyalist felsefeler ortaya çıktı ama, 19. yüzyılda bilimler ileriye doğru büyük bir adım attıklarından, Marks ve Engels, çağdaş bilimlerden yola çıkarak, bu eski materyalizmi yenilediler ve bize, diyalektik materyalizm denilen ve Marksizm’in temelini oluşturan çağdaş materyalizmi sundular.
Bu birkaç açıklama ile görüyoruz ki, materyalist felsefenin, söylenenin tersine, bir tarihi vardır. Bu tarih, bilimlerin tarihine sıkı sıkıya bağlıdır. Materyalizm üzerine kurulmuş olan Marksizm, tek bir adamın kafasından çıkmamıştır. O, daha Diderot’da çok ilerlemiş bulunan eski materyalizmin
uzantısı ve sonucudur. Marksizm, 18. yüzyıl ansiklopedicilerinin geliştirdiği ve 19. yüzyılın büyük buluşlarının zenginleştirdiği materyalizmin açılıp gelişmesidir. Marksizm, canlı yaşayan bir teoridir ve hemen burada Marksizm’in, sorunları nasıl ele aldığını göstermek için herkesin bildiği sınıf savaşımı sorununu bir örnek olarak alacağız.
İnsanlar bu sorun üzerinde ne düşünürler? Bazıları, ekmeği savunmanın, siyasal savaşımdan ayrı bir şey olduğunu düşünür. Diğer bazıları, örgütlenme zorunluluğunu yadsıyarak, sokakta yumruklaşmanın yeterli olduğu görüşündedirler. Daha başkaları ise yalnızca siyasal savaşımın bu soruna çözüm getireceğini önü sürerler.
Marksist için, sınıf savaşımı, şunları içerir:
a. Bir ekonomik savaşımı,
b. Bir siyasal savaşımı,
c. Bir ideolojik savaşımı,
Şu halde sorun, bu üç alana birlikte yerleştirilmelidir.
a. Barış uğruna savaşım verilmeksizin, özgürlüğü savunmaksızın ve bu amaçlar için savaşıma yarayan bütün fikirleri savunmaksızın, ekmek için savaşım verilemez.
b. Marks’tan beri gerçek bir bilim haline gelmiş olan siyasal savaşım için de durum aynıdır: Böyle bir savaşım yürütmek için, hem ekonomik durumu, hem de ideolojik akımları, aynı zamanda hesaba katmak zorunludur.
c. Propaganda ile kendini gösteren ideolojik savaşıma gelince, bu savaşımın etkili olması için, ekonomik ve siyasal durumu hesaba katmak gerekir.
Demek ki, bütün bu sorunlar, birbirlerine sımsıkı bağlıdır ve bu bakımdan, sınıf savaşımı denilen bu büyük sorunun herhangi bir görünümü -örneğin bir grev- karşısında sorunun bütün verilerini ve bütünüyle sorunun kendisini
dikkate almadan bir karar alınamaz.
Şu halde bütün bu alanlarda savaşım verme yeteneğinde olan, harekete en iyi yönü verecektir.
Bir Marksist, bu sınıf savaşımı sorununu işte böyle anlar. Oysa, her gün sürdürmek zorunda olduğumuz ideolojik savaşımda ruhun ölümsüzlüğü, Tanrının varlığı, evrenin başlangıcı gibi çözümlenmesi güç sorunlarla karşı karşıya bulunuruz. İşte diyalektik materyalizm, bize, bir uslamlama
yöntemi verecek, bütün bu sorunları çözümlememize ve aynı zamanda Marksizm’i tamamlamak ve yenilemek iddiası ile Marksizm’i bozmaya çalışanların gerçek yüzünü ortaya çıkarmamıza olanak sağlayacaktır.
VI. BURJUVAZİNİN MARKSİZM’E KARŞI KAMPANYALARI
Marksizm’i, böyle tahrife kalkışmak, çok çeşitli temellere dayanır. Marksizm-öncesi (Marks’tan önceki) dönemin sosyalist yazarlarını, Marksizm’in karşısına dikmeye çalışırlar. Böylece, ütopyacıların, Marks’a karşı, sık sık kullanıldığı görülür. Başkaları Proudhon’u kullanırlar; bazıları, (Lenin tarafından ustaca çürütüldükleri halde) 1914 öncesinin
revizyonistlerinden kaynaklanırlar ama, burjuvazinin Marksizm’e karşı yürüttüğü susma kampanyasını özellikle belirtmek gerekir. Burjuvazi, ayrıca materyalist felsefenin Marksist biçimiyle bilinmesini engellemek için her şeyi yapmıştır. Fransa’da yapılan felsefe öğretimi özellikle bu bakımdan çarpıcıdır.
Orta dereceli öğretim kuruluşlarında felsefe öğretilir ama bu öğretimin tümü, Marks ve Engels tarafından hazırlanıp geliştirilmiş materyalist bir felsefe olduğu hiçbir zaman öğrenilmeden, baştan sona izlenebilir. Felsefe elkitaplarında Marksizm ve materyalizm sorunu birbirinden daima ayrıymış
gibi, materyalizmden (çünkü ondan söz etmek gereklidir) söz edilir. Marksizm, genellikle yalnızca, siyasal bir öğreti olarak sunulur ve tarihsel materyalizmden söz edildiğinde de bu konuyla ilgili olarak, materyalizm felsefesinden söz edilemez; diyalektik materyalizmin tümü ise, hiç bilinmiyor.
Bu durum yalnızca ortaokullarda ve liselerde böyle değildir; üniversitelerde de tamamen aynıdır. En belirleyici olgu şudur: Fransa’da Marksizm’in bir felsefesi bulunduğu, bunun da materyalizm olduğu bilinmeden ve geleneksel materyalizmin çağdaş bir biçimi bulunduğu, bunun da diyalektik
materyalizm ya da Marksizm olduğu bilinmeden, Fransız üniversitelerinin verdikleri en yüksek dereceli diplomalarla donanmış olarak, bir felsefe uzmanı olunabilir.
Biz, Marksizm’in yalnızca toplum hakkında değil ama aynı zamanda evrenin kendisi hakkında genel bir anlayışı içerdiğini belirtmek istiyoruz. Demek ki, bazılarının ileri sürdüklerinin tersine, Marksizm’in, bir felsefeden yoksun oluşu gibi büyük bir kusuru bulunduğundan yakınmak ve
Marksizm’in yoksun bulunduğu bu felsefeyi, işçi hareketinin bazı teorisyenleri gibi, orda burada yeniden aramak, yersizdir. Çünkü Marksizm’in bir felsefesi vardır ve bu da diyalektik materyalizmdir.
Zaten, bu susma kampanyasına, yönetici sınıfların yaptıkları bütün kalpazanlıklara ve aldıkları bütün önlemlere karşın, Marksizm ve felsefesi, gittikçe daha çok tanınmaya, bilinmeye başlamıştır.
BİRİNCİ BÖLÜM
FELSEFENİN TEMEL SORUNU
I. Felsefe öğrenmeye nasıl başlamalıyız?
II. Evreni açıklamanın iki biçimi.
III. Madde ve ruh.
IV. Madde nedir? Ruh nedir?
V. Felsefenin temel sorusu ya da sorunu.
VI. İdealizm ya da materyalizm.
I. FELSEFE ÖĞRENMEYE NASIL BAŞLAMALIYIZ?
Giriş kısmında birkaç kez belirttik ki, diyalektik materyalizm felsefesi, Marksizm’in temelidir.
Amacımız, bu felsefenin incelenmesi, öğrenilmesidir; ama bu amaca varmak için, aşama aşama ilerlememiz gerekir.
Diyalektik materyalizmden söz ettiğimiz zaman önümüzde iki sözcük vardır: materyalizm ve diyalektik; bu demektir ki, materyalizm, diyalektiktir. Biliyoruz ki, Marks ve Engels’ten önce de materyalizm vardı ama onlar, 19. yüzyılın buluşlarının yardımıyla, bu materyalizmin şeklini değiştirdiler ve diyalektik materyalizmi yarattılar.
Materyalizmin çağdaş biçimini belirten diyalektik sözcüğünü, daha ilerde inceleyeceğiz.
Ama, mademki Marks ve Engels’ten önce de materyalist filozoflar var olmuştu (örneğin 18. yüzyılda Diderot) ve mademki bütün materyalistler için ortak olan noktalar vardır, öyleyse, diyalektik materyalizmi ele almadan önce, materyalizmin tarihini öğrenmemiz gerekir. Aynı şekilde materyalizme karşı çıkarılan anlayışları da bilmemiz gerekir.
II. EVRENİ AÇIKLAMANIN İKİ BİÇİMİ
Felsefenin en genel sorunların öğrenilmesi demek olduğunu ve felsefenin amacının, evreni, doğayı; insanı açıklamak olduğunu gördük.
Eğer bir burjuva felsefe elkitabını açıp bakarsak, içindeki felsefelerin çokluğu, çeşitliliği ile şaşırıp kalırız. Bu felsefeler, izm ile biten, az ya da çok karmaşık, çok çeşitli sözcüklerle donatılır, örneğin kritisizm (eleştiricilik), evolüsyonizm (evrimcilik), entelektüalizm (anıkçılık) ve benzerleri gibi. Bu çokluk, bir karışıklık yaratır. Zaten burjuvazi de durumu
aydınlatmak için hiçbir şey yapmamış, tam tersini yapmıştır ama biz, bütün bu sistemler arasında bir seçim yapacak, iki büyük akımı, kesim olarak birbirine karşı iki anlayışı, ayırdedebilecek durumdayız. Dünyanın
a) Bilimsel anlayışı,
b) Bilimsel olmayan anlayışı.
III. MADDE VE RUH
Filozoflar, dünyayı, doğayı, insanı yani sonuç olarak bizi kuşatan her şeyi açıklamak işine giriştikleri zaman, şeyleri ayırdetmek gerekli olmuştu. Biz, kendimiz de gördüğümüz, dokunduğumuz maddi şeyler, nesneler bulunduğunu saptıyoruz. Ayrıca göremediğimiz, dokunamadığımız, ölçemediğimiz, örneğin fikirler gibi, başka gerçekler olduğunu da saptıyoruz.
Demek ki, şeyleri şöyle sınıflandırıyoruz: bir yanda maddi olan şeyler; öte yanda ruh, düşünce ve fikirler alanında kalan, maddi olmayan şeyler.
İşte böylece, filozoflar, madde ve ruh ile karşı karşıya geldiler.
IV. MADDE NEDİR? RUH NEDİR?
Az önce, şeylerin madde ya da ruh oluşlarına göre nasıl sınıflandırıldığını, genel olarak gördük.
Ama bu ayrımın, çeşitli biçimlerde ve çeşitli sözcüklerle yapıldığını belirtmeliyiz.
Böylece, ruhtan söz edilirken, düşünceden, fikirlerimizden, bilincimizden. söz ediyoruz; gene aynı şekilde doğadan, dünyadan, yeryüzünden, varlıktan söz edilirken, maddeden söz edilmiş olunuyor.
Gene bunun gibi, Engels, Ludwig Feuerbach ue Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı kitabında varlık ve düşünceden söz ettiği zaman, varlığa madde düşünceye ruh demektedir.
Düşünce ya da ruhun, varlık ya da maddenin ne olduğunu tanımlamak için şöyle diyeceğiz:
Düşünce, bizim şeylerden edindiğimiz, şeyler hakkındaki fikrimizdir; bu fikirlerin bazıları, bize, alışıldığı üzere, duyumlarımızdan gelir ve maddi nesneleri karşılarlar; Tanrı fikri gibi, felsefe, sonsuzluk ve bizzat düşünce gibi diğer bazı fikirler ise maddi nesneleri karşılamazlar. Burada aklımızda
tutmamız gereken esas şudur ki, biz, duygulara, düşüncelere, fikirlere, gördüğümüz ve duyduğumuz için sahibiz.
Madde ya da varlık, duyumlarımızın, algılarımızın bize gösterdiği, bize sunduğu, genel anlamda bizi çevreleyen ve dış dünya dediğimiz her şeydir. Örnek: Elimdeki kağıt beyazdır. Bu kağıdın beyaz olduğunu bilmek, bir fikirdir ve bu fikri bana veren benim duyularımdır ama madde kağıdın
kendisidir.
Bunun içindir ki, filozoflar, varlık ile düşünce arasındaki ya da ruh ile madde arasındaki ya da bilinç ile beyin. arasındaki vb. ilişkilerden söz ettikleri zaman, bunların soruları hep aynıdır: Madde ya da ruhtan, varlık ya da düşünceden hangisi daha önemlidir? Hangisi, diğerinden öncedir? İşte
felsefenin temel sorusu budur.
V. FELSEFENİN TEMEL SORUSU YA DA SORUNU
Her birimiz, öldükten sonra ne olacağımızı, dünyanın nereden geldiğini, yeryüzünün nasıl oluştuğunu kendi kendimize sormuşuzdur ve bizim için herhangi bir şeyin her zaman var olduğunu kabul etmek, güç bir şeydir. (İnsanın) belli bir zamanda hiçbir şeyin var olmadığını düşünmeye eğilimi
vardır. Onun içindir ki, Ruh, karanlıklar üzerinde yüzüyordu… sonra madde geldi şeklindeki, dinin öğrettiğine inanmak daha kolaydır. Gene aynı biçimde insan kendi kendine, bizim düşüncelerimizin nerede olduğunu sorar ve böylece, ruh ile madde arasında beyin ile düşünce arasında bulunan ilişkiler sorunu, bize göre konmuş olur. Ayrıca sorunu, daha
başka türlü koyuş biçimleri de vardır. Örneğin, irade ile güç arasındaki ilişkiler nelerdir? İrade burada ruhtur, düşüncedir; güç ise olanaklı olandır, varlıktır, maddedir. Toplumsal bilinç ile toplumsal varlık arasındaki ilişkiler sorunuyla da aynı derecede sık karşılaşırız.
Demek ki, felsefenin temel sorusu, çeşitli görünümler altında kendini ortaya koyar ve bu, madde ile ruh arasındaki ilişkiler sorununun konuluş biçimini her zaman tanımanın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Çünkü biz biliyoruz ki, bu soruya yalnız iki yanıt verilebilir:
1. Bilimsel bir yanıt,
2. Bilimsel olmayan bir yanıt.
VI. İDEALİZM YA DA MATERYALİZM
Böylece, filozoflar, bu önemli sorun üzerinde tutum takınmak durumuna geldiler. İlk insanlar, büsbütün bilgisiz oldukları, gerek dünya, gerek kendileri hakkında hiçbir bilgileri olmadığı, dünya üzerinde etki yaratabilmek için ancak pek güçsüz araçlardan yararlanabildikleri için, kendilerini şaşkınlığa uğratan bütün olayların sorumluluğunu, doğaüstü
varlıklara yüklüyorlardı. Soydaşlarını ve bizzat kendilerini canlı gördükleri düşlerinin etkisiyle, imgelemlerinde; herkesin çifte varlığı olduğu gibi bir anlayışa vardılar. Bu çift olma fikrinin verdiği rahatsızlık ve tedirginlikle, kendi düşüncelerinin ve kendi duyumlarının, kendi öz bedenlerinin
bir eylemi olmadığı ama bu bedende oturan ve ölüm anında bu bedenden ayrılan ayrı bir ruhun işi olduğu düşüncesine varmışlardır (Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 20.)
Daha sonra, ruhun ölmezliği ve ruhun madde dışında yaşayabileceği
fikri doğdu.
Gene, tekniğin yenmeye elverişli olmadığı ve anlayamadıkları bütün bu (filizlenme, fırtınalar, seller vb.) olaylar karşısındaki, doğa güçleri karşısındaki kaygıları ve güçsüzlükleri, onları, bu güçlerin arkasında sonsuz bir güce sahip, iylikçi ya da kötülükçü ama her iki halde de kaprisli birtakım ruhlar ya da Tanrılar bulunduğunu varsaymaya götürdü.
Gene, onlar, insanlardan daha güçlü olan varlıklara, Tanrılara inanıyorlardı ama onları, insan ya da hayvan biçiminde maddi cisimler gibi tasarlıyorlardı. Ancak daha sonradır ki, ruhlar ve Tanrılar (sonra da Tanrıların yerini alan bir tek Tanrı), salt ruhlar halinde kavrandılar. Bunun üzerine, gerçekte, bütünüyle kendilerine özgü, bedenlerinden büsbütün bağımsız bir yaşamları olan ve var olmak için bedenlere gereksinme duymayan ruhlar olduğu fikri doğdu.
Daha sonra bu soru, dindeki değişikliğe uygun olarak, şu şekilde daha kesin, belirli bir biçimde soruldu:
Dünya, Tanrı tarafından mı yaratılmıştır, yoksa bütün öncesizlik boyunca var mıydı?
Filozoflar, bu soruyu yanıtlayışlarına göre iki büyük kampa ayrılıyorlardı. (Friedrich Engels, agy, s. 21.)
Bilimsel olmayan açıklamayı benimseyerek, dünyanın Tanrı tarafından yaratıldığını kabul edenler yani ruhun maddeyi yarattığını söyleyenler, idealizm kampını oluşturuyorlardı.
Ötekiler, dünyayı bilimsel olarak açıklamaya çalışanlar, doğanın, maddenin başlıca öğe olduğunu düşünenler, materyalizmin çeşitli okullarında yer alıyorlardı.
Başlangıçta, bu iki deyimin yani idealizmin ve materyalizmin, başka bir anlamı yoktu.
Demek ki, idealizm ve materyalizm, felsefenin temel sorununa karşıt ve çelişik iki yanıt verirler.
İdealizm, bilimsel olmayan anlayıştır. Materyalizm ise, bilimsel dünya anlayışıdır.
Daha ilerde bu doğrulamanın kanıtları görülecektir ama şimdiden, taşlar, metaller, toprak gibi, düşünceye sahip bulunmayan cisimlerin var olduğu deneyle yeterince saptanırsa da tersine, bedensiz yani cisimsiz ruhun varlığının hiçbir zaman saptanmadığını söyleyebiliriz.
Bu bölümü, çeşitli yorumlara yer vermeyen tek anlamlı bir vargı ile tamamlamak istersek, görürüz ki, nasıl oluyor da insan düşünüyor sorusuna yanıt vermek için, ancak, baştanbaşa farklı ve bütünüyle birbirine karşıt iki yanıt vardır:
Birinci yanıt: İnsan düşünüyor çünkü bir ruhu vardır.
İkinci yanıt: İnsan düşünüyor çünkü bir beyni vardır.
Bu yanıtlardan birini ya da ötekini vereceğimize göre, bu sorudan doğan sorunlara da farklı çözümler bulmaya çalışacağız. Yanıtımıza göre, idealist ya da materyalist olacağız.
OKUMA
– F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, İdealizm ve Materyalizm, s. 20 vd..
İKİNCİ BÖLÜM
İDEALİZM
I. Ahlaki idealizm ve felsefi idealizm
II. Berkeley’in idealizmini niçin öğrenmeliyiz?
III. Berkeley’in idealizmi.
IV. İdealist uslamlamanın sonuçları.
V. İdealist kanıtlar:
1. Ruh maddeyi yaratır.
2. Dünya bizim düşüncemizin dışında mevcut değildir.
3. Şeyleri yaratan bizim fikirlerimizdir.
I. AHLAKİ İDEALİZM VE FELSEFİ İDEALİZM
Materyalizm konusunda günlük konuşma dilinde nasıl bir anlam karışıklığı yaratıldığını göstermiştik. İdealizm konusunda da aynı karışıklık vardır.
Gerçekten de ahlaki idealizm ile felsefi idealizmi birbirine karıştırmamak gerekir.
Ahlaki idealizm, insanın kendisini bir davaya, bir ülküye adaması demektir. Tüm dünyadaki işçi hareketinin tarihinden öğreniyoruz ki, sayılamayacak kadar çok devrimci ve Marksist yaşamlarını feda edecek kadar, kendilerini manevi bir ülküye adamışlardı ve bununla birlikte gene de felsefi idealizm denilen şeye karşıydılar.
Felsefi idealizm, dünyanın ruh ile açıklanmasını temel alan bir öğretidir.
Bu öğreti, felsefenin temel sorusuna, en önemli, başlıca ve ilk öğe, düşüncedir diye yanıt veren öğretidir ve idealizm, düşüncenin birinci derecede önemli olduğunu ileri sürerken, varlığı, düşüncenin yarattığını ya da başka bir deyişle maddeyi, ruhun yarattığını ileri sürmektedir.
İdealizmin ilk görünüşü böyledir; ve idealizm, dinlerde salt ruhun yani Tanrının, maddenin yaratıcısı olduğunu ileri sürerek, tam gelişmesini bulmuştur.
Bugün de felsefe tartışmalarının dışında olduğunu ileri süren ve sözde dışında olan din, gerçekte, tersine, idealist felsefenin dolaysız ve mantıklı sunuluşudur.
Oysa, yüzyıllar boyunca işe karışan bilim, kısa zamanda maddeyi, dünyayı, şeyleri yalnızca Tanrı ile açıklamaktan başka bir açıklama biçimini, zorunlu hale getirdi. Çünkü, daha 14. yüzyılda bilim, doğa olaylarını, Tanrıyı hesaba katmaksızın ve yaradılış varsayımından vazgeçerek açıklamaya başladı.
Bilimsel, materyalist ve Tanrıtanımaz bu açıklamalarla daha iyi savaşabilmek için elbette ki idealizmi daha ilerilere götürmek, maddenin varlığını bile yadsımak gerekti.
İşte 18. yüzyılın başlarında bir İngiliz piskoposu olan ve idealizmin babası diye adlandırılan Berkeley’in dört elle sarıldığı şey budur.
II. BERKELEY’İN İDEALİZMİNİ NİÇİN ÖĞRENMELİYİZ?
Demek ki, Berkeley’in felsefe sisteminin amacı, materyalizmi yıkmak, maddi varlığın var olmadığını bize tanıtlamaya çalışmak olacaktır. O, Hylas ile Philonoüs’ün Diyalogları adlı kitabının önsözünde şöyle yazar:
Eğer bu ilkeler kabul edilir ve bunlara gerçek gözüyle bakılırsa, bundan şu sonuç çıkar: Tanrıtanımazlık ve kuşkuculuk, ikisi birden, bir çırpıda tamamıyla yenilmiş, karanlık sorular aydınlanmış, hemen hemen çözümlenmez güçlükler çözümlenmiş ve paradokslardan hoşlanan insanlar sağduyuya kavuşturulmuş olur. (s. 13. Herkes İçin Klasikler koleksiyonu.
Librairie Hatier, Paris.)
O halde Berkeley’e göre, doğru olan, maddenin var olmadığıdır ve tersini iddia etmek, aykırı bir tutumdur yanılsamalı bir davranıştır.
Bunu bize nasıl tanıtlamaya çalıştığını göreceğiz ama felsefe öğrenmek isteyenlerin, Berkeley teorisini büyük bir özenle incelemelerinde direnmelerinin yersiz olmayacağını düşünüyorum.
İyi biliyorum ki, Berkeley’im tezleri, bazılarını güldürecektir ama bizim 20. yüzyılda yaşadığımızı ve geçmişte yapılan bütün incelemelerden, çalışmalardan yararlandığımızı unutmamak gerekir. Ayrıca materyalizmi ve materyalizmin tarihini okuduğumuz zaman, eskinin materyalistlerinin de
zaman zaman insanı güldürdüklerini göreceğiz.
Bununla birlikte, Marks ve Engels’ten önce, materyalist düşünürlerin en büyüğü olan Diderot’nun, Berkeley’in sistemini, İnsan aklı ve felsefe için ne utanılacak bir şeydir ki, hepsinin en saçması olduğu halde savaşım verilmesi en güç bir sistem (Diderot, Körler Üzerine Mektup, Textes Choisis, c. I, Editions Sociales, Halk Klasikleri, s. 87. (Materyalizm
ve Ampiryokritisizm, s. 27’de Lenin sözünü ediyor.) olarak tanımlarken, onu biraz da olsa önemsediğini bilmemiz gerekiyor.
Bizzat Lenin de Berkeley’in felsefesine sayfalar ayırmıştı ve modern idealist filozoflar, materyalistlere karşı piskopos Berkeley’de bulunamayacak hiçbir… kanıt ortaya koymamışlardır (V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Soİ Yayınları, Ankara 1993, s. 31.) diye yazıyordu.
Son olarak, işte liselerde yararlanılan bir felsefe tarihi kitabında Berkeley’in maddesizciliği (immaterialisme) üzerine yapılan bir değerlendirme:
Kuşkusuz, henüz tamamlanmamış ama hayran olmaya değer ve filozofların kafalarında bir maddi tözün varlığına olan inancı ebediyen yıkacak bir teori. (A. Penjon, Precis d’histoire de la Philosophie, Librairie Paul Delaplace, s. 320-321.)
Demek ki, bu felsefi düşünüş tarzı -her ne kadar yukarıdaki aktarmalardan da görüldüğü gibi başka başka nedenlerle de olsa- herkes için önem taşımaktadır.
III. BERKELEY’İN İDEALİZMİ
Demek ki, bu sistemin amacı, bize, maddenin var olmadığını tanıtlamaktan ibarettir.
Berkeley diyordu ki: Ruhumuzun dışında düşünerek var olduğunu sandığımız, madde değildir, onları gördüğümüz için, onlara dokunduğumuz
için, şeylerin var olduğunu düşünüyoruz; bu duyumları bize verdikleri için, onların varlığına inanıyoruz.
Ama duyumlarımız, bizim, ruhumuzda sahip olduğumuz fikirlerdir. Öyleyse, duyularımızla algıladığımız nesneler, fikirlerden başka bir şey değildir ve fikirler ise bizim ruhumuzun dışında var olamazlar.
Berkeley’e göre, şeyler vardır; o, onların doğasını ve onların varlığını yadsımıyor ama onların, ancak, duyumlarımızın bir yargısı sonucu ve onları bize tanıtan duyumlar biçiminde var olduklarını ve nesnelerin ancak aynı ve tek bir şey olduğunu ileri sürüyor.
Şeyler vardır, bu kesindir, diyor ama bizde bizim ruhumuzda ve şeylerin ruh dışında hiçbir gerçekliği yoktur.
Biz şeyleri, görme duyusunun yardımıyla kavrıyoruz; biz, onları, dokunma duyusunun yardımıyla algılıyoruz; koklama duyusu, bize, koku hakkında bilgi veriyor; tatma duyusu, tat hakkında ses alma duyusu, sesler hakkında bilgi veriyor bize. Bu çeşitli duyumlar, bize fikirler veriyor; birbirleriyle
bağdaşan bu fikirler dolayısıyla, onlara ortak bir ad veriyoruz ve onları nesneler gibi sayıyoruz.
Örneğin, belli bir düzenleniş içersinde belli bir renk, bir tat, bir koku, bir biçim, bir kıvam gözlemlenir; elma sözcüğüyle belirlenen ayrı bir şey olarak tanınır; öteki fikir dermeleri, taş, ağaç, kitap ve öteki duyumlanabilir şeyleri oluştururlar… (V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 13.)
Demek ki, dünyayı ve şeyleri, dıştaki şeyler olarak tanıdığımızı düşündüğümüz zaman, bunlar yalnızca bizim zihnimizde var olduğuna göre, öyleyse, biz yanılsamaların kurbanıyız.
Hylas ile Philonoüs’ün Diyalogları adlı kitabında Berkeley, bu tezi, bize, şöyle tanıtlıyor:
Aynı bir şeyin, aynı zamanda farklı olabileceğine inanmak, bir saçmalık değil midir? Örneğin aynı anda soğuk ve sıcak. Düşününüz ki, ellerinizden biri sıcak, öteki soğuk olsun ve her ikisini de aynı zamanda orta sıcaklıkta su ile dolu kaba daldırsanız, su, bir elinize sıcak, ötekine soğuk gelmeyecek midir? (Berkeley, s.21)
Mademki, bir şeyin kendisinin aynı anda farklı olabilmesi saçma bir şeydir, bundan, o şeyin ancak bizim ruhumuzda var olduğu sonucunu çıkarmalıyız.
Peki kendi uslamlama ve tartışma yönteminde ne yapıyor Berkeley? Nesneleri, şeyleri, tüm özelliklerinden soyuyor.
Siz diyorsunuz ki, nesneler vardır, çünkü onların bir renkleri, bir kokuları, bir tatları vardır; çünkü onlar, küçük ya da büyük, hafif ya da ağırdır. Ben, size, bunun, nesnelerde var olmadığını ama bizim kafamızda var olduğunu tanıtlayacağım.
İşte bir kumaş parçası. Siz, bana, onun kırmızı olduğunu söylüyorsunuz. Bütünüyle doğru mu bu? Siz, kırmızının, kumaşın kendisinde olduğunu düşünüyorsunuz. Kesin mi bu? Biliyorsunuz ki, gözleri bizimkilerden farklı olan ve bu kumaşı kırmızı olarak görmeyecek hayvanlar vardır; aynı şekilde
sarılığı olan bir insan da onu, sarı görecektir. Öyleyse bu kumaşın rengi nedir? Bu, duruma bağlı mı diyorsunuz? Şu halde kırmızı, kumaşın kendinde değil ama gözde yani bizdedir.
Bu kumaş hafif midir diyorsunuz? Bırakın bakalım bir karıncanın üzerine düşsün, karınca elbette ki ağır bulacak onu. Öyleyse kim haklı? Onun sıcak olduğunu düşünüyorsunuz? Ateşiniz olsaydı, soğuk bulacaktınız! Öyleyse sıcak mı, yoksa soğuk mu?
Bir sözcükle, aynı şeyler, aynı anda bazıları için kırmızı, ağır ve sıcak, başkaları için tam tersi olabiliyorsa, bu demektir ki, biz yanılsamaların kurbanıyız ve şeyler yalnızca bizim zihnimizde vardır.
İşte böyle, nesnelerin tüm özelliklerini kaldırıp atarak, bunlar yalnızca bizim düşüncemizde vardır yani madde bir fikirdir demeye kadar götürürsünüz işi.
Daha Berkeley’den önce de Yunan filozofları, tat, ses gibi bazı niteliklerin, şeylerin kendilerinde olmadıklarını, bizde olduklarını söylüyorlardı ki, bu doğruydu.
Ama, Berkeley’in teorisinde yeni olan, bu gözlemi, nesnelerin tüm niteliklerini içine alacak kadar genişletmesidir.
Yunan filozofları, gerçekten de şeylerin nitelikleri arasında şöyle bir ayrım yapmışlardı:
Bir yanda nesnelerin kendilerinde olan ağırlık, büyüklük, dayanıklılık gibi ilk nitelikler.
Öte yanda koku, tat, sıcaklık, vb. gibi bizde olan ikincil nitelikler.
Oysa Berkeley, ikincil niteliklere ait tezi, ilk niteliklere aynen uygular, şöyle ki, bütün nitelikler, bütün özellikler, nesnelerde değil ama bizdedir.
Güneşe bakarsak, biz, onu, yuvarlak, düz ve kırmızı görürüz. Bilim, bize yanıldığımızı, güneşin düz ve kırmızı olmadığını öğretir. Öyleyse, bilimin yardımıyla, güneşe atfettiğimiz bazı yanlış nitelikleri bir yana bırakıyoruz ama bu yüzden güneşin var olmadığı sonucunu da çıkarmıyoruz. Oysa Berkeley, böyle bir sonuca varıyor.
Berkeley, elbette ki, eskilerin yaptıkları ayrımın bilimsel çözümlemeye dayanmadığını gösterirken haksız değildi ama kendisi, bu gözlemlerden onların sahip olmadıkları sonuçlar çıkararak bir uslamlama yanlışı yapıyor, safsata yapıyor. Şeylerin niteliklerinin, gerçekten de duyularımızın bize gösterdiği gibi olmadığını yani duyularımızın maddi gerçeği bozduğunu gösteriyor ve o, bundan, hemen maddi gerçeğin var olmadığı sonucunu çıkarıyor.
IV. İDEALİST USLAMLAMANIN SONUÇLARI
Tez, Her şey, ancak bizim zihnimizde vardır. olduğuna göre, bundan dış dünyanın var olmadığı sonucunu çıkarmak gerekir. Bu düşünüş tarzını sonuna kadar götürerek, Mademki öteki insanları ancak benim fikirlerimle tanıyorum, mademki öteki insanlar benim için ancak, maddi nesneler
gibi, fikir dermelerinden başka bir şey değildir, var olan yalnızca benim. demeye kadar vardırırız işi. Buna, felsefede (yalnızca kendim demek olan) tekbencilik (solipsisme) denir.
Lenin, daha önce andığımız kitabında bize diyor ki, Berkeley, böyle bir teoriyi savunduğu suçlamasına karşı, kendisini, içgüdüyle savunuyor. Hatta görüyoruz ki, idealizmin aşırı biçimi olan tekbencilik, hiçbir filozof tarafından
savunulmamıştır.
Bunun için, idealistlerle tartışırken, maddeyi gerçekten yadsıyan uslamlamaların; mantıklı ve tutarlı olmak için, tekbencilik (solipsisme) denen bu saçma aşırılığa varmaları gerektiğini ortaya çıkarmaya özen göstermeliyiz.
V. İDEALİST KANITLAR
Berkeley’in teorisini, elden geldiği kadar yalın bir biçimde özetlemeye önem verdik, çünkü felsefi idealizmin ne olduğunu en açık yüreklilikle ortaya koyan Berkeley’dir.
Ama bizim için yeni olan bu düşünüş tarzlarını iyi kavramak için, onları ciddiye almak ve anlamaya çalışmak artık kaçınılmaz olmuştur. Niçin?
Çünkü, daha ilerde göreceğiz ki, idealizm, yeni sözlerin ve deneyimlerin ardına gizlenerek, daha üstü örtülü bir biçimde karşımıza çıkarsa da bütün idealist filozoflar, eski Berkeley’in (Lenin) kanıtlarını yeniden ele almaktan başka bir şey yapmazlar.
Çünkü, gene göreceğiz ki, resmi felsefe tarihine egemen olmuş ve hala egemen olan idealist felsefe, kendisiyle birlikte, içimize işlemiş bulunan bir düşünce yöntemi kullanarak, bütünüyle laik bir eğitime karşın, kafamıza yerleşmeyi başarabilmiştir.
Bütün idealist filozofların kanıtlarının temeli, piskopos Berkeley’in düşünüş tarzında bulunduğundan, bu bölümü özetlemek için, bu kanıtların başlıcalarının neler olduğunu ve bize, neyi tanıtlamaya yönelik bulunduklarını belirtmeye çalışacağız.
1. Ruh maddeyi yaratır.
Bu, artık biliyoruz, felsefenin temel sorusuna verilen idealist yanıttır; bu, ruhun dünyayı yarattığını kabul eden çeşitli dinlerde yansısını bulan idealizmin ilk biçimidir.
Bu iddia, iki anlama gelebilir.
Ya, Tanrı dünyayı yaratmıştır ve o, bizim dışımızda gerçekten vardır. Bu, teolojinin (Teoloji (Tanrıbilim), Tanrı’yı ve Tanrısal şeyleri inceleyen bilim.) görülegelen idealizmidir.
Ya, Tanrı, bize, hiçbir maddi gerçeğe tekabül etmeyen fikirler vererek, bizde dünya yanılsamasını yaratır. Bu madde bizim ruhumuz tarafından oluşturulmuş bir ürün olduğundan, ruhun tek gerçek olduğunu bize tanıtmak isteyen Berkeley’in maddesizci idealizmidir.
Bunun için idealistler ileri sürerler ki:
2. Dünya bizim düşüncemiz dışında mevcut değildir.
İşte bu, Berkeley’in, şeyler ancak bizim ruhumuzda mevcut olduğu halde biz, onlara, kendilerine özgü olabilecek özellikler ve nitelikler yükleyerek yanılgıya düştüğümüzü kesin olarak söylerken, bize tanıtlamak istediği şeydir.
İdealistlere göre, sıralar ve masalar pekala vardır ama bizim dışımızda değil yalnızca bizim düşüncemizde çünkü:
3. Şeyleri yaratan bizim fikirlerimizdir.
Başka bir deyişle, şeyler, düşüncemizin yansısıdır. Gerçekten de mademki madde yanılsamasını yaratan ruhtur, mademki bizim düşüncemize madde fikrini veren ruhtur, mademki şeyler karşısında duyduğumuz duyumlar şeylerin kendilerinden değil ama yalnız bizim düşüncemizden ileri gelir, dünyanın ve şeylerin gerçekliğinin kaynağı bizim düşüncemizdir, ve buna göre, bizi kuşatan her şey, bizim ruhumuzun dışında mevcut değildir ve ancak bizim düşüncemizin yansısı olabilir ama, Berkeley’e göre, bizim ruhumuz kendi başına, bu fikirleri yaratmak yeteneğinde olamayacağından
ve zaten her istediği fikri (onları kendi kendine yaratabilseydi, bunu başarabileceği için) yaratamadığından, daha güçlü başka bir ruhun bu fikirlerin yaratıcısı olduğunu kabul etmek gerekir. Şu halde bizim ruhumuzu yaratan ve ruhumuzda karşılaştığımız dünya hakkındaki bütün fikirleri bize
buyuran Tanrı’dır.
İşte idealist öğretilerin dayandıkları başlıca tezler ve felsefenin temel sorusuna verdikleri yanıtlar bunlardır. Şimdi de materyalist felsefenin bu soruya ve bu tezlerin ortaya çıkardığı sorunlara verdiği yanıtın ne olduğunu görmeye sıra geldi.
OKUMA PARÇALARI
– Berkeley, Dialogues d’Hylas et de Philonoüs (Hylas ile Philonoüs’ün Diyalogları).
– Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 11-31.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MATERYALİZM
I. Niçin materyalizmi öğrenmemiz gerekir?
II. Materyalizm nereden gelir?
III. Materyalizm nasıl ve niçin gelişti?
IV. Materyalistlerin ilkeleri ve kanıtları nelerdir?
1. Ruhu yaratan maddedir.
2. Madde her ruhun dışında vardır.
3. Bilim, deney yoluyla, şeyleri tanımamıza olanak sağlar.
I. NİÇİN MATERYALİZMİ ÖĞRENMEMİZ GEREKİR?
Gördük ki, varlık ile düşünce arasındaki ilişkiler nelerdir, sorusuna, ancak karşıt ve çelişik iki yanıt olabilir.
Bundan önceki bölümde idealist yanıtı ve idealist felsefeyi savunmak için sunulan kanıtları inceledik.
Şimdi de bu temel soruna (yineleyelim, her felsefenin temelinde bulunan soruna) verilen ikinci yanıtı incelemek ve materyalizmin savunma kanıtlarının neler olduğunu görmek gerekir. Materyalizm, Marksizm’in felsefesi olduğu için, bizim açımızdan ne kadar önemli ise, bunu öğrenmek de o kadar önemlidir.
Öyleyse, bu bakımdan, materyalizmi iyi tanımak zorunludur. İyi tanımak özellikle zorunludur, çünkü bu felsefe anlayışları, çok az bilinmektedir ve tahrif edilmişlerdir. Gene zorunludur, çünkü, eğitimimizle -ilk ya da en yükseği olsun- gördüğümüz öğretimle yaşayış ve düşünüş alışkanlıklarımızla, idealist anlayışlar, farkında olmaksızın hepimizin
içine az ya da çok işlemiştir. (Zaten başka bölümlerde bu olumlamanın birçok örneklerini ve niçin böyle olduğunu göreceğiz.)
Demek ki, Marksizm’i öğrenmek isteyenler için, onun temelini yani materyalizmi bilmek bir zorunluluktur.
II. MATERYALİZM NEREDEN GELİR?
Felsefeyi, genel bir biçimde dünyayı, evreni açıklama çabası olarak tanımladık ama biliyoruz ki, insanlığın bilgi düzeyine göre, bu açıklamalar değişmiştir ve insanlık tarihi boyunca dünyayı açıklamak için iki tutum benimsenmiştir: Bunlardan biri, bir ya da birkaç üstün ruha, doğaüstü güçlere başvuran bilime karşı tutumdur; öteki ise olgulara ve deneylere
dayanan bilimsel tutumdur.
Bu tutumlardan biri idealist filozoflarca, öteki ise materyalistlerce savunulur.
Bunun içindir ki, bu kitabın daha başında materyalizm hakkında edinilecek ilk fikrin, bu felsefenin evrenin bilimsel açıklanışı olduğunu söyledik.
İdealizm, nasıl insanların bilgisizliğinden doğmuşsa -bilgisizliğin, idealist anlayışları paylaşan siyasal ve kültürel güçler tarafından, toplumlar tarihinde nasıl korunduğunu ve sürdürüldüğünü göreceğiz-, materyalizm de bilisizliğe ya da bilmesinlerciliğe karşı savaşımdan doğmuştur.
Bunun içindir ki, bu felsefe uzun süre önlenmeye çalışıldı ve bunun içindir ki, resmi üniversite dünyasında çağdaş biçimiyle (diyalektik materyalizm) ya değeri bilinmedi ya hiç bilinmedi ya da pek az tanındı.
III. MATERYALİZM NASIL VE NİÇİN GELİŞTİ?
Bu felsefeye karşı savaşım verenlerin ve bu öğretinin yirmi yüzyıldan beri hep aynı yerde durduğunu söyleyenlerin iddialarının tersine, materyalizmin tarihi, bize, bu felsefede canlı bir şeyin ve her zaman hareket halinde olan bir şeyin varlığını gösteriyor.
Yüzyıllar boyunca insanların bilimsel bilgileri ilerledi. Düşünce tarihinin başlangıcında Yunan antikçağında bilimsel bilgiler, hemen hemen hiç yok denecek gibiydi; ilk bilginler, aynı zamanda filozof idiler; çünkü o çağda felsefe ve doğmakta olan bilimler, bir bütün oluşturuyordu, biri ötekilerin
uzantısı oluyordu.
Zamanla, bilimler, dünya olaylarının açıklanmasına, idealist filozofların dogmaları ile çelişen ve tedirginlik yaratan bir açıklık getirince, felsefe ile bilimler arasında bir çatışma başladı.
Bu çağın resmi felsefesi ile çelişmekte olan bilimlerin, felsefeden ayrılmaları zorunlu oldu. Böylece, …onların, geleceğin yakın bir çözümü için olgunlaşmış bulunan daha sınırlı sorunları ele almak üzere, felsefenin karmaşık şeyler yığınından kendilerini kurtarmak ve derin varsayımları filozoflara bırakmak ilk işleri oldu. Böylece, felsefe ve … bilimler
arasında bu ayrılma oluştu.
Ancak bilimlerle birlikte doğan, onlara bağlı ve bağımlı olan materyalizm, çağdaş materyalizm ile yani Marks ve Engels’in materyalizmi ile, bilim ve felsefeyi, diyalektik materyalizm içinde yeniden birleştirmek üzere, bilimlerle birlikte ilerledi ve gelişti.
Uygarlığın ilerleyişine bağlı olan bu gelişmeyi ve bu tarihi daha ilerde inceleyeceğiz ama şimdiden, materyalizm ile bilimlerin birbirine bağlı olduklarını ve materyalizmin mutlak olarak bilime bağımlı olduğunu belirtiyoruz, ki bunu akılda tutmak çok önemlidir.
Şimdi, materyalizmin esaslarını, çeşitli biçimler altında materyalist olduğunu ileri süren bütün felsefeler için ortak olan esasları, yerlerine yerleştirmek ve tanımlamak gerekiyor.
IV. MATERYALİSTLERİN İLKELERİ VE KANITLARI NELERDİR?
Bunu yanıtlayabilmek için, felsefenin temel sorusuna, varlık ile düşünce arasındaki ilişkilere yani bunlardan hangisinin daha önemli olduğu sorusuna dönmemiz gerekir.
Materyalistler, her şeyden önce, varlık ile düşünce arasında madde ile ruh arasında belirli bir ilişkinin var olduğunu öne sürerler. Onlara göre, ilk gerçek, ilk şey varlıktır, maddedir ve ruh ise ikinci gerçektir, sonradan gelendir, maddeye bağımlıdır.
Şu halde materyalistlere göre, dünyayı ve maddeyi yaratmış olan Tanrı ya da ruh değildir ama ruhu yaratmış olan dünyadır, maddedir, doğadır:
Tinin kendisi, maddenin en üstün bir ürününden başka bir şey değildir. (Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 24.)
Bunun içindir ki, ikinci bölümde sorduğumuz soruyu tekrar ele alırsak ve düşünme, insana nereden gelir, dersek, materyalistler, insan düşünüyor çünkü onun bir beyni vardır ve düşünce beynin ürünüdür, diye yanıt verirler. Onlara göre, maddesiz, cisimsiz düşünce olamaz.
Bize ne kadar yüce görünürlerse görünsünler, bilincimiz ve düşüncemiz, maddi, bedensel bir organın, beynin ürünlerinden başka bir şey değildir. (agy, s.24)
Buna göre materyalistler için, madde varlık, bizim düşüncemizin dışında var olan gerçek şeylerdir ve var olmak için düşünceye ya da ruha gereksinme duymazlar. Aynı şekilde ruh maddesiz var olamayacağına göre, ölümsüz ve bedenden bağımsız bir ruh da yoktur.
İdealistlerin söylediklerinin tersine, bizi kuşatan şeyler bizden bağımsız olarak mevcutturlar, bize düşüncelerimizi veren onlardır; ve bizim fikirlerimiz, şeylerin bizim beynimizdeki yansısından başka bir şey değildir.
Bunun içindir ki, varlık ile düşünce arasındaki ilişkiler sorusunun ikinci yönü -Bizim çevremizdeki dünya hakkındaki düşüncelerimiz ile bu dünya arasında nasıl bir bağıntı vardır? Bizim düşüncemiz, gerçek dünyayı bilebilecek durumda mıdır? Gerçek dünyaya ilişkin tasarımlarımızda ve
kavramlarımızda gerçekliğin doğru bir yansısını verebilir miyiz? Bu soru, felsefe dilinde düşünce ile varlığın özdeşliği sorunu diye adlandırılır. (agy, s. 22) karşısında materyalistler, şu olumlamada bulunur: Evet, biz dünyayı tanıyabiliriz ve bizim bu dünyaya ilişkin edindiğimiz fikirler, gittikçe daha
doğru olmaktadır, çünkü biz, dünyayı bilimlerin yardımıyla inceleyip öğrenebiliyoruz, çünkü bilimler, sürekli olarak deney yoluyla bizi çevreleyen şeylerin kendilerine özgü ve bizden bağımsız bir gerçekleri olduğunu tanıtlamaktadır ve insanlar daha şimdiden bu şeylerin bir bölümünü yeniden üretebilmekte ve yapay olarak yaratabilmektedirler.
Şu halde özetlemek için şöyle diyeceğiz: Materyalistler, felsefenin temel sorunu karşısında:
1. Ruhu yaratan maddedir ve bilimsel olarak, asla maddesiz ruh görülmedi.
2. Madde her ruhun dışında vardır ve maddenin kendine özgü bir varlığı olduğundan, var olmak için ruha gereksinme duymaz, dolayısıyla idealistlerin söylediklerinin tersine, şeyleri yaratanlar, bizim fikirlerimiz değildir, biz fikirlerimizi şeylerden alırız.
3. Biz, dünyayı tanımak yeteneğindeyiz, maddeden ve dünyadan edindiğimiz fikirler, giderek daha doğru oluyorlar, çünkü bilimlerin yardımıyla daha önce bildiklerimizi kesinleştirebildiğimizi ve bilmediklerimizi de bulabildiğimizi doğrularlar.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KİM HAKLI? İDEALİST Mİ, MATERYALİST Mİ?
I. Sorunu nasıl koymalıyız?
II. Dünyanın yalnızca bizim düşüncemizde var olduğu doğru mudur?
III. Şeyleri bizim fikirlerimizin yarattığı doğru mudur?
IV. Ruhun maddeyi yarattığı doğru mudur?
V. Materyalistler haklıdırlar, bilim, onların iddialarını tanıtlar.
I. SORUNU NASIL KOYMALIYIZ?
Şimdi, idealistlerin ve materyalistlerin tezlerini bildiğimize göre, kimin haklı olduğunu bulmaya çalışacağız.
Anımsayalım ki, her şeyden önce, bu tezler, mutlak olarak birbirine karşı ve birbiriyle çelişiktirler; diğer yandan bu tezlerden birini ya da ötekini savunduğumuz an, savunduğumuz tez, bizi, sonuçları dolayısıyla, çok önemli olan vargılara götürecektir.
Kimin haklı olduğunu bilmek için, iki tarafın kanıtlarını özetlediğimiz üç noktaya başvuracağız.
İdealistler ileri sürüyorlar:
1. Maddeyi yaratan ruhtur;
2. Madde bizim dışımızda mevcut değildir, o halde bizim
için bir yanılsamadan başka bir şey değildir;
3. Şeyleri yaratan bizim fikirlerimizdir.
Materyalistler ise bunun tam tersini ileri sürüyorlar.
İşimizi kolaylaştırmak için, ilkin, ortak görüneni ve bizi
en çok şaşırtanı incelemek gerekir.
1. Dünyanın yalnızca bizim düşüncemizde var olduğu
doğru mudur?
2. Şeyleri bizim fikirlerimizin yarattığı doğru mudur? İşte Berkeley’in maddesizci idealizminin savunduğu iki kanıt, bundan çıkan sonuçlar, bütün Tanrıbilimlerde olduğu gibi üçüncü sorumuzla sonuçlanır:
3. Ruhun maddeyi yarattığı doğru mudur?
Bu üç soru, felsefenin temel sorununa dayandığından, çok önemlidir. Öyleyse, kimin haklı olduğunu, ancak bu soruları tartışarak bulacağız ve bu sorular, materyalistler için özellikle ilginçtir, şu anlamda ki, bu sorulara verilen materyalistçe yanıtlar, bütün materyalist felsefeler için -bu bakımdan
diyalektik materyalizm için de- ortak olan yanıtlardır.
II. DÜNYANIN YALNIZCA BİZİM DÜŞÜNCEMİZDE
VAR OLDUĞU DOĞRU MUDUR?
Bu soruyu incelemeden önce, okumalarımızda sık sık karşılaşacağımız ve kullanacağımız iki felsefe terimini iyice öğrenmeliyiz.
Öznel gerçek (yalnızca bizim düşüncemizde var olan gerçek anlamına gelir.)
Nesnel gerçek (düşüncemizin dışında var olan gerçek anlamına gelir).
İdealistler, dünya nesnel bir gerçek değil ama öznel bir gerçektir, derler.
Materyalistler ise, dünya nesnel bir gerçektir, derler.
Dünyanın ve şeylerin yalnızca bizim düşüncemizde var olduğunu bize tanıtlamak için piskopos Berkeley, onları (renk, büyüklük, yoğunluk gibi) özelliklerine ayrıştırır ve bireylere göre değişen bu özelliklerin, şeylerin kendilerinde değil ama bizim her birimizin ruhunda olduğunu iddia eder. Bundan, maddenin nesnel değil ama öznel olan bir özellikler kümesi
olduğu, dolayısıyla var olmadığı sonucunu çıkarır.
Eğer güneş örneğini tekrar ele alırsak, Berkeley, kırmızı, yuvarlak nesnel gerçeğine inanıp inanmadığımızı bize sorar ve özellikleri, tartışma yöntemi ile, kendi yöntemi ile, güneşin, kırmızı ve yuvarlak olmadığını bize gösterir. Demek ki, güneş nesnel bir gerçek değildir, çünkü, kendi kendine var
değildir ama ancak öznel bir gerçektir, çünkü yalnızca bizim düşüncemizde vardır.
Materyalistler, güneşin, kırmızı, düz bir yuvarlak olarak gördüğümüz için var olduğunu ileri sürmezler, -çünkü bu, çocukların ve gerçeği denetlemek için duyularından başka şeyleri olmayan ilk insanların safça, çocuksu gerçekçiliğidir- ama onlar, güneşin var olduğunu, bilimin yardımıyla
doğrularlar. Bilim, gerçekten de duyularımızın bizi düşürdüğü yanılgıları düzeltmemize olanak verir.
Ama, bu güneş örneğinde sorunu açıkça koymalıyız. Berkeley’le birlikte, biz de güneşin yuvarlak olmadığını, kırmızı olmadığını söyleyeceğiz ama onun çıkardığı sonuçları, güneşi nesnel gerçek olarak yadsımasını kabul etmeyeceğiz.
Şeylerin özelliklerini değil, onların varlığını tartışıyoruz.
Duyularımızın bizi yanıltıp yanıltmadığını, maddi gerçeği bozup bozmadığını anlamak için değil ama bu gerçeğin bizim duyularımızın dışında var olup olmadığını bilmek için tartışıyoruz.
Peki, materyalistler, bu gerçeğin bizim dışımızdaki varlığını kesin olarak söylüyorlar ve onlar kanıtlarını doğrudan doğruya bilimden alıyorlar.
İdealistler haklı olduklarını bize göstermek için ne yapıyorlar? Sözcükler üzerinde tartışıyorlar, büyük söylevler veriyorlar, sayısız sayfalar dolduruyorlar.
Bir an haklı olduklarını varsayalım. Dünya yalnızca bizim düşüncemizde var ise, insanlardan önce var değildi demektir. Biliyoruz ki, bu yanlıştır, çünkü bilim, insanın yeryüzünde çok sonradan ortaya çıktığını bize tanıtlıyor. O zaman, bazı idealistler bize diyecekler ki, insandan önce hayvanlar
vardı ve düşünce, hayvanlarda eğleşebiliyordu ama biz, hayvanlardan önce hiçbir organik yaşamın olanaklı olmadığı, üzerinde oturulmaz bir yeryüzü olduğunu biliyoruz. Daha başkaları da diyecekler ki yalnız güneş sistemi var idiyse ve insanlar mevcut değil idiyse de ruh, Tanrıda mevcuttu.
Böylece idealizmin en yüksek biçimine varıyoruz. Tanrı ile bilim arasında bir seçim yapmamız gerekiyor. İdealizm Tanrısız tutunamaz, desteklenemez, Tanrı ise, idealizmsiz var olamaz.
İdealizm ve materyalizm sorununu, tam şöyle koymak gerekir: Kim haklı? Tanrı mı, bilim mi?
Tanrı, maddenin yaratıcısı salt bir ruhtur, tanıtsız bir iddiadır.
Bilim, pratikle ve deneyle dünyanın nesnel bir gerçek olduğunu bize tanıtlayacak ve şu soruya yanıt vermemize olanak sağlayacaktır:
III. ŞEYLERİ BİZİM FİKİRLERİMİZİN YARATTIĞI DOĞRU MUDUR?
Örneğin, şeylerin nesnel bir gerçek mi, yoksa öznel bir gerçek mi olduğunu, şeyleri yaratanın bizim fikirlerimiz olduğunun doğru olup olmadığını tartıştığımız bir idealistle birlikte, yolun karşısına geçerken, yoldan gelen bir otobüsü alalım. Elbette ki, eğer ezilmek istemiyorsak, her ikimiz de çok dikkatli olacağız, demek ki, pratikte, idealist, otobüsün
varlığını tanımak zorundadır. Ona göre, pratikte nesnel bir otobüs ile öznel bir otobüs arasında bir ayrım yoktur ve bu, o kadar doğrudur ki, pratik, idealistlerin yaşamda materyalist olduklarını tanıtlar.
Bu konuda idealist filozofların ve bu felsefeyi tutanların, kendilerine göre öznel gerçekten başka bir şey olmayan şeyleri elde edebilmek için, bazı nesnel bayağılıklara tenezzül ettiklerini görebileceğimiz sayısız örnekler sayabilirdik.
Zaten bunun içindir ki, artık kimsenin, Berkeley gibi, dünyanın var olmadığını ileri sürdüğü görülmüyor. Kanıtlar artık çok daha ince, kurnazca, çok daha gizli-kapaklı. (İdealistlerin kanıtlama biçimlerine örnek olarak Lenin’in Materyalizm ve Ampiryokritisizm adlı kitabının, Dünya Öğelerinin
Bulunması bölümüne bakınız.) (Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Bölüm I., s. 47 vd.)
Demek ki, Lenin’in söylediği gibi, pratiğin ölçütü ile idealistleri susturmamız olanaklı olacaktır.
Zaten idealistler teori ile pratiğin birbirine denk olmadıklarını, birbirinden apayrı iki şey olduklarını söylemekten geri durmayacaklardır. Bu, doğru değildir. Bir anlayışın, yanlış ya da doğru olduğunu, bize yalnızca pratik gösterecektir.
Otobüs örneği, bize dünyanın nesnel bir gerçekliği olduğunu ve ruhumuz tarafından yaratılmış bir düş olmadığını gösteriyor.
Berkeley’in maddesizcilik teorisi, bilimlerin karşısında tutunamadığına ve pratiğin ölçütüne karşı duramadığına göre, şimdi de idealist felsefelerin, dinlerin, Tanrıbilimlerin hepsinin vardığı sonucu, ruh maddeyi yaratır savını görmek kalıyor.
IV. RUHUN MADDEYİ YARATTIĞI DOĞRU MUDUR?
Daha yukarda da gördüğümüz gibi, idealistlere göre, ruh, en üstün, en yüce biçimini Tanrıda bulmuştur. Tanrı, onların teorisinin son sözü, son yanıtı, vardığı sonuçtur ve bunun içindir ki, ruh-madde sorunu, son tahlilde idealist mi, yoksa materyalist mi, kim haklı, Tanrı mı, bilim mi
biçimine konur.
İdealistler, Tanrının bütün sonsuzluk boyunca var olmuş olduğunu ve hiçbir değişikliğe uğramadığı için her zaman aynı kaldığını söylerler. Tanrı, salt ruhtur, Tanrı için zaman ve uzay (mekan) mevcut değildir. O, maddenin yaratıcısıdır.
İdealistler; Tanrı hakkındaki savlarını savunmak için de herhangi bir kanıt göstermezler.
Maddenin yaratıcısını savunmak için bilimsel bir aklın kabul edemeyeceği bir yığın gizeme başvururlar.
Bilimin kaynaklarına inildiği zaman, görülür ki, ilk insanlar, Tanrı fikrini, kafalarında büyük bilgisizliklerinden dolayı ve bu bilgisizlik ortasında uydurdular. 20. yüzyıl idealistleri ise, sabırlı ve direşken bir çalışmanın bilinmesini olanaklı hale getirdiği tüm şeylerden, ilk insanlar gibi tamamen
habersiz kalmaya devam ettiler. Çünkü, eni sonu, Tanrı, idealistlere göre, açıklanamıyor ve onlar için, geriye hiçbir kanıtı bulunmayan bir inanç kalıyor.
İdealistler, dünyanın bir yaradılışı olması zorunluluğunu tanıtlamak istedikleri zaman, bize, maddenin her zaman var olmadığını aşağı yukarı bir başlangıcı olması gerektiğini söylerken, asla bir başlangıcı olmamış olan bir Tanrıya başvuruyorlar. Bu açıklamanın neresi daha aydınlıktır?
Materyalistler ise kanıtlarını savunmak için, insanların bilgisizliklerinin sınırlarını geride bırakarak gitgide geliştirdikleri bilimden yararlanacaklardı.
Peki, bilim, ruhun maddeyi yaratmış olmasını düşünmemize izin verir mi? Hayır.
Salt bir ruh tarafından yaradılış fikri, anlaşılmaz bir şeydir, çünkü biz, deney ve gözlemimizde böyle bir şey tanımıyoruz. Bunun olanaklı olabilmesi için, idealistlerin dedikleri gibi, ruhun maddeden önce yalnız başına var olması gerekecekti, oysa bilim bunun olanak-dışı olduğunu ve hiçbir zaman
maddesiz bir ruh olmadığını bize tanıtlıyor. Tersine, ruh (akıl) her zaman maddeye bağlıdır ve özellikle insan ruhu (aklı), fikirlerimizin ve düşünmemizin kaynağı olan beyne bağlıdır. Bilim, fikirlerin boşluk içinde var olduklarını kavramamıza izin vermiyor…
Şu halde Tanrı ruhunun var olabilmesi için bir beyin olması gerekecekti. Bunun içindir ki, maddeyi, dolayısıyla insanı yaratan Tanrı değildir ama ruh-Tanrıyı yaratmış olan insan beyni biçimindeki maddedir, diyebiliriz.
Daha ilerde bilimin, bize, bir Tanrıya ya da onun üzerinde zamanın etkisiz olacağı ve kendisinin, sürenin, hareketin ve değişikliğin dışında kalacağı herhangi bir şeye inanmak olanağını verip vermediğini göreceğiz.
Bundan sonra, bir yargıya varabiliriz, felsefenin temel sorununa verdikleri yanıtta.
V. MATERYALİSTLER HAKLIDIRLAR VE BİLİM ONLARIN İDDİALARINI TANITLAR
Materyalistler şunları ileri sürmekte haklıdırlar:
1. Berkeley’in idealizmine ve onun maddesizciliği ardına gizlenen filozoflara karşı, bir yandan dünyanın ve şeylerin bizim düşüncemiz dışında da pekala var olduğunu ve var olmak için bizim düşüncemize gereksinmeleri bulunmadığını; öte yandan, şeyleri, bizim düşüncelerimizin yaratmadığını,
tersine, bize fikirlerimizi şeylerin verdiklerini ileri sürerken,
2. Maddenin ruh tarafından yaratıldığını ileri sürmekle, yani son ısrarda Tanrının varlığını ileri sürmekle ve Tanrıbilimleri savunmakla sonuçlanan bütün idealist felsefelere karşı, materyalistler, bilimlere dayanarak, ruhu, maddenin yarattığını, maddenin yaradılışını açıklamak için Tanrı varsayımın
gereksinme bulunmadığını ileri sürer ve kanıtlarlar.
Not- İdealistlerin sorunları koyuş biçimine dikkat etmeliyiz. Tanrıyı insanın yaratmış olduğunu gördüğümüz halde onlar, insanı Tanrının yarattığını ileri sürerler. Gene biz, gerçekte, tam tersinin doğru olduğunu görürken, onlar, maddeyi, ruhun yarattığını iddia ederler. İşte burada şeylere bakışı, bakış açısını öylesine tersine çeviriş vardır ki, bunu belirtmek zorundayız.
OKUMA PARÇALARI
– V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 72-85; Doğa İnsandan Önce Var mıydı?; s. 85-93: İnsan Beyni ile mi Düşünür?
– Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, İdealizm ve Materyalizm, s. 20 vd..
BEŞİNCİ BÖLÜM
ÜÇÜNCÜ BİR FELSEFE VAR MIDIR?
BİLİNEMEZCİLİK
I. Niçin üçüncü bir felsefe?
II. Bu üçüncü felsefenin ileri sürdüğü kanıtlar.
III. Bu felsefe nereden geliyor?
IV. Vardığı sonuçlar.
V. Bu üçüncü felsefe nasıl çürütülür?
VI. Vargı.
I. NİÇİN ÜÇÜNCÜ BİR FELSEFE?
Bu ilk bölümlerden sonra, bize öyle gelebilir ki, bütün teorileri, iki büyük akım yani idealizm ve materyalizm paylaştığına göre, bütün bu felsefi düşünüş biçimleri ortasında kendi yerimizi bulmak, oldukça kolaydır ve gitgide kanıtların, materyalizm lehine savaştığı kanısı kesinlik kazanıyor.
Öyle görünüyor ki, birkaç incelemeden sonra, bizi, usun (aklın) felsefesine yani materyalizme doğru götüren yolu yeniden bulduk.
Ancak işler bu kadar basit değil. Daha önce de belirttiğimiz gibi, zamanımızın idealistleri, piskopos Berkeley kadar açık yürekli değiller. Onların düşünceleri, çok daha kurnazca bir biçime sokulmuş ve ‘yeni’ terminolojiyle bulanıklaştırılmış böylece, saf kişiler, bu fikirleri, ‘modern’ bir felsefe olarak kabul etmişlerdir. (V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 19)
Gördük ki, felsefenin temel sorusuna, ancak birbirine tamamıyla karşıt, birbiriyle çelişik ve uzlaşmaz iki yanıt verilebilir. Bu iki yanıt, çok açıktır ve hiçbir karışıklığa meydan vermez.
Gerçekten de aşağı yukarı 1710’a kadar, sorun şöyle konuyordu: Bir yanda düşüncemizin dışında maddenin var olduğunu ileri sürenler -bunlar materyalistlerdi; öte yanda Berkeley ile birlikte maddenin varlığını yadsıyanlar, maddenin yalnızca bizde bizim ruhumuzda var olduğunu ileri sürenler- bunlar idealistlerdi.
Ancak bu dönemde bilimler ilerlerken, başka filozoflar da işin içine karıştı; bunlar, bu iki teori arasına bir karışıklık sokan bir felsefe akımı yaratarak, idealistler ile materyalistler arasındaki oy dengesini bozmaya çalıştılar; bir üçüncü felsefenin aranması, bu karışıklığın kaynağı oldu.
II. BU ÜÇÜNCÜ FELSEFENİN İLERİ SÜRDÜĞÜ KANITLAR
Berkeley’den sonra geliştirilerek hazırlanan bu felsefenin esasına göre, şeylerin gerçek doğasını bilmeye çalışmak yararsızdır ve biz, görünüşlerden başka bir şeyi bilemeyiz.
Onun içindir ki, bu felsefeye, bilinemezcilik (agnostisizm) denir. (Yunancada: a, olumsuzluk bildirir; gnostikos, bilinirlik, bilinebilir anlamına gelir; agnostisizm ise, bilinemezcilik demektir.)
Bilinemezcilere göre, dünyanın, gerçekte, ruh mu, yoksa doğa mı olduğu bilinemez. Şeylerin dış görünüşlerini tanımak, bizim için olanaklıdır ama gerçeği tanıyamayız, bilemeyiz.
Güneş örneğini alalım. Daha önce gördük ki, güneş ilk insanların düşündükleri gibi, düz ve kırmızı bir daire değildir. Demek ki, bu daire, bir yanılsamadan, bir görünüşten başka bir şey değildir (görünüş, bizim şeyler hakkında sahip olduğumuz yüzeysel fikirdir, onun gerçeği değildir).
Bunun içindir ki, idealistler ile materyalistlerin, şeylerin madde mi, ruh mu olduklarını, şeylerin bizim düşüncemizin dışında var olup olmadıklarını; bizim için onları tanıyıp bilmenin olanaklı olup olmadığını anlamak için tartıştıklarını dikkate alarak, bilinemezciler, görünüşler pekala bilinebilir,
ama gerçek hiçbir zaman bilinemez diyorlar.
Onlar diyorlar ki, duyularımız bizim şeyleri görmemizi, duymamızı, onların dış görünümlerini, dış yönlerini yani görünüşlerini tanımamızı sağlar; öyleyse bu görünüşler, bizim için mevcuttur; onlar, felsefe dilinde bizim-için-şey denilen şeyi oluştururlar ama biz, bizden bağımsız olan şeyi, kendine özgü ve kendinde-şey denilen şeyi, kendi gerçeği ile tanıyamayız,
bilemeyiz.
Durmaksızın bu konu üzerinde tartışan idealistler ile materyalistler, tıpkı biri mavi, öteki pembe gözlük takıp da karda gezinen ve karın gerçek renginin ne olduğunu tartışan iki adama benzetilebilirler. Varsayalım ki, gözlüklerini hiç çıkaramıyorlar. Bir gün karın gerçek rengini bilebilecekler midir? Hayır. İşte, kimin haklı olduğunu anlamak için tartışan idealistler ile materyalistlerin, biri mavi, öteki pembe gözlük takıyor. Hiçbir zaman gerçeği bilemeyeceklerdir. Kar hakkında kendileri-için bir bilgi edinecekler, her biri kendine göre, kendi tarzında görecektir ama hiçbir zaman kendinde
karı bilemeyeceklerdir. İşte bilinemezcilerin düşünüş tarzları böyledir.
III. BU FELSEFE NEREDEN GELİYOR?
Bu felsefenin kurucuları, Hume (1711-1776) İskoçyalı, Kant (1724-1804) bir Alman’dı. Her ikisi de materyalizm ile idealizmi uzlaştırmaya çalıştılar.
İşte, Lenin’in Materyalizm ve Ampiryokritisizm adlı kitabında aktardığı Hume’un düşünüş tarzından bir parça:
İnsanların doğal içgüdüleriyle ya da doğal yetenekleriyle kendi duygularına güvenmeye eğilimli oldukları ve bizim algılarımıza bağımlı olmayan ve duyarlıkla bezenmiş bütün varlıklarla birlikte ortadan kalktığımız takdirde bile var olacak olan bir dış evrenin varlığı, en ufak bir uslamlama yapmadan
ya da hatta uslamlamaya başvurmadan önce, her zaman varsaydığımız apaçık belli bir şey olarak kabul edilebilir. Ancak bütün insanların bu evrensel ve birincil kanısı, bize, zihnimizde hiçbir şeyin bir simgesi ya da algısı dışında var olamayacağını ve duyumların zihin ve nesne arasında
doğrudan doğruya herhangi bir müdahalede (Intercourse) bulunma yeteneğinden yoksun olarak bu imgelerin içerisinden geçtiği birer kanaldan başka bir şey olmadığını öğreten birazcık felsefeyle hemen sarsılır. Görmekte olduğumuz masa; ondan uzaklaştıkça daha küçük görünür ama bizden bağımsız olarak var olan gerçek masa, değişmez; o halde bizim zihnimiz, masanın imgesinden başka bir şeyi algılamamıştır. Usun gösterdikleri bunlardır.(V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 25-26.)
Görüyoruz ki, Hume, her şeyden önce, sağduyuya uygun geleni yani bize bağımlı bulunmayan dış evrenin varlığını kabul ediyor ama hemen ardından bu varlığı nesnel bir gerçek olarak kabul etmeyi reddediyor. Ona göre, bu varlık, bir imgeden başka bir şey değildir ve bu varlığı, bu imgeyi kaydeden
duyularımız, ruh ile nesne arasında herhangi bir ilişki kurma yeteneğinde değildir.
Kısacası, biz, şeylerin ortasında sanki, perde üzerinde nesnelerin imgesini onların varlığını saptadığımız ama imgelerin kendileri ardında yani perdenin ardında herhangi bir şeyin bulunmadığı bir sinemada yaşıyor gibiyiz.
Şimdi, bizim aklımızın şeyleri nasıl tanıdığı bilinmek istenirse, bu, bizzat zihnin enerjisine ya da bir tür görülemez ve bilinemez bir ruhun varsayımına ya da bizce çok daha az bilinen bir başka nedene bağlı olabilir. (V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 26.)
IV. VARDIĞI SONUÇLAR
İşte göz kamaştırıcı, ayrıca da çok yaygın bir teori. Tarih boyunca, felsefe teorileri arasında çeşitli görünümler altında bu teoriyle karşılaşıyoruz; zamanımızda ise, ona tarafsız kalmak ve bilimsel bir ihtiyatlılık içinde durumunu korumak savında olanlarda rastlıyoruz.
Şu halde bu düşünüş tarzlarının doğru olup olmadığını ve bunlardan hangi sonuçların çıktığını incelememiz gerekir.
Eğer, bilinemezcilerin savundukları gibi, şeylerin gerçek doğasını bilmemiz gerçekten olanaklı değilse, eğer bizim bilgimiz şeylerin görünüşü ile sınırlıysa, o zaman, nesnel gerçeğin varlığını ileri süremeyiz ve şeylerin kendi başlarına var olup olmadıklarını bilemeyiz. Bize göre örneğin, otobüs nesnel bir gerçektir; bilinemezci ise, bize diyor ki, bu kesin değil, bu
otobüsün bir düşünce mi, yoksa bir gerçek mi olduğu bilinemez. Demek ki, düşüncemizin, şeylerin yansısı olduğunu savunmamızı yasaklıyor. Görüyoruz ki, işte burada tam bir idealist düşünüş tarzının ortasındayız, çünkü, şeylerin var olmadıklarını ileri sürmekle, kısaca onların var olup olmadıklarının bilinemeyeceğini ileri sürmek arasındaki fark, pek büyük değildir!
Bilinemezcinin, şeyleri, bizim-için-şeyler ve kendinde-şeyler olarak birbirinden ayırdığını gördük. Demek ki, bizim-için-şeylerin incelenmesi, öğrenilmesi olanaklıdır, bu bilimdir ama kendinde-şeylerin incelenmesi olanaklı değildir, çünkü, bizim dışımızda var olan şeyleri tanıyamayız, bilemeyiz.
Bu düşünüş tarzının sonucu şudur: Bilinemezci, bilimi kabul eder ve ancak, doğadan bütün doğaüstü güçleri çıkarıp atmak koşuluyla bilim yapılabileceğinden, bilim karşısında materyalisttir.
Ancak eklemekte acele eder ki, bilim, bize ancak görünüşleri verir ve öte yandan, gerçekte maddeden başka bir şey bulunmadığını ya da hatta maddenin var olduğunu ya da Tanrı’nın var olmadığını, hiçbir şey tanıtlamaz. İnsan aklı bu konuda hiçbir şey bilemez, öyleyse bu konulara burnunu sokmamalıdır. Dinsel inanç gibi kendinde-şeyleri bilmenin başka yolları varsa, bilinemezci, bunu da bilmek istemez ve bunu tartışma hakkını kendinde bulmaz.
Demek ki, bilinemezci yaşamın gidişine ve bilimin yapısına gelince, materyalisttir ama materyalizmi olumlamaya cüret edemeyen, her şeyden önce idealistlerle sorun çıkarmamaya çalışan ve dinle çatışma haline girmemeye özen gösteren bir materyalisttir. Utangaç bir materyalisttir. (Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Giriş, Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 37.)
Vardığı sonuç şudur ki, bilimin derin değerinden kuşku duymakla ve bilimde yalnızca görünüşleri görmekle, bu üçüncü teori, bize, bilime hiçbir gerçeklik yüklememeyi öğütler ve herhangi bir şeyi öğrenmeye çalışmanın, ilerlemeye katkıda bulunmak için çaba göstermenin, tamamen yararsız
olduğunu ileri sürer.
Bilinemezciler şöyle diyorlar: Eskiden, insanlar, güneşi düz bir daire olarak görüyorlardı ve gerçeğin öyle olduğunu sanıyorlardı; yanılıyorlardı. Bugün, bilim bize, güneşin gördüğümüz gibi olmadığını söylüyor ve her şeyi açıklayacağını ileri sürüyor ama gene biz biliyoruz ki, bilim de bir önceki
gün yaptığını, bugün yıkarak, sık sık yanılıyor. Dün yanlış bugün doğru ama yarın yanlış. Böylece, diye savunuyorlar bilinemezciler, bilemeyiz; akıl, bize kesin hiçbir bilgi. getirmez ve eğer, örneğin dinsel inanç gibi akıldan başka araçlar, bize mutlak olarak kesin bilgiler vermeyi iddia ederlerse,
bilim, bizi bunlara inanmaktan bile alıkoyamayacaktır. Bilime karşı güven ve inancı zayıflatarak, bilinemezcilik, böylece, dinlere geri dönüşü hazırlar.
V. BU ÜÇÜNCÜ FELSEFE NASIL ÇÜRÜTÜLÜR?
Gördük ki, materyalistler, savlarını tanıtlamak için yalnızca bilimden değil ama aynı zamanda bilimlerin denetlenmesine olanak veren deneyimden de yararlanırlar. Pratiğin sağladığı ölçüt sayesinde şeyler bilinebilir, tanınabilir.
Bilinemezciler, bize dış dünya vardır ya da yoktur diye iddia etmek olanağı yoktur, diyorlar.
Oysa, pratik ile dünyanın ve şeylerin var olduklarını biliyoruz. Bizim şeylerden edindiğimiz fikirlerin akla-yatkın, akılsız olmayan fikirler olduğunu, şeylerle kendimiz arasında kurduğumuz ilişkilerin gerçek ilişkiler olduğunu biliyoruz.
Bu nesneleri, onlarda algıladığımız niteliklere göre, kendi yararımıza kullanmaya başladığımız an, duyusal algılarımızın doğruluğunu ya da yanlışlığını yanılmaz bir sınamadan geçirmekteyizdir. Bu algılar yanlışsa, bir nesnenin onlara göre kestirdiğimiz kullanım yolunun da yanlış olması ve
çabamızın boşa gitmesi gerekir ama amacımıza varmayı başarırsak, o nesne ile onun bizdeki ideasının uyuştuğunu anlarsak; nesne, ereğimiz için kendisinden beklediğimizi verirse, o zaman bu, bizim o nesne ve onun nitelikleri üzerine olan algılarımızın kendi dışımızdaki gerçeklikle uyuştuğunun o ölçüde olumlu kanıtıdır ve bir başarısızlığa uğradığımız
zaman, başarısızlığımızın nedenini bulmada genellikle pek gecikmeyiz; kendisine dayanarak iş gördüğümüz algının ya eksik ve yüzlek ya da başka algıların sonuçları ile onların elvermediği bir tarzda birleştirilmiş olduğunu -kusurlu usa vurma dediğimiz şey budur- anlarız. Duyularımızı gerektiği gibi eğitmeye ve kullanmaya ve eylemimizi gerektiği gibi edinilmiş ve kullanılmış algıların belirlediği sınırlar içinde tutmaya ne kadar dikkat edersek, eylemimizin sonucunun, algılarımızla algılanan nesnelerin nesnel doğası arasındaki uyuşmayı gösterdiğini o kadar iyi anlayacağız. Şimdiye
kadar, bilimsel olarak denetlenmiş duyu-algılarımızın, zihnimizde doğaları gereği, dış alem bakımından gerçeklikle çatışmalı idealar yarattığı ya da dış alemle onun bizdeki duyu-algıları arasında bir iç bağdaşmazlık bulunduğu sonucuna varmamıza yol açan tek bir örnek yoktur. (Friedrich Engels,
Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Giriş, s. 38.)
Engels’in tümcesini alarak, çöreğin (varlığının -ç.) kanıtı, onun yenmesindedir (İngiliz atasözü) diyeceğiz. Eğer çörek var olmasaydı ya da bir fikirden başka bir şey olmasaydı, çöreği yedikten sonra açlığımız hiç de giderilmiş olmazdı. Onun için şeyleri tanımamız ve fakirlerimizin gerçeğe uyup uymadıklarını görmemiz pekala mümkündür. Bilimin verilerini deneyim yoluyla ve bilimlerin teorik sonuçlarının pratikteki uygulamaları demek olan sanayi yoluyla denetlememiz olanağı vardır. Eğer biz yapay kauçuk elde edebiliyorsak, bu, bilim, kauçuk olan bu kendinde-şeyi biliyor, tanıyor
demektir.
Şu halde görüyoruz ki, kimin haklı olduğunu anlamaya çalışmak yersiz ve gereksiz değildir, çünkü, bilimin düşebileceği teorik yanılgılar ortasında deneyim, bize, her keresinde gerçekten bilimin haklı olduğunun kanıtını verir.
VI. VARGI
18. yüzyıldan beri, bilinemezcilikten az ya da çok yararlanmış olan çeşitli düşünürlerin, bu felsefeyi, bazen idealizme, bazen da materyalizme doğru çekmiş olduklarını görürüz. Bu düşünürler, Lenin’in dediği gibi, yeni sözcüklerin ardına gizlenerek, hatta kendi düşünce düzenlerini payandalamak için bilimden yararlandıklarını bile ileri sürerek, iki
teori arasında karışıklık yaratmaktan başka bir şey yapmazlar; böylelikle de bazı kişilerin, bilimden yararlandıkları için idealist olmadıklarını ama kanıtlarında ta sonuna kadar gitmeyi göze alamadıkları ve tutarlı olmadıkları için de materyalist olmadıklarını bildirmek olanağını veren rahat bir
felsefe edinmelerine olanak sağlar.
Gerçekten, bilinemezcilik, ‘utangaç’ bir materyalizmden başka nedir? Bilinemezci doğa kavramı, baştan sona materyalisttir. Bütün doğal alem yasalara bağımlıdır ve bir dış etkinin işe karışmasını kesinlikle dışarır. Ancak, bilinemezci, şunu ekler: bilinen evrenin ötesinde yücelerden yüce bir varlığın bulunduğunu ileri sürmemizi de çürütmemizi de sağlayacak hiçbir aracımız yoktur. (Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Giriş, s. 37.)
Bu felsefe, demek ki idealizme yardım ediyor ve bilinemezciler; kendi uslamlamalarında tutarsız olduklarından, sonunda idealizme varıyorlar. Bilinemezciyi kazıyın, diyor Lenin, idealisti bulacaksınız.
Gördük ki, materyalizm ile idealizmden hangisinin haklı olduğu bilinebiliyor.
Şimdi görüyoruz ki, bu iki felsefeyi uzlaştırmak iddiasında olan teoriler, gerçekte idealizmi tutmaktan başka bir şey yapmıyorlar, felsefenin temel sorusuna üçüncü bir yanıt getirmiyorlar, bu bakımdan da üçüncü bir felsefe yoktur.
OKUMA PARÇALARI
– V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 25-27; 145-152.
– F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 20 vd..
– F. Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Giriş, s. 30-55.
İKİNCİ KISIM
FELSEFİ MATERYALİZM
BİRİNCİ BÖLÜM
MADDE VE MATERYALİSTLER
I. Madde nedir?
II. Birbirini izleyen madde teorileri.
III. Materyalistlere göre madde nedir?
IV. Uzay, zaman, hareket ve madde.
V. Vargı.
İLKİN bütün materyalistler için ortak olan fikirleri, bunu izleyerek bütün materyalistlerin idealist felsefelere karşı kanıtlarını belirttikten eni sonu, bilinemezciliğin yanılgısını gösterdikten sonra, şimdi bu bilgilerden sonuçlar çıkaracağız ve aşağıdaki iki soruya kendi yanıtlarımızı getirerek materyalist
kanıtları güçlendireceğiz:
1. Madde nedir?
2. Materyalist olmanın anlamı nedir?
I. MADDE NEDİR?
Sorunun önemi. Ne zaman önümüzde çözümlenecek bir orun olsa, sorularımızı çok açık bir biçimde sormalıyız. Gerçekten, burada doyurucu bir yanıt vermek o kadar kolay bir iş değildir. Bu soruya yanıt verecek duruma gelebilmemiz için, bir madde teorisi yapmamız gerekir.
Genellikle, insanlar, maddenin, kendisine dokunulabilen, dayanıklı ve katı bir şey olduğunu düşünürler. Eski Yunan’da da madde bu biçimde tanımlanıyordu.
Bugün, bilimlerin yardımıyla, biliyoruz ki, bu tanımlama tam değildir.
II. BİRBİRİNİ İZLEYEN MADDE TEORİLERİ
(Amacımız, bilimsel açıklamalara girişmeden, maddeye ilişkin çeşitli teorileri, olabildiğince yalın bir biçimde gözden geçirmektir.)
Eski Yunanlılarda maddenin, sonsuz olarak bölünemeyen, nüfuz edilemeyen dolu bir gerçek olduğu düşünülüyordu. Parçalar, bir andan sonra artık bölünemez deniyordu ve bu parçacıklara atom (atom = bölünmez) adı veriliyordu. Öyleyse bir masa, bir atomlar kümesi, bir atomlar topağıdır. Gene, bu atomların birbirlerinden farklı oldukları düşünülüyordu; zeytinyağının atomları gibi, pürüzsüz ve yuvarlak
atomlar vardı, sirkenin atomları gibi, pürtüklü ve çengelli atomlar vardı.
Bu teoriyi, dünyanın materyalistçe açıklamasını ilk kez denemiş olan antikçağ materyalisti Demokritos kurmuştur. Demokritos, örneğin, insan bedeninin kaba atomlardan oluştuğunu, ruhun ise daha ince atomlar yığını olduğunu düşünüyordu ve Tanrıların varlığını kabul ettiği ama gene de
her şeyi maddeci bir biçimde açıklamak istediği için, Tanrıların
kendilerinin de son derece ince atomlardan oluştuklarını söylüyordu.
19. yüzyılda bu teori büyük bir değişikliğe uğradı.
Gene, maddenin atomlara bölündüğü, atomların da birbirlerini çeken çok katı parçacıklar olduğu düşünülüyordu. Yunanlıların teorisi terk edilmişti ve bu atomlar, artık pürüzsüz ya da çengel biçiminde kabul edilmiyordu ama nüfuz edilmez, bölünmez olduklarını ve birbirlerine karşı bir çekim
hareketine tutulmuş bulundukları savunulmaya devam ediliyordu.
Bugün, atomun nüfuz edilemez ve parçalara ayrılmaz (yani bölünmez) madde tanesi olmadığı ama atomun kendisinin de atom kütlesinin hemen hemen tümünün yoğunlaşmış bulunduğu bir çekirdeğin çevresinde büyük bir hızla dönen ve elektron denilen parçacıklardan (partiküllerden) oluştuğu
tanıtlanıyor. Atomun kendisi nötr ise de elektronlar ve çekirdek bir elektrik yükü ile yüklüdür ama çekirdeğin pozitif yükü, elektronların taşıdığı negatif yüklerin toplamına eşittir. Madde bu atomlardan oluşmuş bir kütledir ve kendisi üzerinde etkiye bir dirençle karşı koyuyorsa, bu kendisini oluşturan parçacıkların hareketi nedeniyledir.
Maddenin elektriğe ilişkin özelliklerinin bulunuşu, özellikle elektronların keşfedilmesi, 20. yüzyılın başında idealistlerin, bizzat maddenin varlığına karşı bir saldırıya geçmelerine yol açtı. Şöyle iddia ediyorlardı: Elektronda maddi olan hiçbir şey yoktur. Elektron, hareket halindeki elektrik yükünden fazla bir şey değildir. Peki, negatif yükte madde yoksa, pozitif çekirdekte neden olsun? Madde yokolmuştur. Yalnızca enerji vardır!
Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm’de (bölüm V) enerji ile maddenin birbirinden ayrılmaz şeyler olduklarını göstererek, şeyleri yerli yerine oturtmuştur. Enerji, maddidir ve hareket, maddenin varoluş biçiminden başka bir şey değildir. Kısacası, idealistler bilimin bulgularını tersine çevirerek yorumluyorlardı. Bilim, maddenin o zamana kadar bilinmeyen
yönlerini, görünümlerini, apaçık bir biçimde ortaya koyar koymaz, idealistler, hemen, madde ile hareketin birbirinden ayrı iki gerçek oldukları sanıldığı zamanlarda kendisi hakkında sahip olunan eski fikre uygun olmadığı bahanesiyle, maddenin var olmadığı sonucunu çıkarıyorlardı.
(Bu bölümün Birbirini İzleyen Madde Teorileri başlığı altındaki ikinci kesimi, Luce Langevin ve Jean Orcel’in yardımıyla yeniden gözden geçirilerek düzeltilmiştir. Madde yapısının incelenmesinde yüzyılın başından bu yana yapılmış olan ilerlemeler hakkında F. Joliot-Curie’ye bakınız: Textes Choisis, Editions Sociales, s. 85-89.)
III. MATERYALİSTLERE GÖRE MADDE NEDİR?
Bu konuda bir ayrım yapmak zorunludur. İlkin şunu
görmek gerekir:
1. Madde nedir?
sonra,
2. Madde nasıldır?
Materyalistler, birinci soruya, madde bizim ruhumuzdan bağımsız, bir dış gerçektir ve var olmak için bizim ruhumuza gereksinmesi yoktur, yanıtını verirler. Lenin bu konuda şöyle der: Madde kavramı, bize duyum içinde verilen nesnel gerçekten başka bir şey ifade etmez (V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 297.)
Şimdi ikinci soruya, yani Madde nasıldır? sorusuna, materyalistler, Buna yanıt vermek bize değil, bilime düşer, diyorlar.
Birinci yanıt, eski çağlardan zamanımıza kadar değişmemiştir:
İkinci yanıt ise değişir ve değişmek zorundadır, çünkü bilimlere, insan bilgilerinin durumuna bağlıdır. Bu, son ve kesin bir yanıt olmuyor.
Görüyoruz ki, sorunu iyi koymak ve idealistlerin iki sorunu birbirine karıştırmalarına izin vermemek mutlaka zorunludur. Bu iki soruyu birbirinden ayırmak, başlıca sorunun birinci soru olduğunu ve bu soruya yanıtımızın, eskiden beri; her zaman değişmez kaldığını göstermek çok gereklidir.
Çünkü maddenin biricik ‘özelliği’, ki felsefi materyalizm onun tanınmasına bağlıdır, nesnel bir gerçeklik olması, zihnimizin dışında var olması özelliğidir. (V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 297.)
IV. UZAY, ZAMAN, HAREKET VE MADDE
Maddenin bizim dışımızda var olduğunu iddia ediyorsak, bunun gerçekliğini gösterdiğimiz için, aynı zamanda biz belirtmiş oluyoruz ki:
1. Madde zaman ve uzay içinde vardır.
2. Madde hareket halindedir.
İdealistler ise, zamanın ve uzayın bizim ruhumuzun fikirleri olduğunu düşünürler (bunu, ilk kez savunan Kant olmuştur). Onlara göre, uzay, şeylere bizim verdiğimiz bir biçimdir ve insan ruhundan doğmuştur. Zaman için de durum aynıdır.
Materyalistler, tersine, iddia ederler ki, uzay bizde değildir ama biz uzayın içinde bulunuyoruz. Gene iddia ederler ki, zaman, yaşamımızın akışının vazgeçilmez koşuludur ve o halde zaman ve uzay, bizim dışımızda var olan maddeden ayrılmazlar.
…her varlığın temel biçimleri uzay ve zamandır ve zaman dışında bir Varlık, uzay dışında bir Varlık denli büyük bir saçmalıktır. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara 1995, s. 106.)
Demek ki, bilinçten bağımsız bir gerçek olduğunu düşünüyoruz. Hepimiz, dünyanın bizden önce de var olmuş olduğuna ve bizden sonra da var olmayı sürdüreceğine inanıyoruz. Dünyanın, var olmak için bize gereksinme duymadığına inanıyoruz. Paris’in bizim doğuşumuzdan önce var olduğu ve
kesin olarak yerle bir edilmedikçe, bizim ölümümüzden sonra da var olacağı inancındayız. Paris’in, kendisini düşünmediğimiz zamanda da var olduğu gibi, hiçbir zaman ayak basmadığımız ve adlarını bile bilmediğimiz on binlerce kentin de bizim haberimiz olmadan var olduklarından eminiz. İnsanlığın genel kanısı bu yoldadır. Bilimler, idealistlerin bütün düzenbazlıklarını sıfıra indiren bu kanıtı, bir açıklığa ve sağlamlığa kavuşturmuşlardır.
Doğa bilimleri, yeryüzünün insanın da başka herhangi bir canlı varlığın da var olmadığı, var olamadığı bir durumda da var olduğunu kesin olarak doğrular. Organik madde çok sonradan gelen bir olgudur, uzun bir evrimin ürünüdür. (V. İ. Lenin, Materyalizm ue Ampiryohritisizm, s. 72.)
Bilimler, bize, maddenin zaman ve uzay içinde var olduğunu tanıtlarken, aynı zamanda maddenin hareket halinde olduğunu da öğretirler. Çağdaş bilimlerin bize sağladıkları bu son belginlik çok önemlidir, çünkü, maddenin hareket yeteneği bulunmadığı, yani eylemsiz olduğu yolundaki eski teoriyi
yıkmaktadır.
Hareket maddenin varoluş biçimidir. Hareketsiz madde maddesiz hareket denli akıl almaz bir şeydir. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 116.)
Biliyoruz ki, dünya, bugünkü durumuyla, her alanda uzun bir evrimin ürünü, bu bakımdan, yavaş ve sürekli bir hareketin ürünüdür. O halde maddenin varlığını ortaya koyduktan sonra, kesinlikle belirtelim ki: Evren hareket
halindeki maddeden başka bir şey değildir ve bu hareket halindeki
madde uzay ve zamandan başka bir şeyin içinde hareket edemez.
(V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 189.)
V. VARGI
Gösterilen bu gerçeklerden şu sonuç çıkıyor ki, Tanrı fikri, evrenin yaratıcısı bir salt ruh fikri anlamsızdır; çünkü, zaman ve uzay dışında bir Tanrı, var olamayacak bir şeydir.
Zaman dışında var olan, yani hiçbir an var olmayan ve uzay dışında var olan, yani hiçbir yerde var olmayan bir Tanrı’ya inanmak için, idealist gizemciliğine katılmak, bu nedenle hiçbir bilimsel denetimi kabul etmemek gerekir.
Materyalistler, bilimin vargılarıyla güçlenmiş olarak, maddenin uzay içinde ve belli bir anda (yani zaman içinde) var olduğunu iddia ederler. O halde evren yaratılmış olamaz, çünkü, Tanrı’ya dünyayı yaratmak için hiçbir an olmamış olan bir an gerekirdi (mademki Tanrı için zaman mevcut
değildir) ve dünyanın hiçten ortaya çıkmış, yani yoktan var edilmiş olması gerekirdi.
Yaradılışı kabul etmek için, demek ki, ilkin evrenin var olmadığı bir anın var olduğunu, sonra da hiçten bir şey çıktığını kabul etmek gerekir ki, bilim bunu kabul edemez.
Görüyoruz ki, idealistlerin kanıtları, bilimlerle karşı karşıya geldiklerinde tutunamazlar; oysa materyalist filozofların kanıtları, bilimlerin kendilerinden ayrılamazlar. Böylece, bir kez daha materyalizm ile bilimleri birbirine bağlayan sıkı ilişkileri belirtmiş oluyoruz.
OKUMA PARÇALARI
– F. Engels, Anti Dühring, s. 116.
– V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Üçüncü
Bölüm, s. 153-161; Beşinci Bölüm, s. 277-349.
İKİNCİ BÖLÜM
MATERYALİST OLMAK NE DEMEKTİR?
I. Teori ile pratiğin birliği.
II. Düşünce alanında materyalizm yanlısı olmak ne demektir?
III. Pratikte nasıl materyalist olunur?
a) Sorunun birinci yönü.
b) Sorunun ikinci yönü.
IV. Vargı.
I. TEORİ İLE PRATİĞİN BİRLİĞİ
Yürüttüğümüz incelemenin amacı, Marksizm’in ne olduğunu tanıtmak, materyalist felsefenin diyalektik materyalizm haline gelerek, Marksizm’le nasıl özdeşleştiğini göstermektir. Daha önceden biliyoruz ki, bu felsefenin temellerinden biri, teori ile pratik arasındaki sıkı bağdır.
Materyalistlere göre maddenin ne olduğunu ve maddenin nasıl olduğunu gördükten sonra, yani bu iki teorik sorudan sonra, materyalist olmanın ne anlama geldiğini, yani materyalistin nasıl davrandığını söylemek zorunludur. Bu da bu sorunların pratik yanıdır.
Materyalizmin esası, düşüncenin kaynağı olarak, varlığı kabul etmektir ama sürekli olarak bunu yinelemek yeterli midir? Materyalizmin tutarlı, gerçek bir yanlısı olmak için:
1. Düşünce alanında;
2. Eylem alanında materyalist olmak gerekir.
II. DÜŞÜNCE ALANINDA MATERYALİZM YANLISI OLMAK NE DEMEKTİR?
Düşünce alanında materyalizm yanlısı olmak, materyalizmin temel formülünü, yani varlığın düşünceyi yarattığı formülünü ve bu formülün nasıl uygulanabileceğini bilmektir.
Varlık düşünceyi yaratır dediğimiz zaman, soyut bir formülü dile getirmiş oluyoruz, çünkü, varlık ve düşünce sözleri soyut sözlerdir. Burada varlık dendiği zaman, söz konusu olan, genel olarak varlıktır; düşünce dendiğinde de genel olarak düşünce denmek isteniyor. Varlık genel olarak düşünce
gibi, öznel bir gerçektir. (Birinci Kısım, Dördüncü Bölüm, öznel gerçek ile nesnel gerçeğin açıklamasına bakınız); öznel gerçek mevcut değildir, bu bir soyutlamadır. O halde Varlık düşünceyi yaratır demek, soyut bir formüldür; çünkü, soyutlamalardan oluşmuştur.
Bunun gibi, örneğin, atları çok iyi tanıyoruz ama attan, söz ettiğimiz zaman, genel olarak at demek istiyoruz; öyleyse genel olarak at bir soyutlamadır.
Eğer atın yerine genel olarak insanı ya da varlığı koyacak olursak, bunlar da gene soyutlamalardır.
Ama, genel olarak at mevcut değilse, nedir var olan? Özel olarak atlar. Ben genel olarak atlara bakıyorum, özel olarak atlara değil diyen bir veteriner, herkesi kendine güldürür, insanlar hakkında aynı şeyleri söyleyecek bir doktor için de durum aynıdır.
Öyleyse, genel olarak varlık yoktur ama, özel nitelikleri olan özel varlıklar vardır. Düşünce için de durum aynıdır.
Diyeceğiz ki, öyleyse, genel olarak varlık soyut bir şeydir. Özel varlık somut bir şeydir; genel olarak düşünce ve özel düşünce için de durum aynıdır.
Materyalist, varlığın nerede olduğunu, düşüncenin nerede olduğunu, bütün durumlarda tanımasını ve somutlaştırmasını bilen kimsedir.
Örnek: beyin ve fikirlerimiz.
Genel soyut formülü, somut bir formüle dönüştürmeyi bilmemiz gerekir. Demek ki, materyalist, beyni varlık olarak ve fikirlerimizi düşünce olarak özdeşleştirecektir. Şöyle düşünecektir: Fikirlerimizi (düşünceyi) yaratan beyindir (varlıktır). Bu, basit bir örnektir ama biz, şimdi daha karmaşık
bir örneği, insan toplumu örneğini ele alalım ve bir materyalistin
nasıl uslamlayacağını görelim.
Toplum yaşamı ana çizgileriyle bir ekonomik yaşamdan ve bir siyasal yaşamdan oluşur. Ekonomik yaşam ile siyasal yaşam arasındaki ilişkiler nelerdir? Somut bir formül haline getirmek istediğimiz bu soyut formülün birinci etkeni nedir?
Materyaliste göre birinci etken, yani varlık, toplumu toplum yapan, ona can veren, ekonomik yaşamdır. İkinci etken, yani düşünce, varlık tarafından yaratılmış olan ve ancak onunla yaşayabilen siyasal yaşamdır.
Demek ki, materyalist, mademki siyasal yaşam, ekonomik yaşamın bir ürünüdür, ekonomik yaşam, siyasal yaşamı açıklar diyecektir.
Burada özeti yapılan bu gözlem, tarihsel materyalizmin köküdür ve ilk kez Marks ve Engels tarafından yapılmıştır.
İşte daha ince bir başka örnek: ozan. Elbette ki, ozanı açıklamak için sayısız öğeler işin içine karışır ama biz, burada bu sorunun bir yönünü göstermek istiyoruz.
Genellikle denilecektir ki, ozan (şiir) yazar; çünkü esin, onu yazmaya iter. Böyle söylemek, ozanın, neden şunu değil de daha çok bunu yazdığını açıklamaya yeter mi? Hayır.
Kuşkusuz, ozanın kafasında düşünceler vardır ama ozan, aynı zamanda toplum içinde yaşayan bir varlıktır. Göreceğiz ki, ilk etken, ozana kendi özel yaşamını veren toplumdur; ikinci etken, ozanın beyninde taşıdığı fikirlerdir. O halde öğelerden biri, ozanı açıklayan temel öğe, toplum, yani ozanın bu toplum içinde yaşadığı ortam olacaktır. (Ozan ile diyalektiği
okuduğumuz zaman tekrar karşılaşacağız, çünkü o zaman bu sorunu iyice inceleyebilmek için bütün öğelere sahip olacağız.)
Biz, örneklerle görüyoruz ki, materyalist, materyalizmin formülünü her zaman ve her yerde her an ve bütün durumlarda uygulamayı bilir.
III. PRATİKTE NASIL MATERYALİST OLUNUR?
a) Sorunun birinci yönü.
Yukarda gördük ki, üçüncü bir felsefe yoktur ve eğer materyalizmin uygulanmasında tutarlı olunmazsa, ya idealist olunur ya da idealizm ve materyalizm karması gibi bir şey elde edilir.
Burjuva bilgini, incelemelerinde ve deneylerinde her zaman materyalisttir. Bu normaldir, çünkü, bilimde ilerlemek için madde üzerinde çalışmak gerekir ve eğer bilgin, gerçekten, maddenin yalnızca kendi ruhunda var olduğunu düşünseydi, deney yapmayı yersiz, gereksiz bulurdu.
Öyleyse birçok bilgin türü vardır.
1. Tutarlı ve bilinçli materyalist olan bilginler.
(Bakınız: P. Langevin, La Pensee et L’action, Editeurs Français
Reunis, Paris.)
2. Bilmeden materyalist olan bilginler; yani hemen hemen hepsi, çünkü, maddenin varlığını tanımadan bilim yapmak olanağı yoktur ama, bu sonuncular arasında ayrım yapmak gerekir:
a) Materyalizmi izlemeye başlayanlar ama yarı yolda kalanlar, çünkü, bunlar materyalist olduklarını söylemeyi göze alamazlar; bunlar Engels’in utangaç materyalistler dediği bilinemezcilerdir.
b) Tutarsız ve bilmeden materyalist olan bilginler. Onlar, laboratuarda materyalisttir ama işlerinden çıktıklarında idealist, imanlı ve dindar olurlar.
Gerçekte, bu son söylediklerimiz, fikirlerinde bir düzen sağlamayı becerememişler ya da sağlamak istememişlerdir. Kendi kendileriyle sürekli olarak çelişki halindedirler. Zorunlu olarak materyalistçe olan çalışmalarını, felsefe anlayışlarından ayrı tutarlar. Bunlar bilgindir ama gene de
her ne kadar maddenin varlığını kesin olarak yadsımasalar da şeylerin gerçek içeriğini bilmenin gereksiz olduğunu düşünürler ki, bu de pek bilimsel bir tutum değildir. Bunlar, bilgindir ama gene de hiçbir tanıta gerek duymadan, olanaksız şeylere inanırlar. (Örneğin Pasteur Branly ve daha
başkaları, bilgin olmalarına karşın, Tanr’ya inanıyorlardı, eğer bir bilgin tutarlı ise dinsel inancından vazgeçmelidir.)
Bilim ve (dinsel) inanç, kesin olarak birbirine karşıdır.
b) Sorunun ikinci yönü.
Materyalizm ve eylem: Gerçek materyalistin, bu felsefenin temeli olan formülü, her yerde ve her durumda uygulayan kişi olduğu doğru ise, bunu iyi uygulamaya çok dikkat etmelidir.
Şimdi gördüğümüz gibi, tutarlı olmak gerekir ve tutarlı bir materyalist olmak için de materyalizmi eyleme aktarmak gerekir.
Pratikte materyalist olmak, gerçeği birinci ve en önemli etken olarak, düşünceyi ise ikinci etken olarak alıp, materyalizm felsefesine uygun bir biçimde davranmaktır.
Hiç akıllarına getirmeden düşünceyi birinci etken olarak alanlar ve böyle aldıkları anda bilmeksizin idealist olanların nasıl bir tutum takındıklarını göreceğiz.
1. Dünyada sanki tek başına imiş gibi yaşayanlara ne denir? Bireyci. O, kabuğuna çekilmiş olarak yaşar; dış dünya, yalnızca onun için vardır. Onun için önemli olan kendisi ve kendi düşüncesidir. O, salt bir idealisttir ya da tekbenci (solipsiste) denilen adamdır. (Bu sözün anlamı için, Birinci Kısım,
İkinci Bölüme bakınız.)
Bireyci bencildir ve bencil olmak, materyalist bir davranış değildir. Bencil, evreni, kendi kişiliğinde sınırlandırır.
2. Öğrenmeye hevesli, öğrenme zevki için öğrenen kimse; öğrenmeyi pek benimser, öğrenmekte de güçlük çekmez ama öğrendiklerini yalnızca kendine saklar. Kendisine ve kendi düşüncesine her şeyden çok önem verir.
İdealist, dış dünyaya, gerçeğe kapalıdır. Materyalist ise, her zaman gerçeğe açıktır; onun için, Marksizm kurslarını izleyenler ve kolayca öğrenenler, öğrendiklerini başkalarına aktarmaya çalışmalıdır.
3. Her şeyi kendine göre düşünen kişi, idealist bir bozulmaya uğrar.
O, örneğin, kendisi hakkında hoş olmayan şeyler söylenmiş bulunan bir toplantı için, kötü bir toplantı diyecektir. Şeyleri böylece çözümlememek gerekir; toplantıyı kendine göre değil ama örgüte göre, toplantının amacına göre yargılamak gerekir.
4. Sektarizm de materyalist bir tutum değildir. Çünkü, sekter (bağnaz) kişi, sorunları anlamıştır, kendi kendisiyle uyum içinde olduğundan, başkalarının da kendisi gibi olması gerektiğini iddia eder. Bu da gene kendi kendine ve kendi kliğine en büyük önemi vermek demektir.
5. Doktriner de metinleri okumuştur, bu metinlerden tanımlamalar çıkarmıştır ama materyalist metinleri aktarmakla yetindiği ve yalnızca bu metinlerle oturup kalktığı zaman, gene idealist olur, çünkü o zaman da gerçek dünya kaybolur. O, öğrendiği formülleri, gerçeğe uygulamadan yineleyip durur. En büyük önemi, metinlere, fikirlere verir. Yaşam onun bilincinde metinler biçiminde olup biter ve genellikle doktrinerlerin, aynı zamanda sekter olduğu da görülür.
Devrimin bir eğitim sorunu olduğunu sanmak ve devrimin zorunluluğu, işçilere bir kez iyice anlatılınca, işçiler bunu anlamalıdırlar, eğer anlamak istemiyorlarsa, ille de devrim yapmaya çalışmak gereksizdir demek de sekterliktir, materyalist bir tutum değildir.
İnsanların anlamadıkları durumları saptamalı, neden böyle olduğunu araştırmalı, baskıyı, burjuva gazetelerinin, radyo ve sinemanın propagandasını gözlemeli ve bildiriler, broşürler, gazeteler ve okullar aracılığıyla ne istediğimizi anlatmak için elden gelen bütün yolları araştırmalıyız.
Gerçek duygusuna sahip olmamak, bulutlar üstünde yaşamak, durumları ve gerçekleri hiç hesaba katmadan pratiğe ilişkin tasarılar yapmak, gerçekleşebilir olup olmadıklarına bakmadan güzel tasarılara birinci derecede önem vermek, idealistçe bir tutumdur. Durmadan eleştirenler ama
işlerin daha iyi yürümesi için hiçbir şey yapmayanlar, hiçbir çözüm önermeyenler, kendi kendilerine karşı eleştiri duygusundan yoksun olanlar, işte bütün bunlar, tutarlı olmayan materyalistlerdir.
IV. VARGI
Bu örneklerle, görüyoruz ki, her birimizde az ya da çok bulunabilen bu kusurlar, idealistçe kusurlardır. Biz, bu gibi kusurlara tutuluyoruz, çünkü biz pratiği teoriden ayırıyoruz ve bizi etki altında tutan burjuvazi, gerçeğe önemini vermememizden hoşlanıyor. İdealizmi tutan burjuvaziye göre, teori
ile pratik tamamen birbirinden ayrı, birbiriyle hiçbir ilişkisi olmayan iki şeydir. Öyleyse bu kusurlar zararlıdır ve biz onlara karşı savaşım vermeliyiz, çünkü sonunda bunlar, burjuvazinin işine yarar. Kısaca, toplumun, eğitimimizin ve kültürümüzün teorik temellerinin bizde yarattığı ve daha çocukluğumuzda içimize kök salmış bu kusurların, burjuvazinin
eseri olduğu ortaya çıkmalı ve onlardan kurtulmalıyız.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MATERYALİZMİN TARİHİ
I. Bu tarihi öğrenme zorunluluğu.
II. Marksizm-öncesi materyalizm.
1. Yunan antikçağı.
2. İngiliz materyalizmi.
3. Fransa’da materyalizm.
4. 18. yüzyıl materyalizmi.
III. İdealizm nereden gelir?
IV. Din nereden gelir?
V. Marksizm-öncesi materyalizmin değerleri.
VI. Marksizm-öncesi materyalizmin kusurları.
Buraya kadar genel olarak materyalizmin ne olduğunu ve bütün materyalistler için ortak olan fikirlerin neler olduklarını inceledik. Şimdi de materyalizmin, çağdaş materyalizme varıncaya kadar, antikçağdan beri nasıl geliştiğini göreceğiz. Kısacası, materyalizmin tarihini, baştan sona kısaca gözden geçireceğiz.
Burada olduğu gibi, birkaç sayfa içinde materyalizmin tarihinin 2 bin yılını açıklamak gibi bir iddiamız yok; yalnızca okura yol gösterecek olan genel bilgileri vermek istiyoruz.
Bu tarihi, kısaca da olsa, iyi incelemek için, şeylerin niçin böyle ortaya çıkmış olduklarını, her an görmekten kaçınılmamalıdır. Bu yöntemi uygulamamaktansa, bazı tarihsel adları anmadan atlayıp geçmek, daha iyidir ama okurlarımızın kafalarını bir sürü adla doldurmak istememekle birlikte, kendilerince az çok bilinen belli başlı materyalist filozofları
tarih sırasına göre anmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Bu nedenle, işi basitleştirmek için, bu ilk sayfaları, konunun sırf tarihsel yanına ayıracağız, sonra, bu bölümün ikinci kısmında materyalizmin evriminin niçin bilinen gelişme biçimini geçirmesi gerektiğini göreceğiz.
I. BU TARİHİ ÖĞRENME ZORUNLULUĞU
Burjuvazi, materyalizmin tarihini sevmez ve bunun içindir ki, burjuva kitaplarında öğretilen bu tarih, tamamen eksik ve her zaman yanlıştır. Bu tarihi tahrif için çeşitli yollar kullanılır:
1. Büyük materyalist düşünürler bilmezlikten gelinemediğine göre, bu düşünürler, materyalist incelemeleri dışında ne yazmışlarsa onlardan söz edilerek anılır ve bunların materyalist filozoflar olduklarını söylemek unutulur.
Liselerde ya da üniversitelerde okutulan felsefe tarihinde böyle unutma olaylarına pek çok rastlanır ve biz örnek olarak, Marks ve Engels’ten önce en büyük materyalist düşünür olan Diderot’yu anacağız.
2. Tarih boyunca, tutarsız ya da bilmeksizin materyalist olan sayısız düşünür yaşamıştır. Yani onlar bazı yazılarında materyalist, bazı yazılarında ise idealist idiler, örneğin Descartes gibi.
Oysa, burjuvazi tarafından yazılan tarih, bu düşünürlerin, yalnızca materyalizmi etkilemekle kalmamış, aynı zamanda bu felsefeden tam bir akımın doğmasını sağlayan materyalist düşüncelerini karanlıkta bırakmıştır.
3. Sonra, eğer bazı düşünürleri gözlerden gizlemede bu iki tahrif yöntemi başarı sağlamazsa, bu düşünürler düpedüz hasıraltı edilir.
İşte böylece, çağının büyük düşünürleri olan Holbach ve Helvetius bilinmeden, 18. yüzyılın edebiyat ve felsefe tarihi öğretilir.
Bu niçin böyledir? Çünkü materyalizmin tarihi, dünyanın sorunlarını anlamak ve bilmek için özellikle öğreticidir ve çünkü, materyalizmin gelişmesi, yönetici sınıfların ayrıcalıklarını destekleyen ideolojiler için uğursuz bir gelişmedir.
Materyalizmin capcanlı ve her zaman hareket halinde bir şey olmasına karşın, burjuvazinin onu yirmi yüzyıldır değişmemiş, donup kalıplaşmış bir öğreti gibi sunmasının nedenleri bunlardır.
Nasıl idealizm bütün bir dizi gelişim evrelerinden geçmişse, materyalizm de geçmiştir. Materyalizm, doğa bilimleri alanında çağ açan her yeni buluş ile kaçınılmaz olarak biçimini değiştirmek zorundadır. (Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 25.)
Özet olarak da olsa, materyalizmin tarihini incelemenin gereğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Bu incelemeyi yapmak için, 1 başlangıçtan (Yunan antikçağından) Marks ve Engels’e kadar; 2 Marks ve Engels’in materyalizminden günümüze kadar olan iki dönemi birbirinden ayırmalıyız. (Bu ikinci kısmı, diyalektik materyalizm ile birlikte inceleyeceğiz.)
Birinci döneme, Marksizm-öncesi (preMarksiste) materyalizm diyoruz, ikincisine Marksist materyalizm ya da diyalektik materyalizm diyoruz.
II. MARKSİZM-ÖNCESİ MATERYALİZM
1. Yunan antikçağı.
Materyalizmin, her zaman bilimlere bağlı ve bilimlerle birlikte evrim gösteren ve ilerleyen bir öğreti olduğunu anımsayalım. Yunan antikçağında İÖ 6 ve 5. yüzyıllarda bilimler, fizikçilerle birlikte boy vermeye başladığı zaman, bu çağın (Thales, Anaksimenes, Heraklitos gibi) en iyi düşünür
ve filozoflarını kendine çeken materyalist bir akım da ortaya çıkıyor. Bu ilk filozoflar, Engels’in dediği gibi, ister istemez diyalektikçi olacaklardır. Bunlar, her yerde hareket, her yerde değişiklik bulunması ve şeylerin birbirlerinden ayrı, tek başlarına değil ama birbirleriyle sıkıca bağlı olduğu
olgusuyla etkilendiler.
Diyalektiğin babası denilen Heraklitos şöyle diyordu:
Hiçbir şey hareketsiz değildir; her şey akar; aynı ırmakta iki kez yıkanılamaz, çünkü ırmak ardı ardına gelen iki an içinde asla aynı ırmak değildir; bir andan ötekine değişmiştir; başka olmuştur.
Heraklitos, ilk olarak, hareketi, değişmeyi açıklamaya çalışır ve şeylerin evriminin nedenlerini çelişkide görür.
Bu ilk filozofların anlayışları doğruydu ama gene de bu anlayışlar bırakıldı, çünkü bu anlayışları önsel (a priorz) olarak formüle etmekle haksız bir duruma düşüyorlardı; bir başka deyişle, bu çağın bilimlerinin durumu, onların ileri sürdükleri fikirleri tanıtlamaya elverişli değildi. Öte yandan
diyalektiğin açılıp gelişmesi için zorunlu olan toplumsal koşullar (bunların neler olduklarını daha ilerde göreceğiz), henüz gerçekleşmemişti.
Ancak çok sonra, 19. yüzyıldadır ki, diyalektiğin doğruluğunu tanıtlamaya (toplumsal ve düşünme düzeyi bakımından) olanak veren koşullar gerçekleşeceklerdir.
Başka Yunan düşünürlerinin de materyalist anlayışları oldu: Demokritos’un hocası olan Leucippos (İÖ 5. yüzyıl) daha o zaman, Demokritos’un teorisini kurduğu atomlar sorununu tartışıyordu.
Demokritos’un öğretilisi Epiküros (İÖ 341-270), felsefesi ortaçağ kilisesi tarafından tamamen tahrif edilmiş olan çok büyük bir düşünürdür. Kilise, felsefi materyalizme karşı kini yüzünden, Epiküros’un öğretisini, son derece ahlaka aykırı ve bayağı tutkuları savunan bir öğreti olarak sunmuştur. Gerçekte ise, Epiküros, dünya zevklerinden elini eteğini çekmiş bir kişi idi ve onun felsefesi, insan yaşamına, bilimsel (dolayısıyla dine karşı) bir temel kazandırmayı hedef alıyordu.
Bütün bu filozoflar, felsefenin, insanlığın yazgısına bağlı olduğu bilincine sahiptiler ve biz, orada daha şimdiden onlar tarafından, materyalizme karşı çıkan resmi teoriye bir muhalefet yürütüldüğünü saptıyoruz.
Ancak antikçağ Yunanistan’ına büyük bir düşünür egemendir. Bu, daha çok idealist olan Aristoteles’tir. Etkisi çok büyük olmuştur. Bu nedenle, onu, özellikle anmamız gerekir. Aristoteles, o çağın, yeni bilimlerin yarattığı boşluklarla dolup taşan insan bilgilerinin bir envanterini hazırlamıştır.
Evrensel bir kafaya sahip olarak bütün konular üzerinde sayısız kitaplar yazmıştır. Yalnızca idealist eğilimleri anılan ama materyalist ve bilimsel yönleri üzerinde durulmayan Aristoteles, bilgisinin evrenselliği ile ortaçağın sonuna kadar, yani yirmi yüzyıl boyunca, felsefe anlayışları üzerinde
çok etkili oldu.
Demek ki, bu dönem boyunca, antikçağ geleneği izlendi ve ancak Aristoteles ile düşünüldü amansız bir baskı, başka türlü düşünenleri kasıp kavuruyordu ama her şeye karşın; ortaçağın sonlarına doğru, maddeyi yadsıyan idealistler ile maddi bir gerçeğin var olduğunu düşünenler arasında bir savaşım başladı.
11 ve 12. yüzyıllarda Fransa’da özellikle İngiltere’de bu çekişme sürdü.
Başlangıçta, materyalizmin geliştiği başlıca ülke, İngiltere’dir. Marks şöyle der:
Materyalizm, Büyük Britanya’nın gerçek çocuğudur. (K. Marks- F. Engels, Kutsal Aile, Sol Yayınları, Ankara 1994, s. 171.)
Kısa bir süre sonra, materyalizm, Fransa’da açılıp gelişecektir. Kısacası, 15 ve 16. yüzyıllarda iki akımın, İngiliz materyalizmi ile Fransız materyalizminin ortaya çıktığını görüyoruz ki, bu iki akımın birleşmesi, 18. yüzyıl materyalizminin gelişmesine çok büyük bir katkıda bulunacaktır.
2. İngiliz materyalizmi.
İngiliz materyalizminin gerçek atası Bacon’dır. Doğa deneyine dayanan bilim, onun gözünde gerçek bilimi oluşturur ve duyulur fizik, gerçek bilimin en soylu parçasıdır. (Marks-Engels, Kutsal Aile, s. 172.)
Bacon, bilimlerin incelenmesinde deneysel yöntemin kurucusu olarak ün yapmıştır. Onun için önemli olan, bilimi, doğanın büyük kitabında okumaktır ve bu, bilimin, Aristoteles’in birkaç yüzyıl önce bıraktığı kitaplarda arandığı bir çağda özellikle ilginçtir.
Örneğin fizik incelemesi yapmak için şöyle bir yol izleniyordu: Belirli bir konuda Aristoteles’in yazdığı parçalar alınıyordu; sonra, büyük bir Tanrıbilimci olan Aquinolu Thomas’ın kitapları alınıyor ve Aquinolu Thomas’ın, Aristoteles’in parçaları üzerine yazdıkları okunuyordu. Profesör ise, kişisel bir yorum yapmıyor, hele ne düşündüğünü hiç söylemiyordu,
ama Aristoteles’i ve Thomas’ı yineleyen üçüncü bir kitaba uyuyordu. İşte ortaçağın skolastik denilen bilimi bu idi: Bu, kitabi bir bilimdi, çünkü yalnızca kitaplarda inceleniyordu.
İşte Bacon, doğanın büyük kitabını incelemeye çağrıda bulunarak, bu skolastiğe, bu donmuş öğrenime karşı çıkıyordu.
Bu çağda bir soru soruluyordu:
Fikirlerimiz nereden geliyor? Bilgilerimiz nereden geliyor? Her birimizin fikirleri var, ev fikri gibi. Materyalistler, bize fikir, evler var olduğu için gelir derler. İdealistler ise, bize ev fikrini Tanrı’nın verdiğini düşünürler. Bacon da fikrin yalnızca şeyler görüldüğü ya da şeylere dokunulduğu için var olduğunu söylüyor ama bunu, henüz tanıtlayamıyordu.
Fikirlerin deneyimden nasıl geldiğini tanıtlamaya ilk girişen Locke ( 1632-1704) olmuştur. Locke, bütün fikirlerin deneyimden geldiğini ve bize, fikirlerimizi yalnız deneyimin verdiğini gösterdi. İlk masa fikri, insana, daha masa olmadan önce gelmiştir, çünkü, o deneyiyle, daha önce de bir ağaç
kütüğünü ya da bir taşı masa gibi kullanıyordu.
İngiliz materyalizmi, Locke’un fikirleri ile, 18. yüzyılın ilk yarısında Fransa’ya geçer; çünkü, bu felsefe, İngiltere’de özel bir biçimde gelişmekte iken, Fransa’da da materyalist bir akım oluşmaktaydı.
3. Fransa’da materyalizm.
Descartes’tan (1596-1650) başlayarak, Fransa’da da açıkça materyalist bir akımın doğuşuna yer verilebilir. Descartes’ın bu felsefe üzerinde büyük bir etkisi olmuştur ama genellikle, ondan söz edilemez.
Feodal ideolojinin, bilimlerin içinde bile capcanlı olduğu, gördüğümüz gibi skolastik bir biçimde inceleme yapıldığı bu çağda Descartes, bu durumla savaşıma girişti.
Dinsel anlayış, feodal ideolojinin içine işlemiştir. Bu bakımdan feodal ideoloji, kilisenin, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak, gerçeği tekelinde bulundurmasına dikkat eder. Buradan çıkan sonuç şudur ki, düşüncesini, kilise öğreniminin buyruğuna bağımlı kılmayan hiç kimse, herhangi bir
doğru ileri süremez. Descartes, bu anlayışı topa tutuyor. Elbette ki, kiliseye, kilise olarak saldırmaz ama yüreklilikle, her insanın, inansın ya da inanmasın, aklının (doğal ışığın) deneyimiyle gerçeğe ulaşabileceğini öğretir.
Descartes, Yöntem Üzerine Konuşmalar (Discours de la methode) adlı kitabının daha başında Sağduyu, herkesin en iyi paylaştığı şeydir diye açıklar. Bu nedenle, herkes bilim önünde eşit haklara sahiptir ve örneğin, o zamanın hekimliğinin güzel bir eleştirisini (Moliere’in Hastalık Hastası, Descartes’ın eleştirilerinin bir yankısıdır) yapıyordu, çünkü bilimin gerçek bir bilim olması için, tek kanıtları Aristoteles ve Aziz Thomas olan ve kendi zamanına kadar öğretilenin terk edilerek doğanın araştırılması üzerine kurulmuş gerçek bir bilim olmasını istiyordu.
Descartes, 17. yüzyılın başında yaşıyordu; bunu izleyen yüzyılda devrim patlak vermişti, bu nedenle denilebilir ki, o, yeni bir dünyaya, doğmakta olan dünyaya girmek üzere, kaybolmakta olan bir dünyadan çıkıyordu. Bu durum, Descartes’ı bir uzlaştırıcı yapar; o, materyalist bir bilim yaratmak
ister ama aynı zamanda da idealisttir, çünkü dini kurtarmak ister.
Onun çağında niçin yaşayan hayvanlar vardır? diye bir soru sorulduğu zaman, Tanrıbilimin hazır yanıtlarına tamamen uygun olan, çünkü onları yaşatan bir ilke vardır, diye karşılık verilirdi. Descartes, tersine, hayvan yaşamı yasalarının yalnızca maddede bulunduğunu savunuyordu. Ayrıca,
öteki makinelerin demirden ve tahtadan yapılmış olmaları gibi, hayvanların da etten, kastan yapılma makinelerden başka bir şey olmadıklarına inanıyor ve bunu iddia ediyordu. Hatta, ne bu makinelerin, ne de ötekilerin duyumları olmadıklarını düşünüyordu ve onun felsefesiyle övünen kişiler,
Port-Royal manastırında haftalarca süren incelemeleri sırasında köpeklere bir şey batırıldığı zaman, şöyle diyorlardı: Doğa ne kadar iyi yapılmış, sanılır ki acı duyuyorlar!
Materyalist Descartes’a göre hayvanlar, demek ki, birer makine idi ama insan, o başka, çünkü onun bir ruhu var, diyordu idealist Descartes…
Descartes’ın geliştirdiği ve savunduğu fikirler, bir yandan açıkça materyalist olan bir felsefe akımı, beri yandan da idealist bir akım doğuracaktır.
Karteziyen (dekartçı) materyalist kolu sürdürenler arasında yalnızca La Mettrie (1709-1751) üzerinde duracağız. La Mettrie, bu makine-hayvan tezini alarak, onu insana kadar genişletir. Niçin insan da bir makine olmasın? O, insan ruhunun kendisini de fikirlerin mekanik bir biçimde hareket ettikleri bir mekanizma olarak görür.
İşte bu dönemde İngiliz materyalizmi, Locke’un fikirleri ile Fransa’ya girer. Bu iki akımın bileşiminden, daha gelişmiş bir materyalizm doğacaktır. Bu da şu olacaktır:
4. 18. yüzyıl materyalizmi.
Bu materyalizm, aynı zamanda alkışlanmaya değer yazarlar ve düşünce savaşçıları olmasını da bilen filozoflar tarafından savunuldu; bunlar, her zaman toplumsal kurumları ve dini eleştirdikleri, teoriyi pratiğe uyguladıkları ve iktidara karşı sürekli savaşım halinde oldukları için, zaman zaman
Bastille ya da Vincennes zindanlarına atıldılar.
Bunlar, çalışmalarını büyük Ansiklopedi’de topladılar ve orada materyalizmin yeni doğrultusunu saptadılar. Ayrıca, büyük bir etki yarattılar, çünkü, Engels’in de dediği gibi, bu felsefe, bütün kültürlü gençliğin inancıydı.
Bu, Fransız felsefe tarihinde de Fransız özelliği taşıyan bir felsefenin gerçekten halka malolduğu tek çağ oldu.
1713’te Langres’da doğan ve 1784’te Paris’te ölen Diderot, bütün bu harekete egemendir. Burjuva tarihinin söylemediği ama her şeyden önce söylenmesi gereken şey, Diderot’nun, Marks ve Engels’ten önce, en büyük materyalist düşünür olduğudur. Lenin, Diderot’nun, çağdaş (diyalektik)
materyalizmin sonuçlarına hemen hemen ulaştığını söyler.
Diderot, gerçek bir militan olmuştur; her zaman kiliseye karşı, toplumsal duruma karşı savaşmış, zindanları tanımıştır. Çağdaş burjuvazi tarafından yazılan tarih, onu çoğu kez hasıraltı etmiştir. Diderot’nun materyalizm üzerindeki pek büyük etkisini anlamak için Diderot ile d’Alembert’in Diyalogları’nı, Rameau’nun Yeğeni’ni, Kaderci Jacques’ı okumak gerekir.
(Bakınız: Halk Klasikleri koleksiyonunda (Editions Sociales)
yayınlanmış olan, Diderot (6 cilt), Holbach, Helvetius, La Mettrie ve
Morelly ile, bir ölçüde de Rousseau ve Voltaire’in metinleri.)
19. yüzyılın ilk yarısında tarihsel olaylar nedeniyle, materyalizmde bir gerileme görüyoruz. Bütün ülkelerin burjuvazisi, idealizm ve dinden yana büyük bir propagandaya başlıyor, çünkü, o, yalnızca ilerici (materyalist) fikirlerin yayılmasını istememekle kalmıyor, ayrıca iktidarı elinde tutabilmek
için düşünürleri ve yığınları uyutmaya da gereksinme duyuyor.
İşte o sırada Almanya’da Feuerbach’ın, bütün idealist filozofların ortasında materyalizmi, içtenlikle yeniden tahta çıkartarak (F. Engels, Ludwig Feuerbach ue Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 18.) materyalist inançlarını açıkladığını görüyoruz.
Feuerbach, dinin eleştirisini kökünden geliştirerek, materyalizmin unutulmuş olan temellerini sağlıklı ve gününe uygun bir biçimde yeniden ele alıyor ve böylece çağının filozoflarını etkiliyor.
19. yüzyılda sayesinde bilimlerin çok büyük bir ilerleme kaydettiği, özellikle üç büyük buluşun yapıldığı döneme, canlı hücrenin, enerjinin dönüşümünün, evrimin (Darwin) bulunuşu (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 45.) dönemine geliyoruz; bunlar, Feuerbach tarafından etkilenmiş olan Marks ve Engels’in, bize çağdaş ya da diyalektik materyalizmi vermek üzere, materyalizmi geliştirmelerine
yol açacaktır.
Marks ve Engels’ten önceki materyalizmin tarihini, çok kısa olarak, görmüş bulunuyoruz. Marks ve Engels, kendilerinden önce gelen materyalistlerle, birçok ortak noktalarda aynı görüşte olmakla birlikte, aynı zamanda bu eski materyalistlerin yapıtlarında birçok kusur ve boşluk olduğunu düşünüyorlardı.
Onların Marksizm-öncesi materyalizmde yaptıkları değiştirmeleri anlamak için, bu kusur ve boşlukların neler olduğunu ve niçin böyle olduğunu araştırmak kesin olarak zorunludur.
BAŞKA bir deyişle, materyalizmin ilerlemesine katkısı olan çeşitli düşünürleri bir bir saydıktan sonra, bu ilerlemenin nasıl ve hangi anlamda gerçekleştiğini ve neden şu ya da bu biçimde bir evrim gösterdiğini araştırmasaydık, materyalizmin tarihinin incelenmesi eksik kalırdı.
Özellikle 18. yüzyıl materyalizmi ile ilgileniyoruz, çünkü bu materyalizm, materyalizm felsefesinin çeşitli akımlarının sonucu olmuştur.
Şu halde bu materyalizmin yanılgıları nelerdi, eksik yanları nelerdi, onları inceleyeceğiz ama şeylere, hiçbir zaman tek yanlı bir anlayışla değil, tersine, bütün yönlerini ele alan bir anlayışla bakmamız gerektiğinden, bu materyalizmin erdemlerini, değerli yanlarının neler olduğunu da belirteceğiz.
Başlangıcında diyalektik olan materyalizm, bu temeller üzerinde gelişmesini sürdüremedi. Bilimsel bilgilerin yetersizliği nedeniyle, diyalektik düşünme tarzı bırakılmak zorunda kalındı. Önce bilimleri yaratmak ve geliştirmek gerekiyordu. Süreçleri incelemeden önce, şeyleri incelemek gerekiyordu. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ue Klasik Alman Felsefesinin
Sonu, s. 44.)
Demek ki, materyalizm ile bilimler arasındaki sıkı birlik, bu felsefeye, daha sağlam ve bilimsel temeller üzerinde yeniden diyalektik materyalizm haline, yani Marks ve Engels’in materyalizmi haline gelme olanağını sağlayacaktır.
Öyleyse, materyalizmin doğum kaydını, bilimin doğum kaydı yanında bulacağız ama, biz materyalizmin nereden geldiğini her buluşumuzda idealizmin nereden geldiğini de ortaya koyabileceğiz.
III. İDEALİZM NEREDEN GELİR?
İdealizm, tarih boyunca, eğer dinin yanı başında var olabilmiş, din tarafından hoşgörüyle karşılanmış ve onanmışsa, bu, aslında idealizmin dinden doğmasından ve dinden türemesindendir.
Lenin, bu konuda öğrenmemiz gereken bir formül yazmıştır: İdealizm, dinin arıtılmış ve inceltilmiş bir biçiminden başka bir şey değildir. Bu, ne demektir? Bu, idealizm, kendi anlayışlarını dinden çok daha esnek bir biçimde sunabilir demektir. Evrenin, karanlıklar üstünde yüzmekte olan
bir ruh tarafından yaratılmış olduğunu, Tanrı’nın maddesiz olduğunu iddia etmek, sonra, birdenbire dinin yaptığı gibi, Tanrı’nın (kelam ile) konuştuğunu ve Tanrı’nın bir oğlu olduğunu (İsa) açıklamak, bunlar kabaca sunulmuş bir dizi fikirlerdir.
İdealizm, dünyanın ancak bizim düşüncemizde bizim ruhumuzda var olduğunu iddia etmekle, kendini daha üstü kapalı bir biçimde sunar. Aslında biz biliyoruz ki, bu da öz olarak aynı anlama gelir ama biçim olarak daha az kaba ve daha incedir. Bunun için idealizm, dinin inceltilmiş biçimidir.
İdealizm daha da işlenmiş, daha da inceltilmiştir, çünkü idealist filozoflar, tartışmalarda Berkeley’in diyalogları Philonoüs’ün zavallı Hylas’a yaptığı gibi, soruları önceden görüp önlemeyi ve tuzaklar kurmayı bilirler.
Ancak idealizm dinden gelir demek, sorunu kısaca geçiştirmek, ertelemektir ve biz hemen kendimize sormalıyız, o halde:
IV. DİN NEREDEN GELİR?
Engels, bu konuda bize çok açık bir yanıt vermiştir: Din, insanın sınırlı anlayışlarından doğmuştur. (Sınırlı burada dar anlamındadır.)
İlk insanlar için bu bilgisizlik iki kattır: doğayı bilmemek, kendi kendilerini bilmemek. İlkel insanların tarihini incelerken, sık sık bu ikili bilgisizliği düşünmek gerekir.
Gene de ilerlemiş bir uygarlık saydığımız Yunan antikçağında bu bilgisizlik, bize çocuksu görünür; örneğin, Aristoteles’in yeryüzünün hareketsiz olduğunu, evrenin merkezi olduğunu ve gezegenlerin yeryüzünün çevresinde döndüğünü düşündüğünü gördüğümüz zaman. (Aristoteles’e göre, bu gezegenler 46 taneydi, bunlar bir tavana çakılı çiviler gibi kımıldamadan ve bir bütün halinde yeryüzünün çevresinde dönmekte idi…)
Yunanlılar, su, toprak, hava ve ateş dedikleri ve artık ayrıştırılamayan
dört öğenin var olduğunu düşünüyorlardı. Bütün bunların yanlış olduğunu biliyoruz, çünkü şimdi artık suyu, toprağı ve havayı kendi öğelerine ayırabiliyoruz ve ateşi de bu yukarıdakilerle aynı türden bir cisim saymıyoruz.
Yunanlılar, bizzat insan hakkında da çok bilgisizdiler, çünkü organlarımızın görevlerini bilmiyorlardı ve örneğin yüreğin, cesaretin merkezi olduğunu sanıyorlardı.
Daha o zamandan çok ilerlemiş saydığımız Yunan bilginlerinin bilgisizliği bu kadar büyük olduğuna göre, onlardan binlerce yıl önce yaşamış insanların bilgisizliği ne olur? İlkel insanların doğa ve kendileri hakkındaki anlayışları; bilgisizlik yüzünden gelişmemişti ama bu insanlar,
her şeye karşın, eşyayı açıklamaya çalışıyordu. İlkel insanlar hakkında elimizde bulunan bütün belgeler, bize, düşlerin, bu insanların kafalarında düşüncelerinde çok yer tuttuğunu söyler. Daha ilk bölümümüzde insanın bir eş varlığı olduğuna inanarak, bu düşler sorununu, nasıl çözümlemiş
olduklarını gördük. Başlangıçta, bu eşe ayrıca maddi kıvamı olan bir tür saydam ve hafif bir beden atfediliyordu. İnsanda ölümden sonra da yaşamını sürdüren maddesiz bir ilke, ruhsal bir ilke olduğu anlayışı, çok sonra doğmuştur. (Ruhsal, yani spiritüel sözcüğü, ruhtan, yani esprit’den gelir ki, esprit, Latincede soluk demektir; son nefes ile birlikte giden
soluk esnasında ruh (can amae) çıkar ve yalnız ikincinin varlığı sürer gider.) Öyleyse, düşünceyi ve düşü açıklayan ruhtur.
Ortaçağda insanların, ruh üzerine garip anlayışları vardı. Yağlı bir bedende ince bir ruh, ince bir bedende ise büyük bir ruh olduğu düşünülüyordu. Bunun içindir ki, bu çağda çileciler (zahitler, ascetes), büyük bir ruhları olsun diye, ruha büyük bir barınak yapmak için sık sık uzun süren oruç tutuyorlardı.
İlkel insanlar, önce saydam eş biçiminde ve sonra ruh biçiminde insanın ölümünden sonra da yaşadığı ruhsal ilkeyi benimseyerek, Tanrıları yarattılar.
İlkin insandan daha güçlü, gene de maddi bir biçimde bulunan varlıklara inanırken, buradan yavaş yavaş bizimkinden üstün bir ruh biçiminde Tanrıların varlığına inanmaya vardılar. Böylece, Yunan antikçağında olduğu gibi, her birinin belirli bir görevi olan birleşik birçok Tanrı yarattıktan
sonra, buradan tek Tanrı anlayışına ulaştılar. İşte o zaman, günümüzdeki tekTanrıcı din (TekTanrıcılık (Monotheisme), Yunanca monos: bir tek – ve theos: Tanrı sözlerinden oluşur.) yaratılmış oldu. Böylece açıkça görüyoruz ki, dinin kökeni, bugünkü biçimiyle bile, bilgisizlik olmuştur.
Demek ki, idealizm, insanın sınırlı, dar anlayışlarından, bilgisizliğinden doğuyor; oysa materyalizm, tersine, bu sınırların geriye itilmesinden, geriletilmesinden doğar.
Felsefe tarihi boyunca, idealizm ile materyalizm arasındaki bu sürekli savaşıma tanık olacağız. Materyalizm bilgisizliğin, sınırlarını geriletmek ister ve bu, materyalizmin zaferlerinden biri, erdemlerinden biri olacaktır. İdealizm ve onu besleyen din, tersine, bilgisizliğin sürdürülmesi için,
yığınların bu bilgisizliğinden, onlara baskıyı, ekonomik ve toplumsal
sömürüyü kabul ettirmede yararlanmak için bütün çabaları harcar.
V. MARKSİZM-ÖNCESİ MATERYALİZMİN DEĞERLERİ
Yunanlılarda embriyon halinde bir bilim oluşur oluşmaz, materyalizmin de doğduğunu gördük. Bilim geliştiği zaman, materyalizm de gelişir ilkesini izleyerek, tarih boyunca şunları saptıyoruz:
1. Ortaçağda bilimlerde zayıf bir gelişme, materyalizmde bir duraklama.
2. 17 ve 18. yüzyıllarda bilimlerde çok büyük bir gelişmeye uygun düşen materyalizmde büyük bir gelişme. 18. yüzyıl Fransız materyalizmi, bilimlerdeki gelişmenin dolaysız sonucudur..
3. 19. yüzyılda sayısız büyük buluşlara tanık oluyoruz ve materyalizm, Marks ve Engels ile büyük bir değişikliğe uğruyor.
4. Bugün, bilimler ve aynı zamanda da materyalizm büyük bir hızla ilerlemektedir. En iyi bilginlerin, çalışmalarında diyalektik materyalizmi uyguladıkları görülmektedir.
Demek ki, idealizm ile materyalizmin kökenleri tamı tamına birbirine karşıdır; ve biz, yüzyıllar boyunca, bu iki felsefe arasında yalnızca akademik olmayan ve zamanımızda da devam eden bir savaşım olduğunu görüyoruz.
İnsanlık tarihinin içinde geçen bu savaşım, bilim ile bilgisizlik arasındaki savaşımdır, iki akım arasındaki savaşımdır. Biri, insanlığı bilgisizliğe doğru çeker, onu bu bilgisizlik içinde tutar; öteki, tersine, bilgisizliğin yerine bilimi koyarak insanları özgür kılmaya, kurtarmaya yönelir.
Bu savaşım, engizisyon döneminde olduğu gibi, zaman zaman, çetin biçimler almıştır. Engizisyon için, başka birçok örnek arasında Galilei örneğini alabiliriz. Galilei dünyanın döndüğünü ileri sürer. Bu, İncil’le ve Aristoteles ile çelişen yeni bir bilgidir: eğer dünya dönüyorsa, demek ki evrenin merkezi değildir, kısaca evren içinde bir noktadır, öyleyse
yapmamız gereken şey, düşüncelerimizin sınırlarını genişletmek olmalıdır. Acaba Galilei’nin bu buluşu karşısında ne yapılıyor?
İnsanlığı bilgisizlik içinde tutmak için dinsel bir mahkeme kurulur ve Galilei pişman olmaya zorlanır. (Galilei davası için bakınız: P. Laberenne, L’Origine des Mondes, Editeurs Français Reunis.) İşte, bilgisizlik ile bilim arasındaki savaşıma bir örnek.
Şu halde bu çağın filozoflarını ve bilginlerini, bilgisizliğin bilime karşı savaşımı içindeki yerlerine bakarak yargılamalıyız; ve göreceğiz ki, onlar, bilimi savunurken, kendileri de bilmeden materyalizmi savunmaktaydılar. Bunun gibi, Descartes da bize, düşünceleriyle, materyalizmi ileri götürebilmiş olan fikirler vermiştir.
Ayrıca, bu savaşımın, tarih boyunca, yalnızca teorik bir savaşım değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir savaşım olduğunu da iyi görmek gerekir. Egemen sınıflar, bu savaşta her zaman bilgisizlikten yanadırlar. Bilim devrimcidir ve insanlığın kurtuluşuna katkıda bulunur.
Burjuvazinin durumu ilginçtir. 18. yüzyılda burjuvazi, feodal sınıfın egemenliği altındadır ve o sıralarda bilimden yanadır; bilgisizliğe karşı bir savaşım yürütür ve bize Ansiklopedi’yi (Bakınız: Pages Choisies de L’Encyclopedie, Les Classiques du Peuple, Editions Sociales.) verir. 20. yüzyılda burjuvazi egemen sınıftır ve bilgisizlikle bilim arasındaki bu savaşımda o, eskisinden çok daha büyük bir vahşetle bilgisizlikten yanadır
(hitlerciliği inceleyiniz).
Şu halde görüyoruz ki, Marksizm-öncesi materyalizm, önemli bir rol oynamıştır ve tarihsel önemi çok büyük olmuştur. Marksizm-öncesi materyalizm, bu bilgisizlikle bilim arasındaki savaşım boyunca, dine, yani bilgisizliğe karşı olabilen genel bir dünya anlayışı geliştirebilmiştir ve gene materyalizmin bu evrimi, materyalizm çalışmalarının bu ardı ardına
sıralanışı iledir ki, diyalektik materyalizmin meydana çıkabilmesi için gerekli koşullar gerçekleşebilmiştir.
VI. MARKSİZM-ÖNCESİ MATERYALİZMİN KUSURLARI
Materyalizmin evrimini anlamak ve kusurlarını ve boşluklarını iyi görebilmek için, bilimle materyalizmin birbirine bağlı olduğunu hiçbir zaman unutmamak gerekir.
Başlangıçta, materyalizm, bilimlere göre daha öndeydi ve onun içindir ki, bu felsefe, kendisini hemen kabul ettiremedi. Diyalektik materyalizmin haklı olduğunu tanıtlamak için, bilimleri kurmak ve geliştirmek gerekiyordu ama bu yirmi yüzyıldan fazla bir zaman almıştı. Bu uzun dönem içinde materyalizm, bilimlerden, özellikle de bilimsel düşünüşten ve aynı zamanda en çok gelişmiş özel bilimlerden etkilendi.
Bunun içindir ki, geçtiğimiz yüzyılın (yani 18. yüzyılın) materyalizmi her şeyden çok mekanikçi idi, çünkü bu çağda bütün doğa bilimleri arasında yalnız mekanik ve henüz ancak -yeryüzündeki ve gökyüzündeki- katı cisimlerin mekaniği, kısaca yerçekimi mekaniği belli bir olgunlaşma durumuna ulaşmıştı. Kimya henüz çocuksu, filojistik biçimiyle vardı. Biyoloji henüz kundaktan çıkmamıştı; bitkisel ve hayvansal organizmalar ancak kabaca incelenebilmişti ve ancak salt mekanik nedenlerle açıklanıyorlardı; Descartes için hayvan nasıl bir makine ise, 18. yüzyılın materyalistlerine göre de insan öyle bir makineydi. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 25.)
Hıristiyan ortağın kış uykusu döneminden sonra, bilimlerin uzun ve yavaş evriminden çıkmış olan materyalizm, işte bu durumdaydı.
Dünyayı büyük bir mekanizma olarak kabul eden bu dönemin büyük yanılgısı, her şeyden, mekanik denilen bu bilimin yasalarına göre sonuç çıkarmak olmuştur. Hareket, basit bir mekanik hareket sayılarak, aynı olayların da durmadan yenilenmesi gerektiği düşünülüyordu. Şeylerin makine yanı görülüyor ama yaşayan yanı görülmüyordu. Onun için
bu materyalizme mekanik (ya da mekanikçi) materyalizm denir.
Bir örnek verelim: Bu materyalistler, düşünceyi nasıl açıklıyorlardı? Şöyle: Nasıl karaciğer safrayı salgılarsa, beyin de düşünceyi salgılar! Bu dar bir düşünüştür! Marks’ın materyalizmi, tersine, bir dizi açıklık getirir. Düşüncelerimiz yalnızca beyinden gelmez. Fikirlerimizin, düşüncelerimizin
niçin şöyle değil de böyle olduğunu anlamaya çalışmamız gerekir; o zaman, bizim fikirlerimizi, toplumun, çevrenin vb. belirlediğinin farkına varırız. Mekanikçi materyalizm, düşünceyi basit bir mekanik olay olarak kabul eder. Oysa düşünce, daha üstün bir şeydir. Mekanik yasaların da elbette ki işlediği, etkili olduğu ama daha üst sıradan yasalarca daha geri plana atıldıkları kimyasal ve organik yapıdaki olaylara da yalnız tek başına mekaniğin uygulanması, klasik Fransız materyalizminin özgül ama o dönem için kaçınılmaz darlıklarından biridir. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 25.)
İşte 18. yüzyıl materyalizminin birinci büyük yanlışı. Bu yanılgının sonuçları şunlardı ki, o, genel olarak tarihi, yani tarihsel gelişmenin bakış açısını, süreci bilmiyordu; bu materyalizm, dünyanın evrim göstermediğini, düzenli
aralıklarla birbirine benzer durumların yeniden ortaya çıktığını düşünüyordu ve insanın ve hayvanların evrimi diye bir şeyi de aklından geçirmiyordu.
Bu materyalizmin ikinci özgül darlığı, evreni bir süreç olarak, kesintisiz tarihsel gelişme yolunda bir madde olarak kavramadaki yetersizliğidir. Bu, o çağda doğa bilimlerinin ulaşmış oldukları düzeye ve bu doğa bilimlerine bağlı olan metafizik, (Bundan sonraki kısımda metafizik yöntemin incelenmesine başlayacağız.) yani anti-diyalektik felsefe tarzına uygun düşüyordu. Doğanın, aralıksız sürüp giden bir hareket içinde olduğu biliniyordu ama, çağın fikirlerine göre, bu hareket, gene aynı şekilde aralıksız sürüp giden bir çember çiziyordu ve bu yüzden de hiç ilerlemiyordu; daima aynı sonuçları veriyordu. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 26.)
İşte bu materyalizmin ikinci yanlışı.
Üçüncü yanılgısı, kendi düşüncelerine fazla dalması, içine kapanmasıdır; bu materyalizm, insan eyleminin dünyadaki ve toplumdaki rolünü yeteri kadar görmüyordu. Marks’ın materyalizmi, dünyayı yalnız açıklamakla yetinmememizi, aynı zamanda onu değiştirmemiz gerektiğini de öğretir. İnsan, tarihte, dünyayı değişikliğe uğratabilecek etkin bir öğedir.
Rus komünistlerinin eylemi, yalnızca devrimi hazırlamak, yapmak ve başarıya ulaştırmak yeteneğinin değil, aynı zamanda 1918’den beri, büyük güçlüklerin ortasında sosyalizmi kurmak yeteneğinin de canlı bir örneğidir.
Marksizm-öncesi materyalizm, bu insan eylemi anlayışının bilincinde değildi. O çağda insan ortamın (Toplumsal ortam söz konusudur.) bir ürünüdür diye düşünülüyordu; oysa Marks bize öğretiyor ki, ortam, insanın bir ürünüdür ve öyleyse insan da başlangıçta verilen bazı koşullar altında kendi öz etkinliğinin ürünüdür. İnsan nasıl ortamın etkisine uğrarsa, kendisi de ortamı, toplumu değiştirebilir; öyleyse, buna göre, kendisini de değiştirebilir.
Demek ki, 18. yüzyılın materyalizmi, fazlaca düşüncelerine dalıp kalıyordu, çünkü her şeyin bir tarihsel gelişmesi olduğunu bilmiyordu ama bu, o zaman için kaçınılmaz bir şeydi; çünkü bilimsel bilgiler, dünyayı ve şeyleri eski düşünme yönteminden, yani metafizikten başka bir yöntem kullanarak
kavrayabilmek için yeteri kadar ileri gitmemişti.
OKUMA PARÇALARI
– K. Marks-F. Engels, Kutsal Aile, s. 168-179.
– Karl Marks, Feuerbach Üzerine Tezler, Alman İdeolojisi,
s. 20-26.
– Plehanov, Materyalizm Tarihi Üzerine Deneme (Holbach,
Helvetius, Marks), Editions Sociales, 1957.
ÜÇÜNCÜ KISIM
METAFİZİĞİN İNCELENMESİ
TEK BÖLÜM
METAFİZİK YÖNTEM NEDİR?
I. Bu yöntemin temel özellikleri.
1. Birinci temel özellik: Özdeşlik ilkesi.
2. İkinci temel özellik: Şeylerden ayırma (tecrit).
3. Üçüncü temel özellik: Sonsuz ve aşılmaz bölmeler.
4. Dördüncü temel özellik: Karşıtların karşı karşıya konması.
II. Özet.
III. Metafizik doğa anlayışı.
IV. Metafizik toplum anlayışı.
V. Metafizik düşünce anlayışı.
VI. Mantık nedir?
VII. Metafizik sözcüğünün açıklaması.
Biliyoruz ki, 18. yüzyıl materyalistlerinin yanlışları, onların düşünü; biçimlerinden, onların, metafizik yöntem dediğimiz özel araştırma yöntemlerinden gelmektedir. Öyleyse, metafizik yöntem, özel bir dünya anlayışını anlatır ve belirtmemiz gerekir ki, nasıl Marksist materyalizmi, Marksizm-öncesi materyalizmin karşısına koyuyorsak, diyalektik
materyalizmi de metafizik materyalizmin karşısına koyuyoruz.
Bunun için, daha sonra, karşıtı, diyalektik materyalizmi incelemek için şimdi bu metafizik yöntemin ne olduğunu öğrenmemiz gerekir.
I. BU YÖNTEMİN TEMEL ÖZELLİKLERİ
Burada Hegel’in ‘metafizik’ yöntem dediği… eski araştırma ve düşünme yöntemini (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 43.) inceleyeceğiz.
Hemen basit bir gözlemle işe başlayalım. İnsanların çoğuna, hangisi daha doğal gelir: hareket mi, hareketsizlik mi? Onlara göre şeylerin olağan (normal) durumu nedir: Durgunluk mu, değişkenlik mi?
Genellikle, hareketten öne durgunluğun var olduğu ve bir şeyin harekete başlayabilmesi için önce durgunluk halinde bulunduğu düşünülür.
Kutsal kitap da bize, Tanrı tarafından yaratılmış olan evrenden önce, hareketsiz sonsuzluğun, yani durgunluğun var olduğunu söylüyor.
İşte sık sık kullandığımız bazı sözcükler: durgunluk ve hareketsizlik, hareket ve değişme ama bu son iki sözcük, eş anlamlı değillerdir.
Hareket, sözcüğün dar anlamında yer değiştirmedir. Örnek: Düşen bir taş, yürüyen bir tren hareket halindedir.
Değişme, sözcüğün tam anlamıyla, bir biçimden başka bir biçime geçmektir. Yapraklarını döken bir ağaç, biçim değiştirmiştir ama değişiklik aynı zamanda bir durumdan başka bir duruma geçiştir. Örnek: hava solunulamaz hale gelmiş; bu değişmedir.
Şu halde hareket, yer değiştirme anlamına gelir; değişme, değişiklik ise, biçim ya da durum değiştirmek demektir. Anlam karışıklığını önlemek için bu ayrıma saygı göstereceğiz (diyalektiği incelediğimiz zaman bu sözcüklerin anlamlarını yeniden görmemiz gerekecek).
Görmüş bulunuyoruz ki, genel bir biçimde hareket ve değişmenin durgunluktan daha az olağan olduğu düşünülür, ve biz, şeyleri, değişmesiz ve durgun saymayı yeğ tutarız.
Örnek: Biz, bir çift sarı ayakkabı aldık, bir zaman sonra, birçok onarımdan (pençe, topuk değiştirme, birçok yamadan) sonra, biz, gene de sarı ayakkabılarımı giyeceğim diyoruz, onların artık o aynı ayakkabılar olmadıklarını hiç hesaba katmıyoruz. Onlar, bizim için, hep şu zaman, bu fiyata satın aldığımız sarı ayakkabılardır. Ayakkabılarımızda sonradan
meydana gelen değişmeyi dikkate almıyoruz. Onlar daima aynıdırlar, onlar özdeştirler. Biz, yalnız özdeşliği gördüğümüz için, sanki önemli bir şey olmamış gibi, değişikliği önemsemiyoruz. İşte bu da:
1. Metafizik yöntemin birinci temel özelliği: Özdeşlik ilkesi.
Bu olaylar karşısında hareketsizliği harekete, özdeşliği değişmeye tercih etmekten ibarettir.
Bu tercih, metafizik yönteminin birinci temel özelliğini oluşturur ve bütün bir dünya anlayışından ileri gelir. Evren dondurulmuş gibi düşünülür, diyecektir Engels. Doğa için, toplum ve insan için de aynı şey düşünülecek. Onun için sık sık güneşin altında yeni olan bir şey yok diye iddia edilir.
Bu, evren hareketsiz ve özdeş kalmış olduğundan, sonsuzdan beri, hiçbir değişme olmamıştır demektir. Bununla, aynı zamanda dönem dönem aynı olaylara dönüldüğü de anlatılır. Tanrı, balıkları, kuşları, memelileri vb. oluşturarak dünyayı yarattı ve o zamandan beri hiçbir şey değişmedi, dünya kımıldamadı. Gene denir ki, insanlar hep aynıdır, sanki insanlar
sonsuzdan beri değişmedi.
Her gün kullanılan bu deyimler bizim içimizde ta derinlere kadar kök salmış olan bir anlayışın yansısıdırlar ve burjuvazi bu yanlıştan sonuna kadar yararlanır.
Sosyalizm eleştirilirken, çok sevdikleri kanıtlardan birini, insan bencildir, onu zor altında tutmak için savaşımcı bir baskı zorunludur, yoksa karışıklık egemen olurdu kanıtını öne sürerler. Bu da gene, insanın her zaman için değişmez bir doğası olduğunu düşünen bu metafizik anlayışın sonucudur.
Elbette, birdenbire komünist bir düzende yaşama olanağına sahip olsaydık, yani ürünler, herkesin emeğine göre değil de gereksinmesine göre üleştirilmeye hemen kalkışılsaydı, besbelli ki, gereksinmesinden fazlasına sahip olma heveslerini karşılamak isteyenlerin saldırısına uğrayacak ve böyle bir toplum yönetilemeyecekti. Bu böyle olmakla birlikte, gene de komünist toplum yukarda belirtildiği gibidir ve bu da akla-uygundur ama içimizde kök salmış metafizik bir anlayış yüzündendir ki, göreli olarak, geleceğin insanının, uzak bir gelecekte de bugünün insanına benzer bir biçimde yaşayacağını tasarlıyoruz.
Bu bakımdan, sosyalist ya da komünist toplumun yaşanabilir bir toplum olmadığı, çünkü insanın bencil olduğu ifade edilirken, toplum değiştiği zaman insanın da değişeceği unutuluyor.
Sovyetler Birliği üzerine, her gün birtakım eleştiriler işitilir. Bu eleştiriler, onları dile getirenlerin şeyleri kavramadaki güçsüzlüklerini gözlerimizin önüne sermektedir. Bu onların metafizik bir dünya anlayışına sahip olmalarından, şeyleri metafizik bir biçimde anlamalarından ileri gelir.
Verebileceğimiz birçok örnekten yalnızca şunu ele alalım: Bize diyorlar ki, Sovyetler Birliği’nde bir işçi, ürettiklerinin toplam değerine karşılık olmayan bir ücret almaktadır; demek ki bir artı-değer vardır, yani onun ücretinden bir miktar alınmaktadır. Öyleyse çalınmaktadır. Fransa’da da durum
aynıdır, işçiler sömürülüyor; şu halde bir Sovyet işçisi ile bir Fransız işçisi arasında fark yoktur.
Metafizik anlayış bu örneğin neresindedir? Bu anlayış, burada iki tip toplum olduğunun dikkate alınmamasında iki toplum arasındaki ayrılıkların hesaba katılmamasındadır. Burada ve orada her iki ülkede artı-değerin var olduğunu
sanmak da insanın ve makinenin artık Fransa’daki ile aynı ekonomik ve toplumsal anlamı olmayan SSCB’de ortaya çıkan değişmeleri dikkate almaksızın, metafizik bir biçimde düşünmek demektir. Oysa, bizim ülkemizde emeğini sömürmek için insan ve makine (patronun hizmetinde) üretmek için vardır. SSCB’de ise, insan, kendi emeğinin meyvesinden
yararlanmak için ve makine (insanın hizmetinde) üretmek için vardır. Fransa’da artı-değer patrona gider, SSCB’de ise sosyalist devlete, yani sömürücü olmayan ortaklığa gider. Şeyler değişmiştir.
Şu halde; bu örnekte görüyoruz ki, yargılama yanlışları, iyi niyetli olanlarda metafizik bir düşünce yönteminden, özellikle bu yöntemin birinci temel özelliğinin, yani değişmeye değer vermemek, hareketsizliği seçmek ya da kısaca, özdeşliği sonsuzlaştırmaya yönelik olmak biçiminde kendini
gösteren temel özelliğin uygulanmasından ileri gelmektedir.
Peki ama nedir bu özdeşlik? Diyelim ki, 1 Ocak 1935’te tamamlanan bir evin yapılışını gördük. 1 Ocak 1936’da ve bunu izleyen diğer yıllarda bu evin, özdeş bir ev olduğunu söyleyeceğiz, çünkü hep iki katlıdır, ön yüzünde hep yirmi penceresi ve iki kapısı vb. vardır, çünkü o hep aynı kalıyor, değişmiyor, farklı değildir. Demek ki, özdeş olmak, aynı kalmaktır,
başka olmamaktır ama gene de bu ev değişmiştir! O yalnızca ilk bakışta, yüzeysel olarak, aynı kalıyor. Şeyleri daha yakından gören mimar ya da duvarcı ustası, evin yapılışından bir hafta sonra artık onun aynı ev olmadığını iyi bilir: Şurada burada küçük bir çatlak oluşmuştur, şurada bir
taş oynamıştır, ötede rengi solmuştur vb.. Şu halde şeyler, ancak kaba olarak düşünüldüklerinde özdeş gibi görünürler. Ayrıntılarıyla tahlil edildiklerinde durmadan değiştikleri (anlaşılır).
Öyleyse, metafizik yöntemin birinci temel özelliğinin, pratik sonuçları nelerdir?
Biz, şeylerde özdeşlik görmeyi, yani onları aynı kalmış görmeyi daha çok sevdiğimiz için, örneğin şöyle diyoruz: Yaşam yaşamdır ve ölüm ölümdür. İddia ediyoruz ki, yaşam (aynı) yaşam olarak kalıyor, ölüm de aynı ölüm olarak kalıyor; her şey bunun gibi.
Şeyleri kendi özdeşi içinde düşünmeye alıştığımız için, onları birbirlerinden ayırıyoruz. Bir sandalye, bir sandalyedir demek, doğal bir gerçeği belirtmektir ama bu, özdeşlik üzerine parmak basmak ve aynı zamanda bu bir sandalye değildir, bir başka şeydir, demektir.
Bunu söylemek o kadar doğal bir şeydir ki, onun altını çizerek belirtmek, çocukça görünür. Aynı türden fikirlerle şöyle diyeceğiz: At, attır ve at olmayan bir başka şeydir. Şu halde sandalyeyi bir yana, atı bir yana ayırıyoruz ve her şey için aynı şeyi yapıyoruz. Böylece, şeyleri kesinlikle birbirinden ayırarak, ayırt ediyoruz ve dünyayı ayırt edilmiş şeylerin
bir koleksiyonu haline dönüştürüyoruz, bu da:
2. Metafizik yöntemin. ikinci temel özelliği: Şeylerden ayırma (tecrit).
Şimdi söylediklerimiz bize öyle doğal görünür ki, bunu söylemek de ne oluyor diye kendi kendine sorabilir insan. Göreceğiz ki, her şeye karşın bunu söylemek zorunlu idi, çünkü bu düşünüş tarzı, bizi şeyleri belli bir açıdan görmeye götürür.
Ve gene bu yöntemin ikinci temel özelliğini de pratik sonuçlarıyla
değerlendireceğiz.
Günlük yaşamda hayvanları ele alır ve onlar hakkında varlıkları birbirinden ayırarak düşünürsek, başka başka cinslerden ve türlerden olan varlıklar arasında ortak olan şeyleri görmeyiz. Bir at, bir attır ve bir inek, bir inektir.
Onlar arasında hiçbir ilişki yoktur.
Bu, hayvanları, kesin olarak birbirlerinden ayırarak sınıflandıran ve onlar arasında hiçbir ilişki görmeyen eski zoolojinin bakış açısıdır. Bu da gene metafizik yöntemin uygulanmasının sonuçlarından biridir.
Bir başka örnek olarak şunu alabiliriz: Burjuvazi, bilimin bilim olarak, felsefenin felsefe olarak, siyasetin de siyaset olarak kalmasını ister; ve kuşkusuz, üçü arasında ortak hiçbir şey, kesin olarak herhangi bir ilişki yoktur.
Böyle bir uslamlamanın pratik sonucu şudur: Bilgin, bilgin olarak kalmalıdır, bilimi felsefeye, siyasete karıştırmamalıdır. Bir filozof için de bir siyaset adamı için de durum aynı olacaktır.
İyi niyetli bir insan böyle düşündüğü zaman, bir metafizikçi olarak uslamlama yürütüyor denilebilir. İngiliz yazarı Wells, birkaç yıl önce, artık hayatta bulunmayan, büyük yazar Maksim Gorki’yi ziyaret etmek üzere Sovyetler Birliği’ne gitti. Gorki’ye, siyasetle uğraşmayacak bir edebiyatçılar kulübü kurmayı önerdi, çünkü, onun kafasında edebiyat edebiyattı ve siyaset siyasetti. Gorki ve arkadaşlarının gülmeye başladığını gören Wells üzülmüş. Ne var ki, Wells, yazarı, toplumun dışında yaşayan bir adam olarak görüyor ve öyle kavrıyordu; oysa Gorki ve arkadaşları, yaşamın böyle olmadığını, gerçekte, her şeyin -istense de istenmese de- birbirine
bağlı olduğunu biliyorlardı.
Günlük yaşamın pratiği içinde şeyleri sınıflandırmaya, birbirlerinden ayırmaya, onları yalnız kendileri için görmeye ve incelemeye çalışıyoruz. Marksist olmayanlar, genellikle devleti toplumdan ayırarak, toplum biçiminden bağımsız olarak görürler. Böyle düşünmek, devleti toplumdan yalıtmak, onu gerçekte olan ilişkilerinden ayırmak demektir.
İnsanı öteki insanlardan, çevresinden, toplumdan yalıtıp ondan söz edildiğinde de aynı yanlış yapılır. Makinenin de üretimde bulunduğu toplumdan yalıtılarak kendisi için makine olarak düşünülmesi, şu yanlış anlayışa benzer: Paris’te makine, Moskova’da makine; burada da orda da artı-değer, hiçbir fark yok, tıpatıp aynı şeyler.
Bununla birlikte, bu sürekli okunan ve okuyanların benimsedikleri bir düşünüş tarzıdır, çünkü, alışılagelen ve genel olan bakış açısı, şeyleri böler, (birbirinden) ayırır. Bu metafizik yöntemin alışılmış bir temel özelliğidir.
3. Üçüncü temel özellik: Sonsuz ve aşılmaz bölmeler.
Şeyleri, değişmeyen ve hareketsiz olarak düşünmeyi tercih ettikten sonra, biz, onları sınıflandırdık, onlardan kataloglar yaptık, böylelikle de onlar arasında birbirleriyle olabilecek ilişkilerini bize unutturan bölmeler yarattık.
Bu biçimde görmek ve karara varmak, bizi, bu bölmelerin bir zaman var oldu mu, her zaman var olduklarını (bir at, bir attır) ve mutlak, aşılmaz ve sonsuz olduklarını sanmaya götürür. İşte metafizik yöntemin üçüncü temel özelliği.
Ancak bu yöntemden söz ettiğimiz zaman dikkat etmemiz gerekir; çünkü biz Marksistler, kapitalist toplumda iki sınıfın, burjuvazi ile proletaryanın var olduğunu söylediğimiz, bölmeler yaptığımız zaman, bizim de metafizik görüşle gerdeğe girdiğimiz sanılabilir. Ancak, yalnızca bölmeler yapmış
olmakla, metafizikçi olunmaz, bu bölmeleri yapış biçimiyle, bu bölmeler arasında bulunan farkları ve ilişkileri yerleştiriş tarzıyla metafizikçi olunur.
Biz, toplumda iki sınıf var dediğimiz zaman, burjuvazi, örneğin, hemen zenginler ve yoksullar var diye düşünür ve kuşkusuz, bize Her zaman zenginler ve yoksullar olmuştur diyecektir.
Her zaman olmuştur ve her zaman olacaktır, işte bu, metafizik bir düşünüş tarzıdır. Şeyler, birbirlerinden bağımsız olarak her zaman için sınıflandırılır, onların arasına aşılmaz bölmeler, duvarlar konur.
Burjuvazi ile proletaryanın varlığının gerçek olduğunu göstermek yerine, toplum, zenginler ve yoksullar olarak bölünür, burjuvazi-proletarya bölmesi kabul edilse bile, bu sınıflar, karşılıklı ilişkileri, yani sınıf savaşımı dışında düşünülür. Şeyler arasına kesin engeller yerleştiren bu üçüncü temel özelliğin pratik sonuçları nelerdir? Buna göre, bir at ve inek arasında herhangi bir akrabalık bağı olamaz. Bizi kuşatan her şey için ve bütün bilimler için de aynı şey olacak. Daha ilerde bunun doğru olup olmadığını göreceğiz ama şimdi, tanımlamış bulunduğumuz bu üç ayrı temel özelliğin
sonuçlarının neler olduğunu araştırmak gerekiyor; bu da:
4. Dördüncü temel özellik: Karşıtların karşı karşıya konması.
Şimdi bütün bu söylediklerimizden şu çıkıyor: Yaşam, yaşamdır ve ölüm, ölümdür dediğimiz zaman, yaşam ve ölüm arasında hiçbir ortak yan olmadığını iddia ediyoruz. Yaşamı ve ölümü; her birini, kendileri için görerek, aralarında var olabilecek ilişkileri görmeksizin, onları, birbirlerinden
ayrı olarak sınıflandırıyoruz. Bu koşullar içinde yaşamını yitirmiş olan bir adam, ölü bir şey sayılmalıdır, çünkü yaşam ile ölüm, karşılıklı olarak birbirlerini dışladıklarına göre, bu insanın, aynı zamanda hem canlı, hem de ölü olması olanaksızdır.
Şeyleri birbirinden ayrı, kesin olarak birbirinden farklı sayarak, onları, birbirleriyle karşı karşıya tutmuş oluruz.
İşte, bu karşıtları birbirine karşı tutan, karşıt iki şeyin aynı zamanda var olmayacağını iddia eden metafizik yöntemin dördüncü temel özelliği.
Gerçekte, bu yaşam ve ölüm örneğinde üçüncü bir olanak olamaz. Birbirinden ayırdığımız bu iki olanaktan birini seçmemiz kesenkes gereklidir. Kabul ediyoruz ki, üçüncü bir olanak bir çelişki olacaktır ve bu çelişki bir saçmalıktır, o halde olanaksız bir şeydir.
Metafizik yöntemin dördüncü özelliği, öyleyse çelişki korkusudur.
Bu düşünüş tarzının pratik sonuçları şöyledir: Örneğin, demokrasi ve diktatörlükten söz edildiğinde metafizik görüş, ister ki, toplum, bu ikisi arasında bir seçim yapsın, çünkü demokrasi demokrasidir, diktatörlük de diktatörlüktür. Demokrasi, diktatörlük değildir ve diktatörlük, demokrasi değildir. Seçmemiz gerekir, yoksa bir çelişki; bir saçmalık, bir olanaksızlıkla karşı karşıya kalırız.
Marksist tutum, büsbütün başkadır.
Bizler, tersine, proletarya diktatörlüğünün, örneğin, aynı zamanda hem yığınların diktatörlüğü ve hem de sömürülen yığınlar için demokrasi olduğunu düşünürüz.
Biz, yaşamın, canlı varlıkların yaşamının, ancak hücreler arasında sonsuz bir savaşım olduğu için, ancak sürekli olarak bir kısım hücreler öldükleri ve başka hücreler onların yerlerini aldıkları için olabildiğini düşünürüz. Bu biçimde yaşam, kendi içinde ölümü de içerir. Biz, metafiziğin düşündüğü
gibi, ölümün öylesine tam, eksiksiz ve yaşamdan ayrı olmadığını düşünürüz; çünkü bazı hücreler belirli bir süre yaşamaya devam ettiğine ve bu ölüden başka yaşamlar doğacağına göre, bir ölü üzerinde bütün yaşam tamamen yok olmamıştır.
II. ÖZET
Şu halde görüyoruz ki, metafizik yöntemin çeşitli temel özellikleri, bizi, şeyleri belirli bir açıdan anlamaya zorlar ve belirli bir biçimde düşünmeye sürükler. Daha ilerde inceleyeceğimiz ve genellikle karşılaşılan görme, düşünme, inceleme, tahlil tarzı biçimine çok uygun düştüğünü gösterdiğimiz bu tahlil tarzının, belirli bir mantığı olduğunu saptayacağız.
Konumuzu özetlememizi sağlayacak sıralamaya şöyle başlanabilir:
1. Şeyler, hareketsizlikleri, özdeşlikleri içinde görülür.
2. Şeyler, birbirlerinden ayrılırlar ve karşılıklı ilişkilerinden sıyrılırlar.
3. Şeyler arasına, sonsuz bölmeler, aşılmaz duvarlar çekilir.
4. Birbirine karşıt iki şeyin, aynı zamanda var olamayacakları iddia olunarak, karşıtlar, birbirine karşı konur.
Genel özelliklerin her birinin pratik sonuçlarını incelerken, bunlardan hiçbirinin gerçeğe uygun düşmediğini gördük.
Acaba dünya, bu anlayışa uygun mudur? Acaba, doğada şeyler değişmez ve hareketsiz midir? Hayır. Biz her şeyin değiştiğini saptıyoruz ve hareket halinde olduğunu görüyoruz. O halde bu anlayış, şeylerin kendileriyle bağdaşmaz. Elbette ki, haklı olan doğadır ve yanlış olan bu anlayıştır.
Daha en başta, felsefe, evreni, insanı, doğayı vb. açıklamak ister, diye tanımlamıştık. Bilimler özel sorunları inceler, felsefe ise, yukarda söylediğimiz gibi, bilimleri birleştiren ve derinleştiren daha genel sorunları inceler.
Oysa, bütün sorunlara, uygulanan eski metafizik düşünüş yöntemi de evreni, insanı ve doğayı tamamıyla özel bir biçimde ele alan bir felsefe anlayışıdır.
Metafizikçi için, şeyler ve onların düşüncedeki yansıları olan kavramlar, biri ötekinden sonra ve öteki olmaksızın dikkate alınacak değişmez, eğilip bükülmez, her zaman tıpkı kalan, yalıtık irdeleme konularıdır. Metafizikçi orta terimler olmaksızın, yalnızca anti-tezler aracıyla düşünür: evet evet,
hayır hayır der; bunun ötesine geçen şey metelik etmez. Ona göre, bir şey ya var ya da yoktur; bir şey aynı zamanda hem kendisi, hem de bir başkası olamaz. Olumlu ile olumsuz birbirlerini mutlak olarak dıştalarlar; neden ve sonuç da aynı derecede sert bir biçimde birbirlerine karşı gelirler. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s.65)
Demek ki metafizik anlayış evreni, donmuş şeyler kümesi gibi düşünür. Bu düşünüş biçimini iyice kavramak için, onun, doğayı, toplumu, düşünceyi nasıl anladığını, nasıl tasarladığını inceleyeceğiz.
III. METAFİZİK DOĞA ANLAYIŞI
Metafizik, doğayı, kesin olarak saptanmış şeyler topluluğu olarak kabul eder.
Ancak şeylere bakışın iki biçimi vardır.
Düşünüşün birinci tarzı, dünyayı, kesin olarak, hareketsiz kabul eder ve hareketin, bizim duyularımızın bir yanılsaması olduğuna inanır. Eğer görünürde olan hareketi çıkarırsak, doğa kımıldamaz.
Bu teori, Elealılar denilen bir Yunan felsefe okulu tarafından savunuldu. Bu dar görüşlü anlayış, gerçekle öylesine çelişik bir anlayıştır ki, zamanımızda artık tutulmamaktadır.
Doğayı donmuş şeyler kümesi olarak düşünüşün ikinci tarzı, çok daha ustacadır. Doğanın hareketsiz olduğu söylenmez, pekala kımıldadığı ama bu hareketin mekanik bir yer değiştirme olduğu iddia edilir. Burada birinci düşünüş tarzı ortadan kalkar; artık hareket yadsınmaz ve bu, metafizik bir
anlayış değilmiş gibi görünür. Bu anlayışa mekanikçi anlayış (ya da mekanikçilik) denir.
Bu anlayış, pek sık işlenen ve 17 ve 18. yüzyıl materyalistlerinde rastladığımız bir yanlıştır. Gördük ki, bunlar doğayı, hareketsiz saymıyorlar, hareket halinde sayıyorlar, ne var ki, onlara göre, bu hareket bayağı bir mekanik değişme, yer değiştirmedir.
Onlar, güneş sistemini tamamen kabul ederler (yer yuvarlağı, güneşin çevresinde döner) ama bu hareketin salt mekanik bir hareket, yani bir yer değiştirme olduğunu düşünürler ve bu hareketi yalnızca bu yönüyle, bu görünümüyle dikkate alırlar.
Ancak şeyler böylesine yalın değildir. Yer yuvarlağının dönmesi, elbette ki mekanik bir harekettir ama yer yuvarlağı bir yandan dönerken, bir yandan da bazı etkilere uğrar, örneğin soğur. Öyleyse yalnız bir yer değiştirme yoktur, meydana gelen başka değişiklikler de vardır.
Demek ki, mekanikçi denilen bu anlayışın temel özelliğini belirleyen şey, yalnız mekanik hareketin dikkate alınmasıdır.
Dünya durmaksızın dönüyorsa da ona hiçbir şey olmaz; dünya yer değiştirir, yuvarlağın kendisi değişmez; kendi kendisiyle özdeş kalır. Bizden önce olduğu gibi, bizden sonra da dönmeye devam eder, daima ve daima döner. Böylece her şey, sanki hiçbir şey olmamış gibi sürer gider. Öyleyse görüyoruz ki, hareketi kabul etmek ama onu salt bir mekanik
hareket olarak kabul etmek, metafizik bir anlayıştır, çünkü bu hareketin tarihi (yani başı ve sonu -ç.) yoktur.
Parçaları kusursuz olan ve aşınmaz bir malzemeden yapılmış bir saat, hiçbir değişime uğramadan sonsuza kadar işleyecektir ve böyle bir saatin bir tarihi olmayacaktır. Böyle bir dünya anlayışına Descartes’ta sık sık rastlanır. O, bütün fizik ve fizyoloji yasalarını mekaniğe indirgemeye çalışır.
Kimyaya ilişkin hiçbir fikri yoktur (kan dolaşımı açıklamasına bakınız) ve onun, şeylere ilişkin mekanikçi anlayışı, 18. yüzyıl materyalistlerinin de anlayışı olacaktır.
(Salt olarak daha az mekanikçi olan ve diyalektik anlayışı sezinleyen Diderot’yu bunlardan ayrı tutacağız.)
18. yüzyıl materyalistlerinin temel özelliklerini belirleyen şey, onların, doğayı, bir saat mekanizması gibi kabul etmeleridir.
Eğer gerçekten böyle olsaydı, şeyler, hiç iz bırakmadan aynı noktaya dönüp gelirlerdi ve doğa, kendi kendine özdeş kalırdı. Bu da metafizik yöntemin birinci özelliğidir.
IV. METAFİZİK TOPLUM ANLAYIŞI
Metafizik anlayış, toplumda hiçbir şeyin değişmemesini ister ama bu istek, genellikle, böyle sunulmuyor. Örneğin, üretimde hammaddelerden mamul nesneler üretilmesinde olduğu gibi, siyasette hükümetlerin birbirini izlemesinde olduğu gibi, değişiklikler olduğu kabul edilir. İnsanlar, bütün
bunları bilirler ama kapitalist rejimi, kesin, sonsuz sayarlar ve hatta bazen bir makine ile karşılaştırırlar.
İşte böyle zaman zaman ekonomi makinesinin bozulmasından söz edilir ama makineyi kaybetmemek için, onun onarılması istenir. Bu ekonomi makinesinin, otomatik bir aygıt gibi, bazılarına kar payları, bazılarına da yoksulluk dağıtmayı sürdürebilmesi istenir.
Gene, burjuva parlamenter rejimi olan siyaset makinesinden söz edilir ve bazen solda bazen sağda olsa da ondan yalnızca bir şey, kapitalizmin ayrıcalıklarını korumak için işlemesi istenir.
İşte toplumu bu biçimde düşünmek de mekanikçi, metafizik bir anlayıştır.
Bağrında bütün bu çarkların işlediği ve böylece işleyişini sürdürdüğü bu toplum olanaklı olsaydı, hiçbir iz bırakmayacaktı; sonuç olarak, o halde tarih içinde geçmişi ve geleceği olmayacaktı.
Gene bütün evren için, özellikle toplum için geçerli olan, çok önemli bir mekanikçi anlayış vardır ki, bu tarih daima yinelenir formülü ile, düzenli bir gidiş ve aynı olaylara devirli biçimde dönüp gelme fikrini yaymaktan ibarettir.
Bu anlayışların çok yaygın olduğunu belirtmek gerekir. Toplum içinde bulunan ve varlığı saptanan hareket ve değişme, gerçekten yadsınmaz ama hareketin kendisi, yalın bir mekanizmaya çevrilerek, tahrif edilir.
V. METAFİZİK DÜŞÜNCE ANLAYIŞI
Çevremizde alışılan düşünce anlayışı nedir?
Biz sanırız ki, insan düşüncesinin başı sonu yoktur ve olmamıştır. Şeyler değişse bile, bizim uslamlama biçimimizin, yüz yıl önce yaşayan insanın uslamlama biçimi ile özdeş olduğuna inanırız. Duygularımızın eski Yunanlıların duyguları ile aynı olduğunu, iyiliğin ve aşkın her zaman var olduğunu düşünürüz. Böylece sonsuz aşktan söz ederiz. İnsan duygularının değişmediği inancı, çok yaygındır.
Bu yüzden, örneğin bireysel ve bencil zenginleşmeye dayanmayan başka bir toplumun var olamayacağı söylenir ve yazılır. Gene insanların istekleri, her zaman aynıdır sözünün sık sık duyulması da bunun içindir.
Çoğu kez böyle düşünürüz. Birçokları daha sık böyle düşünür. Metafizik anlayışın, diğer bütün şeylerde olduğu gibi, düşüncenin hareketi içine işlemesine de karışmayız. Çünkü bizim eğitimimizin temelinde bu yöntem, bu düşünce biçimi, bize ilk bakışta son derece usayatkın (akla yakın) görünüyorsa bunun nedeni bu düşünce biçiminin sağduyu denilen şeyin düşünce biçimi olmasıdır. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 65.)
Bundan çıkan sonuca göre, bu metafizik görüş ve düşünüş biçimi, yalnızca bir dünya anlayışı değil, aynı zamanda düşünmek için tutulan bir yol, bir yöntemdir.
Oysa, her ne kadar metafizik düşünüşleri reddetmek, göreli olarak kolaysa da buna karşılık, metafizik düşünüş yönteminden kaçınmak çok daha güçtür. Bu konuya bir açıklık getirmeliyiz: Evreni görüş biçimimize bir anlayış, açıklamaları arayış biçimimize bir yöntem diyoruz.
Örnekler:
a) Toplumda gördüğümüz değişiklikler, yalnızca dış görünüşlerdir, daha önce de var olanı yinelerler. İşte bir anlayış.
b) Toplum tarihinde daha önceden yer almış bir şey, güneşin altında yeni hiçbir şey yoktur sonucunu çıkarmak için araştırılırsa, işte bu, bir yöntemdir.
Ve biz saptıyoruz ki, yöntemi, anlayış esinler ve belirler. Çok açıktır ki, anlayış tarafından bir kez esinlenen yöntem bu kez anlayışı yöneterek, ona yol göstererek, onun üzerinde etkili olur.
Metafizik anlayışın ne olduğunu gördük; şimdi de onun araştırma yöntemini göreceğiz. Buna mantık denir.
VI. MANTIK NEDİR?
Mantığın iyi düşünme sanatı olduğu söylenir. Gerçeğe uygun bir biçimde düşünmek demek, mantığın kurallarına göre düşünmektir.
Bu kurallar nelerdir? Başlıca şu üç büyük kural vardır:
1. Özdeşlik ilkesi: Daha önce de gördüğümüz gibi, bu, bir şeyin kendi kendisine özdeş olduğunu, değişmediğini kabul eden kuraldır (at, attır).
2. Çelişmezlik ilkesi: Bir şey, aynı zamanda hem kendisi, hem de karşıtı olamaz. Seçmek gerekir (yaşam, hem yaşam ve hem de ölüm olamaz).
3. Üçüncünün olanaksızlığı ilkesi – ya da üçüncü durumun olanaksızlığı: Bu demektir ki, çelişik iki olabilirlik arasında bir üçüncünün yeri yoktur. Yaşam ile ölüm arasında seçim yapmak gerekir. Üçüncü bir olanak yoktur.
Şu halde mantıklı olmak iyi düşünmek demektir, iyi düşünmek ise bu üç kuralı uygulamayı unutmamak demektir.
Daha önce incelediğimiz ve metafizik anlayıştan gelen ilkelerden, bunu biliyoruz.
O halde mantık ile metafizik sıkı sıkıya birbirine bağlıdır; mantık, her şeyi çok belirli bir biçimde sınıflandırma yolunu tutan, bu bakımdan bizi, şeyleri kendi kendileriyle özdeş görmeye zorlayan ve sonra bizi, seçmek, evet ya da hayır demek zorunda bırakan ve sonuç olarak, iki durum arasında
örneğin yaşam ile ölüm arasında üçüncü bir olanağı kabul etmeyen bir düşünüş yöntemi, bir alettir.
Bütün insanlar ölümlüdür; bu arkadaş da bir insandır; öyleyse o da ölümlüdür dendiği zaman, bu, tasım (kıyas, syllogisme) denilen şeydir (bu, mantıklı düşünüşün tipik biçimidir). Biz, böyle düşünmüş olmakla, arkadaşın yerini belirlemiş olduk, bir sınıflandırma yaptık.
Bir insanla ya da bir şeyle karşılaştığımız zaman, Onu nasıl sınıflandırmak (nereye koymak) gerekir? diye kendi kendimize sormak, bizim zihinsel eğilimimizdir. Aklımıza, bu sorundan başka bir şey gelmez. Biz, şeyleri, çeşitli boyutlarda çemberler ya da kutular gibi düşünürüz ve aklımız,
bu çemberleri ya da kutuları, belli bir sıraya göre birbiri içine sokmaya çalışır.
Yukarıdaki örneğimizde ilkin bütün ölümlüleri içine alan bir çember, sonra bütün insanları içine alan daha küçük bir çember; ve daha sonra da yalnız bu arkadaşı içine alan bir çember gösteriyoruz.
Eğer bu çemberleri sınıflandırmak istersek, belli bir mantığa göre, bu çemberleri birbiri içine sokacağız.
Demek ki, metafizik anlayış, mantık ve tasımla yapılmıştır. Bir tasım üç önermelik bir gruptur; ilk iki önermeye, önceden gönderilmiş anlamında öncüller denir; üçüncü önerme vargıdır. Başka bir örnek: Sovyetler Birliği’nde; son anayasadan önce proletarya diktatörlüğü vardı. Diktatörlük, diktatörlüktür. SSCB’de de diktatörlüktür. Öyleyse SSCB ile diktatörlüğün ülkeleri İtalya ve Almanya arasında hiçbir fark yoktur.
Burada diktatörlüğün kimin için ve kimin üzerinde işlediğine bakılmıyor, aynı biçimde burjuva demokrasisi övüldüğünde de bu demokrasinin kimin çıkarına işlediği söylenmiyor.
Böylece, şeyleri ve toplumsal dünyayı, ayrı ayrı çemberlerle bölünmüş ve bu çemberleri birbiri içine girmiş gibi düşünmeye, sorunları bu biçimde koymaya varılır.
Kuşkusuz bunlar, teorik sorunlardır ama pratikte de bir davranış biçimine götürürler. Bunun gibi, örneğin, mutsuz 1919 Almanya’sı örneğini söyleyebiliriz. Almanya’da sosyal demokrasi, davranışı ile kapitalizmin varlığını sürdürüp gitmesine izin vereceğini ve naziliğe de vesile olacağını göremeden, demokrasiyi korumak için, proletarya diktatörlüğünü
öldürdü.
Hayvanların da bitkilerin de bir evrimi olduğu bilininceye kadar, zooloji ve biyoloji de şeyleri ayrı ayrı görür ve incelerdi. eskiden, bütün varlıklar, şeyler, nasıl ise, her zaman öyle oldukları düşünülerek sınıflandırılıyordu.
Ve gerçekten, geçen yüzyılın sonuna dek, doğabilim, her şeyden çok olguları toplayan bir bilim, bir tamamlanmış şeyler bilimi oldu. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 44.)
Ancak bu konuyu tamamlamamız için şunu da görmemiz gerekir:
VII. METAFİZİK SÖZCÜĞÜNÜN AÇIKLAMASI
Felsefede metafizik denilen önemli bir bölüm vardır ama metafizik, ancak, Tanrı ve ruhla uğraştığı için, burjuva felsefesinde böyle bir önem taşır. Onda her şey sonsuzdur. Tanrı, sonsuzdur, değişmez, kendi kendisiyle özdeş kalır; ruh da öyle. İyi de kötü de vb. hep aynıdır, bütün bunlar, açıkça belirlenmiş, kesin ve sonsuzdur. Demek ki, felsefenin metafizik denilen bu bölümünde şeyler, donmuş bir topluluk olarak görülürler ve her şeyi karşı karşıya koyma yoluyla, ruh maddeye karşı, iyi kötüye karşı vb. konarak, yani karşıtlar arasındaki birbirine karşı olma durumuyla uslamlama
yürütülür.
Bu uslamlama, bu düşünüş biçimine, bu anlayışa, metafizik denir. Çünkü bu anlayış, Tanrı gibi, iyilik, ruh, kötülük vb. gibi fizik dışında bulunan şeyleri ve fikirleri işler. Metafizik, Yunanca ötesinde demek olan meta ve dünya olaylarının bilimi demek olan fizik sözlerinden gelir. Demek ki metafizik, dünyanın ötesinde yer alan şeylerle uğraşır.
Ayrıca, bu anlayış, tarihsel bir rastlantı sonucu da metafizik diye adlandırılır. Mantığı ilk inceleyen (ki hala kullanılmaktadır) Aristoteles, çok şeyler yazdı. Ölümünden sonra, öğretilileri, onun yazılarını sınıflandırdılar; bir katalog yaptılar ve sonra, Fizik diye başlık atılmış bir yazı ile ruh sorunlarını işleyen başlıksız bir yazısını buldular ve o yazıyı, fizikten
sonra anlamına gelen Yunanca Metafizik sözü ile sınıflandırdılar.
Sonuç olarak, incelediğimiz üç terim arasında bulunan bağ üzerinde önemle duralım:
Metafizik, mekanikçilik, mantık. Bu üç bilgi kolu, her zaman birlikte görünürler ve hep birbirlerini gerektirirler. Bir sistem oluştururlar ki, biri olmadan öteki anlaşılamaz.
DÖRDÜNCÜ KISIM
DİYALEKTİĞİN İNCELENMESİ
BİRİNCİ BÖLÜM
DİYALEKTİĞİN İNCELENMESİNE GİRİŞ
I. Hazırlayıcı uyarılar.
II. Diyalektik yöntem nereden doğmuştur?
III. Diyalektik, uzun zaman, niçin metafizik anlayışın baskısı altında kaldı?
IV. 18. yüzyıl materyalizmi niçin metafizikti?
V. Diyalektik materyalizm nasıl doğdu: Hegel ve Marks.
I. HAZIRLAYICI UYARILAR
Diyalektikten, bazen, gizemli bir şey gibi söz edilir ve o, karmaşık herhangi bir şey gibi gösterilir. Diyalektik iyi bilinmediği için, ondan gelişigüzel söz edildiği de olur. Bütün bunlar, can sıkıcıdır ve sakınılması gereken yanlışlara neden olurlar.
Sözcüğün kaynak anlamına bakıldığında diyalektik terimi, yalnızca tartışma sanatı demektir ve uzun uzun tartışan insan için kullanıldığında da bu anlam anlaşılır; ve gene sözün anlamı genişletilerek, iyi konuşan bir insan için de diyalektikçi (diyalektisyen) denir.
Biz, diyalektiği, bu anlamda incelemeyeceğiz. Diyalektik sözü, felsefi bakış açısından başka bir anlam kazanmıştır. Felsefi anlamda diyalektik, sanılanın tersine, herkesin erişebileceği, apaçık ve gizemsiz bir şeydir.
Ancak, diyalektik herkesçe anlaşılabilirse de gene de bazı güçlükleri vardır; işte bu güçlüklerin nedenini bilmemiz gerekir.
El işlerinden bazıları basit, bazıları pek karmaşıktır. Örneğin, ambalaj sandıkları yapmak, basit bir iştir. Tersine, bir telsiz aygıtını monte etmek, parmaklarda çok daha ustalık, duyarlık ve kıvraklık isteyen bir iştir.
Ellerimiz ve parmaklarımız, bizim için iş aletleridir ama düşünce de bir iş aletidir. Nasıl parmaklarımız her zaman irice, titizlik isteyen bir iş yapmıyorlarsa, beynimiz için de durum aynıdır.
İnsan emeğinin tarihinde insan, başlangıcında ancak kaba işleri yapmayı biliyordu. Bilimlerdeki ilerleme, daha belirli, daha kesin işlerin yapılabilmesine yol açtı.
Düşünce tarihi için de tam aynı şey olmuştur. Metafizik, parmaklarımız gibi, ancak kaba hareketleri yapabilme yeteneğinde bir düşünce yöntemidir (örneğin metafiziğin sandıklarını çivilemek ya da çekmecelerini çekmek gibi).
Diyalektik, bu yöntemden ayrılır, çünkü çok daha büyük bir açıklık, incelik sağlar ve diyalektik, büyük bir açıklığa, inceliğe sahip bir düşünce yönteminden başka bir şey değildir.
Düşüncenin evrimi de tıpkı, el işinin evrimi gibi olmuştur. Bunun öyküsü de aynıdır, bu evrimde de hiçbir sır yoktur, her şey apaçıktır.
Güçlükler şuradan gelmektedir: 26 yaşına kadar sandık çiviliyoruz ve sonra, birdenbire, bizi, monte etmek üzere telsiz aygıtının önüne koyuyorlar. Elbette çok güçlük çekeceğiz. Elbette ki, ellerimiz hantal, parmaklarımız beceriksiz olacaktır. Ancak zamanla yavaş yavaş kıvraklaşabilecek ve bu işi gerçekleştirebileceğiz. Başlangıçta bize çok güç görünen; sonra çok basit gelecektir.
Diyalektik için de aynı şey. Eski metafizik düşünce yönteminin ağırlığıyla kafamız karmakarışık iken, diyalektik yöntemin kıvraklığını, inceliğini kavramamız gerekiyor. Ancak göreceğiz ki, bunda da gene hiçbir sır, hiçbir karışıklık yoktur.
II. DİYALEKTİK YÖNTEM NEREDEN DOĞMUŞTUR?
Biz biliyoruz ki, metafizik, dünyayı donmuş şeyler kümesi olarak kabul eder, oysa, doğaya baktığımızda tersine, her şeyin kımıldadığını, her şeyin değiştiğini görürüz. Düşünce için de aynı şeyi saptarız. O halde bu saptamadan, metafizik ile gerçek arasında bir uyumsuzluk bulunduğu sonucu çıkar. Bunun için, yalın bir biçimde tanımlamak ve öz bir fikir vermek için denilebilir ki: metafizik diyen hareketsizlik demektedir,
diyalektik diyen de hareket demektedir.
Bizi kuşatan her şeyde bulunan hareket ve değişme, diyalektiğin temelinde yatan şeylerdir.
Doğayı, insan tarihini ya da kendi öz kafa etkinliğimizi düşüncenin incelemesi altına koyduğumuz zaman, bize ilk görünen şey, hiçbir şeyin olduğu gibi, olduğu yerde olduğu biçimde kalmadığı ama her şeyin hareket ettiği, değiştiği, olduğu ve yok olduğu sonsuz ve karşılıklı ilişkiler ve etkiler
yumağı tablosudur. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 63-64.)
Engels’in bu çok açık metninden sonra, diyalektik bakış açısından, her şeyin değiştiğini, hiçbir şeyin olduğu yerde kalmadığını, hiçbir şeyin nasıl ise öyle devam etmediğini ve bu bakımdan bu görüşün gerçekle tam bir uyum içinde bulunduğunu görüyoruz. Hiçbir şey, bulunduğu yerde durmaz,
bize hareketsiz görünse bile kımıldar; yerin, güneşin çevresindeki hareketiyle birlikte kımıldar, yerin kendi ekseni üzerindeki hareketiyle birlikte kımıldar. Metafizikte özdeşlik ilkesi, bir şeyin kendi kendisi olarak kalmasını ister. Oysa biz, tersine, hiçbir şeyin olduğu gibi kalmadığını görüyoruz.
Hep aynı kalıyormuşuz gibi bir izlenimimiz vardır bizim, bununla birlikte, Engels bize aynılar, farklıdırlar diyor. Siz, özdeş olduğumuzu düşünüyoruz ama daha bunu düşünürken biz değiştik bile. Çocuktuk, adam olduk ve bu adam, fiziksel olarak, hiçbir zaman aynı kalmaz; günbegün yaşlanır.
Demek ki, Elealıların savundukları gibi, hareket aldatıcı görünüş değildir; mademki, gerçekte, her şey kımıldar ve değişir, aldatıcı görünüş hareketsizliktir.
Tarih de bize, şeylerin oldukları gibi durmadıklarını tanıtlıyor. Toplum hiçbir zaman hareketsiz değildir. İlkçağda ilkin köleci toplum var oldu, ondan sonra feodal toplum geldi, onu da kapitalist toplum izledi. Bu toplumların incelenmesi, bize, yeni bir toplumun doğmasına yol açan öğelerin, bu toplumların bağrında sürekli olarak ve yavaş yavaş, gözle görülmeksizin
geliştiklerini gösteriyor. Bunun gibi, kapitalist toplum da her gün değişmektedir ve SSCB’de artık var olmaktan çıkmıştır. Çünkü hiçbir toplum hareketsiz kalmaz, Sovyetler Birliği’nde kurulan sosyalist toplum da bir gün, ortadan kalkmak durumundadır. Daha şimdiden gözle görülebilecek biçimde değişmektedir. Onun için, metafizikçiler, orada ne olup bittiğini anlamıyorlar. Hala kapitalist baskının etkisi altındaki insanların duyguları ile, tümüyle dönüşmüş bir toplumu yargılamaya devam ediyorlar.
Bizim duygularımız da değişir, ki biz bunu pek az hesaba katıyoruz. Bir sempatiden başka bir şey olmayan şeyin bir aşka dönüştüğünü, sonra da bazen bir kin haline geldiğini görürüz.
Her yerde doğada tarihte, düşüncede gördüğümüz şey, değişme ve harekettir. İşte diyalektik, bu saptama ile başlar.
Yunanlılar, her yanda değişmeyle ve hareketle karşılaşılması olgusundan etkilendiler. Daha önce gördük ki, diyalektiğin babası denilen Heraklitos, bize, ilk olarak, diyalektik bir dünya anlayışı getirmiştir, yani dünyayı hareket halinde ve donmamış olarak tanımlamıştır. Heraklitos’un görüş tarzı, bir yöntem haline gelebilir.
Ancak bu diyalektik yöntem, ancak çok zaman sonra kabul dilebilmiştir. Diyalektiğin, niçin bu kadar uzun zaman metafizik yöntemin baskısı altında kaldığını görmemiz gerekir.
III. DİYALEKTİK, UZUN ZAMAN, NİÇİN METAFİZİK YÖNTEMİN BASKISI ALTINDA KALDI?
Diyalektik anlayışın, tarihte, çok erkenden doğmuş olduğunu ama insanların bilgilerinin yetersizliğinin, metafizik yöntemin gelişmesine ve diyalektiğin önüne geçmesine olanak sağladığını görmüştük.
Burada insanların büyük bilgisizliğinden doğan idealizm ile diyalektiğin yeterince tanınmamasından doğan metafizik anlayış arasında bir paralellik kurabiliriz.
Bu, niçin ve nasıl olanaklı olabilirdi?
İnsanlar, doğayı incelemeye tam bir bilgisizlik içinde başladılar. Saptadıkları olayları incelemek için, onları sınıflandırmaya başlıyorlar ama sınıflandırma tarzı, bir düşünüş alışkanlığı yaratıyor. Kategoriler yaparak ve bunları birbirlerinden ayırarak, aklımız, böyle ayırmalar yapmaya alışıyor
ve biz, burada metafizik yöntemin ilk özelliğini buluyoruz. Şu halde metafizik, bilimlerin gelişmesinde yetersizlikten çıkıyor. Daha 150 yıl önce, bilimler birbirlerinden ayrılarak inceleniyordu. Örneğin, kimya, fizik, biyoloji, kendi başlarına, ayrı ayrı inceleniyordu ve aralarında hiçbir ilişki görülmüyordu. Bu yöntem, bilimlerin kendi içinde de uygulanıyordu.
Fizik, sesi, ısıyı, manyetiği, elektriği inceliyordu ve bu çeşitli olaylar arasında hiçbir ilişki olmadığı düşünülüyordu; her biri, ayrı bölümlerde inceleniyordu.
İşte burada da metafiziğin, şeyler arasındaki ilişkilerin tanınmamasını, aralarında ortak bir şey bulunmamasını kabul eden ikinci temel özelliğini çok iyi görüyoruz.
Aynı şekilde şeyleri durgunluk halinde kavramak, hareket halinde kavramaktan çok daha kolaydır. Örnek olarak fotoğrafçılığı alalım: Görürüz ki, ilkin, şeyler kendi hareketsizlikleri içinde (bu fotoğraftır), sonra, ancak zamanla, hareketleri içinde (bu da sinemadır) saptanmaya çalışılır. Pekala!
Fotoğraf ve sinemanın imgesi, bilimlerin ve insan zihninin gelişmesinin bir imgesidir. Şeyleri, hareket içinde incelemeden önce, durgun halleriyle inceliyoruz.
Peki niçin? Çünkü, bilinmiyordu. Öğrenmek için de en kolay bakış açısı seçildi; çünkü hareketsiz şeyler, kavranması ve incelenmesi daha kolay şeylerdir. Kuşkusuz, şeyleri durgunluk halinde inceleme, diyalektik düşüncenin zorunlu bir anıdır – ama yalnız bir an, eksik, parçalı ve oluş halindeki şeylerin incelenmesiyle bütünleşmesi gereken bir andır.
Bu anlayışı, örneğin, biyolojide zoolojinin ve botaniğin incelenmesinde görüyoruz. Çünkü bunlar iyi bilinmiyorlardı; önceleri, hayvanlar, soy ve tür biçiminde sınıflandırıldı ve aralarında ortak hiçbir şey bulunmadığı ve bu durumun her zaman böyle olmuş olduğu düşünülüyordu (metafiziğin üçüncü temel özelliği). Saptanımcılık (fixisme) denilen (ve evrimcilikin tersine, örneğin, hayvan türlerinin bugün ne iseler her zaman öyle olduklarını ve hiçbir evrim göstermediklerini iddia eden) teori buradan gelir; demek ki bu, metafizik bir teoridir ve insanların bilgisizliğinden ileri gelmektedir.
IV. 18. YÜZYIL MATERYALİZMİ NİÇİN METAFİZİKTİ?
Mekanikçiliğin 18. yüzyıl materyalizminde çok büyük bir rol oynadığını ve bu materyalizme çok kez mekanikçi materyalizm dendiğini biliyoruz. Neden böyle oldu? Çünkü materyalist anlayış, bütün bilimlerin gelişmesine bağlıdır ve bilimler arasında ilk gelişmiş olan da mekanik bilimidir. Günlük
dilde mekanik makinelerin incelenmesi, bilimsel dilde ise yer değiştirme olarak hareketin incelenmesidir. Mekanik ilk gelişen bilim olmuşsa, bu mekanik hareketin, en basit hareket olmasındandır. Ağaç üzerinde rüzgarda sallanan bir elmanın hareketini incelemek, olgunlaşmakta olan bir elmanın içinde oluşan değişmeyi incelemekten çok daha kolaydır. Rüzgarın elma üzerinde etkisi, elmanın olgunlaşmasından çok daha kolaylıkla incelenebilir ama bu inceleme kısmidir ve böyle bir inceleme metafiziğe kapı açar.
Eski Yunanlılar, her ne kadar her şeyin hareket olduğunu gözledilerse de bu gözlemlerinden yararlanamadılar, çünkü bilgileri yetersizdi. O halde şeyler ve olaylar gözleniyor, sınıflandırılıyor, yer değiştirmenin incelenmesi ile yetiniliyor, bundan da mekanik ortaya çıkıyor; ve bilim alanlarındaki
bilgilerin yetersizliği, metafizik anlayışı doğuruyor.
Materyalizmin, her zaman bilimler üzerinde kurulu olduğunu biliyoruz. Bu çağda bütün bilimler arasında en çok gelişmiş olan bilim, mekanikti.
Bunun için, diyecektir Engels, 18. yüzyıl materyalizminin metafizik, mekanikçi bir materyalizm olması kaçınılmazdı, çünkü bilimler de öyleydi.
Şu halde diyeceğiz ki, bu metafizik, mekanikçi materyalizm, materyalistti, çünkü felsefenin temel sorusunu, birinci etken maddedir diye yanıtlıyordu ama aynı zamanda metafizikti; çünkü, evreni, donmuş, kalıplaşmış ve mekanik şeyler kümesi sayıyordu, çünkü her şeyi mekanik aralığından
görüyor ve inceliyordu.
Bir gün gelecek, araştırmaların birikimiyle, bilimlerin de hareketsiz olmadıkları saptanacak. Kimyayı, fizikten ya da biyolojiden ayırdıktan sonra; tek başlarına birini ya da ötekini incelemenin olanaksız hale geldiğinin farkına varılacaktır. Örneğin, biyoloji alanına giren sindirimi, kimya olmadan incelemek, olanaksızdır. 19. yüzyıla doğru, bilimlerin birbirlerine bağlı oldukları anlaşılacak ve bunu, bilimler içindeki metafizik anlayışta bir geri çekilme izleyecektir, çünkü doğa hakkında daha derinleştirilmiş bilgilere sahip olunacaktır. O zamana kadar, fizik olayları ayrı ayrı incelenmişti ama şimdi, bütün bu olayların aynı nitelikte olduğu kabul edilmek zorunda kalınıyor. Böylece, önce ayrı ayrı incelenen elektrik
ve manyetik, bugün bir tek bilim: elektro-manyetik olarak birleştirilmiştir.
Ses ve ısı olayları incelenirken, aynı şekilde her ikisinin de aynı nitelikte bir olaydan çıkmış olduğunun farkına varıldı.
Bir çekiçle vurulurken bir ses elde edilir ve bir ısı oluşturulur. Isıyı oluşturan harekettir ve biz biliyoruz ki, ses, havanın titreşimleridir; titreşimler ise, onlar da harekettir. İşte yapısı (doğası) aynı iki olay.
Biyolojide giderek daha inceden inceye, titizlikle sınıflandırma yaparak, öyle türler bulunmuştur ki, bunları, artık ne bitkisel, ne de hayvansal olarak sınıflandırma olanağı yoktur ve incelemeler her gün daha ileri götürülerek, hayvanların, her zaman aynı olmadıkları sonucuna varılıyor. Olgular,
saptanımcılığı ve metafizik zihniyeti mahkum etmiştir.
Materyalizmin diyalektik olmasını sağlayan şimdi görmüş olduğumuz bu dönüşüm, 19. yüzyılda oluşmuştur. Diyalektik, gelişimleri sırasında metafizik anlayıştan vazgeçen bilimlerin öz ereğidir. Materyalizm dönüşebildi, çünkü bilimler değişti. Metafizik bilimlere, metafizik materyalizm uygun düşüyordu; ve yeni bilimlere, yeni bir materyalizm, yani diyalektik materyalizm uygun düşüyor.
V. DİYALEKTİK MATERYALİZM NASIL DOĞDU: HEGEL VE MARKS
Metafizik materyalizmden diyalektik materyalizme bu dönüşme nasıl oldu diye sorarsak, genellikle şöyle yanıtlanır:
1. 18. yüzyılın metafizik materyalizmi vardı.
2. Bilimler değişti.
3. Bu arada Marks ve Engels geldi; onlar metafizik materyalizmi ikiye böldüler, metafiziği attılar, materyalizme diyalektiği ekleyerek alıkoydular.
Şeyleri bu biçimde sunma eğilimi, şeyleri bir şema haline getirerek basitleştirmemizi isteyen metafizik yöntemden ileri gelir. Oysa biz, tersine, sürekli olarak, gerçeğin olgularının hiçbir zaman şemalaştırılmaması gerektiğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Olgular, bize göründüklerinden ve bizim düşündüğümüzden daha karmaşıktırlar. Onun için metafizik
materyalizmin diyalektik materyalizme dönüşmesi, o kadar basit olmadı.
Diyalektik, gerçekte, bilimlerde meydana gelen değişmeyi anlamasını bilen idealist Alman filozofu Hegel (1770-1831) tarafından geliştirildi. Heraklitos’un eski fikrini yeniden ele alarak, bilimsel ilerlemelerin de yardımıyla, evrende her şeyin hareket ettiğini ve değiştiğini, hiçbir şeyin ayrı, tek başına olmadığını, her şeyin her şeye bağlı bulunduğunu saptadı ve böylece diyalektiği yarattı. Hegel’den dolayı, bugün, dünyanın diyalektik hareketinden söz ediyoruz. Hegel’in başta sezinlediği şey, düşüncenin hareketidir ve Hegel, buna, doğal olarak, diyalektik adını vermiştir.
Ancak Hegel idealisttir. Yani ruha birinci derecede önem verir, bu yüzden de o, özel bir hareket ve değişme anlayışı yaratır. Ruhun değişmelerinin, maddedeki değişmelerin nedeni olduğunu düşünür. Hegel’e göre, evren, maddeleşmiş fikirdir (idee’dir) ve evrenden önce, ilkin ruh vardır ve ruh, evreni bulur. Özet olarak, Hegel, ruhun ve evrenin aralıksız değişme halinde olduğunu saptar ama bundan maddedeki değişmeleri, ruhun değişikliklerinin belirlediği sonucunu çıkarır.
Örnek: Mucidin bir fikri vardır, fikrini gerçekleştirir, işte bu maddeleşmiş fikir, maddede değişiklikler yaratır.
Demek ki Hegel, pekala diyalektikçidir ama diyalektiği idealizme bağımlı kılar.
Ve işte bunun üzerine Hegel’in öğretilileri olan ama materyalist öğretilileri olan ve materyalist olduklarına göre maddeye birinci önemi veren Marks (1818-1883) ve Engels (1820-1895), Hegel’in diyalektiğinin doğru ama tersine olumlamalar verdiğini düşünürler. Engels bu konuda şöyle diyecektir: Diyalektik, Hegel ile, tepesi üzerinde duruyordu, onu ayakları üzerine oturtmak gerekti . Marks ve Engels, Hegel’in tanımladığı bu düşüncenin hareketinin başlangıç nedenini, maddi gerçeğe geçirdiler ve Hegel’den aynı terimi alarak, buna, doğal olarak, diyalektik dediler.
Onlar, Hegel’in düşüncenin ve evrenin aralıksız değişme halinde olduğunu söylemekte haklı olduğunu ama fikirlerdeki değişmelerin şeylerdeki değişmeleri belirlediklerini iddia etmekle yanıldığını düşünürler. Tersine, bize fikirleri şeyler verir ve fikirler, şeyler değiştikleri için değişirler.
Eskiden posta arabasıyla yolculuk edilirdi. Bugün trenle yolculuk ediyoruz; bizim trenle yolculuk etme gibi bir fikrimiz olduğu için değil, bu yolculuk aracı var olduğu için yapıyoruz. Bizim fikirlerimiz değişmiştir, çünkü şeyler değişmiştir.
Şu halde Marks ve Engels’in elinde bir yanda 18. yüzyıl Fransız materyalizminden gelen materyalizm, öte yanda da Hegel’in diyalektiği vardı ve onlara, artık bu ikisini birbirine bağlamaktan başka bir şey kalmıyordu demekten kaçınmak gerekir.
Bu, şeylerin daha karmaşık olduklarını unutan dar görüşlü, şematik bir anlayış olur; bu, metafizik bir anlayıştır.
Marks ve Engels, kuşkusuz, diyalektiği Hegel’den alacaklarama onu değiştireceklerdir. Materyalizm için de aynı şeyi yapacaklar ve bize, diyalektik materyalizmi vereceklerdir.
İKİNCİ BÖLÜM
DİYALEKTİĞİN YASALARI
BİRİNCİ YASA: DİYALEKTİK DEĞİŞME
I. Diyalektik hareketten ne anlaşılır?
II. Diyalektik için, kesin, mutlak, kutsal hiçbir şey yoktur. (Engels)
III. Süreç.
I. DİYALEKTİK HAREKETTEN NE ANLAŞILIR?
Diyalektiğin birinci yasası, hiçbir şey olduğu yerde kalmaz, hiçbir şey olduğu gibi kalmaz gözlemiyle başlar. Kim ki, diyalektik der, hareket demektedir, değişme demektedir. Buna göre, diyalektiğin bakış açısında yer almaktan söz edildiği zaman, bu, hareketin, değişmenin bakış açısında yer almak demektir: Şeyleri diyalektiğe göre incelemek istediğimiz
zaman, onları hareketleri içinde değişmeleri içinde inceleyeceğiz:
İşte bir elma. Bu elmayı incelemek için iki yolumuz var: Bunlardan biri metafizik bakış açısıdır, öteki ise diyalektik bakış açısıdır.
Birinci durumda bu meyvenin biçiminin ve renginin bir tanımlamasını vereceğiz. Onun özelliklerini sıralayacağız, onun tadından vb. söz edeceğiz. Sonra elmayı bir armutla karşılaştırabilir, benzerliklerini ve ayrılıklarını görebiliriz ve sonunda bir elma, bir elmadır ve bir armut, bir armuttur sonucunu çıkarabiliriz. Eskiden şeyler bu biçimde inceleniyordu,
sayısız kitaplar bunun tanıtıdır.
Eğer elmayı, diyalektik açıdan incelemek istersek, hareket açısından inceleyeceğiz ama elmanın, yuvarlandığı ve yer değiştirdiği zamanki hareketi açısından değil, onun evriminin hareketi açısından inceleyeceğiz. O zaman göreceğiz ki, olgun elma, şu anda ne ise her zaman öyle olmamıştır. Önce, yeşil bir elma idi. Çiçek olmadan önce bir tomurcuktu;
böylece elma ağacının ta ilkyaz dönemindeki haline kadar uzanabileceğiz. Demek ki elma, her zaman bir elma olmadı, elmanın bir tarihi, bir geçmişi vardır; ve şimdi de olduğu gibi kalmayacaktır. Eğer yere düşerse, çürüyecek, ayrışacaktır, çekirdekleri ortaya çıkacaktır, bu çekirdekler de işler yolunda giderse, bir filiz, sonra da bir ağaç vereceklerdir. Demek
ki, elma, hep olduğu gibi değildi ve hep olduğu gibi kalmayacaktır.
İşte şeyleri hareket açısından incelemek denilen şey budur. Bu, şeylerin, geçmişi ve geleceği açısından incelenmesidir. Böyle incelenince, elma, artık, ne olduğu ile ne olacağı arasında yani geçmiş ile gelecek arasında ancak bir geçiş olarak görülür.
Şeylere bu biçimde bakmayı, kafalara daha iyi yerleştirebilmek için iki örnek daha alacağız: yeryüzü ve toplum.
Metafizik bakış açısında yer alırsak, yeryüzünün biçimini, bütün ayrıntıları ile betimleyeceğiz. Yüzeyde denizlerin, karaların, dağların bulunduğunu saptayacağız; toprağın yapısını inceleyeceğiz. Sonra yeryüzünü öteki gezegenlerle ya da ayla karşılaştırabilir ve, en sonunda şu vargıya varırız:
Yeryüzü, yeryüzüdür.
Oysa, yeryüzünü diyalektik açıdan incelerken, onun her zaman ne ise öyle olmadığını, birtakım değişikliklere uğradığını ve bu yüzden, yeryüzünün gelecekte de başka yeni değişikliklere uğrayacağını görürüz. Şu halde bugün yeryüzünün güncel durumunun, geçmiş değişmeler ile gelecekteki
değişmeler arasında bir geçişten başka bir şey olmadığını kabul etmeliyiz. Bu geçiş içinde gerçekleşen, olan değişmeler, bir elmanın olgunlaşmasında olan, gerçekleşen değişmelerden çok daha büyük bir ölçüde olsalar bile, seçilmez, fark edilmez değişmelerdir.
Şimdi de Marksistleri özellikle ilgilendiren toplum örneğini görelim.
Gene iki yöntemimizi uygulayalım: Metafizik bakış açısından bize denecektir ki, zenginler ve yoksullar her zaman oldu. Büyük bankaların, koskoca fabrikaların bulunduğu belirtilecek, kapitalist toplumun ayrıntılı bir betimlemesi verilecek, geçmiş toplumlarla (feodal ve köleci toplumlarla); benzerlikleri ya da ayrılıkları araştırılarak, karşılaştırılacak ve bize şu denecek: kapitalist toplum ne ise odur.
Diyalektik bakış açısından, kapitalist toplumun, her zaman ne ise o olmadığını öğreneceğiz. Eğer biz, geçmişte, bir zaman başka toplumların da yaşamış olduğunu saptarsak, bunu, kapitalist toplumun da bütün öteki toplumlar gibi, sonuncu toplum olmadığı, kapitalist toplumun dokunulmaz bir temeli bulunmadığı ama bizim için, tersine, ancak geçici bir gerçek olduğu, geçmişle gelecek arasında bir geçişten başka bir şey olmadığı sonucunu çıkarmak için yapacağız.
Bu birkaç örnekle, şeylere diyalektik bakış açısından bakmanın, her şeye, geçici olarak, geçmişte bir tarihi olan ve gelecekte de bir tarihi olması gereken, bir başlangıcı olan ve bir sonu olması gereken şeyler olarak bakmak demek olduğunu görüyoruz.
II. DİYALEKTİK İÇİN KESİN, MUTLAK, KUTSAL HİÇBİR ŞEY YOKTUR
Diyalektik felsefe karşısında hiçbir şey sonal, mutlak, kutsal değildir; bu felsefe, her şeyin geçici karakterini ve her şeydeki geçici karakteri ortaya çıkarır ve onun karşısında kesintisiz oluş ve yok oluş sürecinden… başka hiçbir şey yürürlükte kalamaz. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 13.)
İşte bu, yukarda görmüş olduğumuz ve önümüzde inceleyeceğimiz şeyi belirten bir tanımlamadır:
Diyalektik için kesin hiçbir şey yoktur. Bu demektir ki, diyalektiğe göre her şeyin bir geçmişi vardır ve bir geleceği olacaktır; demek ki, her şey, bir kez bulunduğu yerde her zaman için, kesin olarak bulunmaz ve bugünkü o, kesin ve son değildir. (Elma, yeryüzü, toplum örnekleri.)
Diyalektiğe göre, ne dünyada ne de dünya dışında hiçbir güç yoktur ki, şeyleri, kesin, son biçimini almış bir durumda saptayabilsin; şu halde hiçbir şey mutlak değildir. (Mutlak=Absolu, hiçbir koşula bağlı olmayan, olayısıyla evrensel, başsız ve sonsuz, eksiksiz, tam demektir.)
Hiçbir şey kutsal değildir demek, diyalektik her şeyi Hoş görür, hiçbir şeye saygısı yoktur demek değildir. Hayır! Kutsal bir şey, değişmez sayılan, dokunulmaması, tartışılmaması gereken ama ancak ululanacak bir şey demektir. Örneğin, kapitalist toplum kutsaldır. Pekala!, diyalektik
diyor ki, hiçbir şey, hareketten, değişmeden, tarihin değişikliklerinden
kurtulamaz, kaçamaz.
Kalımsızlık (caducite), yaşla birlikte tükenen anlamına gelen kadük olan, dayanıksız olan, yıpranan, yaşlanan ve yok olmak zorunda olan bir şeydir. Diyalektik, kadük olan bir şeyin artık varlık nedeni olmayan bir şey olduğunu ve her şeyin ortadan kalkmak, yok olmak gibi bir yazgısı olduğunu bize gösteriyor. Genç olan yaşlanır; bugün yaşayan yarın
ölür ve diyalektiğe göre, oluşun ve geçişin kesintisiz sürecinden
başka hiçbir şey mevcut değildir.
Demek ki, diyalektik görüş açısında yer almak, değişmeden başka hiçbir şeyi sonsuz saymamak demektir. Bu, özel hiçbir şey oluşun dışında sonsuz olamaz demektir.
Ama Engels’in, tanımlanmasında sözünü ettiği oluş nedir?
Gördük ki, elmanın bir tarihi vardır. Şimdi de örneğin, gene bir tarihi olan bir kalemi alalım.
Bugün kullanılmış olan bu kalem, yeni idi. Kalemin yapıldığı tahta, bir tahta kalastan çıkar, bu kalas da bir ağaçtan. Şu halde görüyoruz ki, elmanın da kalemin de birer tarihleri vardır ve ne biri, ne de öteki, her zaman ne iseler, o olmamışlardır ama bu iki tarih arasında bir farklılık vardır. Elbette!
Yeşil elma, olgun elma olmuştu. Yeşil elma olduktan sonra, her şey yolunda gittiği takdirde olgun olmayabilir miydi? Hayır, olgunlaşmak zorunda idi, nasıl ki, yere düştüğünde de çürümek, ayrışmak ve çekirdeklerini bırakmak zorundaysa.
Oysa, kalemin geldiği ağaç, bir tahta olmayabilirdi ve bu tahta da bir kalem olmayabilirdi. Kalemin kendisi de daima bütün, yani yontulmamış kalabilirdi.
Şu halde bu iki tarih arasında bir fark olduğunu görüyoruz. Elma için, olgun elma olan yeşil elmadır, eğer olağanın dışında bir şey olmazsa, elma çiçeği elma haline gelmiştir. Şu halde veri olan bir aşamayı, öteki aşama, zorunlu olarak, kaçınılmaz olarak, izler (herhangi bir şey, evrimi durdurmazsa).
Kalemin tarihinde ise, tersine, ağaç bir tahta kalas, tahta kalas bir kalem, kalem de yontulmuş bir kalem olmayabilir. Demek ki veri olan bir aşamayı, öteki aşama izlemeyebilir. Eğer kalem, bütün bu aşamalardan geçiyorsa, bu, yabancı bir müdahale, yani insanın araya girmesi yüzündendir.
Elmanın tarihinde ikinci aşamanın birinci aşamadan vb. çıktığı, birbiri ardından. gelen aşamalar görüyoruz. Elmanın tarihi, Engels’in sözünü ettiği oluşu izliyor. Kalemin tarihinde ise, aşamalar, birbirlerinden çıkmaksızın yan yana konulurlar. Elma ise, doğal bir süreç izler.
III. SÜREÇ
(Bu sözcük ‘Processus= Vetire’, Latince’den gelir ve anlamı, ileri gidiş ya da ilerlemek olgusu, ilerlemedir.)
Neden yeşil elma, olgun elma olur? Bu, onun içinde taşıdığı şeyden dolayıdır. Elmayı olgunlaşmaya doğru iten birbirine zincirleme bağlı iç olaylardan dolayıdır; bu, olgun elma. olmadan önce, elma olduğu için ve olgunlaşmadan edemeyeceği içindir.
Elma olacak çiçek, sonra olgunlaşacak yeşil elma incelendiği zaman, elmayı, kendi evrimine iten bu iç zincirleme bağların, otodinamizm (özgüç) denilen güçlerin baskısı altında etkin olduğu görülür ki, buna, kendi varlığından gelen güç denilebilir.
Kalem, henüz tahta kalas halinde iken, onu bir kalem haline getirmek üzere insanın işe karışması gerekli oldu, çünkü, tahta kalas hiçbir zaman, kalem haline dönüşemezdi. İç güçler, otodinamizm (özgüç), süreç olmadı burada. Şu halde diyalektik diyen yalnızca hareket demez, aynı zamanda
otodinamizm de der.
Demek ki, diyalektik hareketin, kendinde süreci ve diyalektik hareketin özü olan otodinamizmi içerdiğini görüyoruz. Her hareket ve her değişme, diyalektik değildir. Eğer, diyalektik bakış açısından inceleyeceğimiz bir pireyi alırsak, diyeceğiz ki, o her zaman ne ise o olmadı ve her zaman da ne ise o olmayacak ama onu ezersek, kuşkusuz, pire için bir değişme
olacaktır ama bu değişme diyalektik bir değişme mi olacaktır? Hayır. Biz olmasaydık, pire ezilmeyecekti. Şu halde bu değişme, diyalektik bir değişme değil ama mekanik bir değişmedir.
Şu halde diyalektik değişmeden söz ettiğimiz zaman, çok dikkat etmeliyiz. Biz, eğer yeryüzü var olmakta devam ederse, kapitalist toplumun yerini sosyalist toplumun, onun yerini de komünist toplumun alacağını düşünüyoruz. Bu, diyalektik bir değişme olacaktır ama, eğer yeryüzü havaya uçarsa, kapitalist toplum otodinamik bir değişmeyle değil ama
mekanik bir değişmeyle ortadan kalkacaktır.
Bir başka fikir düzeni içinde bir disiplin doğal olmadığı zaman, buna, mekanik disiplin diyoruz ama serbestçe kabul edildiği, yani doğal ortamından geldiği zaman, bu disiplin, otodinamik bir disiplindir. Mekanik bir disiplin, dışarıdan kabul ettirilen bir disiplindir; bu, kumanda edenlerden başka, şeflerden gelen bir disiplindir. (O halde mekanik olmayan,
otodinamik bir disiplini, bütün örgütlerin sağlayamayacağını anlıyoruz.)
Demek ki, diyalektiği, mekanik bir biçimde kullanmaktan kaçınmamız gerekir. Bu da bize, metafizik biçimde düşünme alışkanlığımızdan gelen bir şeydir. Şeylerin her zaman ne ise o olmadıklarını, bir papağan gibi yinelememek gerekir. Bir diyalektikçi, bunu söylediği zaman, şeylerin
daha önce ne olmuş olduklarını, olgular içinde aramalıdır. Çünkü bunu söylemek, uslamlamanın sonu demek değildir, şeylerin daha önce ne olduklarını titizlikle gözlemek için yapılacak incelemelerin başlangıcıdır.
Marks, Engels ve Lenin, kapitalist toplumun kendilerinden önce ne olduğu üzerine uzun ve açık incelemeler yaptılar. Diyalektik değişiklikleri saptamak için, en küçük ayrıntıları gözlemlediler. Lenin, kapitalist toplumun değişmelerini tanımlamak ve eleştirmek, emperyalist dönemi tahlil etmek için ayrıntılı incelemeler yaptı ve sayısız istatistikleri
inceledi.
Gene otodinamizmden söz ettiğimizde de onu, bir edebi söz haline getirmemeliyiz; bu sözü, bilerek ve onu tümüyle anlayanlar için kullanmalıyız.
Son olarak, bir şeyi incelerken, otodinamik değişmelerin neler olduklarını gördükten ve hangi değişmenin saptandığını söyledikten sonra, otodinamik olanın nereden geldiğini irdelemeli, araştırmalıyız.
Bunun içindir ki, diyalektik, araştırmalarla ve bilimlerle sıkı sıkıya bağlıdır.
Diyalektik, şeyleri incelemeksizin açıklama ve tanıma yolu değildir; diyalektik, şeylerin başlangıcını ve sonunu, nereden geldiklerini ve nereye gittiklerini araştırırken, iyi inceleme ve iyi gözlemler yapma aracıdır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İKİNCİ YASA: KARŞILIKLI ETKİ
I. Süreçlerin zincirleme sıralanışı.
II. 19. yüzyılın büyük buluşları.
1. Canlı hücrenin ve gelişiminin bulunuşu.
2. Enerjinin dönüşümünün bulunuşu.
3. İnsanda ve hayvanlarda evrimin bulunuşu.
III. Tarihsel gelişim ya da sarmal (spiral) gelişim.
IV. Vargı.
I. SÜREÇLERİN ZİNCİRLEME SIRALANIŞI
Biraz önce elmanın öyküsü dolayısıyla, bir sürecin ne olduğunu gördük. Gene bu örneği ele alalım. Elmanın nereden geldiğini araştırdık ve araştırmalarımızı ağaca kadar götürmemiz gerekti ama bu araştırma sorunu, ağaç içinde kendini ortaya koyar. Elmanın incelenmesi, bizi, ağacın yazgısını ve kökenlerini incelemeye götürür. Ağaç nereden geliyor? Elmadan. Ağaç, yere düşen ve yeni bir filize can vermek üzere
toprakta çürüyen elmadan gelir, bu durum, bizi, yeri, elmanın çekirdeklerinin filiz verebilmesi koşullarını, havanın, güneşin vb. etkilerini incelemeye götürür. Böylece, elmanın incelemesinden yola çıkarak, elma sürecinden ağaç sürecine geçip, oradan yerin incelenmesine geldik, ağaç süreci de yerin sürecine zincirleme bağlanıyor. İşte süreçlerin zincirleme
sıralanışı denilen şeyle karşı karşıyayız. Bu, bize, diyalektiğin ikinci yasasını açıklamak ve incelemek olanağını verecektir. Bu yasa, karşılıklı etki yasasıdır. Süreçlerin zincirleme sıralanışına örnek olarak, elma örneğinden sonra Paris İşçi Üniversitesi örneğini alalım.
Bu okulu diyalektik görüş açısından incelersek, nereden geldiğini araştıracağız ve ilkin şöyle bir yanıtımız olacak: 1932 güzünde bir araya gelmiş bazı arkadaşlar, Marksizm’i incelemek üzere, Paris’te, bir işçi üniversitesi kurmaya karar verdiler.
Ancak, bu komite, Marksizm’i öğretme fikrine nasıl vardı? Besbelli ki, Marksizm var olduğu için. Peki, o halde Marksizm nereden geliyor?
Görüyoruz ki, süreçlerin zincirleme sıralanışını araştırmak, bizi, tam ve titiz incelemelere götürüyor. Dahası var: Marksizm’i araştırırken, bu öğretinin, bizzat proletaryanın bilgisi olduğunu saptamaya kadar varmış olacağız; şu halde görüyoruz ki, (ister Marksizm’den yana, ister ona karşı olunsun)
proletarya mevcuttur; o zaman şu yeni soruyu soracağız: Proletarya nereden geliyor?
Biliyoruz ki, proletarya, bir ekonomik sistemden, kapitalizmden geliyor. Biliyoruz ki, toplumun sınıflara bölünüşü, sınıf savaşımı, Marksizm’e karşı olanların iddia ettikleri gibi, Marksizm’den doğmamıştır, tersine, Marksizm bu sınıf savaşımının varlığını saptar ve gücünü zaten daha önceden var olan
proletaryadan alır.
Şu halde süreçten sürece, kapitalizmin varoluş koşullarının incelenmesine kadar geleceğiz. İşte böylece, her şeyin, her şey üzerinde etki oluşturduğunu bize gösteren bir süreçler zincirlemesi var önümüzde. Her şeyin her şeyi etkilemesi, karşılıklı etki yasasıdır.
Şimdi de bu iki örnekle, elma ve Paris İşçi Üniversitesi örneği ile metafizikçi nasıl bir yöntem izlerdi, onu görelim.
Elma örneğinde metafizikçi, yalnızca elmanın nereden geldiğini düşünebilecekti. Elma ağaçtan gelir demekle yetinirdi. Daha ilerisini araştırmazdı.
İşçi Üniversitesi için de Fransız halkını baştan çıkarmak isteyen bir grup insan tarafından kurulmuş bir üniversite olduğunu söyler ya da incir çekirdeğini doldurmayan başka sözler söyleyerek gönlünü eğlendirirdi.
Ama diyalektikçi, bir yanda elma, diğer yanda da İşçi Üniversitesi ile sonuçlanan bütün süreçler zincirini görür. Diyalektikçi özel, tikel olayı, ayrıntıyı, bütüne bağlar.
Diyalektikçi, elmayı ağaca bağlar ve daha öteye, bütünü içinde doğaya kadar gider. Elma, yalnız elma ağacının meyvesi değildir, bütün doğanın meyvesidir de.
İşçi Üniversitesi, yalnız proletaryanın meyvesi değil ama kapitalist toplumun meyvesidir de.
Şu halde görüyoruz ki, dünyayı kalıplaşmış şeylerin kümesi gibi kavrayan metafizikçinin tersine, diyalektikçi, dünyayı bir süreçler kümesi olarak görecektir ve diyalektik görüş açısı, nasıl doğa için ve bilimler için doğru ise, toplum, için de doğrudur.
Hegel’in ‘metafizik’ yöntem dediği verilmiş ve değişmez nesneler olarak düşünülen şeylerin incelenmesiyle uğraşmayı yeğleyen … eski araştırma ve düşünce yönteminin doğruluğu, zamanında tarihsel olarak ortaya çıkmıştı. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 43-44.)
Bu bakımdan, o çağda her şey ve toplum, bir veri olan değişmez nesneler kümesi gibi inceleniyor, ayrıca toplumun yalnızca değişmemesi şöyle dursun, yok olması alnında yazılı değilmiş gibi inceleniyordu.
Engels, diyalektiğin başlıca önemini belirtir: Bu büyük temel düşünce, dünyanın, bir tamamlanmış şeyler karmaşası olarak değil de görünüşte durulmuş şeylerin, tıpkı beynimizdeki zihinsel yansıları olan kavramlar gibi, kesintisiz bir oluş ve yok oluş değişmesinden geçtikleri, son olarak bütün
görünüşteki rastlantılara ve geçici geriye dönüşlere karşın, ilerleyici bir gelişmenin eninde sonunda belirmeye başladığı bir süreçler karmaşası olarak dikkate alınması gerektiği düşüncesidir. (agy, s. 43.)
Kapitalist toplumun kendisi de demek ki, bir tamamlanmış şeyler karmaşası olarak ele alınmamalıdır, tersine, o da bir süreçler karmaşası olarak incelenmelidir.
Metafizikçiler, kapitalist toplumun her zaman var olmamış olduğunun farkındadırlar, onun bir tarihi olduğunu söylerler ama kapitalizmin ortaya çıkışı ile toplumun evriminin bittiğini ve bundan böyle değişmez (fixee) kalacağını düşünürler. Her şeyi bitmiş, tamamlanmış sayarlar, yeni bir sürecin başlangıcı saymazlar. Dünyanın Tanrı tarafından yaradılışının
anlatısı, dünyanın, tamamlanmış şeylerin bir karmaşası olarak açıklanmasıdır. Tanrı, (yaradılışın ilk altı gününde -ç.) her gün, bir işi bitirdi. Bitkileri, hayvanları, insanı, bir kerede artık değişmemek üzere, kesin olarak yarattı – saptanımcılık (fixisme) teorisi de buradan gelir.
Diyalektik, bunun karşıtı biçimde düşünür. Şeyleri değişmez nesneler olarak değil, üstelik hareket halinde düşünür. Diyalektiğe göre hiçbir şey bitmiş, tamamlanmış bir biçimde bulunmaz; her şey, her zaman bir sürecin sonu ve başka bir sürecin başıdır, her zaman değişme ve gelişme durumundadır.
Bunun içindir ki, biz kapitalist toplumun, sosyalist topluma dönüşeceğine bu kadar güveniyoruz. Hiçbir şey, son ve kesin olarak tamamlanmış olmadığından, kapitalist toplum, bir sürecin sonudur ki, onu, sosyalist toplum, sonra komünist toplum izleyecek ve bu böyle sürüp gidecektir;
sürekli olarak bir gelişme vardır ve olacaktır.
Ancak burada diyalektiği, alınyazısı bir şey gibi almamaya dikkat etmek gerekir; böyle bir sanıdan, şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Mademki siz istediğiniz değişmeden bu kadar eminsiniz, ne diye savaşım veriyorsunuz? Çünkü, Marks’ın da dediği gibi sosyalist toplumu doğurtmak için, bir ebe
gerekecektir; işte devrimin, eylemin zorunluluğu buradan gelir.
Ne var ki, işler bu kadar basit değildir. Bu dönüşümü önceye alabilecek ya da geciktirebilecek insanların rolü unutulmamalıdır (bu soruyu, bu kısmın beşinci bölümünde Tarihsel Materyalizmden Söz ederken yeniden yanıtlayacağız).
Şimdilik saptadığımız şey, her şeyde şeylerin içgücü ile (yani otodinamizm ile) oluşan süreçlerin, zincirleme sıralanışının varlığıdır. Diyalektiğe göre, yeniden üzerinde duruyoruz, hiçbir şey bitmiş, tamamlanmış değildir. Şeylerin gelişmesine, son sahnesi olmayan bir gelişme olarak bakmak gerekir. Dünya tiyatrosunda bir piyesin sonu, başka bir piyesin birinci perdesiyle başlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu birinci perde bir önceki piyesin son perdesinde başlamıştır bile.
II. 19. YÜZYILIN BÜYÜK BULUŞLARI
Metafizik düşünüşün terk edilmesini belirleyen, bilginleri sonra da Marks ve Engels’i, şeyleri, diyalektik hareketleri içinde ele almaya zorlayan şeyin, 19. yüzyılda yapılan buluşlar olduğunu biliyoruz. Bu çağın özellikle üç büyük buluşu, Engels’in Ludwig Feuerbach’ta değindiği buluşlar, diyalektiğin ilerlemesini sağlamışlardır. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve
Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 44.)
1. Canlı hücrenin ve gelişiminin bulunuşu
(Organik hücre ile birlikte çoğalma ve başkalaşma (farklılaşma) yoluyla bütün bitkisel ve hayvansal organizmanın gelişmesinin başladığı birimi bularak, canlı doğanın iki büyük aleminin (bitkiler ve hayvanlar aleminin) birbirine bağlılığını, sürekliliğini ortaya koyan Schwann ile Schleiden olmuştur.)
Bu buluştan önce, temel olarak alınan düşünüş tarzı, saptanımcılıktı. Türler birbirlerine yabancı olarak düşünülüyordu. Üstelik, hayvanlar dünyası bir yanda bitkiler dünyası da öbür yanda kesin olarak birbirlerinden ayrı tutuluyorlardı.
Hücrenin bulunuşu, 18. yüzyılın bilginlerinin ve düşünürlerinin daha önce de ortaya attıkları evrim fikrinin belginlik kazanmasına yol açıyor. Bu buluş, yaşamın, ölümlerin ve doğuşların ardı ardına sıralanarak oluştuğunu ve her canlı varlığın benzer hücreleri olduğunu anlamaya olanak sağladı. Bu gerçeğin ortaya çıkarılmış olması, hayvanlarla bitkiler arasında herhangi bir sınırın varlığına artık izin vermez ve metafizik anlayışı kovup atar.
2. Enerjinin dönüşümünün bulunuşu
Eskiden, bilim, örneğin, ses, ısı ve ışığın birbirine tamamıyla yabancı olduklarına inanıyordu. Oysa, bütün bu başka başka olayların birbirlerine dönüşebildikleri, cansız (inerte) maddede de canlı doğada olduğu kadar süreç zincirleri olduğu bulunuyor. Bu buluş da metafizik düşünüşe indirilmiş bir darbedir.
3. İnsanda ve hayvanlarda evrimin bulunuşu
Engels der ki, Darwin, tüm doğa ürünlerinin, başlangıçta tekhücreli küçük tohumların uzun bir gelişme sürecinin sonucu olduğunu, her şeyin kökeninde hücre bulunan uzun bir sürecin ürünü olduğunu ortaya koymuştur.
Ve gene Engels, bu üç büyük buluş sayesinde bütün doğa olaylarının zincirleme sıralanışını, yalnızca çeşitli bilim alanlarının kendi içlerinde değil ama değişik bilim alanları arasında da izleyebileceğimiz sonucuna varır.
Demek ki, bu ikinci karşılıklı etki yasasının ifade edilebilmesi, bilimlerle sağlanmıştır.
Bitkisel, hayvansal ve madensel konular arasında kesiklik yoktur, yalnız süreçler vardır; her şey zincirleme birbirine bağlanır ve bu, toplum için de doğrudur. İnsanlığın tarihi içinden geçmiş olan değişik toplumlar, birinin zorunlu olarak kendinden önce gelen toplumdan çıktığı bir süreçler zinciri
dizisi olarak ele alınmalıdır.
Demek ki, şunu aklımızda tutmak zorundayız: Bilim, doğa, toplum bir süreçler zinciri olarak görülmelidir ve bu zincirlemeyi geliştirmek için işleyen motor da otodinamizmdir.
III. TARİHSEL GELİŞME YA DA SARMAL (SPİRAL) GELİŞME
Tanımaya başladığımız süreci biraz daha yakından inceleyecek olursak görürüz ki, elma, bir süreçler zincirlemesinin sonucudur. Elma nereden geliyor? Ağaçtan geliyor. Ağaç nereden geliyor? Elmadan. Şu halde öyle düşünebiliriz ki, burada bir kısır döngü var ve hep aynı noktaya gelmek üzere, bu kısır döngü içinde dönüyoruz. Ağaç elma. Elma ağaç. Aynı biçimde yumurta tavuk örneğini alalım. Yumurta nereden geliyor? Tavuktan. Tavuk nereden geliyor? Yumurtadan.
Eğer şeyleri bu biçimde ele alırsak, bu bir süreç olmaz, bir çember olur, zaten bu görünüş de sonsuz dönüş fikrini vermiştir. Yani biz hep aynı noktaya, aynı çıkış noktasına dönüp geleceğiz.
Ancak sorunun doğru olarak nasıl konduğunu görelim:
1. İşte bir elma.
2. Bu elma, değişikliğe uğrayarak, bir ağacı ya da ağaçları meydana getirir.
3. Bir ağaç bir elma vermez, birçok elma verir.
Demek ki, aynı çıkış noktasına dönüp gelmiyoruz; biz, elmaya dönüp geliyoruz ama başka bir düzlem üzerinde.
Gene ağaçtan yola çıkarsak, şimdi bizim:
1. Bir ağacımız olacak, bu ağaç,
2. Elmalar verecek, bu elmalar da
3. Ağaçlar verecek.
Burada da gene ağaca geri geliyoruz ama başka bir düzlem üzerinde. Bakış açısı genişlemiştir.
Demek ki, görünüşlerin düşündürttüğü gibi bir çember, bir döngü yok karşımızda ama tarihsel gelişme diye adlandıracağımız bir gelişme süreci var. Tarih, zamanın iz bırakmaksızın geçip gitmediğini gösterir. Zaman geçer ama yeniden ortaya çıkan aynı gelişmeler değildir. Dünya, doğa, toplum, bir gelişme oluştururlar ki, bu tarihsel bir gelişmedir ve felsefe dilinde buna sarmal (spiral) gelişme denir.
Bu imge, fikirleri saptamak için kullanılır; şöyle ki: Şeyler, çemberimsi bir sürece göre evrim gösterirler ama çıkış noktasına dönüp gelmezler, biraz daha yükseğe, başka bir düzlem (plan) üzerinde bir noktaya gelirler ve böylece sürüp giderek, yükselen, yukarı doğru bir sarmal oluşturur; bu
imge işte bu olguyu canlandırmak için yapılan bir benzetmedir.
Demek ki, dünyanın, doğanın, toplumun (sarmal biçiminde) tarihsel bir gelişmesi vardır ve bu gelişmeyi hareket ettiren, bunu unutmayalım, otodinamizmdir (özgüçtür).
IV. VARGI
Diyalektik konusundaki bu ilk bölümlerde ilk iki yasayı; değişme yasasını ve karşılıklı etki yasasını incelemiş bulunuyoruz. Bu inceleme, çelişki yasasının incelenmesini ele alabilmek için zorunlu idi, çünkü, bu, diyalektik değişmenin devindirici gücünü, otodinamizmi anlamamızı sağlayacaktır.
Diyalektiğe ilişkin birinci bölümde bu teorinin metafizik anlayışın baskısı altında niçin kalmış olduğunu ve niçin 18. yüzyıl materyalizminin metafizik bir materyalizm olduğunu gördük. Şimdi, 19. yüzyılın, materyalizmin gelişmesine olanak sağlayarak diyalektik olmasını sağlayan üç büyük buluşunu kısaca gördükten sonra, bu felsefenin tarihinin, şu üç büyük dönemden, (1) antikçağ materyalizmi (atomlar teorisi); (2) 18. yüzyıl materyalizmi (mekanikçi ve metafizikçi), son olarak da (3) diyalektik materyalizm gibi üç büyük dönemden geçmesinin niçin zorunlu olduğunu daha iyi anlıyoruz.
Materyalizmin bilimlerden doğduğunu ve onlara bağlı bulunduğunu belirtmiştik. Bu üç bölümden sonra, bunun ne kadar doğru olduğunu görebiliriz. Diyalektik hareket ve diyalektik değişmenin incelenmesi konusunda sonra karşılıklı etki yasasının incelenmesinde bizim bütün düşünüş tarzlarımızın bilimlere dayandığını gördük.
Bilimsel incelemelerin son derece özelleştiği ve (genellikle diyalektik materyalizmi bilmeyen) bilginlerin, bazen, kendi özel buluşlarının, bilimlerin tümüne oranla önemini anlayamadıkları bugünkü günde demiştik ki, felsefenin rolü, ona düşen özel görev, dünyanın ve daha genel sorunların
açıklamasını yapmaktır; özellikle de her bilim kolunun tüm özel buluşlarını, bunların bir sentezini yapmak üzere bir araya getirmek ve böylece bizi, giderek daha çok Descartes’ın dediği gibi, doğanın efendisi ve sahibi yapacak bir teori vermek, diyalektik materyalizmin özel görevidir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ÜÇÜNCÜ YASA: ÇELİŞKİ
I. Yaşam ve ölüm.
II. Şeyler, kendi karşıtlarına dönüşürler.
III. Olumlama, yadsıma ve yadsımanın yadsınması.
IV. Durumu gözden geçirelim.
V. Karşıtların birliği.
VI. Sakınılacak yanlışlar.
VII. Diyalektiğin pratik sonuçları.
Diyalektiğin, şeylere, aralıksız değişmekte olan, sürekli gelişen, kısacası, diyalektik bir harekete uğrayan şeyler olarak baktığını gördük (birinci yasa).
Bu diyalektik hareket, her şey, biz onu incelediğimiz anda ancak, bir süreçler zincirinin, yani birbirinden çıkan bir aşamalar zincirinin sonucu olduğu için olanaklıdır ve incelememizi daha ileri götürerek, bu süreçler zincirinin, zaman içinde anlık geri dönüşlere karşın ilerleyici bir hareketle,
zorunlu olarak geliştiğini gördük.
Bu harekete, tarihsel gelişme ya da sarmal gelişme dedik ve biliyoruz ki, bu gelişme otodinamizmle (özgüçle) kendi kendini yaratır.
Peki otodinamizmin yasaları nelerdir? Aşamaların birbirlerinden çıkmalarına yol veren yasalar nelerdir? Buna, diyalektik hareketin yasaları denir.
Diyalektik, bize, şeylerin sonsuz olmadıklarını, şeylerin, bir son ile, bir ölümle tamamlanan bir başlangıçları, bir olgunlukları, bir yaşlılıkları olduğunu öğretiyor.
Bütün şeyler şu aşamalardan geçerler: doğuş, olgunluk, yaşlılık, son. Bu, niçin böyledir? Niçin şeyler sonsuz değildir?
Bu, insanlığın, her zaman ilgisini uyandırmış olan eski bir sorudur. Neden ölmek gerekir? İnsanlar bu zorunluluğu anlamak istemişler ve tarih boyunca sonsuz yaşamın düşünü kurmuşlardır; örneğin ortaçağda (gençlik iksiri, yaşam iksiri gibi) büyülü içkiler türeterek ölümlülükten kurtulmayı
düşlemişlerdir.
Peki, doğan bir şey, niçin ölmek zorundadır? İyice anlamamız için, metafizikle karşılaştırmamız gereken diyalektiğin büyük bir yasasıdır bu.
I. YAŞAM VE ÖLÜM
Metafizik bakış açısından şeyler, diğer şeylerden ayrılarak, kendi başlarına, ayrı ayrı ele alınırlar ve metafizik, şeyleri böyle incelediği için, onları tek yanlı, yani bir tek yandan görür. Onun içindir ki, şeylere bir tek yanından bakanlara, metafizikçi denebilir. Kısaca, bir metafizikçi yaşam denilen
olayı incelerken, bu olayı, bir başka olaya bağlamaz. Yaşamı, kendisi için ve kendinde tek yanlı olarak görür. Ona bir tek yandan bakar. Ölümü inceleyecek olsa, gene aynı şeyi yapacaktır; kendi tek yanlı görüş açısını uygulayacak ve şu sonuca varacaktır: yaşam yaşamdır ve ölüm ölümdür. İkisi arasında ortak hiçbir şey yoktur, çünkü bunlar birbirlerine karşı
olan, birbirinin tam karşıtı iki ayrı şeydir.
Şeylere böyle bakmak, onlara, yüzeysel bir biçimde bakmaktır.
Eğer onları biraz daha yakından inceleyecek olursak, ilkin, birinin diğerine karşıt konulamayacağını ve hatta onların, birbirinden bu kadar kabaca ayrılamayacağını göreceğiz; çünkü, deney, gerçek, bize gösterir ki, ölüm yaşamı sürdürür, ölüm canlıdan gelir.
Ya yaşam, ölümden çıkabilir mi? Evet. Çünkü ölü bedenin öğeleri, başka yaşamları doğurmak için dönüşecektir, örneğin toprak için gübre olacaklardır ve toprak daha verimli olacaktır. Ölüm, pek çok durumda yaşama yardım edecek, ölüm yaşamın doğmasına izin verecek ve canlı bedende yaşam, ancak, ölen hücrelerin yerini sürekli olarak doğan başka
hücrelerin almasıyla olanaklı olacaktır. (Nesneleri dinginlik durumunda ve cansız, her biri kendi başına, biri ötekinin yanında ve biri ötekinden sonra olarak düşündüğümüz sürece, kuşkusuz onlarda hiçbir çelişki ile karşılaşmayız. Burada kısmen ortak, kısmen farklı, hatta birbiriyle çelişik ama bu takdirde farklı şeylere dağıtılmış ve bunun sonucu kendinde çelişki
içermeyen bazı özgülükler buluruz. Bu gözlem alanı sınırları içinde
işimizi alışılmış metafizik düşünce biçimi ile yürütebiliriz ama nesneleri hareketleri, değişmeleri, yaşamları, birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileri içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak durum iyiden iyiye değişir. Burada birdenbire çelişkiler içine düşeriz. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 192-193.)
Demek ki, yaşam ve ölüm sürekli olarak birbirine dönüşür; ve şu büyük yasanın her şeye bağlı olduğunu gözlemliyoruz: Her yerde şeyler, kendi karşıtlarına dönüşür.
II. ŞEYLER KENDİ KARŞITLARINA DÖNÜŞÜR
Metafizikçi, karşıtları, birbirinin karşısına koyar ama gerçek bize gösteriyor ki, karşıtlar birbirine dönüşür; şeyler, kendileri olarak kalmaz ama karşıtlarına dönüşür.
Eğer doğru ile yanlışı incelersek, şöyle düşünürüz: bunlar arasında ortak hiçbir şey yoktur. Doğru doğrudur ve yanlış yanlıştır. Bu, tek yanlı bakış açısı, iki karşıtı, kabaca birbirinin karşısına koyar, tıpkı ölüm ile yaşamı karşı karşıya koyduğu gibi.
Gene de bakın yağmur yağıyor! desek, bazen öyle olabilir ki, biz daha sözümüzü bitirmeden, artık yağmur yağmayabilir. Bu tümceye başladığımız zaman sözümüz doğru idi, ama yanlışa dönüştü. (Yunanlılar da daha önce bu durumu saptamışlardı ve yanılmamak için hiçbir şey söylememek gerekir diyorlardı!)
Gene, yeniden elma örneğini alalım. Yere düşmüş olgun bir elma görülür ve İşte olgun bir elma denir. Bununla birlikte, o, belirli bir zamandan beri yerdedir ve çürümeye başlamıştır bile; böylece doğru, yanlış olur.
Bilimler de bize uzun yıllar boyunca doğru sayılmış ama bilimsel ilerlemeler sonucu, belirli bir anda yanlış oldukları meydana çıkmış sayısız yasa örnekleri verirler.
Şu halde görüyoruz ki, doğru yanlışa dönüşür. Acaba yanlış da doğruya dönüşür mü?
Uygarlığın başlangıcında özellikle Mısır’da insanlar, güneşin doğmasını ve batmasını açıklamak için Tanrılar arasında kavga yapıldığını tasarlıyorlardı; bu, Tanrıların, güneşi hareket ettirmek için itildiğinin ya da çekildiğinin söylenmesi ölçüsünde yanlıştı ama bilim, gerçekten güneşi hareket
ettiren güçler (salt fizik güçler, başka nedenler) olduğunu söyleyerek, bu düşünüş biçimine kısmen hak verir. Öyleyse görüyoruz ki, yanlış, açıkça doğruyla karşı karşıya değildir.
Şeyler kendi karşıtlarına dönüşüyorsa, bu, nasıl olanaklı olur? Yaşam ölüme nasıl dönüşür?
Yalnızca yaşam olsaydı, yaşam yüzde-yüz yaşam olsaydı, o, hiçbir zaman ölüm olmazdı; ve eğer ölüm, tüm olarak kendi kendisi, yüzde-yüz ölüm olsaydı, birinin ötekine dönüşmesi olanaklı olmazdı ama yaşam içinde ölüm ve dolayısıyla ölüm içinde yaşam, daha önce de vardır.
Yakından bakarken göreceğiz ki, bir canlı varlık hücrelerden oluşur; hücreler, kaybolarak ve aynı yerde yeniden görünerek yenilenirler. Hücreler, canlı bir varlığın içinde durmadan yaşarlar ve ölürler, öyleyse orada hem yaşam, hem ölüm vardır.
Gene biz biliyoruz ki, bir ölünün sakalı uzamaya devam eder. Tırnakları ve saçları da uzar. İşte açıkça, yaşamın, ölümün içinde devam ettiğini, kesin olarak kanıtlayan olaylar.
Sovyetler Birliği’nde bir ölünün kanı, özel koşullar içinde saklanıyor ve kan aktarımı için kullanılıyor; böylece, bir ölünün kanıyla, bir canlı iyileştirilir. Dolayısıyla, diyebiliriz ki, ölümün bağrında yaşam vardır.
Öyleyse yaşam da şeylerin ve süreçlerin kendinde var olan, ara vermeden ortaya çıkan ve çözülen bir çelişkidir ve çelişki biter bitmez, yaşam da biter, ölüm başgösterir. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 193-194.)
Öyleyse, şeyler yalnız birbirine dönüşmekle kalmaz, hatta bir şey yalnız kendi kendisi değildir, aynı zamanda kendisinin karşıtı olan başka bir şeydir de çünkü her şey kendi karşıtını da içinde taşır.
Her şey, aynı zamanda hem kendini, hem de karşıtını içerir.
Bir şey, bir çemberle gösterilirse, burada merkezden dışa doğru itiş örneğinde olduğu gibi, bu şeyi yaşama doğru iten bir güç bulacağız (dışa doğru baskı) ama aynı zamanda bu şeyi, tam karşı doğrultuda dıştan merkeze doğru iten ölüm güçlerini de bulacağız (içe doğru baskı).
Böylece her şeyin içersinde birbirine karşı güçler, uzlaşmaz güçler bir arada bulunurlar.
Bu güçler arasında ne olur? Birbirlerine karşı savaşım verirler. Öyleyse, bir şey, değişikliğe, yalnızca bir yönde etki yapan bir güç tarafından uğramaz; her şey, gerçekte, birbirine karşı doğrultuda iki güç tarafından değişikliğe uğrar. Şeylerin olumlanmasına (affirmation, tasdik) ve yadsınmasına
doğru, yaşama doğru ve ölüme doğru. Şeylerin olumlanması ve yadsınması ne demektir?
Yaşamın içinde yaşamı koruyan ve sürdüren, yaşamın olumlanmasına yönelik güçler vardır. Ayrıca canlı organizmalarda yadsımaya doğru yönelen güçler de vardır. Her şeyde güçlerden bazıları olumlamaya eğilimlidir ve diğer bazıları yadsımaya eğilimlidir ve olumlama ile yadsıma arasında çelişki vardır.
Demek ki, diyalektik, değişmeyi ortaya çıkarır, peki ama neden şeyler değişirler? Çünkü şeyler, kendi kendileriyle uyum halinde değildirler, çünkü güçler arasında uzlaşmaz iç karşıtlıklar arasında savaşım vardır, çünkü çelişki vardır. İşte diyalektiğin üçüncü yasası: Şeyler değişir, çünkü kendi
kendilerinde çelişkiyi içerirler, kendi içlerinde çelişki taşırlar.
(Biz, zaman zaman (diyalektik gibi, otodinamizm gibi) azçok karmaşık sözcükler ya da geleneksel mantığa aykırı gibi görünen ve anlaması güç terimler kullanmak zorunda kalıyorsak, bunu, burjuvaziyi örnek aldığımız ve şeyleri yerli yersiz, herhangi bir neden yokken karmaşıklaştırmayı sevdiğimiz için yapmıyoruz. (Rene Maublanc’ın La Vie Ouvriere, 14 Ekim
1937’deki makalesine bakınız.) Ama, başlangıç niteliğinde olsa da
bu incelemenin olabildiğince eksiksiz olmasını ve sonra bu terimleri kullanan Marks, Engels ve Lenin’in felsefe yapıtlarının daha kolay anlaşılmasını sağlamak istiyoruz. Demek ki, alışılmamış bir dil kullanmamız gerekiyor, bu dili, bu inceleme sınırı içinde onu herkesçe anlaşılabilir bir hale getirmeye çok önem veriyoruz.)
III. OLUMLAMA, YADSIMA VE YADSIMANIN YADSINMASI
Şimdi, burada size evet denildiği ve sizin de hayır diye yanıtladığınız bir durumu anlatan, sözdeki çelişki ile şimdi görmüş olduğumuz diyalektik çelişki denilen, yani olgulardaki, şeylerdeki çelişki arasında bir ayrım yapmamız gerekiyor.
Kapitalist toplumun bağrında var olan çelişkiden söz ettiğimiz zaman, bu, bazı teoriler hakkında bazılarının evet, bazılarının hayır dediği anlamda bir çelişki değildir; bu, olgularda bir çelişki var demektir, birbiriyle çatışan savaşım veren gerçek güçler var demektir: burada önce kendini olumlamaya yönelik güç, kendini korumayı sürdürmeye yönelik güç
vardır, bu, burjuva sınıfıdır; sonra burjuva sınıfının yadsınmasına yönelik ikinci bir toplumsal güç vardır, bu da proletaryadır. Öyleyse çelişki olgulardadır, çünkü burjuvazi kendi karşıtını, yani proletaryayı yaratmaksızın var olamaz. Marks’ın dediği gibi; burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. (Karl Marks-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Sol Yayınları, Ankara 1993,
s. 122.)
Buna engel olmak için, burjuvazinin, kendi kendisi olmaktan vazgeçmesi gerekirdi ki, bu da saçma bir şey olurdu. Öyleyse kendi kendini olumlarken, kendi yadsımasını yaratır.
Bir tavuğun yumurtladığı ve üzerinde kuluçkaya yattığı bir yumurta örneğini alalım: görürüz ki, yumurtanın içinde belirli bir ısıda ve belirli bazı koşullar altında gelişen bir tohum germe) bulunur. Bu tohum, gelişerek, bir civciv verecektir. Bu tohum, daha şimdiden yumurtanın yadsınmasıdır. Böylece, çok iyi görüyoruz ki, yumurtanın içinde iki güç var: Onu yumurta kalmaya doğru çeken güç ve civciv olmaya doğru çeken güç. Öyleyse yumurta, kendi kendisi ile uyumsuzluk içindedir ve her şey, kendi kendisi ile uyumsuzluk içindedir.
Bu, insana, kavranması güç bir şey gibi gelir, çünkü biz metafizik düşünüş tarzına alışmışızdır ve bunun içindir ki, şeyleri kendi gerçeklikleri içinde görmeye yeni baştan alışmak için bir çaba harcamalıyız.
Bir şey, yadsımadan çıkan bir olumlama olarak başlar. Civciv, yumurtanın yadsınmasından çıkmış bir olumlamadır. Bu, sürecin bir evresidir ama tavuğun kendisi de civcivin değişmesi, başka bir hale dönüşmesi olacaktır ve bu dönüşmenin ortasında civcivin tavuk olması için savaşım veren
güçler ile civcivin civciv kalması için savaşım veren güçler arasında bir çelişki olacaktır. Demek ki, tavuk civcivin yadsınması olacaktır; civciv ise, yumurtanın yadsınmasından gelmektedir.
Öyleyse, tavuk, yadsımanın yadsınması olacaktır ve bu diyalektik evrelerin genel gidişi işte böyledir.
1. Olumlama ya da Tez.
2. Yadsıma ya da Karşı-tez.
3. Yadsımanın yadsınması ya da Sentez.
Bu üç sözcük, diyalektik gelişimi özetler. Bunlar, evrelerin ardı ardına zincirlenişini betimlemek ve bir evre’nin, kendinden önceki evre’nin yıkımı olduğunu göstermek için kullanılırlar.
Yıkım, bir yadsımadır. Civciv meydana gelirken yumurtayı kırdığına göre, civciv, yumurtanın yadsınmasıdır. Buğday başağı, gene aynı şekilde buğday tanesinin yadsınmasıdır. Tane, toprakta filizlenecektir. Bu filizlenme buğday tanesinin yadsınmasıdır; buğday bitki verecek ve bu bitki çiçek açacak ve buğday başağını verecektir; bu başak ise bitkinin
yadsınması ya da yadsımanın yadsınması olacaktır. Böylece, görüyoruz ki, diyalektiğin sözünü ettiği yadsıma, yıkımdan söz etmenin özetlenmiş bir biçimidir. Yok olanın, yıkılmış olanın yadsınması vardır.
1. Feodalizm, köleciliğin yadsınması oldu.
2. Kapitalizm, feodalizmin yadsınmasıdır.
3. Sosyalizm, kapitalizmin yadsınmasıdır
Çelişki yönünden, sözdeki, çelişki ile mantık çelişkisi arasında bir ayrım yaptığımız gibi, hayır denen sözdeki yadsıma ile yıkım demek olan diyalektik yadsıma arasında bir ayrım olduğunu çok iyi bilmeliyiz.
Ancak yadsıma, yıkım demekse de burada herhangi sıradan bir yıkım değil ama diyalektik bir yıkım söz konusudur. Bunun gibi, bir pireyi parmaklarımız arasında ezdiğimiz zaman, o, bir iç yıkımla, diyalektik bir yadsıma ile ölmez. Onun ölümü, otodinamik aşamaların bir sonucu değildir; salt mekanik bir değişikliğin sonucudur.
Yıkım, ancak bir olumlama ürünü ise, bir olumlamadan çıkıyorsa, bir yadsıma demektir. Bunun gibi, kuluçkaya yatırılmış yumurta, yumurta olan şeyin olumlaması olarak, kendi yadsımasını doğurur: Civciv olur ve civciv, yumurtanın kabuğunu kırarak, onu yıkarak, yumurtanın yıkımını ya da
yadsınmasını simgelerle ifade eder.
Civcivde birbirine düşman iki güç görüyoruz: Civciv ve tavuk; sürecin bu gelişmesi sırasında tavuk yumurtalar yumurtlayacaktır, bu da yadsımanın yadsınmasıdır. Öyleyse, bu yeni yumurtalardan; yeni bir süreçler zinciri başlayacaktır.
Buğdayda da aynı şekilde bir olumlama, sonra bir yadsıma ve bir yadsımanın yadsınmasını görürüz.
Bir başka örnek olarak, materyalist felsefe örneğini vereceğiz.
Başlangıçta, bilisiz olduğu için kendi öz yadsımasını, yani idealizmi yaratan ilkel, kendiliğinden bir materyalizm buluyoruz ama eski materyalizmi yadsıyan idealizm, kendisi de çağdaş ya da diyalektik materyalizm tarafından yadsınacaktır, çünkü felsefe gelişmektedir ve bilimlerle birlikte idealizmin yıkımına yol açmaktadır. Demek ki, burada da
olumlama, yadsıma ve yadsımanın yadsınmasını buluyoruz.
Bu çevrimi (cycle), toplumun evriminde de saptıyoruz.
Tarihin başlangıcında bir ilkel komünist toplumun, sınıfsız, toprağın ortak mülkiyetine dayanan bir toplumun varlığını görüyoruz ama bu mülkiyet biçimi, üretimin gelişmesi için bir engel oluyor ve kendisi tarafından kendisinin yadsınmasını, yani sınıflı, özel mülkiyete ve insanın insan oruz:
komünist toplumun zorunluluğu ama başka bir düzeyde; başlangıçta, bir ürün eksikliğimiz vardı; bugün, çok yükselmiş bir üretim yeteneğimiz var.
Bu konuda verdiğimiz bütün örneklerle, hep çıkış noktasına geri geldiğimize ama başka bir düzey üzerinde en yüksek bir düzey üzerinde (sarmal gelişme) geri geldiğimize dikkat edelim.
Böylece görüyoruz ki, çelişki, diyalektiğin büyük bir yasasıdır. Evrim uzlaşmaz karşıt güçlerin savaşımıdır. Şeyler, yalnız birbirlerine dönüşmekle kalmazlar ama her şey kendi karşıtına dönüşür. Şeyler kendi kendileriyle uyum içinde değildir, çünkü şeylerde birbirine karşı güçler arasında savaşım vardır, çünkü şeylerde bir iç çelişki vardır.
Not: Şuna çok dikkat etmemiz gerekir ki, olumlama, yadsıma, yadsımanın yadsınması, ancak diyalektik evriminin uğraklarının özetlenmiş ifadeleridir ve her yerde bu üç aşamayı bulmak için dünyayı dolanmak gerekmez. Çünkü, onların hepsini her zaman bulamayacağız ama bazen yalnızca
birinciyi, bazen yalnızca ikinciyi bulacağız, çünkü evrim bitmiş değildir. Öyleyse, her şeyde bu değişmeleri, böylesine mekanik biçimde aramamak gerekir. Ancak, özellikle şunu aklımızda tutalım ki, çelişki, diyalektiğin büyük yasasıdır. İşin özü budur.
IV. DURUMU GÖZDEN GEÇİRELİM
Daha önceden de biliyoruz ki, diyalektik, iyi gözlemler ve iyi inceleme yapmamızı sağlayan bir düşünüş, uslamlama, çözümleme yöntemidir; çünkü diyalektik, her şeyin kaynağını araştırmaya ve onun tarihini anlatmaya bizi zorlar.
Kuşkusuz, eski düşünüş yöntemi; gördüğümüz gibi, kendi zamanında zorunlu idi ama, diyalektik yöntemle incelemek, öğrenmeye çalışmak, yineleyelim, görünüşte hareketsiz olan her şeyin bir başlangıcı ve bir sonu olduğunu, her şeyde; son olarak bütün görünüşteki rastlantılara ve geçici geriye dönüşlere karşın, ilerleyici bir gelişmenin eninde sonunda
belirmeye başladığı bir süreçler zincirinden başka bir şey olmadığını meydana çıkarmak demektir.
Yalnızca diyalektik, bizim, şeylerin gelişmesini ve evrimini anlamamıza izin verir; yalnızca o, eski şeylerin yıkımını ve yenilerinin doğuşunu anlamamızı sağlar. Yalnızca diyalektik, şeylerin karşıtlardan oluşmuş bütünler olduklarını bize öğreterek, onların gelişmesini, dönüşümleri içinde anlamamızı sağlar. Çünkü, diyalektik anlayışa göre, şeylerin doğal
gelişmesi, yani evrim, birbirine karşı güçlerin ve ilkelerin sürekli savaşımıdır.
Öyleyse, diyalektiğe göre, birinci yasa, hareketin ve değişmenin hiçbir şey olduğu gibi kalmaz, hiçbir şey olduğu yerde kalmaz. kuralının saptanması, ortaya konulması ise de şimdi biliyoruz ki, bu yasa; şeylerin yalnız birbirine dönüşerek değil ama kendi karşıtlarına dönüşerek değişmesiyle açıklanır. Demek ki, çelişki, diyalektiğin büyük bir yasasıdır.
Diyalektik görüş açısından çelişkinin ne olduğunu inceledik ama bazı açıklıklar getirmek ve sakınılması gereken bazı yanlışları belirtmek için, çelişki üzerinde tekrar durmalıyız.
Besbelli ki, her şeyden önce, gerçekle uyuşan şu olumlamaya, yani şeylerin kendi karşıtlarına dönüşmeleri olumlamasına kendimizi iyice alıştırmalıyız. Kuşkusuz bu, sağduyuya ters düşer, bizi şaşırtır, çünkü biz, eski metafizik yöntemle düşünmeye alışmışızdır ama bunun niçin böyle olduğunu gördük; örnekler yardımıyla, bunun gerçekte böyle olduğunu ve şeylerin niçin kendi karşıtlarına dönüştüğünü ayrıntılı bir biçimde gördük.
Onun için, şöyle denebilir ve iddia edilebilir: Eğer şeyler dönüşüyor, değişiyor ve evrim gösteriyorlarsa, bu, kendi kendileriyle çelişki halinde olmalarındandır, kendi içlerinde kendi karşıtlarını taşımalarındandır, kendi içlerinde karşıtların birliğini içermelerindendir.
V. KARŞITLARIN BİRLİĞİ
Her şey, bir karşıtlar birliğidir.
Böyle bir şeyi iddia etmek, ilk bakışta, bir saçmalık gibi görünür. Bir şey ile onun karşıtının ortak herhangi bir yanı yoktur., genellikle böyle düşünülür ama, diyalektiğe göre, her şey, aynı zamanda hem kendi kendisi, hem de karşıtıdır; her şey bir karşıtlar birliğidir ve bunu iyice açıklamamız gerekir.
Karşıtların birliği, bir metafizikçi için, olanaksız bir şeydir. Ona göre şeyler, bir tek parçalı ve kendi kendileriyle uyumlu olarak yapılmışlardır, oysa şimdi biz, tersini iddia ediyoruz, yani şeyler iki parçadan -kendi kendileri ile kendi karşıtlarından- yapılmışlardır, şeylerde birbiriyle çatışan iki güç vardır, çünkü şeyler kendi kendileriyle uyumlu değildir; kendi kendileriyle çelişki halindedir, diyoruz.
Bilgisizlik ve bilim örneğini, yani bilgi örneğini alırsak, biliyoruz ki, bunlar metafizik görüş açısından tümüyle birbirine karşı ve birbirinin karşıtı olan iki şeydir. Bilgisiz bir kişi, bilgin değildir; bilgin bir kişi ise, bilgisiz değildir.
Bununla birlikte, eğer olgulara bakarsak, bu iki şeyin böylesine katı bir karşıtlığa yer vermediğini görürüz. Görürüz ki, önce bilgisizlik egemendi, sonra bilim geldi; burada da bir şeyin kendi karşıtına, bilgisizliğin bilime dönüştüğünü saptıyoruz.
Bilimsiz bilgisizlik, yüzde-yüz bilgisizlik yoktur. Bir birey, ne kadar bilgisiz olursa olsun, en azından nesneleri, yiyeceğini tanımasını bilir; hiçbir zaman mutlak bir bilgisizlik yoktur; bilgisizlik içinde her zaman bir bilim payı vardır. Bilim, daha tohum halinde bilgisizliğin içinde vardır; öyleyse, bir şeyin karşıtının, o şeyin kendi içinde olduğunu iddia etmek doğrudur.
Şimdi de bilimi görelim. Yüzde-yüz bir bilim olabilir mi? Hayır. Her zaman bilinmeyen bir şey vardır. Lenin, bilginin konusu tükenmez. der; bu demektir ki, her zaman öğrenilecek bir şey vardır. Mutlak bilim yoktur. Her bilgi, her bilim, bir bilgisizlik payı içerir. (Bilimlerin tarihi, yanılgının
ilerletici dıştalanmasının tarihidir, yani yanılgının yerini başka yeni bir yanılgının ama gittikçe daha az saçma olan bir yanılgının almasının tarihidir. (Engels).)
Gerçekte var olan bilim ile bilgisizliğin bir karışımı, göreli bir bilgisizlik ve göreli bir bilimdir.
Öyleyse, burada bu örnekte saptadığımız, şeylerin kendi karşıtlarına dönüşmeleri değil ama aynı şeyde karşıtlarının ya da karşıtların birliğinin varlığıdır.
Daha önce gördüğümüz örnekleri yeniden alabiliriz: Yaşam ve ölüm, gerçek olan ve yanlış olan örneklerinde birinde ve ötekinde; her şey olduğu gibi bir karşıtların birliğinin var olduğunu, yani her şeyin aynı zamanda hem kendi kendini, hem de karşıtını içinde taşıdığını gördük. Bunun için Engels
diyecektir ki:
Oysa araştırmada hiç şaşmadan daima bu görüş açısından yola çıkılırsa, artık bir daha kesin çözümler ve sonsuz gerçekler istemekten kesin olarak vazgeçilir; her zaman edinilen her bilginin zorunlu olarak sınırlı olma niteliğinin ve bu bilginin, içinde kazanılmış olduğu koşullara bağımlılığının
bilincinde olunur; hala geçerli olan eski metafiziğin, doğru ve yanlış, iyi ve kötü, özdeş ve değişik, zorunlu ve olumsal gibi giderilemez karşıtlıklarının zorunlu etkisinden de kaçınılabilir artık; bilinir ki bu karşıtlıkların ancak göreli bir değerleri vardır, şimdi doğru olarak tanınan şeyin gizli bir yanlış
yanı da vardır ve bu, daha sonra ortaya çıkacaktır, tıpkı şimdilik yanlış tanınanın da doğru bir yanı olduğu ve bu doğru yanı yüzünden daha önce doğru sayılır olduğu gibi. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi’nin Sonu, s. 43.)
Engels’in bu metni, diyalektiği ve karşıtların birliğinin gerçek anlamını nasıl anlatmak gerektiğini, bize çok iyi göstermektedir.
VI. SAKINILACAK YANLIŞLAR
Yanlış anlamalara meydan vermemek için, diyalektiğin büyük yasası çelişkiyi, çok iyi açıklamak gerekir.
Her şeyden önce, onu, mekanik bir biçimde anlamamalıdır. Her bilgide gerçeklik artı yanılgı ya da doğru artı yanlış bulunduğunu düşünmemek gerekir.
Bu yasa, böyle uygulansaydı, her düşüncede her kanıda bir doğru yan artı bir yanlış yan vardır, yanlış olanı çıkaralım, geriye doğru olan kalır, bu da iyidir diyenlere hak verilirdi. Bu, sözde-Marksist bazı çevrelerce söylenir; bu çevreler şöyle düşünür: Marksizm, kapitalizmde ekonomik yaşamı ellerinde
tutan fabrikalar, tröstler, bankalar bulunduğunu göstermekte haklıdır; Marksizm, bu ekonomik yaşamın kötü gittiğini söylemekte haklıdır ama Marksizm’de yanlış olan, ekleyelim ki, sınıf savaşımıdır; sınıf savaşımı teorisini bir yana bırakalım, bakın nasıl iyi bir öğretimiz olacak. Gene
denir ki, toplumun incelenmesine uygulanan Marksizm haklıdır, doğrudur ama ne diye diyalektiği karıştırmalı buna? İşte bu yanlış yanı, diyalektiği kaldıralım, Marksizm’in geri kalanını doğru olarak saklayalım!
Bunlar, karşıtların birliğinin, mekanik yorumlarıdır.
İşte başka bir örnek daha: Proudhon, bu karşıtlar teorisini öğrendikten sonra, her şeyde bir iyi, bir de kötü yan olduğunu düşünüyordu. Bunun için, toplumda burjuvazinin ve proletaryanın bulunduğunu belirterek, kötü olanı, yani proletaryayı kaldıralım, diyordu. Böylece, parçalı (parcellaire)
mülkiyeti yaratacak, yani proleterlere mülk sahibi olma olanağını verecek olan krediler sistemini kurdu; artık, böylelikle, yalnız burjuvalar olacaktı ve toplum da iyi olacaktı.
Bununla birlikte, biz çok iyi biliyoruz ki, burjuvasız proletarya yoktur ve burjuvazi, ancak proletarya ile vardır: bunlar, birbirinden ayrılamayan iki karşıttırlar. Bu karşıtların birliği, içte olan, gerçek bir birliktir, ayrılmaz bir birliktir. Öyleyse, karşıtları ortadan kaldırmak, onları birbirinden kesip ayırmak yeterli değildir. İnsanın insan tarafından sömürüsüne dayanan bir toplumda zorunlu olarak birbiriyle uzlaşmaz iki sınıf vardır: antikçağda efendiler ve köleler, ortaçağda senyörler ve serfler, bugün de burjuvazi ve proletarya.
Kapitalist toplumu kaldırmak için sınıfsız toplumu kurmak için, hem burjuvaziyi, hem de proletaryayı kaldırmak gerekir – özgür insanlara, maddi bakımdan ve kafa bakımından daha gelişmiş bir toplum yaratma olanağını sağlamak ve hasımlarının ileri sürdükleri gibi yoksullukta eşitlikçi bir komünizm yaratmak için değil, üstün toplum biçimine doğru yol almak için.
Demek ki, karşıtların birliğini açıkladığımız ya da onu bir örneğe, bir incelemeye uyguladığımız zaman, çok dikkat etmek zorundayız. Her yerde ve her zaman, örneğin, yadsımanın yadsınmasını bulmak ve mekanik bir biçimde uygulamak istemekten her yerde ve her zaman karşıtların birliğini
görmek istemekten kaçınmalıdır; çünkü bizim bilgilerimiz, genellikle çok sınırlıdır ve bizi çıkmaza sürükleyebilir.
Önemli olan ilke şudur: Diyalektik ve diyalektiğin yasaları, şeylerin evrimini ve bu evrimi belirleyen güçleri, yani karşıtları bulup ortaya çıkarmak için, bizi, şeyleri incelemeye zorlar. Demek ki, şeylerin içinde saklı bulunan karşıtların birliğini incelememiz gerekir ve bu karşıtların birliği, bir olumlama, hiçbir zaman mutlak bir olumlama değildir, çünkü o kendi içinde bir yadsıma payını içerir, demeye gelir. İşte işin özü budur: Şeyler, kendi öz karşıtlarını içlerinde taşıdıkları içindir ki, değişir, başka şeye dönüşürler. Yadsıma çözücüdür (dissolvant), o olmasaydı, şeyler değişmeyeceklerdi ve gerçekte şeyler, dönüştüklerine göre, kendi içlerinde çözücü bir ilke taşıyor olmaları gerekir. Şeylerin değiştiğini gördüğümüze göre, böyle çözücü bir ilkenin varlığını önceden kabul edebiliriz ama şeyin kendisini inceden inceye incelemeden bu ilkeyi bulup çıkaramayız, çünkü bu ilke, her
şeyde aynı görünüme sahip değildir.
VII. DİYALEKTİĞİN PRATİK SONUÇLARI
O halde diyalektik, pratikte, bizi şeyleri yalnızca bir tek yanıyla değil ama her iki yanıyla dikkate almaya, yanlışsız doğruyu; bilgisiz bilimi asla düşünmemeye zorlar. Metafiziğin büyük yanılgısı, şeyleri yalnızca bir yanıyla düşünmek tek yanlı yargılamaktır ve biz, şeyleri, tek yanından gördüğümüz ölçüde yanlışlar yaparız ve çok sık yanlış yapıyorsak,
bu, tek yanlı düşünüş tarzını tutmamızdandır.
İdealist felsefe, dünyanın yalnızca insanların fikirlerinde olduğunu ileri sürerse, gerçekten de yalnızca bizim düşüncemizde bulunan şeylerin var olduğunu kabul etmek gerekir. Doğrudur bu ama idealizm tek yanlıdır, (sorunun) yalnız bu yanını görür. O, yalnızca, gerçekte olmayan şeyleri türeten insanı görür ve bundan, bizim fikirlerimizin dışında hiçbir şeyin var olmadığı sonucuna varır. İdealizm, insanın bu yetisini belirtmekte haklıdır ama pratiğin ölçütünü uygulamadığından, yalnızca bunu görür.
Metafizik materyalizm de yanılır, çünkü o da yalnızca sorunların tek yanını görür. Evreni bir mekanik gibi görür. Mekanik bilimi var mıdır? Evet! Büyük bir rol oynar mı? Evet! Şu halde metafizik materyalizm bunu söylemekte haklıdır ama yalnız mekanik hareketi görmek, bir yanılgıdır.
Biz, doğal olarak şeylerin ve insanların yalnız bir tek yanlarını görmeye sürüklenmişizdir. Bir arkadaşımıza değer biçerken, hemen hemen her zaman onun yalnız iyi ya da kötü yanını görürüz. Birini de ötekini de görmek gerekir, yoksa örgütler içinde kadrolar oluşturmak olanaklı olmazdı.
Siyasal pratikte, tek yanlı yargılama yöntemi sekterlikle sonuçlanır. Gerici bir örgütten bir hasımla karşılaştığımızda onun hakkında liderlerine göre karar veririz ama bununla birlikte, o, dertli, kırgın, saf, küçük bir memur olabilir ve biz, onu, büyük bir faşist patron gibi düşünmemeliyiz. Bu
düşünme yöntemi, patronların kendilerine de uygulanabilir; onlar bize kötü görünüyorlarsa da kendileri de toplum yapısının baskısı altındadırlar, başka toplumsal koşullarda başka türlü olabilirlerdi.
Eğer karşıtların birliğini düşünürsek, şeyleri çeşitli yönleriyle ele alırız. Öyleyse görürüz ki, bu, gerici, bir yanıyla gericidir ama öteki yanıyla bir emekçidir ve onda bir çelişki vardır. Bu durumda o örgüte neden katıldığı aranır ve bulunur ve gene, o örgüte neden katılmaması gerektiği araştırılır.
Ve böylece, daha az sekter olan bir biçimde değerlendirir ve tartışırız.
Öyleyse diyalektiğe uygun olarak, şeyleri, görülebilen bütün açılardan dikkate almalıyız.
Teorik sonuç olarak ve özetlemek için diyeceğiz ki: Şeyler değişirler, çünkü bir iç çelişkiyi (kendi kendilerini ve kendi karşıtlarını) içlerinde bulundururlar. Karşıtlar çatışma halindedirler ve değişmeler bu çatışmalardan doğar; böylece değişme, çatışmanın çözümüdür.
Kapitalizm de proletarya ile burjuvazi arasındaki bu iç çelişkiyi, bu çatışmayı içinde taşır; değişme, çatışma ile açıklanır ve kapitalist toplumun sosyalist topluma dönüşmesi çatışmanın ortadan kaldırılmasıdır.
Çelişki olan her yerde değişme vardır, hareket vardır. Çelişki olumlamanın yadsınmasıdır ve üçüncü basamak yadsımanın yadsınması elde edildiğinde çözüm ortaya çıkar, çünkü, bu anda çelişkinin nedeni elenmiş, aşılmıştır.
Öyleyse denilebilir ki, bilimler yani kimya, fizik, biyoloji, vb. kendi özel değişme yasalarını inceliyorlarsa, diyalektik de daha genel değişme yasalarını inceler. Engels diyor ki: Gerçekte diyalektik, doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasaları biliminden başka bir şey değildir. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 218.)
OKUMA PARÇALARI
– Friedrich Engels, Anti-Dühring, Onüçüncü Bölüm, Diyalektik
Yadsımanın Yadsınması; Ondördüncü Bölüm, Sonuç s. 204-223.
– V. İ. Lenin, Karl Marks -Diyalektik-. (Bkz: Marks-
Engels-Marksizm, Sol Yayınları, Ankara 1990, s. 21-24.)
BEŞİNCİ BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ YASA:
NİCELİĞİN NİTELİĞE DÖNÜŞMESİ YA DA SIÇRAMALI İLERLEME YASASI
I. Reformlar mı, devrim mi?
1. Siyasal kanıtlama.
2. Tarihsel kanıtlama.
3. Bilimsel kanıtlama.
II. Tarihsel materyalizm.
1. Tarihi nasıl açıklamak gerekir?
2. Tarih insanların eseridir.
Diyalektiğin tarihe uygulanması sorununu ele almadan önce, diyalektiğin son bir yasasını incelememiz gerekiyor.
Bu inceleme, bize, yadsımanın yadsınmasının ne olduğunu ve karşıtların birliğinin ne olduğunu daha önce gördüğümüz için, kolay gelecektir.
Her zamanki gibi, gene örneklerle başlayalım.
I. REFORMLAR MI, DEVRİM Mİ?
Toplumdan söz edilirken şöyle denir: reformlar mı yapmalı, yoksa devrim mi? Kapitalist toplumu, sosyalist topluma dönüştürmek için, bu amaca, birbirini izleyen reformlarla mı, yoksa ani bir dönüşümle, yani devrimle mi ulaşmak gerekeceği konusunda tartışılır.
Bu sorun karşısında daha önce öğrendiklerimizi anımsayalım. Her dönüşüm, birbirine karşı güçlerin savaşımıdır. Eğer bir şey gelişiyorsa, bu, her şey bir karşıtlar birliği olduğuna göre, kendi içinde kendi karşıtını taşımasındandır. Karşıtların savaşımı ve bir şeyin başka bir şeye dönüşmesi saptanılır. Peki bu dönüşüm nasıl olur? Burada yeni bir sorun
ortaya çıkar. Düşünülebilinir ki, bu dönüşüm, azar azar, bir dizi küçük dönüşümlerle gerçekleşir: yeşil elma, ilerleyen bir dizi küçük değişikliklerle olgun elma haline dönüşür.
Pek çok kişi, bunun gibi, toplumun yavaş yavaş dönüştüğünü, bir dizi böyle küçük dönüşümlerin sonucu olarak kapitalist toplumun, sosyalist topluma dönüşeceğini düşünür. Bu küçük dönüşümler, reformlardır ve bunların tümü, bu derece derece gerçekleşen küçük değişimlerin toplamı, bize, yeni
bir toplum verecektir.
Bu teoriye, reformculuk denir. Bu teorilerden yana olanlara da reformlar istedikleri için değil, reformların yeterli olduğunu ve bu reformların birikerek yavaş yavaş belli olmadan toplumu dönüştüreceğini düşündükleri için, reformcu adı verilir.
Bu teorinin, ne derece doğru olduğunu araştıralım:
1. Siyasal kanıtlama: Olaylara, yani başka ülkelerde yapılanlara bakarsak, bu sistemin, denendiği yerlerde başarılı olmadığını görürüz. Kapitalist toplumun dönüşümü bir tek ülkede başarılmıştır: SSCB’de; ve görüyoruz ki, bu, orada da bir dizi reformlarla değil, devrimle olmuştur.
2. Tarihsel kanıtlama: Genel bir biçimde şeylerin, küçük değişikliklerle, reformlarla dönüştükleri doğru mudur? Gene olaylara bakalım. Tarihsel değişmeleri incelersek, bunların belirsizce oluşmadığını ve sürekli olmadığını görürüz. Bir an gelir, değişme, küçük değişiklikler yerine, ani bir
sıçrayışla yapılır.
Toplumlar tarihinde. kaydettiğimiz çarpıcı olaylar, ani değişiklikler, devrimlerdir. Diyalektiği bilmeyenler bile, zamanımızda tarihte zorlu değişmelerin meydana gelmiş olduğunu bilirler; bununla birlikte, 17. yüzyıla kadar, doğanın sıçramalar yapmadığı, atlamalar yapmadığı sanılıyordu; değişmelerin sürekliliği içindeki ani değişiklikleri görmek istemiyorlardı.
Ama bilim işin içine karıştı ve olgular gösterdi ki, değişmeler ani olmaktadır. 1789 Devrimi, insanların gözlerini daha iyi açtı; bu devrimin kendisi, geçmişle ansızın kopmanın apaçık bir örneğiydi ve bundan sonra, tarihin bütün kesin belirleyici aşamalarının, önemli, sert, ani altüst
oluşlar olduğunun farkına varıldı. Örneğin: şu ve bu devlet arasındakiler ne kadar dostça olursa olsun, giderek soğuyor, gerginleşiyor, iyice kötüleşiyor, bir düşmanlık niteliği kazanıyordu – ve olayların sürekliliğinde ani kopuş, yani savaş geliyordu. Ya da Almanya’da 1914-1918 Savaşından sonra, faşizm derece derece yükseldi, sonra bir gün Hitler iktidarı
aldı: Almanya yeni bir tarihsel aşamaya girdi.
Bugün, bu ani değişiklikleri yadsımayanlar, ileri sürerler ki, bunlar ilineklerdir; bir ilinek, olan ve olmayabilir olan bir şeydir.
Toplumların tarihindeki devrimler işte böyle açıklanır. Onlar birer rastlantıdır. Örneğin Fransa tarihiyle ilgili olarak, Fransız Devriminin meydana gelişi, XVI. Louis’nin zihniyetiyle ve zayıf, yumuşak bir adam olmasıyla açıklanır;
güçlü bir adam olsaydı, bu devrim olmayacaktı denir: Hatta, eğer, Varennes’deki yemeği o kadar uzun sürmeseydi onu tutuklayamayacaklardı ve tarihin akışı değişmiş olacaktı, diye
yazılır. Demek ki, Fransız devrimi bir rastlantıdır, denir.
Diyalektik; tersine, devrimlerin zorunluluğunu kabul eder. Elbette ki, sürekli değişmeler vardır ama bunlar, birikerek, sonunda ani değişiklikler meydana getirmeye başlarlar.
3. Bilimsel kanıtlama: Su örneğini alalım. Sıfır dereceden başlayalım ve suyun ısısını, 1, 2, 3 derecelerden 98 dereceye kadar yükseltelim: değişme süreklidir ama bu böyle sonsuzcasına sürebilir mi? Daha çıkalım, 99 dereceye gelelim; ama 100 dereceye geldik mi ani bir değişme göreceğiz:
su, buhar haline dönüşür.
Eğer ters yönde 99 dereceden 0 dereceye doğru inersek, gene sürekli bir değişme olacak ama bu yönde de sonsuzcasına inemeyiz, çünkü 0 derecede su, buz haline dönüşür.
1 dereceden 99 dereceye kadar su, daima su olarak kalır, yalnızca ısısı değişir. Bu, nicel değişiklik denilen değişmedir ve ne kadar? sorusuna, yani suda ne kadar ısı var, sorusuna karşılık verir ama su, buz ya da su buharı haline dönüştüğü zaman, burada bir nitel değişiklik vardır, bir nitelik
değişmesi olmuştur. O, artık su değildir, buz ya da buhar olmuştur.
Bir şeyin yapısı değişmediği zaman, nicel bir değişiklik vardır (su örneğinde ısının bir derece değişmesi, bir yapı değişmesi olmadığı gibi) ama şey, yapısını değiştirirse, yani şey başka bir şey olursa, buradaki değişme nitel değişikliktir.
Öyleyse görüyoruz ki, şeylerin evrimi sonsuzcasına nicel olamaz; şeyler dönüşürken, sonunda nitel bir değişikliğe uğrarlar: Nicelik, nitelik haline dönüşür. Bu, genel bir yasadır ama gene her zaman olduğu gibi, yalnızca bu soyut formülle yetinmemek gerekir.
Engels, Anti-Dühring’in Diyalektik, Nicelik ve Nitelik bölümünde doğa bilimlerinde olduğu gibi, her şeyde nicel değişmenin bazı noktalarında birdenbire nitel bir dönüşümün oluştuğu yasasının şaşmazlığının, doğruluğunun gerçeklendiğini bize anlatacak pek çok örnek verir.
İşte Fransız Ansiklopedisi’nin VII. cildinde H. Wallon’un (Engels’i kaynak göstererek) verdiği yeni bir örnek: Sinirsel enerji bir çocukta birikerek gülmeye yol açar ama eğer gülme büyümeye devam ederse, gözyaşı krizine dönüşür; böylece çocuklar coşarlar, aşırı uyarılmış bir duruma gelirler, fazla gülerler ve sonunda ağlamaya başlarlar.
Son olarak, iyi bilinen bir örneği, herhangi bir seçim için adaylığını koyan bir adam örneğini vereceğiz. Eğer salt çoğunluğu elde etmek için 4 bin 500 oy gerekli ise, aday 4 bin 499 oyla seçilmemiş olur; bir adaydı, bir aday olarak kalır. Bir oy daha aldığında bu nicel değişiklik, nitel bir değişmeyi belirler; çünkü adayken, seçilmiş olur.
Bu yasa, reformlar mı, devrim mi sorusunun çözümünü getirir bize. Reformcu şöyle der: Ancak rastlantılar sonucu olabilir şeyler istiyorsunuz, ütopyacısınız siz. Olmayacak şeyleri düşleyenlerin kimler olduğunu, bu yasa, bize, çok iyi gösteriyor. Doğa olaylarının ve bilimin incelenmesi bize gösterir ki, değişmeler sonsuzcasına sürekli değildir ama belirli bir anda değişme, ani olur. Bunu, biz keyfimize bağlı olarak ileri sürmüyoruz; bunu, bilim, doğa, gerçek ortaya çıkarıyor. Bu ani değişiklikte, bizim nasıl bir rol oynadığımız sorulabilir.
Diyalektiği tarihe uygulayarak, bu soruyu yanıtlayacak ve bu sorunu geliştireceğiz. İşte diyalektik materyalizmin çok ünlü bir bölümüne, tarihsel materyalizme gelmiş bulunuyoruz.
II. TARİHSEL MATERYALİZM
Tarihsel materyalizm nedir? Diyalektiğin ne olduğu bilindiğine göre, tarihsel materyalizm, kısaca, bu diyalektik yöntemin insan toplumlarının tarihine uygulanmasıdır, diyebiliriz.
Bunu iyi anlamak için, tarihin ne olduğunu belirtmek gerekir. Tarih diyen, değişme ve toplumda değişme der. Toplumun bir tarihi vardır ve o, bu tarih boyunca, sürekli olarak değişir; biz, bu akış içinde büyük olayların ortaya çıktığını görüyoruz. O zaman şöyle bir durum ortaya çıkar. Mademki,
tarihte, toplumlar değişiyor, bu değişiklikler nasıl açıklanır?
1. Tarih nasıl açıklanır?
İnsan kendi kendine şöyle sorar: Savaşların yeniden ortaya çıkmasının nedeni ne olabilir? İnsanlar, barış içinde yaşayabilmeliydiler!
Bu sorulara materyalistçe yanıtlar vereceğiz.
Savaş, bir kardinalin açıklamasına göre Tanrının bir cezasıdır; bu, idealistçe bir yanıttır, çünkü olayları, Tanrı ile açıklamaktadır; bu, tarihi, ruh yoluyla açıklamak demektir. Buna göre, tarihi yaratan ve yapan ruhtur.
Tanrısal iradeden söz etmek de gene idealistçe bir yanıttır. Hitler de Mein Kampında tarih, Tanrısal iradenin eseridir diyor bize ve doğum yerini Avusturya sınırına koyduğu için bu iradeye teşekkür ediyor.
Tanrıyı ya da Tanrısal iradeyi, tarihin sorumlusu olarak göstermek, kolay bir teoridir: İnsanlar hiçbir şey yapamazlar ve dolayısıyla, savaş karşısında elimizden hiçbir şey gelmez, buna razı olmak gerekir!
Bilimsel açıdan, böyle bir teoriyi savunabilir miyiz? Bu teorinin tanıtını, olgularda bulabilir miyiz? Hayır.
Materyalist, bu tartışmada ilkin, tarihin, Tanrı’nın eseri olmadığını ama insanların eseri olduğunu olumlar. Öyleyse, insanlar, tarih üzerinde etkili olabilirler ve savaşı önleyebilirler.
2. Tarih insanların eseridir.
İnsanlar, her biri bilinçli olarak istedikleri kendi amaçlarını izleyerek, bu tarih nasıl bir biçim alırsa alsın, kendi tarihlerini yaparlar ve işte bu başka başka doğrultularda etki yapan sayısız iradenin ve bunların dış dünya üzerindeki çeşitli yankılarının bileşkesi, tarihi oluşturur. Öyleyse burada
da önemli olan sayısız bireyin ne istediğidir. İrade tutku ile ya da düşünme ile belirlenir ama, kendileri de doğrudan tutkuyu ya da düşünmeyi belirleyen araçlar çok değişik niteliktedir. Öte yandan, etkin insanların beyinlerinde hangi tarihsel nedenlerin bu güdülere dönüştüğünü kendi kendine sorabilir insan. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik
Alman Felsefesinin Sonu, s. 47.)
Engels’in bu metni, bize, insanların, kendi iradelerine göre davrandıklarını ama bu iradelerin hep aynı yönde olmadığını söylüyor. Öyleyse insanların eylemlerini belirleyen, bunları yapan nedir? Onların iradeleri, niçin aynı yönde olmuyor?
Bazı idealistler, tarihi, insanların eylemleri yapar ve bu eylem onların iradesinin sonucudur demeye razı olacaklardır: bu, işi, eylemi belirleyen iradedir, bizim irademizi belirleyen ise düşüncelerimiz ya da duygularımızdır. Bunun arkasında şu süreci buluyoruz: Fikir-irade-eylem ve işi, eylemi açıklamak için, belirleyici neden olan fikri araştırmak üzere
ters bir yön izleyeceğiz.
Burada hemen belirtelim ki, büyük adamların ve öğretilerin etkisi yadsınamaz ama bunu açıklamaya gerek vardır. Bunu açıklayan, fikir-irade-eylem süreci değildir. Bunun gibi, bazıları, 18. yüzyılda Diderot ve ansiklopedicilerin, halk içinde insan hakları teorisini yayarak, bu fikirlerle insanların iradesini ayarttıklarını ve onları kazandıklarını, bu insanların da sonuç olarak, devrimi yaptıklarını ileri sürerler; aynı şekilde SSCB’de de Lenin’in fikirleri yayılmıştı, insanlar bu fikirlere uygun olarak davrandılar, eylemde bulundular, derler. Bundan, devrimci fikirler olmasaydı, devrim
de olmazdı sonucu çıkar. Bu görüş, tarihin devindirici gücü büyük önderlerin fikirleridir, tarihi büyük önderler yapar diyen görüştür. Action Française’in formülünü bilirsiniz: Fransa’yı 40 kral yaptı; öte yandan, kralların pek fazla fikirleri olmadığı da eklenebilirdi.
Bu soru hakkında materyalist bakış açısı nedir?
18. yüzyıl materyalizmi ile çağdaş materyalizm arasında birçok ortak noktalar bulunduğunu ama eski materyalizmin idealist bir tarih teorisi olduğunu görmüştük.
İster açıkça idealist olsun, ister tutarsız bir materyalizmin arkasına gizlenerek idealist olsun, şimdi gördüğümüz ve tarihi açıklama havasındaki idealist teori, hiçbir şeyi açıklamaz. Çünkü, eyleme iten nedir?
Eski materyalizm diyor Engels her şeyi eylemin güdülerine göre yargılar, tarihsel bir etki oluşturan insanları soylu olan ve soylu-olmayan ruhlar olarak ayırır ve sonra da düzenli olarak soyluların hep aldandıklarını, soylu olmayanların da galip geldiklerini saptar, eski materyalizme göre tarihin
incelenmesinden hiçbir ders alınamayacağı düşüncesi de bundan ileri gelir ve bize göre ise, tarih alanında; eski materyalizm kendi kendisiyle uyumlu değildir, çünkü devindirici güçlerin ardında ne olduğunu, devindirici güçlerin kendi devindiricilerinin de neler olduklarını inceleyeceğine, tarihte etkin ülküsel (ideales) devindirici güçleri son nedenler olarak alır. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 47-48.)
İrade fikirler, ileri sürülür ama niçin 18. yüzyılın filozofları, açıkça bu fikirdeydiler? Eğer Marksizm’i ortaya koymaya çalışsalardı, onları kimse dinlemezdi, çünkü o çağda insanlar, bunu kavrayamazdı. Yalnız fikirlerin verilmesi yetmiyor, bunların kavranılması da gerekir; öyleyse fikirleri kabul
edecek ve ayrıca onlara biçim verecek belirli çağlar vardır.
Daima söylüyoruz ki, fikirlerin büyük bir önemi vardır, ama onların nereden geldiğini görebilmeliyiz.
Şu halde bu fikirleri veren nedenlerin neler olduğunu, son tahlilde tarihin devindirici güçlerinin neler olduğunu araştırmalıyız.
OKUMA PARÇALARI
– Friedrich Engels, Anti-Dühring, Onikinci Bölüm, Diyalektik,
Nicelik ve Nitelik, s. 191-203.
– V. İ. Lenin, Diyalektik Sorunu Üzerine, Materyalizm ve
Ampiryokritisizm, s. 412-418.
– F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin
Sonu, Dördüncü Bölüm, Diyalektik Materyalizm, s. 40 vd..
BEŞİNCİ KISIM
TARİHSEL MATERYALİZM
BİRİNCİ BÖLÜM
TARİHİN DEVİNDİRİCİ GÜÇLERİ
I. Sakınılması gereken yanlış bir düşünce.
II. Toplumsal varlık ve bilinç.
III. İdealist teoriler.
IV. Toplumsal varlık ve yaşam koşulları.
V. Sınıf savaşımları; tarihin devindiricisi.
Fikirlerimiz nereden gelir sorusuyla birlikte, araştırmalarımızı da daha ilerilere götürmek gerekir. 18. yüzyıl materyalistleri gibi, karaciğerin safrayı salgıladığı gibi beynin de düşünceyi salgıladığını düşünürsek, bu soruya da
doğanın ruhu yarattığı, dolayısıyla fikirlerimizin doğanın ürünleri olduğu, beynin ürünleri olduğu yanıtını veririz.
Öyleyse şöyle denecektir: Tarihi, kendi iradeleri tarafından itilen insanların eylemi yapar; iradeleri ise o insanların fikirlerinin ifadesidir, fikirlerin kendileri ise insanların beyninden gelir ama dikkat!
I. SAKINILMASI GEREKEN YANLIŞ BİR DÜŞÜNCE
Biz, Büyük Devrimi, filozofların beyinlerinde doğmuş fikirlerin uygulanmasının bir sonucudur diye açıklarsak, bu, sınırlı, yetersiz bir açıklama ve materyalizmin kötü bir uygulaması olur.
Çünkü görülmesi gereken şudur: bu çağın düşünürlerince ortaya atılan bu fikirleri yığınlar niçin benimsedi? Diderot, bu fikirleri kavramakta, niçin tek başına değildi? Ve niçin 16. yüzyıldan beri beyinlerin büyük bir çoğunluğu hep aynı fikirleri yoğuruyordu?
Acaba, bu beyinler, birdenbire, aynı ağırlığa ve aynı kıvrıntılara mı sahip oldular? Hayır. Fikirlerde değişmeler var, ama kafatası içinde bir değişme olmamış.
Fikirlerin böyle beyinle açıklanması, materyalist bir açıklama olarak görünür ama Diderot’nun beyninden söz etmek, gerçekte Diderot’nun beyninden, fikirlerinden söz etmektir ve o halde bozulmuş, yanıltılmış materyalist bir teoridir; bu teoride fikirlerle birlikte, idealist eğilimin de doğmakta olduğunu görüyoruz.
Daha önceki tarih-eylem-irade-fikirler zincirine dönelim. Fikirlerin bir anlamı, bir içeriği vardır: İşçi sınıfı, örneğin, kapitalizmin devrilmesi için savaşım verir. Bu, savaşım halindeki işçiler tarafından düşünülür. Kuşkusuz, onlar bir beyinleri olduğu için düşünürler ve buna göre beyin, düşünmek
için zorunlu bir koşuldur ama yeterli koşul değildir. Beyin, fikirlere sahip olmanın maddi olgusunu açıklar ama neden şu fikirlere değil de daha çok bu fikirlere sahip olunduğunu açıklamaz.
İnsanları harekete geçiren ne varsa, hepsi zorunlu olarak onların beyninden geçer ama bunun beyinde alacağı biçim, koşullara çok bağlıdır. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 49.)
Öyleyse fikirlerimizin içeriğini, yani örneğin kapitalizmi devirme fikrinin bizde oluşmasını nasıl açıklayabiliriz?
II. TOPLUMSAL VARLIK VE BİLİNÇ
Biliyoruz ki, fikirlerimiz, şeylerin yansılarıdır; fikirlerimizin taşıdıkları amaçlar da şeylerin yansılarıdır ama hangi şeylerin?
Bu soruyu yanıtlamak için, insanların nerede yaşadıklarına, onların fikirlerinin nerede ortaya çıktığına bakmak gerekir. Şimdi saptıyoruz ki, insanlar, kapitalist bir toplumda yaşıyorlar ve onların fikirleri bu toplum içinde ortaya çıkıyor ve bu fikirler, bu insanlara, bu toplumdan geliyor.
İnsanların varlığını belirleyen, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. (Karl Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz. Sol Yayınları, Ankara 1993, s.23.)
Bu tanımlamada Marks’ın, insanların varlığı dediği şey, biziz, biz olduğumuz şeydir; bilinç ise, bizim düşündüğümüz, istediğimiz şeydir.
Genellikle, içime işlemiş derin bir ülkü uğruna savaşım veriyorum, denir ve bundan bizim varlığımızı belirleyen şeyin, bizim bilincimiz olduğu sonucu çıkarılır; biz, bir şey yapıyoruz, çünkü öyle düşünüyoruz ve öyle istiyoruz.
Böyle söylemek büyük bir yanlıştır, çünkü gerçekte bizim bilincimizi belirleyen toplumsal varlığımızdır.
Proleter olan bir varlık proleterce düşünür ve burjuva olan bir varlık, burjuvaca düşünür (neden her zaman böyle olmadığını daha ilerde göreceğiz) ama, genel biçimiyle bir sarayda başka türlü düşünülür, bir kulübede başka türlü. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 37.)
III. İDEALİST TEORİLER
İdealistler derler ki, bir proleter, proleter gibi düşündüğü için proleterdir ya da bir burjuva, burjuva gibi düşündüğü için burjuvadır.
Biz de tersine, deriz ki, eğer onlar bir proleter ya da bir burjuva gibi düşünüyorlarsa, bu, bir proleter ya da bir burjuva olmamalarındandır. Bir proleter, proleter olduğu için proletarya sınıfının bilincine sahiptir.
Burada iyice dikkat etmemiz gereken bir şey, idealist teorinin pratik bir sonucu olduğudur. Deniliyor ki, burjuva olunuyorsa, bu, burjuva gibi düşünüldüğündendir; öyleyse, artık burjuva olmamak için, söz konusu olan düşünüş biçimini değiştirmek yeterlidir ve burjuva sömürüsünü durdurmak
için de patronları ikna etmeye çalışmak yeterlidir. Bu da Hıristiyan sosyalistler tarafından savunulan bir teoridir; aynı zamanda bu ütopyacı sosyalizmin kurucularının da teorisi olmuştur.
Ama bu, aynı zamanda kapitalizme karşı, onu ortadan kaldırmak için değil ama daha akla-yatkın olmasını sağlamak için savaşım veren faşistlerin de teorisidir. Bunlar patronların, işçileri sömürdüklerini anladıkları zaman, artık sömürmeyeceklerini söylerler. İşte baştan sona idealist ve tehlikeli bir teori.
IV. TOPLUMSAL VARLIK VE YAŞAM KOŞULLARI
Marks, bize, toplumsal varlıktan söz eder. Toplumsal varlık ile ne demek istemektedir?
Toplumsal varlık, insanların içinde yaşadıkları toplumun maddi yaşam koşulları tarafından belirlenir.
İnsanların maddi yaşam koşullarını belirleyen, onların bilinçleri değildir; bu maddi koşullar, onların bilinçlerini belirler.
Maddi yaşam koşulları denen şey nedir? Toplumda zenginler vardır, yoksullar vardır ve onların düşünüş biçimleri ayrı ayrıdır; onların aynı bir konu üzerindeki fikirleri değişiktir. Bir yoksul, bir işsiz için, otobüse binmek bir lükstür ama kendi özel arabası olan bir zengin için, bir aşağılanmadır.
Yoksulun otobüs konusundaki fikirleri, acaba yoksul olduğu için mi vardır, yoksa bu fikirlere, otobüse bindiği için mi sahiptir? Yoksul olduğu için. Yoksul olmak, burada; onun yaşam koşuludur.
Öyleyse, insanların yaşam koşullarını açıklayabilmek için, niçin zenginler vardır, niçin yoksullar vardır, ona bakmak gerekir.
Üretimin ekonomik sürecinde benzer yer tutan (yani bugünkü kapitalist düzende üretim araçlarına sahip olan – ya da tersine, üretim araçları üzerinde çalışıp da ona sahip olmayan) bir insanlar grubu, belirli bir ölçüde aynı maddi yaşam koşullarına sahip olan bir insanlar grubu, bir sınıf oluşturur ama bir sınıf kavramı, sınıf düşüncesi, zenginlik ya da
yoksulluk kavramına indirgenemez. Bir proleter, bir burjuvadan daha fazla kazanabilir ama bu yüzden daha az proleter değildir, çünkü o, bir patrona bağlıdır ve çünkü onun ne yaşamı güven altına alınmıştır, ne de o bağımsızdır. Varlığın koşulları, yalnızca kazanılan para ile oluşmaz, toplumsal görev ile oluşur ve o zaman şu zincirlemeyi elde ediyoruz:
İnsanlar fikirlerinin ifadesi olan iradeleri doğrultusunda eylemleri ile tarihlerini yaparlar. Fikirleri ise, insanların içinde bulundukları maddi yaşam koşullarından, yani onların bir sınıfın mensubu olmalarından gelir.
V. SINIF SAVAŞIMLARI, TARİHİN DEVİNDİRİCİSİ
İnsanlar bir şey yaparlar, çünkü bazı fikirleri vardır. Onlar, bu fikirlerini, maddi yaşam koşullarına borçludurlar, çünkü onlar, bu ya da diğer sınıftandırlar. Bu demek değildir ki, (kapitalist) toplumda yalnızca iki sınıf vardır; birçok sınıf vardır. Başlıca iki sınıf savaşım halindedir: burjuvazi
ve proletarya.
Demek ki, fikirlerin arkasında sınıflar bulunur.
Toplum, birbirlerine karşı savaşım veren sınıflara bölünmüştür. Böylece, eğer insanların fikirleri incelenirse, bu fikirlerin de çatışma halinde oldukları ve bu fikirlerin arkasında birbirleriyle çatışma halinde olan sınıfların bulunduğu görülür.
Şu halde tarihin devindirici güçleri; yani tarihi açıklayan şey, sınıf savaşımlarıdır.
Eğer sürekli bütçe açığını örnek olarak alırsak, görürüz ki, iki çözüm vardır: biri, mali Ortodoksluk (geleneksel ilkelere uygunluk), yani yeni tasarruflara, yeni istikrazlara, yeni vergilere vb. devam ederek açığı kapamak; öteki çözüm ise, bu açığı zenginlere ödettirmektir.
Bu fikirler çevresinde siyasal bir savaşım olduğunu görürüz ve genellikle, bu konuda bir anlaşma sağlanamamasına üzülünür ama Marksistler, bu siyasal savaşımın ardında yatan gerçeği anlamak isterler ve araştırırlar; araştırınca da toplumsal savaşımı, yani sınıf savaşımını bulurlar. Birinci
çözümden yana olanlar (kapitalistler) ile zenginlere ödettirmeden yana olanlar (orta sınıflar ve proletarya) arasındaki savaşım olduğunu görürler.
Öyleyse, diyecektir Engels, hiç değilse modern tarihte, bütün siyasal savaşımların sınıf savaşımları oldukları ve sınıfların bütün kurtuluş savaşımlarının, zorunlu olan siyasal biçimlerine karşın -çünkü her sınıf savaşımı bir siyasal savaşımdır- son tahlilde ekonomik kurtuluş sorunu çevresinde döndükleri tanıtlanmıştır. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi’nin Sonu, s. 50. – Gene bakınız: Marks-Engels, Komünist Parti Manifestosu ve Komünizmin İlkeleri, Sol Yayınları, Ankara
1993, s. 109 vd.; V. İ. Lenin, Karl Marks, Marks-Engels-Marksizm,
Sol Yayınları, Ankara 1990, s. 11 vd..)
Böylece, tarihi açıklamak için, daha önce öğrendiğimiz zincire eklenecek bir halkamız daha oluyor: eylem, irade fikirler, fikirlerin arkasında sınıflar, sınıfların arkasında da ekonomi. Demek ki, tarihi açıklayan gerçekten sınıf savaşımlarıdır ama sınıfları belirleyen ekonomidir.
Bir tarih olayını açıklamak istediğimiz zaman, savaşım veren fikirler nelerdir, onları incelemek, fikirlerin gerisinde sınıfları araştırmak ve son olarak da sınıfların temel özelliklerini belirleyen ekonomik tarzı belirtmek zorundayız.
Şimdi gene, sınıfların ve ekonomik tarzın nereden geldiği sorulabilir (diyalektikçiler ardı ardına bütün bu soruları sormaktan korkmazlar, çünkü her şeyin kaynağını bulmak gerektiğini bilirler). Bu, bundan sonraki bölümde ayrıntılı olarak öğreneceğimiz konudur ama şimdiden diyebiliriz ki:
Sınıfların nereden geldiklerini bilmek için, toplumun tarihini incelemek gerekir, o zaman bugün karşılaştığımız sınıfların, daima aynı sınıflar olmadığı görülecektir. Eski Yunan’da köleler ve efendileri; ortaçağda serfler ve senyörler (feodal beyler); sonra da (bu sıralamada basitleştirildiği üzere)
burjuvazi ve proletarya.
Bu tabloda saptıyoruz ki, sınıflar değişiyorlar ve nedenini araştırdığımız zaman, görüyoruz ki, ekonomik koşullar değiştiği için sınıflar da değişmişlerdir (ekonomik koşullar şunlardır: üretimin, dolaşımın, üleşimin ve zenginlikleri tüketimin yapısı ve, geri kalan her şeyin son koşulu olarak, üretim biçimi, teknik).
İşte gene Engels’ten bir parça:
Burjuvazi ve proletarya, her ikisi de ekonomik koşulların, daha doğrusu üretim tarzının dönüşümü sonucu oluşmuşlardı. Bu dönüşüm, ilkin lonca tezgahından manüfaktüre, manüfaktürden de makineler kullanan, su buharı ile işleyen ve bu iki sınıfı geliştirmiş olan geniş-ölçekli sanayiye geçiştir.
(F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi’nin Sonu, s. 50.)
Demek ki, son tahlilde tarihin devindirici güçlerini, bize aşağıdaki zincirleme vermektedir:
a) Tarih, insanların eseridir.
b) Tarihi yapan eylem, insanların iradesiyle belirlenir.
c) Bu irade onların fikirlerinin ifadesidir.
d) Bu fikirler, insanların içinde yaşadıkları toplumsal koşulların yansısıdır.
e) Sınıfları ve onların savaşımını belirleyen, bu toplumsal koşullardır.
f) Sınıfların kendileri, ekonomik koşullar tarafından belirlenirler.
Bu zincirlemenin hangi biçimler altında ve hangi koşullarda
akıp geçtiğini açıklıkla belirtmek için diyoruz ki:
1. Fikirler, yaşamda siyasal planda açığa çıkarılırlar.
2. Fikir savaşımlarının arkasındaki sınıf savaşımları toplumsal planda açığa çıkarılırlar.
3. Ekonomik koşullar (tekniğin durumu ile belirlenmiş
bulunan) ekonomik planda ifadelerini bulurlar.
OKUMA PARÇALARI
– Karl Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz.
– Marks-Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri.
İKİNCİ BÖLÜM
SINIFLAR NEREDEN GELİR?
EKONOMİK KOŞULLAR NEREDEN GELİR?
I. Birinci işbölümü.
II. Toplumun sınıflara ilk bölünüşü.
III. İkinci büyük işbölümü.
IV. Toplumun sınıflara ikinci bölünüşü.
V. Ekonomik koşulları belirleyen şey.
VI. Üretim tarzları.
VII. Uyarılar.
Gördük ki, tarihin devindirici güçleri, son tahlilde ekonomik koşulların belirledikleri sınıflar ve sınıfların savaşımlarıdır.
Bu zincirleme sırası şöyleydi: İnsanların kafalarında kendilerini bir şey yapmaya iten fikirler vardır. Bu fikirler, insanların içinde yaşadıkları maddi yaşam koşullarından doğmaktadır. Bu maddi yaşam koşullarını insanların toplum içindeki yerleri, yani ait oldukları sınıf belirler ve sınıflar ise, toplumun içinde geliştiği ekonomik koşullar tarafından belirlenir.
Ama bu durumda ekonomik koşulları ve bu koşulların yarattıkları sınıfları belirleyen nedir, onu görmemiz gerekir. Şimdi bunu inceleyeceğiz.
I. BİRİNCİ BÜYÜK İŞ BÖLÜMÜ
Toplumun evrimi incelenirken ve geçmişteki olaylar ele alınırken, ilkin, toplumun her zaman sınıflara bölünmüş olmadığı görülür. Diyalektik, her şeyin kökenini araştırmamızı ister; biz de çok uzak bir geçmişte, sınıfların bulunmadığını görüyoruz. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin
Kökeni’nde şöyle der: Toplumun geçmiş bütün aşamalarında üretim, her şeyden önce, ortaklaşa bir üretimdi; tıpkı tüketimin de az çok geniş komünist topluluklar içinde ürünlerin doğrudan doğruya üleşimiyle yapılmış olduğu gibi. (Friedrich Engels; Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 179; ayrıca bkz: 163-165.)
Bütün insanlar üretime katılırlar; bireysel iş aletleri özel mülkiyettir ama ortaklaşa kullanılanlar ortaklığa (communaute) aittir. Bu alt aşamada işbölümü; yalnızca cinsler arasında ardır. Erkekler avlanır, balık tutar vb., kadınlar ise eve bakar. Kişiye özgü ya da özel çıkarlar yoktur.
Ancak insanlar bu dönemde durup kalmadılar ve insanların yaşamında ilk değişme, toplumdaki işbölümü olacaktır.
İşbölümü, yavaş yavaş, bu üretim süreci içine sızar. (Agy, s. 179.)
Bu ilk olguda insanlar önce hayvanları evcilleştirdiler, daha sonra, esas çalışma kolları olan hayvan yetiştirme ve hayvan sürülerinin korunmasına geçtiler. Çoban aşiretler, kendilerini öteki barbarlardan ayırdılar: birinci büyük toplumsal işbölümü. (Agy, s. 165.)
Demek ki, ilk üretim tarzı olarak avlanmayı ve balık avını; ikinci üretim tarzı olarak ise, çoban kabilelerin doğuşuna yol açan hayvan yetiştiriciliğini görüyoruz.
İşte toplumun ilk kez sınıflara bölünüşünün temelinde yatan, bu birinci işbölümüdür.
II. TOPLUMUN SINIFLARA İLK BÖLÜNÜŞÜ
Bütün çalışma kollarındaki -hayvancılık, tarım, ev sanayi üretim artışı, insan emek-gücüne, kendisine gerekenden daha çoğunu üretmek yeteneğini kazandırdı. Bu, aynı zamanda her gens, ev topluluğu ya da karı-koca ailesi
üyesine düşen günlük iş tutarını artırdı. Yeni emek güçlerine başvurmak gerekli duruma geldi. Savaş bunları sağladı: savaş tutsakları köle haline getirildiler. Birinci büyük toplumsal işbölümü, emek üretkenliğini, dolayısıyla servetleri artırıp üretim alanını genişleterek, o günkü tarihsel
koşullar içinde zorunlu olarak köleliği getirdi. Birinci büyük toplumsal işbölümünden, toplumun iki sınıf: efendiler ve köleler, sömürenler ve sömürülenler biçimindeki ilk büyük bölünüşü doğdu. (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 166.)
Şimdi uygarlığın eşiğine gelmiş bulunuyoruz. En aşağı aşamada insanlar yalnızca doğrudan doğruya kişisel gereksinmeleri için üretiyorlardı; zaman zaman, yapılan değişimler, yalnızca rastlantı sonucu elde kalan fazlalıkla ilgili tek tek olaylardı. Barbarlığın orta aşamasında çoban halklar arasında sürü, belirli bir büyüklük kazanınca, davarın, bir mülk durumuna geldiğini görürüz; düzenli bir değişimin koşulları da bundan doğar. (Agy, s. 170.)
Öyleyse, bu sırada toplumda iki sınıf buluyoruz: Efendiler ve köleler. Sonra toplum, yaşamını sürdürecek ve yeni gelişmelere uğrayacaktır. Yeni bir sınıf doğacak ve büyüyecektir.
III. İKİNCİ BÜYÜK İŞBÖLÜMÜ
Servet hızla arttı ama bireysel servet olarak; dokumacılık, madenlerin işlenmesi ve gitgide farklılaşan öteki zanaatlar, üretime, artan bir çeşitlilik ve yetkinlik veriyordu; bundan böyle, tahıl, sebze ve meyvelerin yanı sıra, tarım, elde edilmeleri öğrenilmiş bulunan zeytinyağı ve şarabı da sağlamaktaydı.
Böylesine çeşitli bir çalışma, artık aynı birey tarafından yürütülemezdi; ikinci büyük (toplumsal -ç.) işbölümü gerçekleşti: küçük zanaatlar, tarımdan ayrıldı. Üretimde ve onunla birlikte emek üretkenliğindeki sürekli artış, insan emek-gücünün değerini artırdı; önceki aşamada başlangıç
durumunda ve yer yer görülen kölelik, şimdi toplumsal sistemin esaslı bir unsuru (bileştireni, composant’ı) durumuna gelir, köleler basit yardımcılar olmaktan çıkarlar; tarlalarda ve atölyede düzinelerle köle işe sürülür. Üretimin, başlıca iki kola: tarım ve küçük sanayiye ayrılmasıyla doğrudan
doğruya değişim için üretim doğar; bu, meta üretimidir. Meta üretimiyle, … ticaret doğar. (Friedrich Engels, Ailenin; Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 168.)
IV. TOPLUMUN SINIFLARA İKİNCİ BÖLÜNÜŞÜ
Böylece, birinci büyük işbölümü, insan çalışmasının (işin) değerini artırıyor, zenginliklerde bir artma yaratıyor, bu da yeni baştan işin değerini artırıyor ve ikinci bir işbölümünü zorunlu kılıyor: zanaatlar ve tarım. Bu aşamada üretimin aralıksız artması ve buna paralel olarak insana ait emek-gücünün öneminin yükselmesi, köleleri vazgeçilmez duruma getiriyor, ticaret için üretimi, onunla birlikte de üçüncü bir sınıfı: tüccarlar sınıfını yaratıyor.
Demek ki, bu aşamada toplumda üçlü bir işbölümü ve üç sınıf var: tarımcılar, zanaatçılar, tüccarlar. Burada ilk kez üretime katılmayan bir sınıf görüyoruz ve bu sınıf, tüccarlar sınıfı öteki iki sınıfa egemen olacaktır.
Barbarlığın yukarı aşaması, bize, tarımla küçük sanayi arasında yeni bir işbölümü ve bunun sonucu, çalışma ürünlerinin daima artan bir parçasının doğrudan doğruya değişim için üretilmesini getirir; bireysel üreticiler arasındaki değişimin, toplum için dirimsel bir zorunluluk kazanması da bundan doğar. Uygarlık, özellikle kent ve köy arasındaki karşıtlığı daha da belirgin bir duruma getirerek (iktisadi bakımdan, ilkçağdaki gibi, kent köye ya da ortaçağdaki gibi; köy kente egemen olabilir), daha önce var olan bütün bu işbölümlerini güçlendirip geliştirir ve onlara, kendine özgü ve çok
önemli bir üçüncü işbölümünü ekler: artık, üretimle değil yalnızca ürünlerin değişimiyle uğraşan bir sınıf doğurur tüccarlar. O zamana kadar, sınıfların oluşumundaki bütün izler üretime bağlanıyorlardı; bunlar üretime katılan kimseleri, az çok geniş bir ölçek üzerinde yönetici ve yürütücü ya da üretici olarak bölüyorlardı. Burada sahneye, ilk kez olarak, üretime herhangi bir biçimde katılmaksızın, onun yönetimini ele geçiren ve üreticileri iktisadi bakımdan egemenliği altına alan bir sınıf girer; bir sınıf ki, iki üretici arasında zorunlu aracı olarak geçinir ve her ikisini de sömürür. Üreticileri değişim zahmet ve riskinden kurtarmak bahanesiyle, ürünlerinin satışını en uzak pazarlara kadar yaymak ve böylece nüfusun en yararlı sınıfı olmak bahanesiyle, gerçekte çok küçük hizmetler için, karşılık (salaire) olarak, yerli üretimin olduğu kadar yabancı üretimin de kaymağını alan, hızla büyük servetler ve buna uygun düşen toplumsal bir etkililik
kazanan ve böyle olduğu için de sonunda o da kendine özgü bir ürünü – devirli ticari bunalımları oluşturana kadar, uygarlık dönemi içinde durmadan yeni saygınlıklar ve üretimde durmadan artan bir egemenlik sahibi olan bir kar düşkünleri, bir gerçek toplumsal asalaklar sınıfı oluşur. (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 170-171.)
Böylece, ilkel komünizmden başlayarak, bizi kapitalizme götüren zincirleme sırayı görüyoruz.
1. İlkel komünizm.
2. Yabanıl (vahşi) kabilelerle çoban kabileler arasında bölünme (birinci işbölümü: efendiler, köleler).
3. Tarımcılarla zanaatçılar arasında bölünme (ikinci işbölümü).
4. Tüccar sınıfının doğuşu (üçüncü işbölümü), ki bu,
5. Devresel olarak ticari bunalımları doğuruyor (kapitalizm).
Şimdi artık sınıfların nereden geldiklerini biliyoruz ve geriye bunu incelemek kalıyor:
V. EKONOMİK KOŞULLARI BELİRLEYEN ŞEY
İlkin, bizden önce gelen çeşitli toplumları çok kısaca gözden geçirelim.
Antikçağ toplumlarından önceki toplumları ayrıntılı bir içimde incelemek için yeterli belgelerimiz yok ama örneğin Eski Yunanlılarda efendilerin ve kölelerin bulunduğunu ve tüccarlar sınıfının daha o zamandan gelişmeye başladığını biliyoruz. Sonra, ortaçağda senyörleri ve serfleriyle feodal
toplum, tüccarların gittikçe daha büyük bir önem kazanmalarına
olanak verir. Bunlar, şatoların yakınlarında bourg (burjuva adı buradan gelir) denilen kasabalarda toplaşırlar; öte yandan ortaçağda kapitalist üretimden önce, yalnız küçük üretim vardı, ki bu küçük üretimin birinci koşulu, üreticinin kendi iş aletlerinin sahibi olması idi. Üretim araçları bireye ait bulunuyordu ve ancak bireysel kullanıma göre ayarlanmışlardı. Bu bakımdan üretim araçları, sıradan, küçük ve sınırlı idiler. Bu üretim araçlarını yoğunlaştırmak ve genişletmek, onları modern üretimin güçlü araçları haline dönüştürmek, kapitalist üretimin ve burjuvazinin tarihsel
rolü idi.
Burjuvazi, 15. yüzyıldan bu yana, basit elbirliği, manüfaktür ve modern sanayi olmak üzere, üç evrede bunu başarmıştır. Burjuvazi, cüce üretim araçlarını, onları aynı zamanda bireysel üretim araçları olmaktan çıkarıp, insanların ancak ortaklaşa (elbirliğiyle) işletebileceği toplumsal üretim araçları haline getirmiştir. (Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, s. 82.)
Öyleyse görüyoruz ki, sınıfların evrimine paralel olarak (efendiler ve köleler; senyörler ve serfler.), servetlerin üretimi, dolaşımı, dağılımı koşulları, yani ekonomik koşullar, evrim gösterir ve ekonomik evrim, adım adım ve paralel olarak üretim biçimlerinin evrimini izler.
VI. ÜRETİM TARZLARI
Öyleyse bunu, üretim biçimleri, yani büyük küçük her çeşit aletin durumu, onların kullanımı, iş yöntemleri, kısaca, teknik durum, ekonomik koşullar belirler.
Kapitalist üretimden önce yani ortaçağda her yerde emekçilerin kendi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine dayanan küçük üretim görülüyordu… Çalışma araçları, bireyin, yalnızca bireysel kullanım için hesaplanmış çalışma araçları idi … Bu dağınık ve daracık üretim araçlarını bir araya toplayıp genişletmek, onları bugünkü üretimin güçlü kaldıraçları durumuna getirmek (gerekiyordu). Bireysel atölye yerine, yüzlerce ve binlerce insanın elbirliğini egemenlik altında bulunduran fabrika geçti ve tıpkı üretim araçları gibi, üretim, bir dizi bireysel eylem durumundan, bir dizi toplumsal eylem durumuna ve ürünler de bireysel ürünler durumundan toplumsal ürünler durumuna dönüştü. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 386.)
Burada görüyoruz ki, üretim biçimlerinin evrimi, üretici güçleri tamamen dönüştürmüştür. Oysa, iş aletleri kolektifleşmiş olmakla birlikte mülkiyet düzeni bireysel olarak kalmıştır! Ancak, birçok kişinin ortaklaşa işe koyulmasıyla işleyebilen makineler bir tek adamın mülkiyeti olarak kaldı.
Gene görüyoruz ki: Üretici güçlerin, kendini kapitalistlere de kabul ettiren toplumsal niteliğinin kısmi tanınması. Büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin, önce hisse senetli şirketler, sonra tröstler, en sonra da devlet tarafından sahiplenilmesi. Burjuvazi artık gereksiz bir sınıf olarak görünür; onun tüm toplumsal işlevleri, ücretli görevliler tarafından
yerine getirilir. (Friedrich Engels, agy, s. 405.)
Bir yandan, makinelerde rekabetin her fabrikatör için zorunlu kıldığı o gittikçe artan sayıda emekçinin yerinden olması ile tamamlanan yetkinleşme. Yedek sanayi ordusu. Öte yandan, üretimin sınırsız genişlemesi ve rekabet karşısında her fabrikatör için (bunun -ç.) zorunluluğu. Her iki yandan da üretken güçlerin işitilmemiş gelişmesi, arzın talepten fazlalığı, pazarların dolup taşması, her on yılda bir bunalımlar, kısır döngü: burada üretim araçlarında ve üründe fazlalık – orada işsiz ve geçim araçlarından yoksun emekçilerde fazlalık ama bu iki üretim ve toplumsal esenlik kaldıracı, birlikte işleyememektedir, çünkü kapitalist üretim tarzı,
üretici güçleri çalışmaktan ve ürünleri, önce sermayeye dönüşmedikleri
sürece, dolaşımdan alıkor. (Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, s. 101.)
Toplumsal, ortaklaşa hale gelen iş ile bireysel kalan mülkiyet arasında çelişki vardır. O zaman Marks’la birlikte diyeceğiz ki: Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. (Karl Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz, s. 23.)
VII. UYARILAR
Bu bölümü bitirmeden önce bazı uyarılarda bulunmak ve bu incelemede daha önce incelemiş olduğumuz diyalektiğin bütün temel özelliklerini ve yasalarını bulduğumuzu belirtmek gereklidir.
Gerçekten, toplumların tarihini, sınıfların ve üretim biçimlerinin tarihini büyük bir hızla izlemiş bulunuyoruz. Bu son incelemenin her bölümünün ötekilere ne kadar bağımlı olduğunu görüyoruz. Bu tarihin, özünde devinmekte, değişmekte olduğunu ve toplumların evriminin her aşamasında
meydana gelen değişmelere, bir iç savaşıma, tutucu öğelerle ilerici öğeler arasındaki bir savaşıma, her toplumun yıkımı ve yeni bir toplumun doğuşu ile sonuçlanan bir savaşıma yol açtığını saptıyoruz. Bu toplumların her birinin, kendinden önce gelenden çok ayrı, çok değişik bir temel özelliği, bir yapısı vardır. Bu köklü dönüşümler, kendi başlarına önemsiz görünen ama belirli bir noktada üst üste gelip birikmeleriyle ani, devrimci bir değişmeye yol açacak bir durum yaratan olayların birikmesinden sonra meydana gelirler.
Öyleyse, burada diyalektiğin temel özelliklerini ve büyük yasalarını yeniden karşımızda buluyoruz, şöyle ki:
Şeylerin ve olayların karşılıklı bağımlılığı.
Diyalektik hareket ve diyalektik değişme.
Otodinamizm (özgüç).
Çelişki.
Karşılıklı etki.
Ve sıçramalı evrim (niceliğin niteliğe dönüşmesi).
OKUMA PARÇALARI
– Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin
Kökeni.
– Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm.
ALTINCI KISIM
DİYALEKTİK MATERYALİZM VE İDEOLOJİLER
TEK BÖLÜM
DİYALEKTİK YÖNTEMİN İDEOLOJİLERE UYGULANMASI
I. Marksizm için ideolojilerin önemi nedir?
II. İdeoloji nedir? (İdeolojik etken ve ideolojik biçimler.)
III. Ekonomik yapı ve ideolojik yapı.
IV. Doğru bilinç ve yanlış bilinç.
V. İdeolojik etkenlerin etki ve tepkisi.
VI. Diyalektik tahlil yöntemi.
VII. İdeolojik savaşımın zorunluluğu.
VIII. Vargı.
I. MARKSİZM İÇİN İDEOLOJİLERİN ÖNEMİ NEDİR?
Marksizm, tarihte fikirlerin rolünü yadsıyan, ideolojik etkinin rolünü yadsıyan, yalnızca ekonomik etkileri dikkate almak isteyen bir felsefedir, denildiğini hep duyarız.
Bu yanlıştır. Marksizm, düşünüşün, sanatın ve fikirlerin, yaşamdaki çok önemli rollerini yadsımaz. Tam tersine, bu ideolojik biçimlere özel bir önem verir ve biz de şimdi Marksizm’in başlangıç ilkelerine ait incelememizi, diyalektik materyalizm yönteminin ideolojilere nasıl uygulandığını inceleyerek bitireceğiz; ideolojilerin tarihteki rollerinin ne olduğunu,
ideolojik etkenin etkisini ve ideolojik biçimin ne olduğunu göreceğiz.
Marksizm’in şimdi inceleyeceğimiz bu bölümü; bu felsefenin en az, en yanlış bilinen noktasıdır. Bunun nedeni de uzun zaman Marksizm’in yalnız ekonomi politiği inceleyen bölümünün işlenmiş ve yayılmış olmasıdır. Böylece bu konu, yalnızca Marksizm’in oluşturduğu büyük bütünden keyfi
bir biçimde ayrılmakla kalmıyor ama temellerinden de ayrılmış oluyordu; çünkü ekonomi politiğin gerçek bir bilim haline getirilmesini sağlayan, buna olanak veren, görmüş olduğumuz gibi, diyalektik materyalizmin bir uygulaması olan tarihsel materyalizmdir.
Yeri gelmişken bu arada şunu da belirtebiliriz ki, böyle bir yol kullanılması daha önceden tanıdığımız ve kendimizi kurtarmak için o kadar güçlük çektiğimiz metafizik düşünüşten ileri gelmektedir. Burada gene yineleyelim ki, biz, şeyleri, birbirlerinden ayrı tuttuğumuz, onları tek yanlı olarak
incelediğimiz ölçüde yanılgılara düşeriz.
Öyleyse Marksizm’in kötü yorumları, ideolojilerin tarihteki ve yaşamdaki rolleri üzerinde yeterince durulmamış olmasından ileri gelmektedir. İdeolojiler Marksizm’den ayrıldı ve bunu yaparken de Marksizm, diyalektik materyalizmden, yani kendi kendisinden ayrıldı.
Birkaç yıldan beri, kısmen, binlerce öğrencinin Marksizm konusundaki bilgilerini borçlu oldukları Paris İşçi Üniversitesi’nin çalışmaları sayesinde kısmen de çalışmaları ve kitapları ile katkıda bulunan aydın arkadaşlarımızın çalışması sayesinde Marksizm’in kendi gerçek çehresini ve hakkı olan yeri yeniden kazanmış olduğunu görmekten çok mutluyuz.
II. İDEOLOJİ NEDİR? (İDEOLOJİK ETKEN VE İDEOLOJİK BİÇİMLER)
İdeolojilerin rolüne ayrılmış olan bu bölüme birkaç tanımlama ile başlayacağız.
İdeoloji dediğimiz şey nedir? İdeoloji diyen, her şeyden önce fikir (idee) demektedir. İdeoloji, bir bütün, bir teori, bir sistem, hatta bazen yalnızca bir zihniyet oluşturan fikirlerin tümüdür.
Marksizm, bir bütünü biçimlendiren ve bütün sorunlar için bir çözüm yöntemi sunan bir ideolojidir. Cumhuriyetçi bir ideoloji, bir cumhuriyetçinin kafasında bulacağımız fikirlerin bütünüdür.
Ancak bir ideoloji, yalnızca salt fikirlerin, her türlü duygudan ayrıldığı varsayılacak fikirlerin toplamı değildir (zaten bu, metafizik bir anlayıştır), bir ideoloji, zorunlu olarak, duyguları, gönül yakınlıklarını, hoşlanmazlıkları, umutları, korkuları vb. içerir. Proletarya ideolojisinde sınıf savaşımının
düşünceye dayanan öğeleri yanında kapitalist düzenin sömürdüklerine
karşı, mahpuslara karşı duyulan dayanışma duygularını da isyan duygularını da coşku ve hayranlık duygularını vb. buluruz. Bütün bunların hepsi bir ideolojiyi oluşturan şeylerdir.
Şimdi de ideolojik etken denen şeyi görelim: bu, ideolojiyi, bir neden olarak ya da etkileme yeteneğinde bir şey yapan bir güç olarak anlamaktır ve bunun için de ideolojik etkenin etkisinden söz edilir. Örneğin dinler, hesaba katmamız gereken birer ideolojik etkendir; hala önemli bir biçimde etken
olan manevi bir güçleri vardır.
İdeolojik biçim denince ne anlaşılır? Bu deyimle, özelleşmiş bir alanda (bilim ve sanat alanında) bir ideoloji oluşturan, özel fikirlerden bir bütün anlatılır. Din, ahlak, ideolojik biçimlerdir; aynı şekilde bilim, felsefe, edebiyat, sanat, şiir de ideolojik biçimlerdir.
Öyleyse, genellikle ideoloji tarihini, özelikle bütün bu biçimlerin rolünü incelemek istersek, bu incelememizi, ideolojiyi tarihten, yani toplumların yaşamından ayırarak değil, ideolojinin, etkenlerinin, biçimlerinin rolünü toplum içine yerleştirerek ve toplumdan yola çıkarak yürüteceğiz.
III. EKONOMİK YAPI VE İDEOLOJİK YAPI
Tarihsel materyalizmi okurken toplumların tarihinin şu aşağıdaki zincirleme sıralanışla açıklandığını görmüştük: insanlar, tarihi, kendi işleri, eylemleri ile, iradelerinin ifadesi olan eylemleri ile yaparlar. İnsanların iradelerini belirleyen fikirleridir. Gördük ki, insanların fikirlerini, yani onların ideolojilerini açıklayan şey, sınıfların kendilerini ortaya koydukları toplumsal çevre, toplumsal ortamdır.
Ayrıca biz gördük ki, ideolojik etken ile toplumsal etken arasında toplumsal savaşımın ifadesi olarak ideolojik savaşımda görünen siyasal etken bulunur.
Öyleyse biz, tarihsel materyalizmin ışığında toplumun yapısını araştırırsak, temelde ekonomik yapıyı, sonra, onun üstünde siyasal yapıya dayanan toplumsal yapıyı ve ensonu ideolojik yapıyı göreceğiz.
Biz görüyoruz ki, materyalistler için, ideolojik yapı sondur, toplumsal bünyenin tepesidir, oysa, idealistler için toplumsal yapı, temeldir.
Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun ekonomik yapısını, belirli toplumsal
bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur (bu, ideolojik şekillenme demektir) . Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. (Karl Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı, Önsöz, s. 23.)
Öyleyse biz görüyoruz ki, toplumun temelinde ekonomik yapı vardır. Buna, (aşağıdaki yapı anlamına gelen) altyapı da denir.
Bütün biçimleri, ahlak, din, bilim, şiir, sanat, edebiyat gibi bütün biçimleri içine alan ideoloji, üstteki yapıyı – ya da (tepedeki yapı anlamına gelen) üstyapıyı oluşturur.
Materyalist teorinin gösterdiği gibi, fikirlerimizin şeylerin yansısı olduklarını ve bizim toplumsal varlığımızın bilinci belirlediğini bildiğimize göre, şimdi artık, üstyapı, altyapının yansısıdır diyeceğiz.
İşte Engels’in, bunu, bize pek iyi tanıtlayan bir örneği:
Calvin’in inancı, çağının en gözüpek burjuvalarına uygundu. Onun alınyazısı öğretisi, rekabete dayalı ticaret dünyasında başarının ya da başarısızlığın bir insanın çalışkanlığına becerikliliğine değil de onun denetleyemeyeceği koşullara bağlı olduğu olgusunun dinsel dışavurumuydu. Bu koşullar, isteyenin ya da rekabet edenin buyruğunda değildir; tersine, bilinmedik üstün ekonomik güçlerin lütfuna bağlıdır; ve bu, bir ekonomik devrim döneminde bütün ticari merkezlerin ve yolların yerlerini yenilerinin aldığı çağda Hindistan’ın ve Amerika’nın dünyaya açıldığı dönemde ve en kutsal ekonomik imanların -altının ve gümüşün değeri- sarsılmaya ve yıkılmaya başladığı bir dönemde özellikle doğruydu. (Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Giriş, s. 42-43.)
Gerçekte, tüccarlara göre; ekonomik yaşamda ne olmaz ki? Tüccarlar rekabet halindedirler. Tüccarlar, burjuvalar, bu rekabetten deneyim kazanırlar, bu yarışmada yenenler ve yenilenler vardır. Çoğu kez, en işini bilirler, en zekiler, rekabetle, çıkagelen ve onları yere seren bir bunalımla yenilmişlerdir. Bu bunalım onlar için önceden görülemeyen bir şeydir, hatta onlara kaçınılmaz bir alınyazısı gibi gelir ve işte gerekçesi olmayan, en az kötü olanların bazen bunalımı atlattıkları, bunalımdan sonra da yaşayakaldıkları fikri, Protestan dinine geçirilmiştir. Bazılarının şans eseri başarıya erişmeleri, bu alınyazısı fikrini besler; o alınyazısı fikri ki, buna göre, insanlar, tanrı tarafından, bütün sonsuzluk için saptanmış bir yazgıya katlanmak zorundadırlar.
Ekonomik koşulların yansısı olan bu örneğe göre, üstyapının, nasıl altyapının yansısı olduğunu görüyoruz.
Bir örnek daha: Sendikalı olmayan, yani siyasal bakımdan gelişmemiş iki işçinin zihniyetini alalım; biri, işin verimli olduğu çok büyük bir fabrikada öteki de küçük bir zanaatçının yanında çalışıyor olsun. Açıktır ki, ikisinin de birbirinden ayrı bir patron anlayışları olacaktır. Birine göre patron,
kapitalizmin karakteristik, yırtıcı sömürücüsüdür; öteki ise, patronu, bir emekçi olarak görecektir, elbette halinden memnun ama emekçi ve zorba değil.
Elbette ki onların patronluğu anlayış biçimlerini belirleyecek olan, çalışma koşullarının yansısıdır.
Bu örnek, bizi, açık ve kesin olmak için bazı uyarmalarda bulunmaya götürdüğü için önemlidir.
IV. DOĞRU BİLİNÇ VE YANLIŞ BİLİNÇ
Az önce, ideolojilerin, toplumun maddi koşullarının yansısı olduğunu, toplumsal varlığın toplumsal bilinci belirlediğini söyledik. Bundan, proletaryanın otomatik olarak bir proletarya ideolojisine sahip olması gerektiği sonucu çıkarılabilirdi.
Ancak böyle bir varsayım gerçeğe uygun düşmez, çünkü bir işçi bilincine sahip olmayan işçiler vardır.
Öylese yapılacak bir ayrım vardır: İnsanlar belirli koşullar içinde yaşayabilirler ama onların bu koşullar hakkındaki bilinçleri gerçeğe uygun düşmeyebilir. Bu, Engels’in yanlış bir bilinci olmak dediği şeydir.
Örnek: Bazı işçiler, ortaçağa, zanaatçılığa doğru bir geri dönüş olan lonca öğretisinin etkisi altında kalmışlardır. Bu durumda işçilerin bir yoksulluk bilinci vardır ama bu bilinç, doğru ve gerçek bir bilinç değildir. İdeoloji, burada da elbet toplumsal yaşamın koşullarının yansısıdır ama bu, doğru bir yansı, dosdoğru bir yansı değildir.
İnsanların bilinçlerinde yansı, çoğu kez tersine bir yansıdır. Yoksulluk olgusunu saptamak, toplumsal koşulların bir yansısıdır ama bu yansı, zanaatçılığa doğru bir geri dönüşün, sorunu çözümleyeceği (yoksulluğu kaldıracağı) düşünüldüğü zaman, yanlış bir yansı olur. Demek ki, burada
bir bölümüyle doğru, bir bölümüyle yanlış bir bilinç görüyoruz.
Kralcı olan bir işçinin de aynı zamanda hem doğru, hem de yanlış bir bilinci vardır. Doğru, çünkü, o, gördüğü, saptadığı yoksulluğu ortadan kaldırmak ister; yanlış, çünkü bir kralın bu işi yapabileceğini düşünür ve, bu işçi, kısaca yanlış düşündüğü için, ideolojisini yanlış seçtiği için, her şeye
karşın gene de bizim sınıfımızdan olduğu halde bizim için, bir sınıf düşmanı haline gelebilir. Bunun gibi, yanlış bir bilinci olmak, kendi gerçek koşulu hakkında yanılmak ya da yanıltılmaktır.
Şu halde diyeceğiz ki, ideoloji, yaşam koşullarının yansısıdır ama yazgının bir yansıması değildir.
Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, bize yanlış bir bilinç vermek ve yönetici sınıfların ideolojilerinin sömürülen sınıflar üzerindeki etkisini geliştirmek için, elden gelen her şey yapılır. Bizim edindiğimiz yaşam anlayışının ilk öğeleri, eğitimimiz, öğrenimimiz bize yanlış bir bilinç verir. Yaşamla olan bağlarımız, bazılarımızın köylü asıllı olması, propaganda basın ve radyo da zaman zaman bilincimizi bozarlar.
Buna göre, bizler, biz Marksistler için, ideolojik çalışmanın son derece büyük önemi vardır. Doğru bir bilinç kazanmak için yanlış bilinci yıkmak gerekir ve ideolojik çalışma olmadan bu dönüşüm gerçekleşemez.
Demek ki, Marksizm’i kaderci bir öğreti sayanlar ve öyle diyenler haksızdır, çünkü gerçekte biz, ideolojilerin toplumda büyük bir rol oynadığını düşünüyoruz ve Marksizm olan bu felsefenin etkili bir alet, etkili bir silah olabilmesi için, onu öğretmek ve öğrenmek gerektiğini düşünüyoruz.
V. İDEOLOJİK ETKENLERİN ETKİ VE TEPKİSİ
Doğru bilinç ve yanlış bilinç örnekleriyle gördük ki, fikirleri her zaman yalnızca ekonomi ile açıklamaya çalışmamak ve fikirlerin bir etkileri olduğunu yadsımamak gerekir. Böyle bir tutum takınmak Marksizm’i kötü bir biçimde yorumlamak olurdu.
Fikirler, kuşkusuz son tahlilde ekonomi ile açıklanır ama fikirlerin de kendilerine özgü etkileri vardır.
Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte belirleyici etken, son tahlilde maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marks, ne de ben, hiçbir zaman daha fazlasını dile getirmedik. Eğer sonradan, biri çıkıp da bunun anlamını, ekonomik etken tek belirleyicidir diyecek kadar zorlarsa, bu
ifadeyi, boş, soyut ve saçma bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik yapı temeldir ama üstyapının çeşitli bölümleri de tarihsel savaşımların akışı üzerinde etki yaparlar ve birçok durumda ağır basarak, bu savaşımın biçimini, belirlerler. Bütün bu etkenlerin etkileri ve tepkileri vardır, öyle ki ekonomik hareket, bütün bu etkenlerin bağrında sonunda bir zorunluluk olarak, sonsuz bir rastlantılar yığını arasından kendine yol açmaya başlar. (Bkz: Engels’ten Joseph Bloch’a, K. Marks, F. Engels, Felsefe İncelemeleri, Sol Yayınları, Ankara 1979, s. 184-185.)
Böylece, görüyoruz ki, ekonomiyi araştırmadan önce, her şeyi incelememiz gerekir ve, son tahlilde neden, gene ekonomi ise de ekonominin tek neden olmadığını akılda tutmak gerekir.
İdeolojiler, ekonomik koşulların yansıları ve etkileridir ama ideolojiler ile ekonomi arasındaki ilişki, basit bir ilişki değildir, çünkü, biz, altyapı üzerinde ideolojilerin karşılıklı bir etkisi olduğunu görüyoruz.
Örneğin, Fransa’da 6 Şubat 1934’ten sonra gelişen yığın hareketini, yazdıklarımızı kanıtlamak için, en az iki görünüş altında inceleyeceğiz:
1. Bazıları bu akımın nedenini, ekonomik bunalım olarak açıklıyorlar. Bu, materyalist ama tek yanlı bir açıklamadır. Bu açıklama, yalnızca tek etkeni, burada bunalım olan ekonomik etkeni dikkate alıyor.
2. Öyleyse, düşünüş tarzı, kısmen doğrudur ama insanların ne düşündüğünü, yani ideolojiyi bir etken olarak açıklaması koşuluyla. Evet, bu yığınsal akımda insanlar anti-faşisttir, işte ideolojik etken ve eğer insanlar anti-faşist iseler; bu, Halk Cephesi’nin doğmasına yol açan propaganda sayesindedir ama, bu propagandanın etkili olması için elverişli
bir temel, bir taban gerekiyordu ve 1936’da yapılabilmiş olan şey, 1932’de olanaklı değildi. Son olarak, bu yığın hareketinin ve onun ideolojisinin başlattığı toplumsal savaşımın, sonradan, ekonomiyi nasıl etkilediğini de biliyoruz.
Bu örnekte görüyoruz ki, toplumsal koşulların yansısı olan ideoloji, sırasında olayların bir nedeni olur.
Siyasete, hukuka, felsefeye, dine, edebiyata ve sanata ilişkin gelişme vb., ekonomik gelişmeye dayanır ama bunların hepsi de birbirleri üzerinde ve keza ekonomik temel üzerinde etki yaparlar. Böyle oluşu ekonomik durumun tek etkin neden, bütün geri kalanın ise ancak edilgin bir etki olmasından dolayı değildir: Tersine, son tahlilde her zaman üstün
gelen ekonomik zorunluluk temeli üzerinde karşılıklı etki vardır. (K. Marks-F. Engels, Felsefe İncelemeleri, Engels’ten Heinz Starkenburg’a, s. 194.)
Bunun gibi, örneğin Miras hukukunun temeli, ailenin gelişim aşamasının eşitliğini varsayan ekonomik bir temeldir. Bununla birlikte, örneğin, vasiyette bulunmanın, İngiltere’de mutlak serbest oluşu, Fransa’da ise çok kısıtlanmış bulunması, bunun, bütün özellikleriyle, yalnızca ekonomik
nedenlerden olduğunu kanıtlamaya yetmeyecektir ama, her ikisi de çok önemli bir oranda servetin bölüşülmesini etkilemeleri bakımından ekonomi üzerinde etkili olurlar. (K. Marks-F. Engels, agy, Engels’ten Conrad Schmidt’e, s. 190.)
Daha güncel bir örnek olarak vergileri alalım. Her birimizin vergiler üzerinde bir fikri vardır. Zenginler vergilerini azaltmak isterler ve dolaylı vergilerden yanadırlar; emekçiler ve orta sınıflar, tersine, dolaysız ve kazançla birlikte artan vergilere dayanan bir maliye sistemi isterler. İşte böylece, kapitalizm tarafından vergiye bağlı olarak yaratılan ve bizim düşüncemiz haline gelen vergi hakkındaki fikrimizin kaynağı, bu ideolojik etkenin kaynağı, ekonomik durumda bulunur. Zenginler, kendi ayrıcalıklarını korumak isterler ve vergilendirmenin bugünkü biçimini olduğu gibi korumak ve yasaları bu doğrultuda güçlendirmek için savaşım verirler. Oysa, fikirlerden gelen yasalar, ekonomi üzerinde etkili olurlar, çünkü küçük ticareti, zanaatçıları öldürür ve kapitalist yoğunlaşmayı çabuklaştırırlar.
Şu halde görüyoruz ki, ekonomik koşullar, fikirleri doğurur ama fikirler de ekonomik koşullarda değişiklikler yaratır ve işte ilişkilerin bu karşılıklı oluşlarını dikkate alırsak, ideolojileri, bütün ideolojileri incelemek gerektiğini anlarız; ve ancak son tahlilde köke inildiğinde ekonomik zorunlulukların
her zaman üstün geldiğini görürüz.
Biliyoruz ki, ideolojileri savunmak, hiç olmazsa yaymak, yazarların ve düşünürlerin özel görevidir. Onların düşünceleri ve yazıları, temel özelliklere her zaman pek sahip değildir ama gerçekte, basit bir masal ya da öykü niteliğindeki yazılarda bile, her zaman ideolojik bir tahlil buluruz. Bu tahlili
yapmak pek ince bir işlemdir ve bizim, bunu, çok büyük bir ihtiyatla yapmamız gerekir. Şimdi büyük bir yardımı dokunacak olan bir diyalektik tahlil örneği göstereceğiz ama mekanikçi olmamaya çok dikkat etmeli ve açıklanamaz olanı açıklamak için çabalamamalıdır.
VI. DİYALEKTİK TAHLİL YÖNTEMİ
Diyalektik yöntemi iyi uygulamak için, çok şey bilmek gerekir ve tahlilini yapacağımız şeyin konusu bilinmiyorsa, bunun inceden inceye araştırılması gerekir, yoksa basit yargılama karikatürleri yapmaya varılır.
Bir kitabın ya da bir edebiyat yazısının diyalektik tahlilinde kullanılmak üzere, başka konulara da uygulanabilecek bir yöntem göstereceğiz.
a) İlkin tahlil edilecek kitap ya da öykünün içeriğine dikkat etmek gerekir. Bu, tüm toplumsal sorunlardan bağımsız olarak incelenmelidir, çünkü her şey, sınıf savaşımından ve ekonomik koşullardan gelmez.
Edebiyata ilişkin etkiler vardır ve biz bunları hesaba katmak zorundayız. Yapıtın, herhangi bir edebi okuldan olup olmadığı aranır. İdeolojilerin iç gelişmelerini dikkate almak gerekir. Kolaylık bakımından, tahlil edilecek konunun bir özetini yapmak ve göze çarpan noktaları not etmek iyi olur.
b) Sonra olayın kahramanları olan toplumsal tipler göz önüne alınır. Bu tiplerin ait bulundukları sınıflar aranır, kişilerin davranışı incelenir ve romanda geçen olayların herhangi bir biçimde toplumsal bir görüş açısına bağlanıp bağlanamayacağına bakılır.
Bu olanaklı değilse, eğer bunu yapmak akla-uygun gelmiyorsa, uydurmaktansa, tahlilden vazgeçmek daha iyi olur. Hiçbir zaman uydurma bir açıklama yapmamalıdır.
c) Olayda hangi sınıf ya da hangi sınıflar olduğu saptandığı zaman, ekonomik temel, yani romanın konusunun geçtiği anda üretim araçlarının ve üretim tarzının neler olduğu araştırılmalıdır.
Eğer, örneğin, olay, günümüzde geçiyorsa, ekonomi, kapitalizmdir.
Zamanımızda kapitalizmi eleştiren, ona karşı savaşan pek çok öykü ve roman görülmektedir ama kapitalizme karşı çıkmanın iki biçimi vardır:
1. İleriye dönük devrimci olarak.
2. Geçmişe dönmek isteyen gerici olarak ve çağdaş romanlarda da sık sık bu biçimle karşılaşılmaktadır: bu romanlarda geçmiş zamana özlem duyulmaktadır.
d) Bütün bunları kavradıktan sonra, artık ideolojiyi araştırabiliriz, yani fikirler, duygular nelerdir, yazarın düşünüş biçimi nedir, ona bakabiliriz. İdeolojiyi araştırırken, onun oynadığı rolü, ideolojinin bu kitabı okuyanların düşüncesi üzerinde yaratacağı etkiyi düşüneceğiz.
e) Bunun üzerine, artık tahlilimizin vardığı sonucu bildirebilir ve falan öykünün ya da romanın falan zamanda ne için yazılmış olduğunu söyleyebiliriz. Kitabın (çoğu kez yazarının bilincine varmadığı) niyetlerini açığa vurabilir, duruma göre yerebilir ya da övebiliriz.
Bu tahlil yöntemi uygulanırken, ancak buraya kadar söylediklerimizin
tümü anımsanırsa, iyi bir yöntem olabilir. Şunu çok iyi akılda tutmak gerekir ki, diyalektik, her ne kadar bize yeni şeyleri anlama, kavrama biçimi getiriyorsa da gene diyalektik, şeylerden söz edebilmek ve onları tahlil edebilmek için, onların çok iyi bilinmesini ister.
Şu halde şimdi artık yöntemimizin ne olduğunu gördükten sonra, incelemelerimizde militan yaşamımızda ve kişisel yaşamımızda şeyleri, durgun, hareketsiz bir durumda değil, ama hareketleri içinde değişmeleri içinde çelişkileri içinde ve tarihsel anlamları içinde görmemiz ve gene şeyleri tek yanlı değil, bütün yönleri, bütün görünümleriyle görmemiz
ve incelememiz gerekir. Kısacası, her yerde ve her zaman diyalektik
düşünüşü uygulamamız gerekir.
VII. İDEOLOJİK SAVAŞIMIN ZORUNLULUĞU
Şimdi artık, diyalektik materyalizmin, Marks ve Engels tarafından kurulup Lenin tarafından geliştirilen materyalizmin çağdaş biçiminin ne olduğunu daha iyi biliyoruz. Bu kitabımızda özellikle Marks ve Engels’in metinlerinden yararlandık ama Lenin’in felsefe konusundaki yapıtının da çok
önemli olduğunu belirtmeden bu dersleri tamamlayamayız. (Dizinde
Lenin’e bakınız. Lenin’in, Marksizm’e felsefi katkısı -burada açıklanması uzun ve karmaşık olur- materyalizm ve Ampiryokritisizm ve Felsefe Defterleri’nde açıkça görülür.)
Bunun içindir ki, bugün Marksizm-Leninizm’den söz edilmektedir.
Marksizm-Leninizm ve diyalektik materyalizm çözülmezcesine birleşmişlerdir ve ancak diyalektik materyalizm bilgisi Marksizm-Leninizm’in tüm genişliğinin, tüm değerinin, bütün zenginliğinin ölçülebilmesine olanak verir. Bu, bizi, bir militan ancak bu öğretinin tümünü biliyorsa, gerçekten ideolojik olarak silahlanmıştır demeye götürür.
Bunu çok iyi anlamış olan burjuvazi, her çareye başvurarak, işçilerin bilincine kendi ideolojisini sokmaya çalışır. Marksizm-Leninizm’in en az bilinen yanının diyalektik materyalizm olduğunu çok iyi bilerek, burjuvazi, ona karşı bir susma kampanyası düzenlemiştir. Resmi öğretimin böyle bir
yöntemden habersiz olduğunu ve okullarda ve üniversitelerde öğretimin yüz yıl önce yapıldığı gibi sürdürüldüğünü görmek acıdır.
Eskiden, metafizik yöntemin, diyalektik yönteme egemen durumda oluşu, gördüğümüz gibi, insanların bilgisizliği yüzündendi. Bugün, bilim, diyalektik yöntemin bilimsel araştırmalara uygun gelen yöntem olduğunu tanıtlamanın yollarını vermiştir bize ve çocuklarımıza bilgisizlikten ileri gelen bir yöntemle düşünmeyi ve incelemeyi öğretmek utanılacak bir şeydir.
Bilginler, bilimsel araştırmalarında bilimlerin karşılıklı iç içe geçişini ve birbirini etkileyişini hesaba katmaksızın kendi uzmanlık alanlarında artık incelemeler yapamıyorlar ve bu yüzden bilinçsiz olarak diyalektiğin bir bölümünü uyguluyorlarsa da metafizik düşünüş biçimlerini sık sık işin
içine sokmadan edemiyorlar. İnsanlığa büyük şeyler veren bilginler -idealist ve dinsel inanca sahip olan Pasteur’ü, Branly’yi anımsayalım-, eğer diyalektik bir kafa yapısına, bir düşünüşe sahip olsalardı, daha büyük ilerlemeler gerçekleştirmeyecekler miydi ya da gerçekleştirilmesine olanak
hazırlamayacaklar mıydı?
Ama Marksizm-Leninizm’e karşı savaşımın, bu susma kampanyasından daha da tehlikeli olan bir biçimi vardır: bu da burjuvazinin bizzat işçi hareketinin içinde düzenlemeye çalıştığı kalpazanlıklardır. Şu sıralarda kendilerini Marksist diye sunan ve Marksizm’i yenilemek, gençleştirmek
iddiasında olan sayısız teorisyenlerin açılıp serpildiklerini görüyoruz. Bu türden kampanyalar, en çok, Marksizm’in en az bilinen yönlerini, özellikle de materyalist felsefeyi dayanak noktası olarak seçiyorlar.
Böylece, örneğin, Marksizm’i, devrimci eylem anlayışı olarak kabul ettiklerini ama genel bir dünya anlayışı olarak kabul etmediklerini açıklayan insanlar ortaya çıkıyor. Bunlar, pekala, materyalist felsefeyi kabul etmeden de Marksist olunabileceğini bildiriyorlar. Bu genel tutuma uygun olarak
çeşitli yolsuzluk girişimleri gelişiyor. Kendilerine hep Marksist diyen kişiler, Marksizm’in kendi temeli ile, yani materyalist felsefe ile bağdaşmaz anlayışları Marksizm’e sokmak istiyorlar. Geçmişte bu çeşit girişimlere tanık olunmuştur. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm adlı kitabını bu gibi girişimlere karşı yazmıştır. Bugün de Marksizm’in geniş yayılma
döneminde bu girişimlerin yeniden doğuşuna ve çoğalmasına tanık olunmaktadır. Eğer Marksizm’in gerçek felsefesini bilmezsek, Marksizm’in kesinlikle felsefi yönüne saldıran bu gibi girişimleri nasıl tanıyabilir, nasıl gerçek yüzlerini meydana çıkarabiliriz?
VIII. VARGI
Bereket versin ki, birkaç yıldan beri, özellikle işçi sınıfı içinde Marksizm’in bir bütün olarak incelenmesine doğru yaman bir itilim, özellikle de materyalist felsefenin incelenmesine gittikçe artan bir ilgi görülmektedir. Bu, bugünkü durumda işçi sınıfının, materyalist felsefenin okunup öğrenilmesi gereğinden yana, başlangıçta ileri sürdüğümüz nedenlerin
haklı olduklarını çok iyi anladığını gösteren bir belirtidir. İşçiler, kendi özel deneyimleriyle, pratiğin teoriye bağlanması zorunluluğunu, aynı zamanda da teorik çalışmayı olabildiği kadar ilerilere götürmek zorunluluğunu öğrenmişlerdir. Her militanın görevi, bu akımı güçlendirmek ve ona doğru bir yönelim ve doğru bir içerik vermektir.
Paris İşçi Üniversitesi (Bugünkü Yeni Üniversite, 8. Avenue Mathurin-Moreau, Paris.) sayesinde binlerce kişinin diyalektik materyalizmin ne olduğunu öğrenmiş olmalarını görmekten çok mutluyuz ve diyalektik materyalizm nasıl bizim burjuvaziye karşı savaşımımızı, bilimin kimden yana olduğunu göstererek çarpıcı bir biçimde aydınlığa kavuşturuyorsa,
aynı zamanda; bize, ödevimizi de gösterir. Okumak, öğrenmek, çalışmak gerekir. Marksizm’i tanımak ve tanıtmak gerekir. Militanlar, sokaktaki ve işyerindeki savaşımın yanında ve ona paralel olarak ideolojik bir savaşım da yürütmelidirler. Onların ödevi, ideolojiyi bütün saldırı biçimlerine karşı savunmak ve aynı zamanda işçilerin bilincinde burjuva ideolojisini yıkmak için karşı-saldırıyı yürütmektir ama bu savaşımın bütün yönlerine egemen olmak için ideolojik bilgiyle donatılmış olmak gerekir. O, ancak, diyalektik materyalizm bilgisiyle, gerçek militan olacaktır.
Hiçbir şeyin bilimlerin gelişmesini engelleyemeyeceği en yüksek toplumu kuruncaya kadar ödevimizin temel bir bölümü de budur.
ADLAR VE KAVRAMLAR DİZİNİ
ADCILIK (Nominalisme). – Genel kavramları, cinsleri, türleri
yalnız ad olarak varmış gibi sayan bir felsefi öğreti. Kavram, cins,
tür yalnızca zeka için vardır.
ANAKSİMENES (Miletli), (İÖ 6. yüzyıl). – İyonya okulundan bir filozof Hocası Anaksimandros’u izledi ve onun yerini aldı. Anaksimenes’in
öğretilileri de Anaksagoras ile Diogenes olmuştur. Ona göre, hava, her şeyin ana öğesidir.
ANSİKLOPEDİ – Genel bir biçimde bütün insan bilgilerinin özetini içine alan yapıt. Fransız edebiyat tarihinde Ansiklopedi, 18. yüzyılda yayınlanmış, içinde ilk kez devrimci burjuvazinin görüş açısından sunulan bütün insan bilgilerinin yer aldığı büyük yapıttır. Ansiklopedi, monarşik feodal rejimin günahlarını amansız bir biçimde açığa vuruşu ile etkin olduğu gibi, üç ayrı konuya katkısıyla da etkin oldu: materyalizm (mekanikçi), Tanrıtanımazlık ve teknik ilerleme.
ARİSTOTELES (İÖ 384-322). – Platon’la birlikte antikçağın en büyük filozofu. Ölümünden bir yıl önce dinsizlik gerekçesiyle uğradığı kovuşturmadan kurtulmak üzere, ders verdiği Atina’dan kaçmak zorunda kaldı. Platon’un öğretilisi olmakla birlikte, ona karşı olan Aristoteles, Platon’un idealist felsefesini, duyulabilir dünyanın sistemli gözlemiyle, gerçekçi temellere oturtmaya çalışır ama o da Platon gibi, fikir (idee) kavramından yola çıkar. Her varlık -ya da töz (substance)- iki ilkeden yapılmıştır: öz ve biçim. Öz, kaba, hareketsiz, belli belirsiz bir yığındır; onun şu ya da bu şey olması, şu ya da bu olması için, ona, bir biçimin uyması gerekir. Biçim, etkin, özgül fikirdir. Öze niteliğini veren biçimdir. En üstün, bütün ötekileri içeren biçim, Tanrıdır. Gene Aristoteles, Demokritos’un mekanikçi anlayışını yadsıyarak erekçiliği (finalisme) getirmiştir: evrene düzen veren Tanrıdır. Aristoteles, doğru uslamlamanın, doğru düşünüş teorisinin, mantığın kurucusudur. Gelişme fikri, onun sisteminin ana fikridir. Evrensel gelişme, organik gelişme, devlet biçimlerinin gelişmesi vb. her yerde tamamlanmamış olandan tamamlanmışa, eksik olandan eksik olmayana, genel olandan özel olana doğru bir evrim olarak kavranır. Engels, Aristoteles’i, bütün Yunan filozoflarının en evrensel beyni, diyalektik düşünüş tarzının esas biçimlerinin araştırılmasına daha o zamandan girişen kişisi diye niteler (Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm’e bakınız).
Ortaçağda bu büyük bilginin, bu büyük mantıkçının öğretilileri,
onun öğretisinin yalnızca biçimsel, soyut yanını alıkoydular; Aristoculuğu,
bilimdeki ilerlemelerin ışığı altında yeniden ele almak yeteneğinde
olmayan bu kimseler, ondan, kuru, kısır bir sistem oluşturdular ki,
bu skolastiğin temelini oluşturdu.
ATOM. – Kimyada ve fizikte, bileşimlere girebilen bir elementin
nicel olarak en küçüğü olan maddi parçacıklarına verilen ad.
Antikçağın materyalist felsefesinde bu sözcük, maddenin mutlak
olarak artık bölünemez, en küçük öğesi anlamına geliyordu, bu
ilk öğe, bileşerek ve topaklanarak, bütün doğayı oluşturuyordu.
BACON, François de Verulam (1561-1626). – Ünlü İngiliz filozofu.
1593’te Avam Kamarası üyesi olan Bacon, 1613’te başsavcı,
1614’te krallık avukatlığına atandı, 1617’de adalet bakanı, 1618’de
krallık büyük şansölyesi oldu, 1624 yılında ahlak bozukluğu nedeniyle,
parlamento tarafından hapse mahkum edildi, hak ve yetkileri
elinden alındı; iki gün sonra serbest bırakıldı ve kendi köşesine çekildi.
François Bacon’un birçok bilimsel ve felsefi yapıtı vardır. Bunlar
arasında özellikle, Novum Organum’u (1620) anmak gerekir. Bu yapıtında
önsel (a priori) fikirlerin eski metafiziğine karşı, deney üzerine kurulu mantığı koyar.
Bacon, çağdaş felsefenin ve çağdaş bilimsel yöntemin kurucularından
biridir.
BERKELEY, Georges (1685-1753). – İngiliz filozofu, piskopos ve
bir zaman için Amerika’da bahtsız bir misyoner. Onun (18. yüzyılın
başlangıcında zorla ilhak edilen ve sömürgeleştirilen Katolik İrlanda’da
Protestan papazı olarak), fatih İngiliz ulusunun siyasetine hizmet
eden papazlık etkinliği, tümüyle gerici bir nitelik taşır. Manevi
alandaki spekülasyonlarına paralel olarak, Southsea Company’nin iflası
üzerine kaleme aldığı Büyük Britanya’nın Yıkımını Önlemenin
Çareleri Üzerine Deneme (1720) adlı yapıtında da görüleceği üzere,
kendisini, (örneğin, ünlü işçi evleri ve çocuklarının çalışmasının
yararlılığı gibi) daha maddi spekülasyonlara vermiştir. Lenin, Berkeley
felsefesinin temel özelliklerini, derin bir biçimde açıklamıştır.
Elinizdeki kitapta (Birinci Kısım, İkinci Bölümde) Berkeley felsefesinin
bir açıklamasını bulacaksınız. Berkeley’in (Soruşturucu’daki) ekonomik
anlayışı, özellikle para hakkındaki görüşleri, Marks tarafından, Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Katkı’da derinlemesine incelenmiştir. Yapıtları:
Ruhun Algılarının Yeni Teorisi (1707), İnsan Bilgisinin İlkeleri
(1710), Hylas ile Philonoüs’ün Diyalogları ( 1712)
BİLİNEMEZCİLER (AGNOSTİKLER). – Gerçeği, insan aklının anlayamayacağını, bilemeyeceğini söyleyenlere felsefede verilen ad.
BRANLY, Edouard (1846-1940). – Fizikçi, 1873’te almaşık akımları
düzeltmek üzere, bakır oksidin özelliklerini buldu. 1888’de
demir tozu banyosunun özelliğini bularak, ilk radyo vericilerini
hazırladı. Onun detecteurü sayesinde telsiz-telgraf doğdu. 1898’de bu
buluşun, gemilerin yardım çağrılarına uygulanışını, Bilimler Akademisine
sundu.
ÇÖZÜMLEME (ANALİZ, TAHLİL). – Bir şeyi ya da bir fikri öğelerine
ayırmak için yapılan akıl işlemi.
D’ALEMBERT, Jean le Rond (1717-1783). – Fransa’da aydınlık
çağın en belirgin temsilcilerinden biri ve büyük bir matematikçi olan
D’Alembert, mekaniğin ilkelerini kurmak için, çok önemli çalışmalar
yaptı. Diderot ile birlikte, Ansiklopedi’yi ya da Bir Yazarlar Derneği
Tarafından Hazırlanan Açıklamalı Bilimler, Sanatlar ve Zanaatlar
Sözlüğü’nü yayınladı. Monarşinin amansız saldırılarına uğrayan ve
sonunda gerici Devlet Konseyi tarafından yasaklanan, çok yaygınlaş-
mış bu büyük yapıt, aydınlık çağın başlıca anıtıdır (33 cilt, 1751-1777).
D’Alembert, bu ansiklopedinin Giriş Yazısını yazmıştır. Bu
yazı, onun felsefi görüşünü, kuşkuculuğu (scepticisme) içerir. Ne
madde ne de ruh, özlerinde tanınamazlar ve dünya, bizim duygularımıza
göründüğünden bambaşka bir biçimde varsayılabilir.
DARWİN, Charles Robert (1809-1882). – Ünlü İngiliz doğa bilimleri
uzmanı, geçen yüzyılın doğa bilimlerinde evrimin en önemli teorisyeni.
Daha önce Lamarck, Goethe vb. tarafından da üzerinde çalışılan
dönüşümcülük (transformisme) teorisi, Darwin’de son ve kesin
ifadesini bulmuş, böylece bilime yeni yollar açmıştır. Darwin; kendi
evrim teorisini, doğal seçme (selection naturelle), yani yaşam savaşında
en iyileri, en güçlüleri seçen, onların yaşayakalmasını sağlayan,
güçsüzleri, cılızları vb. ayıklayan bir varsayım üzerine kurmuştur.
Darwin, yapay hayvan yetiştirme deneylerinden yola çıkıyordu ama
kör doğada yetiştiricinin eli neredeydi? Bu soruyu yanıtlamak için,
Malthus’un Nüfus İlkesi Üzerine Deneme adlı yapıtından, nüfusun
çoğalması ile geçim araçlarının artması olanakları arasındaki bir
oransızlıktan yola çıkması ölçüsünde yararlandı. Her ne kadar çağdaş
biyoloji, pek çok yeni olay incelemiş ve bu nedenle Darwin tarafından
kullanılan etkenler çok genel bir biçimde değişikliğe uğramış
ve tamamlanmışsa da evrim teorisinin temel düşüncesi, çağdaş düşüncedeki sağlam yerini, hiçbir şey yitirmeden korumuştur. Engels,
bu konuda Sosyalizmin Evrimi’nde şöyle yazar: Darwin, bugün varolan
bütün organik doğanın, bitkilerin, hayvanların ve insanların,
milyonlarca yıldan beri, süregelen bir evrim sürecinin ürünü olduklarını
tanıtlayarak, metafizik doğa anlayışına en yaman darbeyi indirmiştir.
Engels, Marks’ın mezarı başında yaptığı konuşmada Marks ile
Darwin arasındaki ilişkileri şu sözlerle anlatmıştır: Nasıl Darwin
organik doğanın evrim yasasını bulduysa, Marks da insan tarihinin
evrim yasasını buldu. Marks, daha 1860’ta, o sırada (1859) yayınlanmış
olan Darwin’in başlıca yapıtı Türlerin Kökeni üzerine, Engels’e
yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: Her ne kadar kabaca, İngilizvari
geliştirilmişse de bu kitap, doğa bilimleri açısından, bizim görüşümüze
uygun bir temel taşımaktadır. (Marks-Engels, Yazışmalar, c.
II, s. 426). Marks, Lassalle’a yazdığı bir mektupta da düşüncelerini,
benzer bir biçimde açıklar (s. 346). Darwin’in yapıtı çok dikkate değer
ve tarihte sınıf savaşımlarına, doğa bilimleri açısından, temel olması
bana çok uygun görünüyor. … Bütün eksikliklerine karşın kitap,
yalnızca, her şeyden önce, Tanrıbilime, doğa bilimleri alanında
ölümcül bir darbe indirmekle kalmıyor, aynı zamanda doğa bilimlerinin
akla-uygunluğunu da görgücü (ampirik) bir biçimde yerine oturtuyor…
(s. 214, 287.)
DEMOKRİTOS (Abderalı) (İÖ yaklaşık 460-370). – Yunan filozofu,
antikçağın en büyük materyalisti. Ona göre, gerçek olarak yalnız
atomlar ve boşluk vardır. Atomlar, son derece küçük, bölünmez, biçimleri,
büyüklükleri ve durumları farklı ve sürekli hareket halinde ilk öğelerdir. Nesneler, atomların düzenlenmesinden doğarlar. Demokritos,
ruhun da maddi olduğunu ve her şey gibi, onun da atomlardan
(ötekilerden daha ince olan atomlardan) oluşmuş olduğunu iddia
eder. Öte yandan, ona göre, şeylerin nitelikleri (renkleri, kokuları
vb.) salt özneldir ve bizim duyularımızın yanılsamalarıdır. Gerçek ve
nesnel dünya, bu gibi nitelikleri içermez ve aklın görevi, atomların
kendilerini bulmak için, bu nitelikleri soyutlamak olmalıdır.
Demokritos’ta, duyuların verdikleri niteliklerin öznel temel
özelliği ile aklın kavradığı, tasarladığı, atomların gerçek ya da nesnel
dünyası arasındaki çelişki, materyalist diyalektiğin bilgi sorununu
ilk ilkel biçimiyle, ortaya koymaktadır. Demokritos’un atomlar teorisi,
atom biliminin (atomistik) dahice bir önsezisidir.
DESCARTES, Rene (1596-1650). – İkici (yani madde ile ruhu metafizik
bir biçimde karşı karşıya getiren ikicilikten yana) Fransız filozofu.
O, skolastiğe karşı savaştı ve analitik geometriyi kurdu. Onun
ikiciliği (dualisme) duyulabilir maddi dünyayı, fiziğe ya da daha doğrusu,
matematik mekaniğe, akli olan manevi ruhu ise metafiziğe teslim eder.
Onun için pratikte materyalist, teoride ise idealisttir. Bu ikilik, onu, mekanikçi-materyalist eğiliminde olduğu kadar, metafizikçi-ruhçu eğiliminde de yeni zamanların tüm burjuva felsefesinin
ekseni haline getirir. Skolastiği yıkmak ve gerçeği bulmak için, her
şeyden yöntemli bir biçimde kuşkulanmakla işe başlamaya karar
veren, bir usçu olarak duyuların deneyini aldatıcı diye yadsıyan, matematik
yöntemi bütün bilimler için örnek ilan eden Descartes, düşünüyorum,
öyleyse varım önermesinde bütün apaçık gerçeklerin ülküsünü bulur. Bir sürü tümdengelimlerle, ruhsal töz olarak ruhun varlığı ve Tanrının varlığı sonucuna varır ve maddi dünyanın varlığını, Tanrının varlığı üzerine oturtur ama aynı zamanda Descartes’a göre, madde süre (etendue) ile özdeştir. Böylece doğabilimin, her türlü deneyi sınırlayan Tanrıbilimin etkisinden özgür olduğunu ilan eder. Onun felsefesindeki esas ilerleme, bütün nesneleri, kendilerini oluşturan en basit parçalara ayrıştıran bilimsel bir yöntem öne sürülmesinden ibarettir. Descartes, Engels’in dediği gibi, bu
matematik-mekanikçi tahlil temeli üzerinde nesneleri soyutlarken, onların
ilişkilerini metafizik bir biçimde yerinden oynatıp çıkarırken,
bunların diyalektik sentezi için zorunlu olan öncülleri de biçimlendirmiş
oluyordu. Descartes, zamanının teknik ve sınai gelişmesi için
kendi yeni yöntemine çok büyük bir önem veriyordu. Gerçekte bu
yöntem, genel bir biçimde onun bütün felsefe anlayışı (bu anlayışta
hayvanlar birer otomat olarak tasarlanır), manüfaktür döneminin
belirgin felsefesidir. Bununla birlikte, son derece değerli ve geçerli
usçu bir mirastır. Başlıca yapıtları: Aklını İyi Kullanmak ve Gerçeği
Bilimlerde Aramak İçin Yöntem Üzerine Konuşmalar (1637), Metafizik
Düşünceler (1641), Felsefenin İlkeleri (1644), Ruhun Tutkuları
Üzerine İnceleme (1649), İnsan Üzerine İnceleme (öldükten sonra
yayınlanmıştır).
DEKARTÇILIK (Karteziyanizm). – Descartes’ın felsefesine verilen ad.
DİDEROT, Denis (1713-1784). – Fransız aydınlık çağı materyalistleri
arasında en büyük Fransız düşünürü, ansiklopedicilerin şefi
ve ruhudur. D’Alembert ile birlikte çeyrek yüzyıl boyunca (1751’den
başlayarak) Kör İnanca (taassuba) ve Zorbalığa Karşı Kutsal Birlik
denilen ünlü Ansiklopedi’yi yayınladı. Devletin ve Cizvit papazlarının
hışmına uğrayan bu Ansiklopedi’nin yayınlanması, son derece büyük
bir manevi güç, yılmaz bir irade büyük bir baş eğmezlik ve mutlak
bir sakınmazlık gerektirmişti. Bütün yaşamını coşku ile, şevkle, gerçeğe
ve hakka -bu sözcük doğruluk anlamında alınmıştır- adamış
bir kimse varsa, bu, Diderot olmuştur diye yazıyordu Engels. Diderot
çeşitli konular üzerinde doğa bilimleri ve matematik, tarih ve
toplum, ekonomi ve devlet, hukuk ve ahlak, sanat ve edebiyat üzerinde
pek çok şey yazmıştır. Katı bir katolik eğitimi ile yetişmiş olan Diderot,
hayranlık veren bir mantıkla gelişmiştir, yaradancılıktan (Tanrıyı
yalnızca ilk neden sayan deisme’den) materyalizme, Tanrıtanımazlığa
(atheisme) geçerek, aydınlık dönemi Fransız burjuva devrimci
felsefesinin en yüksek amaçlarını temsil etmeye başlamıştır.
Zamanın toplumu üzerinde en derin ve en uzun ömürlü etkiyi yaratmıştır.
Ama onun düşüncesi, kaba bir materyalizmin dar sınırları
içinde kalmamıştır. Onda diyalektik bir düşüncenin sayısız tohumlarını
bulmak olanaklıdır. Daha parlamentonun emri üzerine yakılan
Felsefi Düşünceler’inde (La Haye 1746), basılmadan el konulan Kuşkucunun Gezintisi’nde (1747), kiliseye karşı yiğitçe saldırılara girişir.
Tanrıtanımaz yapıtı, Körler Üzerine Mektup (Londra 1749), ona bir
yıl hapse mal oldu. Diderot, aynı zamanda haklı olarak, Lamarck ve
Darwin’in müjdecisi de sayılır, çünkü, daha o zamandan, organizmaların
evrimi fikrini ve başlangıçta, hayvanlar aleminin ve bitkiler
aleminin çeşitliliğinin ilerleyici bir dönüşümle (transformasyon)
kendisinden çıktığı bir ilkel varlığın var olduğu fikrini, açık, tutarlı ve
kararlı bir biçimde savunur. Aynı şekilde bir bireysel evrim vardır,
ve gene, Diderot’ya göre, bir de türlerin evrimi vardır. Diderot, evrim
fikrini, mantıklı bir biçimde izleyerek, sonunda cansız maddenin evriminin
kabul edilmesini de zorunlu görür. Doğanın Yorumu Üzerine
Düşünceler (1754) adlı yapıtında ruhsal olayları açıklamak için,
hayvanlarda zaten var olan ve insanlarda düşünceyi belirleyen duyumla
bezenmiş atomlar varsayımını düşünüyordu. Doğanın bütün eylemleri,
varlığı tümüyle içeren, içinde sürekli dönüşüm halinde ve sürekli
karşılıklı tepki halinde bulunan güçlerin birliğinin kendini gösterdiği
bir tözün tezahürüdürler. En korkusuzcasına materyalist olan ve en
fazla zeka parıltılarıyla yüklü yapıtları arasında Diderot ile
d’Alembert’in Söyleşileri (1769) ile d’Alembert’in Düşü’nü anmamız gerekir;
bunlar, aynı zamanda kusursuz edebiyat başyapıtlarıdır. Diderot,
ayrıca, büyük bir dram yazarı ve yazı ustasıdır. Sanat ve sahne reformu
uğruna savaşımında; doğacılıktan (natüralizmden) yanadır; canlı,
somut gerçeğin allanıp pullanmadan yansılanmasından yanadır,
Diderot, bunlardan başka -geçerken söylemiş olalım, Marks’ın en
sevdiği yazardır- birçok roman, mizah öyküsü yazmıştır; bunların
önemi şundan da anlaşılır ki, Lessing, Schiller ve Goethe gibi adamlar,
yalnızca onun hayranları olmakla kalmadılar, kitaplardan çoğunu
Almancaya çevirdiler. En ünlü yapıtı, Engels’in bir diyalektik şaheseri
dediği Rameau’nun Yeğeni’dir.
DİYALEKTİK. – Diyalektik sözü, başlangıçta tartışma sanatı
ya da tartışma bilimi anlamına geliyordu. Platon’a göre diyalektik,
her şeyden önce, bir fikirden ya da bir ilkeden, içinde taşıdığı bütün
olumlu ya da olumsuz sonuçları çıkartmak sanatıdır. Daha sonraki
anlamıyla diyalektik, ardı ardına gelen aşamalarla duyulabilir verilerden
şeylerin fikirlerine, sonsuz ve değişmez ilkelerine doğru ve bütün
bunların ilki olan iyi fikrine doğru çıkan düşüncenin, mantıklı ve
yükselen yürüyüşüdür. Platon’a göre fikirler, gerçek adına yakışır
tek gerçek olduklarından, bu ad, fikirlerin diyalektiği ya da
bilimi, sonunda da bilimin kendisi olmaya başladı.
Hegel’de diyalektik, mutlak fikre kadar, ardı ardına gelen tez, antitez,
sentez aşamaları arasından geçen fikrin hareketidir.
Marks’ta ve Marksistlerde diyalektik, artık fikrin hareketi değil,
ama şeylerin kendilerinin çelişkiler arasında geçen hareketidir; aklın
hareketi ise, bunun bilinçli bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Bu kitabın Dördüncü Kısmında Marksist diyalektiğin derinleştirilmiş
bir incelemesini bulacaksınız.
DUYUMCULUK (Sensualisme). – Bir felsefe sistemi. Buna göre,
bütün fikirler, dolaysız olarak, duyumlardan gelir.
DÜHRİNG, Eugen (1833-1921). – Alman filozof ve iktisatçısı, bir
süre Berlin Üniversitesinde felsefe ve ekonomi politik dersleri vermiştir.
Kısa süre sonra gözleri görmez oldu; ölümüne kadar, önce
Berlin’de daha sonra da Nowawes’te, yazar olarak yaşadı. Bir burjuva
sosyalizminin, toplum düzeninin temelini bireysel ruhun doğal
çabalarında gören bu en belirgin temsilcisi, toplumsal üründe işçilerin
artan payı teorisini öğretiyor ve geleceğin kurtuluşunu sınıflar arası
uzlaşmaz karşıtlıkların uzlaşmasından bekliyordu; kendisini insanlığın
düzelticisi, iyileştiricisi gibi görüyordu. Çok çeşitli konularda
konferanslar verdi. Berlin profesörlerine karşı uluorta saldırıları
sonucu, kısa zamanda koltuğundan oldu. 1870-1880 yılları arasında
sosyal-demokrasi, pek çok yandaş bulmuştu. Dühring, birçok yapıtında
toplumsal-felsefi özel bir sistem geliştirdi ki, bu sistem, kendisinin
bulmuş olduğunu sandığı bir sürü mutlak son yargı gerçeklerinin
yardımıyla oluşturulmuştu. Hıristiyanlığa karşıydı ve ateşli
bir Yahudi düşmanıydı. Kendi elinde olmayarak, dolaylı bir şekilde
bilimsel komünizme büyük bir hizmeti olmuştur; Marks’a ve Lassalle’a
karşı tutkulu saldırıları ve büyüklük deliliğinin damgasını taşıyan
gerçeğin felsefesi, Engels’in ünlü yergi yazısındaki yanıta yolaçtı:
Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor (Anti-Dühring) kitabı,
kısa zamanda yeni devrimci işçi kuşağının felsefe kılavuzu haline
geldi. Bu yapıtında Engels, Dühring’in yavanlıklar sistemini acımasızca
yıkıyor ve ilk kez diyalektik materyalizmin, usta elinden çıkma
tam ve açık bir açıklamasını yapıyordu (Engels’in Anti-Dühring’ine
bakınız ).
ELEALILAR. – Güney İtalya’da Yunanlıların kurduğu Elea kentinden
Elealı filozoflar. Heraklitos’a ve Milet (Milas) okuluna (Thales’e
bakınız) karşı olan Elealılar, varlığın değişmezliğini iddia ediyorlardı.
Bunlar arasında en ünlüleri Zenon’dur (İÖ 500 yılları).
ENGELS, Friedrich (1820-1895). – Marks’ın en sevgili dostu ve
ayrılmaz savaşım arkadaşı, diyalektik materyalizmin ve bilimsel
sosyalizmin ortak kurucusu ve Komünist Parti Manifestosu’nun hazırlanışında Marks’ın yardımcısı; Komünistler Birliğinin ve Uluslararası
İşçi Birliğinin ya da Birinci Enternasyonalin kurucularından.
Marks’ın (1883’te) ölümünden sonra, uluslararası işçi hareketinin manevi
önderi ve en büyük otoritesi oldu. Onun başlıca değeri, diyalektik
materyalizmi geliştirmesinde ve açıklamasındadır. Teorik yapıtları
arasında ilk yeri, felsefe konusundaki yergi yazılarına vermek
gerekir. Bunlar proletarya düşüncesi üzerinde en kalıcı etkiyi yapmış
olan ve giderek artan bir önem kazanan başyapıtlardır. Engels,
bu yapıtlarında toplumsal sınıfların savaşımları ile ve üretici güçlerin
gelişmesi ve doğa bilimlerinin paralel ilerleyişi ile felsefenin diyalektik
ilişkilerini ustalıkla ve eşi bulunmaz bir duruluk ve açıklıkla
gösterir. Böylece okuru, hep aynı yollardan geçirerek şu gerçeğe götürür:
Bütün insanlığı gerçekten kurtaran bir felsefe, ancak diyalektik
materyalizm felsefesi olabilir, çünkü, yalnız bu felsefe teorik düşünceyi
idealizmin Scylla’sından, mekanikçi kaba materyalizmin Charybde’inden
koruyabilecek ve bilginin tutarlı bir materyalist teorisinin
zaferini sağlayabilecek yetenektedir. Engels’in bu konudaki başlıca
yapıtları: Anti-Dühring, Lessing tarzında hazırlanmış, taptaze bir
hava, canlılık, savaşımcı bir güçle dolu bu polemik yapıtı, materyalist
dünya anlayışının olağanüstü verimli bir savunmasıdır; Ludwig
Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, felsefenin Hegel’den
Marks’a kadar gelişmesi üzerine parlak bir deneme yazısıdır. Daha az
tanınan ama Anti-Dühring ile birlikte Marksistlerin, felsefesinin
yeni idealist sistemlerine karşı savaşımlarında temel bir silahı olabilecek
bütün niteliklere sahip olan bir yapıtı da Doğanın Diyalektiği’dir.
Fransa’da birkaç yıl önce yayınlanmış, 1873’ten 1892’ye kadar
yazılmış makalelerden ve parçalardan derlenmiştir; -bazı noktalarda
son bilimsel bulgularla aşılmış olsa bile- diyalektik materyalizm
ve onun doğru yorumu için, savaşım veren herkes için, çağdaş doğa
bilimlerinin sonuçlarını uyumlu bir biçimde Marksizm’in bünyesine
katma zorunluluğunu kafasına koymuş olan herkes için tükenmez
bir kaynaktır. Öteki teorik ve yöntem bilimsel önemli yapıtları arasında
şunları sayalım: İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu (1845);
Komünist Parti Manifestosu -Marks’la birlikte-; Almanya’da Burjuva
Demokratik Devrim (1850-1852) -içerdiği bölümler: Köylüler Savaşı,
Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim ve Reich Anayasası
İçin Kampanya-; Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm (1880);
Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (1884); Konut Sorunu
(1872); İlkel Hıristiyanlık Tarihine Katkı; Kapital Üzerine İncelemeler;
Erfurt Programının Eleştirisi (1891).
Bunlardan başka, Edebiyat ve Sanat Üzerine, Din Üzerine, Kapital.
Üzerine, Felsefe İncelemeleri, Marks ve Engels’in bu konulardaki
seçilmiş metinlerini içerir. Engels’in yazışmaları arasında K.
Marks-F. Engels Yazışması’nı (9 cilt) ve Friedrich Engels-Paul ve
Laura Lafargue Yazışması’nı (3 cilt) analım.
EPİKÜROS (İO 341-270). – Yunan filozofu Epiküros, Atina’da
felsefe öğretmiştir. Denildiğine göre, yaklaşık olarak 300 cilt tutan
yapıtından, bize, ancak öğretisinin özetini taşıyan birkaç mektupla
özdeyişlerinden bir derleme kalmıştır.
Epiküros, dünyanın, başlangıcı rastgele, arızi (accident) bir şey
olan bir nedensellik gereğince buluşan, birleşen ve dağılan bir atomlar
sonsuzluğundan yapılmış olduğunu öğretir, Belki de gerçekten
Tanrılar vardır ama onlar, gene Epiküros’a göre, her ne olursa olsun
bizim dünyamızla uğraşmazlar. Demek ki, insan özgürdür ve ölümden
korkacak bir şey yoktur. Böylece korkudan ve yanılgıdan kurtulan
insan, dayanıksız ve geçici yararlara sırt çevirmeli ve ölçülü
zevkler verecek dayanıklı ve kalıcı yararlar aramalıdır.
EREKBİLİM (Teleologie). – Doğadaki bütün varlıkların bir sonu
(telos, Yunanca son), -çok kez Tanrının ya da alınyazısının, takdiri
ilahinin istediği- belirli bir amacı olduğu yolunda bir varsayım. Bu
açıklamanın en ileri götürülmüş biçimini, Bernardin de Saint-Pierre’de
( 18. yüzyıl) görürüz. O, eğer elma ağacın dalında asılı duruyorsa,
bu insanın onu kolaylıkla ele geçirebilmesi içindir; eğer balkabağı
bir ağaçta değil de yerde bitiyorsa, bu balkabağının gelip geçenlerin
başına düşmemesi içindir, vb. diyordu. Bu varsayım, zamanımızda
bile, bazı doğabilim uzmanlarınca, daha az karikatürümsü bir
biçimiyle benimsenmektedir.
FELTERBACH, Ludwig (1804-1872). – Alman filozofu materyalist,
zamanın ünlü suçbilimcisi. Paul-Anselme Feuerbach’ın oğlu. Felsefe
anlayışı yüzünden akademik kariyerini bırakmak zorunda kaldı
ve köyde yaşadığı halde para sıkıntısı içindeydi. Sol-Hegelcilikten
materyalizme geçti. Düşünce varlıktan çıkmıştır, varlık düşünceden
değil. İnsan doğanın ürünüdür; din, insan doğasının mitlere ilişkin
yansısıdır. Onun Tanrısında insanı görüp tanırsın ve insanda da
gene onun Tanrısını; ikisi özdeştir. İnsanı yaratan Tanrı değildir,
ama insan düş olarak Tanrıyı yaratmıştır. Feuerbach’ın felsefesi, Hegel’in
felsefesi ile Marks felsefesi arasında bağlayıcı bir ara halkadır.
Her ne kadar birkaç yerde 18. yüzyıl Fransız materyalizmi üzerine
çok aşağılayıcı düşünceler ileri sürse de Feuerbach, gene de gerçekte,
bütün erdemleri ve bütün kusurları ile birlikte, bütün Tanrıbilime
karşı, soylu, ağırbaşlı ve devrimci hıncı ile ve toplumsal olayları
ve edimleri açıklama söz konusu olduğunda idealizme eğilimi ile
18. yüzyıl materyalizminin en iyi eleştiricisi oldu.
Belirli bir süre Feuerbach’ın öğretilileri olan Marks ve Engels,
onun materyalizminin yetersizliğini kısa bir zamanda ortaya koydular.
Feuerbach’ın düşüncesinde değerli ne varsa, hepsini özümleyerek,
onu aşan diyalektik materyalizmi kurdular.
FİZYOLOJİ. – Yaşam belirtisi olan organik işlevleri, görevleri inceleyen
bilim.
FLOJİSTİK. – Eski kimyacılar tarafından, yanma, ateş olayını
açıklamak için düşünülen bir ilke ya da akışkan madde.
GALİLEİ (1564-1642). – Matematikçi, fizikçi, astronom, İtalya’da
deneysel bilimin kurucusu. Galilei, sarkacın salınımlarının eşzamanlılığını
bulur ve farklı ağırlıktaki cisimlerin boşluk içinde eşit zamanda düştüklerini kanıtlar. Astronomide Kopernik sistemini kabul eder ve yeni bir teleskop yaparak Kopernik sistemine uygun buluşlar yapar. Böylece güneşin dünyanın merkezi olduğunu ve yeryüzünün güneşin çevresinde döndüğünü açıklar. Engizisyonun kovuşturmasına uğrayınca, sözünü geri almak zorunda kalır ve sözünü geri aldıktan sonra da ünlü sözünü söyler: Ama o, gene de dönüyor!
GİZEMCİLİK (Mysticisme). – Felsefi ve dinsel bir tutum. Buna
göre, yetkinlik (ahlakta olduğu kadar bilgide yetkinlik), gizemli bir
tarzda insanı (kendi iç alemini) Tanrıya birleştiren bir çeşit tapınma;
ibadettir. Gizemcilik sözünden, aynı zamanda karanlık olanı yeğ tutan
ve gizemli olana inanan zihinsel bir eğilim anlaşılır. Bu, usçuluğa
karşıdır.
HEGEL, Georg Wilhelm Friedrich (1770-1831). – Almanya’nın
en önemli idealist filozofu. Önemini, özellikle, idealist bir biçimde
tasarladığı ama temelde doğru olan diyalektik yöntemiyle kazanmıştır.
Hegel, nesnel bir idealisttir; ona göre gerçeğin ilk ilkesi mutlak Fikir’dir
(Idee). Bu mutlak Fikir, önce doğada kendini açığa vurur, sonra
ruh ve bilgi olur. Fikrin bu oluşu, mantıksal diyalektik bir gelişme
oluşturur ki, gerçek tarih bunun anlatımından başka bir şey değildir.
Şu halde dünyanın ve dünya tarihinin yaratıcısı, salt düşüncedir;
dünya Fikir’in bir gösterisinden başka bir şey değildir.
Feuerbach’ın da gösterdiği gibi bu Fikir (Idee) sonu sonuna, soyut ve
mantıksal bir kılıf içindeki Hıristiyanlığın Tanrısından başka bir şey
değildir. Marks ve Engels, Hegel’in diyalektiğini tersine çevirdiler ve
ona materyalist bir içerik vererek ve böylece onu gerçekten devrimci
teorik bir silah haline getirerek ayaklarının üzerine oturttular.
HEGELCİLER (Genç). – Hegel’in ölümünden sonra öğrencileri,
hocalarının öğretisini yorumlayışlarına göre birbirine karşı iki gruba
bölündüler. Bu öğretinin yalnızca sözleri (lafzı) ile yetinenler, sağ-
Hegelciliği oluşturdular. Bunlar, Prusya devletinin savunucuları idiler.
Ötekiler, gene Hegel’in kendi yöntemine dayanarak onun idealist
ve gerici yargılarını reddederek, sol-Hegelcileri ya da genç Hegelcileri
oluşturdular. Bütün gericilik biçimlerine saldırdılar. Bunlar arasında
Arnold Ruge, Strauss, Bruno Bauer, Feuerbach, Stirner, Koppen,
Karl Marks, Friedrich Engels vb. vardı.
HELVETİUS, Claude Adrien. (1715-1771). – Paris’te doğmuş mültezim,
edebiyatçı ve filozof; 18. yüzyılın büyük materyalistlerinden
biri. Başlıca yapıtları: Ruh Üzerine (1758) -Parlamentonun emri ile
yakıldı-; İnsan Üzerine (1772). Feodalitenin ve Tanrıbilimin düşmanı
olan Helvetius, bireysel çıkarlarla, toplumsal çıkarların uyumu
üzerine kurulu hukuk düzeni önerir ama toplumu iyileştirmek için
eğitime güvenir.
HERAKLİTOS (İÖ 544-475), Obscur (Karanlık, Muzlim) de denilir.
– Heraklitos, küçük Asya’da bir ticaret kenti olan Efes’te yaşadı.
Antikçağın en büyük diyalektikçilerinden biri oldu. Ona göre, oluş,
evrenin temel yasasıdır; savaşım, karşıtların birliği, varlıkla varlık
olmayanın birliği, dünyanın özü işte budur. Heraklitos, evrenin en
genel yasasını, bütün şeylerin bu kalımsızlığında durulmamışlığında
her varlığın bu sürekli değişmesinde görmüştür. Her şey akar,
her şey değişir ve hiçbir şey kalıcı değildir, bu nedenle, aynı ırmağa
iki kere giremeyiz. Evren, savaş ve barıştır, yaz ve kıştır, akış ve
durgunluktur vb ve çelişki, dünyanın egemen ilkesi, Heraklitos’a
göre ayrılmazcasına şeylerin içinde olan bir şeydir, öyle ki her şey bir
karşıtlar birliğidir.
HOLBACH, Paul Henri Thiry, baron (1723-1789). – Fransız materyalisti.
12 yaşında Paris’e geldi, öğrenimini, gerçek yurdu haline
gelen Fransa’da sonra da Leyde’de yaptı. Holbach, Diderot ile birlikte,
Ansiklopedi’nin hazırlanmasında etkin bir görev aldı. Ansiklopedi’ye,
doğa bilimlerine ilişkin açıklamalar ve makaleler yazdı. Onun
salonu, o zamanın Fransası’nın en iyi kafalarının toplantı yeriydi.
Üçüncü gücün (Tiers Etat-soylular ve din mensupları dışında kalan
halk) devrimci ideolojisi bu salonda biçimlendi, daha sonra 18. yüzyılın
Fransız materyalizmi diye adlandırılacak olan felsefenin ilkeleri,
birkaç dostun dar çevresi içinde bu salonda dile getirildi. Mekanikçi
materyalizm, onun yapıtlarında sistemli ve tamamlanmış ifadesini
buldu. Holbach, ikiciliğe, dünyanın madde ve ruh diye ikileştirilmesine
karşı çıkmıştır. İnsan, doğanın zorunlu ürününden başka bir şey
değildir. Doğa, hareket halinde bir maddedir. Madde bizim duyu organlarımız üzerinde doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak işleyen,
etki yapan şeydir. Ruhçu ve Tanrıbilimci sistemler, ancak insan beyninin
ipesapa gelmez saçmalarıdır, insan bilgisizliğinin meyvesi ve
bu sistemlerden çıkar sağlayanların çoğunun, özellikle de kilisenin
bilinçli bir aldatmacasının ürünüdür. Doğanın Sistemi (1770) adlı yapıtının,
kendi zamanında olağanüstü devrimci bir etkisi oldu.
HUME, David (1711-1776). – İskoçyalı filozof, felsefede kuşkucu
ve bilinemezci (septik ve agnostik), aktif politikacı, toplumsal ekonomi
sorunları üzerine denemeler yazdı ve özgün bir tarihçi oldu.
Hume’un felsefesi İngiliz burjuvazisine özgü düşüncenin yöneliminin,
yani Locke’un deneysel felsefesi ile başlayıp sonradan Berkeley’in
öznelciliğine (subjectivisme) dönen ve en sonunda bütün temel
sorunlarda bilinemezcilikten yana, yani gerçek bilginin olanaksızlığını
iddia eden teoriden yana düşünceleri benimseyen yönelimin en belirgin
örneğini temsil eder. Hume, Berkeley gibi, maddenin varlığını
yadsımakla yetinmez, nedensellik ilişkilerinin nesnel gerçeklikleri
olmadığını, yalnızca öznel bir alışkanlığın değişikliklerine uyarak kurulmuş
olduklarını bildirerek, kuşkuculuğunu, şeylerin nedensel ilişkilerine
kadar genişletir. İnsan, olaylar dizilerinin, düzenli bir biçimde
yinelendiğini saptadı ve bundan, başka hiçbir neden olmaksızın,
olaylardan birinin, ötekinin nedeni olduğu sonucuna vardı. Şunu gözlüyorum, diyor Hume, ne zaman ak bilye; kızıl bilyeye çarpsa, kızıl
bilye hareket ediyor. Bunun sürekli böyle olmasını, beyaz bilyenin
çarpması, kızıl bilyenin hareketinin nedenidir diyerek ifade ediyorum.
Peki ama, burada zorunlu ve nesnel bir nedensellik olduğunu,
basit kişisel bir yanılma olmadığını kim temin edebilir bana? Kim
bana temin edebilir, yarın da gene beyaz bilyenin çarpmasının kızıl
bilyeyi harekete geçireceğini ve gene onun hareketinin nedeni olacağını?
Demek ki, Hume, her şeye karşın, gene de dünyanın bilinmesi
ve açıklanmasının eksenini oluşturan nedensellik ilişkisi konusunda
her türlü garantiyi reddediyor. Gene ona göre, dış dünya, en sonunda
bir varsayımdan bir sanıdan başka bir şey değildir. İşte Hume’u çürütmek
için Kant, kendi eleştiri öğretisini hazırlamıştır. Marks’ın
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da tahlil ettiği Hume’un para teorisi,
onun, şeylerin yüzeysel görünüşlerinin her zaman esas temel
süreçlerin yerlerini aldığı yolundaki yutturmaca burjuva anlayışının
ekonomik ilişkilere uygulanışıdır. Başlıca felsefe yapıtları: İnsan Tabiatı
Üzerine İnceleme (1739-1740), İnsan Aklı Üzerine Araştırmalar (1748).
KANT, Emmanuel (1724-1804). – Ünlü Alman filozofu. Bütün
ömrünce Koenigsberg Üniversitesi’nde felsefe öğretti. 1755’te Evrensel
Fizik ve Gök Teorisi adlı kitabını yayınladı; bu kitap, yıldızların
oluşumu üzerine Laplace teorisinin ön belirtisidir. 1781’de Salt Aklın
Eleştirisi’ni, 1887’de ise Sonsuz Barış Üzerine Bilimsel İnceleme’yi
yazdı.
Onun bilinemezciliği, şeylerin kendilerini kendinde oldukları
gibi tanımanın olanaksız olduğunu ileri sürer, onları ancak bize
göründükleri gibi (olaylar, sözcüğün etimolojik anlamında görüngüler
demektir) tanıyabiliriz.
Kant, Fransız Devrimini sempati ile karşılamıştır. Kant, bir liberal,
ama kurulu yasalara saygılı bir liberal olmuştur. Dinde usçudur,
ama olumlu (positives) dinlere saygı gösterir. Felsefede dogmatizme
saldırır ama kuşkuculuğu da kabul etmez. Ahlakta bütün dış
yasaları yadsır ama bütün yadsıdıklarından çok daha sert bir iç yasaya
tabi olmak üzere, kurgu konusunda ataklık, cesaret ama olgular
düzenine ve pratik düzene saygı. Onun kafasının belirgin özelliği
budur. Kısacası, liberal burjuvazinin gerçek tipidir.
KOPERNİK (1473-1543). – Ünlü Polonyalı astronom, Gök Kürenin
Dönüşleri adlı kitabında yerin kendi ekseni çevresinde dönme
(rotasyon) hareketi ile güneşin çevresindeki dönme (translasyon)
hareketini kanıtlar.
LA METTRIE, Julien Offroy de (1709-1751). – Fransız hekim ve
filozofu. Kesinlikle materyalist olan Ruhun Doğal Tarihi adlı yapıtının
yayınlanması, ona, askeri hekimlik görevini kaybettirince
Frederic II’nin yanına gitti ve onun gözde okutmanı oldu.
La Mettrie, duyguları, tasarımları, yargıları, yalnızca sinir sisteminin
mekanik işleyişiyle açıklayan, hayvanların otomatizmine (özdevim)
ait dekartçı teoriyi insanlara uygulayan birçok kitap yazdı.
Bunlardan İnsan-Makine’yi (1748) belirtelim.
LENİN, Vladimir İliç Ulyanov (1870-1924). – 22 Nisan 1870’te,
Sibirya’nın Simbirsk kasabasında doğdu. Daha 1885’te Kapital’i,
Marks’ı okuyup öğrenmeye ve militanlığa başladı. İlk kez, 1887’de
hapsedildi. Ağabeyi, Çar Aleksandr’a karşı bir suikasta katıldığı için
kurşuna dizildi. 1891’de hukuk öğrenimini bitirdi. İşçi ve köylü sınıfının
kurtuluş savaşımına başladı. Tutuklandı. Sibirya’ya sürüldü, serbest
bırakıldı ve hemen arkasından yeniden tutuklandı. 1900’de ülke
dışına, Zürih, Londra vc Cenevre’ye gitti ama, Rusya’da kalanlardan
çok az kimse Rus yaşamına Lenin kadar sıkı sıkıya içten bağlıydı.
(Stalin). Bolşevik Partisini kurdu. 1905’te ezilen ama Lenin’in
dersler çıkardığı birinci devrim. Yeniden yurdundan ayrıldı ve oldukça
uzun bir zaman Paris’te yaşadı ( 1908-1912). Ancak 1917’de Bolşevik
Partisinin her an iktidarı üstlenmeye hazır olduğunu açıklamak
üzere ülkesine döndü. Kerenski’nin Geçici Hükümetine karşı savaşım
verdi. 26 Ekim akşamı, Geçici Hükümetin merkezi Kışlık Saray,
saldırıyla elegeçirildi. Lenin artık, Sosyalist toplumu kurmaya
başlıyoruz. diyecektir. O günden sonra, Lenin, kendini, bütünüyle ülkesini
sosyalist bir ülke haline getirmeye adadı. Duraksamasız bir çalışmayla
yıpranan Lenin, 21 Ocak 1924’te, elli dört yaşında iken öldü.
Lenin, militan uğraşlarına, sonra da devlet adamlığı uğraşlarına
karşın, bir an olsun Marksist tezlerin yetkinleşmesine katkıda bulunmaktan
geri kalmadı, o ölçüde ki, bugün diyalektik materyalizm,
Marksizm-Leninizm diye anılmaktadır. Bu açıdan en önemli yapıtı
kuşkusuz: Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’dır
(1917). Gene tarihsel materyalizmin pratiğe ilişkin siyasal sorunlara
uygulanması bakımından aynı derecede önemli yapıtı, Sol Komünizm,
Bir Çocukluk Hastalığı’dır (1920). Felsefe yapıtları arasında
Materyalizm ve Ampiryokritisizm (1908), Felsefe Notları, Devlet ve
Devrim (1917) ilk sırayı tutar. Tüm Yapıtlar, 45 ciltte toplanmıştır.
LOCKE, John (1632-1704). – İngiliz filozofu, deneyin, bütün bilginin
tek temeli olduğu görüşünü savunan görgücülüğün (empirisme)
temsilcisi. Anlayış Üzerine Deneme (1690) adlı kitabında Locke, bilgi
sorununun çözümü için deney ilkesine başvurur, doğuştan fikirlerin
varlığını yadsır ve bütün tasarımları iki kaynaktan, dış duyu ve iç
duyudan çıkartır. Locke, dış duyumları, şeylerin bizim üzerimizdeki
etkisi ile açıkladığı ve zamanı için cesurca olan madde (eğer Tanrı istemiş
olsaydı) düşünebilirdi varsayımını ortaya attığı ölçüde materyalist
görüşte yer alır ama ruh ve Tanrı fikirlerine -zaten ona göre
inan alanına giren bu fikirlere- bağlı kaldığı ölçüde de ikici (yani
düalist, dünyayı madde ve ruh halinde bölen) bir düşünürdür ve İngiliz
Tanrıcılığının gelişmesini başlatır. Onun bilgi teorisinin temel
özelliği, insan anlayışını atomlaştırmasıdır (atomisation), yani bizim
zihnimizi, bir duyumlar toplamı, duyumlardan yapılma bir mozaik
haline indirger. Bu bilinç mozaiği, atomlaşmış burjuva dünyasını
aslı gibi yansıtan bir aynadan başka bir şey değildir. Toplumsal
siyaset konusundaki anlayışlarında Locke, burjuva çıkarlarının
kararlı bir savunucusu olmuştur; liberalizm teorisyeni olarak anayasal
monarşiden, Tanrıtanımazlığa karşı hoşgörüden yana olmuştur.
Başlıca yapıtları: Anlayış Üzerine Deneme (1690), Hoşgörü Üzerine
Mektuplar (1685-1704).
LÖKİPPOS (İÖ 5. yüzyıl). – Materyalist filozof, Zenon’un öğrencisi
ve Demokritos’un hocası, atomlar teorisini geliştirdi.
LUCRETİUS, Titus I.ucretius Carus (İÖ, yaklaşık olarak 95-51).
– Roma’da doğmuş ünlü Latin şairi. Epiküros’un öğretilisi, hocasının
materyalist fikirlerini şiirlerinde dile getirir.
MARKS, Karl Heinrich (1818-1883). – 19. yüzyılın büyük dehalarından,
bilimsel komünizmin, uluslararası modern devrimci proletaryanın
sınıf savaşımı teori ve pratiğinin kurucusu. Marks’ın sistemi,
diyalektik materyalizm ilkeleri üzerine oturur. Marks, kapitalizmin
kendi iç yasalarını bulmakta ya da insanlık tarihinin belirli dönemlerini
ve belirli olaylarını açıklamakta görüldüğü gibi, somut sorunları
ustaca tahliliyle, geçmişteki tarihsel ilişkileri araştırmak için, bugünün
toplumsal evriminin gerçek devindirici güçlerini bilmek için ve
aynı şekilde gelecekteki gelişme eğilimlerini belirlemek için, teorik
bir yöntem olarak diyalektik materyalizmin üstünlüğünü ortaya koymuştur.
Onun burjuva toplumu konusundaki dahice eleştirisi, aynı
zamanda hem yıkıcı, hem de yapıcı olmuştur; burjuvazinin bitişini
ilan ettiği için yıkıcı, proletaryanın zaferini haber verdiği için de
yapıcı. Onun diyalektiği insanın etkinliği için hem bir araştırma yöntemi,
hem de iletken teldir. Onun materyalist diyalektiği, yalnızca insan
tarihinin yasalarının bilinmesine değil ama aynı zamanda doğa
tarihinin bilinmesine de uzanır. Diyalektiğin, Darwin’in evrim teorisinin
doğa bilimlerinde yarattığı devrime yapışık olması, buradan gelir.
Marksizm’in oluşturduğu düşünce ve eylem yöntemi, proletaryanın
kendi kurtuluşu için ve tam bir insancılık (hümanizm) çağının
gelmesi için yürüttüğü savaşımda en değerli araçtır.
Tarih sırasına göre Marks’ın en önemli yapıtlarını sayalım: 1844
Elyazmaları (Felsefe, Ekonomi Politik); Kutsal Aile (1845) ve Alman
İdeolojisi. (1845-1846) – Engels’le ortaklaşa yazmışlardır-; Felsefenin
Sefaleti (1847); Komünist Parti Manifestosu (Friedrich Engels’le
birlikte yazılmıştır) (1848); Ücretli Emek ve Sermaye (1849); Fransa’da
Sınıf Savaşımları 1848-1850 (1850); Louis Bonaparte’in 18
Brumaire’i (1852); Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. (1859); Herr
Vogt (1860); Ücret, Fiyat ve Kar (1865); Kapital, Birinci Cilt (1867)
-2 ve 3. ciltler, Marks’ın ölümünden sonra Engels tarafından yayınlanmıştır-;
Gotha Programının Eleştirisi (1875). Çoğu kez Kapital’in 4.
cildini oluşturan bölümlerden biri sayılan Artı-Değer Üzerine Teoriler
de gene ölümünden sonra yayınlanmıştır.
Marks ve Engels’in seçilmiş metinlerinden meydana getirilen derlemelerden
bazıları: Felsefe Yazıları, Din Üzerine, Yazın ve Sanat Üzerine.
Karl Marks üzerine, Lenin’in makalelerinden yapılmış derlemeye
bakınız: Marks-Engels-Marksizm.
MEKANİK. – Hareketler ve kuvvetler bilimi.
METAFİZİK. – Dünyayı doğaüstü ve maddesiz ilkelerle -en çok
da Tanrı ile- açıklamak iddiasında olan az çok fantezist, az çok dinci
fikirler ve tezler sistemi. İnceleme konusu şeyleri ve nesneleri birbirinden
ayrı tutan ve onları sürekli hareketlilikleri içinde düşünmeyi
reddeden bir düşünme yöntemi. Diyalektiğin karşıtıdır. Bu kitabın
üçüncü kısmına bakınız.
MİTOLOJİ. – Antikçağ ve vahşet devri toplulukları tarafından
inanılan Tanrıların, masalımsı ve efsanevi tarihi. Geniş anlamıyla
bütün mitler sistemi.
MOLIERE, Jean-Baptiste, Poquelin (1622-1773). – En büyük
Fransız komedi yazarı. Onun tiyatro yapıtları zamanının insanlarını
bütün toplumsal koşulları içinde sahneye koyar: köylüleri, tüccarları,
burjuvaları, hekimleri, kentlileri, saraylıları. Onun piyeslerinin
komik öğesi, farslarında (Zoraki Hekim ya da Scapin’in Dolapları) ve
öteki ahlak ve karakter konusundaki komedilerinde (Cimri, Mizantrop)
çok değişik bir nitelik gösterirse de bu öğe hep, insan budalalığından
ve ahlak bozukluğundan doğar. Moliere, her yerde genel sağduyuya
seslenerek, sağduyuyu savunur. Düşündürmeyi elden bırakmaksızın
güldürmeyi bilir. Her zaman için güncel, geçerli sorunları,
çoğu kez halk diliyle ya da bölgesel bir şiveyle işlerken, yapmacıktan
ve zorlamadan tamamen uzaktır. Piyeslerinin etkinliğinin nedeni
çağdaşlarının gülünç yanlarının arkasında insan gerçeğini sürekli
yansıtmasıdır.
ORTODOKSLUK (Orthodoxie) (İslam dininde Ehl-i sünnet). – Bir
kanının, bir düşüncenin, gerçek olarak kabul edilen bir dinsel inana
uygunluğu. Aynı zamanda geniş anlamda felsefi, bilimsel ya da benzeri
bir teorinin, en doğru ve ilk kökten gelen anlayışına uyguluğunu
anlatmak için de kullanılır.
ÖRGENBİLİM (ANATOMİ). – Canlı varlıkların beden yapısını ve
bunu oluşturan çeşitli örgenlerin ilişkilerini inceleyen bilim.
PALENTOLOJİ (TAŞILLAR BİLİMİ). – Fosilleri, yani kalıntılar
ya da izler biçiminde jeolojik tabakalar arasında saklı kalmış hayvan
ya da bitkileri inceleyen bilim.
PASTEUR, Louis (1822-1895). – Dole’da doğmuştur. Ünlü kimyacı
ve biyoloji uzmanı, pek çok bilimsel ve yararlı buluşları ile, bilimin
bulaşıcı hastalıklara karşı savaşımda ilerlemesini sağlamıştır.
PLATON (İÖ 427-348). – Yunan filozofu. Antikçağın en büyük
idealist düşünürü.
Platon’a göre, bizim algıladığımız duyulabilir şeyler, sahici gerçeği
oluşturmazlar; bunlar, ancak görünüşler, yansılar, kopyalar, suretlerdir.
Sahici gerçek, ancak duyulabilir şeylerin ilkel örnekleri
olan ve zihinsel bir boşlukta asılı duran, değişmez, sonsuz vb. İdealardır
(Idees). Öyleyse, şeyler kadar da İdea vardır: bir masa İdeası
bir sandalye İdeası vb.. Şunu iyi anlamak gerekir ki, Platon’a göre,
bu İdealar, bizdeki basit tasarımlar değil, bizden bağımsız bir varlık
sürdüren gerçek varlıklardır. Platon’a göre, bilgi, ancak, daha önceki
bir varlıkta, cismen (bedenen) yaradılışımızdan önce görmüş olduğumuz
İdeaların anımsanmasıdır; buna, anımsama (reminiscence) teorisi
denir. Ne var ki, Platon, diyalektiğin öğelerini de geliştirmiştir,
ama idealist ve söze dayanır bir biçimde. Siyasal ve toplumsal tezlerinde
Platoncu idealizm, köle emeğine dayanan antikçağ toplumunun
egemen sınıflarının -ticaret ve tefecilik ekonomisinin gelişmesiyle-
çöküşünün hızlandığı dönemin ideolojisi olmuştur. Platon,
devlet ülküsünü, Cumhuriyet adlı yapıtında açıklamıştır; burada
aristokratların egemen kesimi için servetlerde ortaklığı ileri sürer,
bu da antikçağın sosyalist ütopyalarının en büyük saptamasıdır. Başlıca
yapıtları karşılıklı söyleşiler biçiminde sunulmuştur: Kriton,
Sokrates’in Savunması, Phaidon, Phaidros, Gorgias, Şölen Theaitetos
Cumhuriyet, Yasalar, vb.
PORT-ROYAL (manastırı). – 1204’te kurulmuştur. Magny-les-Hameaux
bucağında Chevreuse (Seine ve Oise arasında) yakınlarında
ünlü jansenist manastırı. Ününü, 16. Louis zamanında jansenistlerle
cizvitler arasındaki savaşıma ve bu manastırda hazırlanan
(aristocu eğilimler taşıyan) Mantık İncelemesi’ne borçludur. 1910’da
kralın emri ile yıkılmıştır.
PROUDHON, Pierre-Joseph (1809-1865). – Fransız yazar ve iktisatçısı.
Küçük-burjuva sosyalizminin klasik temsilcisi. Bir yoksul
köylünün oğlu olan Proudhon, Paris’te, Marsilya’da ve başka kentlerde
düzeltmen olarak çalıştı. Bir süre Besançon’da bir basımevi yönetti.
”Mülkiyet Nedir”’i yazmıştır; bu kitap, 1840’ta yayınlanır ve içinde
şu ünlü tümce vardır: Mülkiyet;, hırsızlıktır. 1846’da yayınlanan
Ekonomik Çelişkiler ve Sefaletin Felsefesi’ne, Marks, Felsefenin Sefaleti
ile karşılık vermiştir. Proudhon, aynı zamanda Fransız sosyalist
işçi hareketi üzerinde derin bir etki yaratan İşçi Sınıfının Siyasal
Yeteneği’ni (1851) yazmıştır. Son tahlilde bir küçük-burjuva ütopyacısıdır,
kanıtlarından hiçbiri, Marks’ın eleştirisi karşısında tutunamamıştır
ve gericilik, onunla, sık sık övünebilmiştir. 1848 Devriminin ertesinde
kurucu meclis üyeliğine atanmıştır. 2 Aralık 1851 Hükümet
Darbesi sırasında da sosyal adaletin zaferini sağlamak için Louis
Napoleon’a güvenmiştir.
RUHÇULUK (Spiritualisme, Tinselcilik). – Felsefe öğretisi. Buna
göre ruh, can verdiği ve yönettiği maddeden ayrı bir gerçeklik olarak
mevcuttur. Ruhçuluk, çok kez, Tanrıda bütün doğa yasalarının bağlı
ve bağımlı bulunduğu üstün ruhu görür. İdealizmin değişik bir biçimi
ve sonucudur.
SİMYA (ALŞİMİ). – Ortaçağ kimyasına verilen ad. Bu, bir bilim
olmaktan çok, büyücülüğe yakın, bütün hastalıkları iyileştirecek (her
derde deva) bir ilaç bulmaya ve madenleri simya taşı ile altına çevirmeye
çalışan bir sanattı.
TanrıBİLİM (Theologie). – Tanrının bilimi. Dogmaların ve
dinsel metinlerin incelenmesi.
THALES. – Küçük Asya’da Milet (Milas) okulunun başlıca düşünürlerinden
biridir (İÖ 6. yüzyıl). Milet okulu, antikçağ Yunanistanı’nda
ilk materyalist okul olmuştur. Milet filozofları, her şeyin, havadan,
ateşten ya da sudan nasıl oluştuğunu açıklamaya çalışıyorlardı.
THOMAS D’AQUİN, (Aquinolu Thomas) (1227-1274). – Ortaçağda
Tanrıbilimci ve filozof. Kilise doktoru unvanını almıştır. Başlıca
yapıtları, Kafirlere (dinsizlere) Karşı Felsefe Kitabı ve Tanrıbilim
Kitabı’dır. Birincisi Katolik öğretisini açıklar ve savunur ve inanla
aklın hiçbir zaman birbirine karşı olmadıklarını kanıtlamaya çalışır.
Kilisenin kutsal kitaplar arasına koyduğu ikincisi üç bölüme ayrılır:
1. Tanrı üzerine bir inceleme. 2. İnsanın yetileri üzerine bir teori.
3. İsa üzerine, Kurtarma (İsa’nın insan soyunu bağışlaması) üzerine ve
Hıristiyanlığın dinsel eylemleri üzerine bir inceleme. Tomasçılık, bugün
bile katolik filozoflar arasında çok yaygın olan Aquinolu aziz
Thomas’nın Tanrıbilimsel ve felsefi öğretisidir. Son derece skolastik
bir öğretidir – ve tümüyle gericidir (bu da din adamları zümresinin
ve papalığın resmi felsefesi olmasını açıklar).
TÜMDENGELİM (Deduction.). – Bir önermeden (proposition) ya
da bir olgudan yola çıkarak, ondan çıkan, ondan ileri gelen sonuçları
anlatan ya da genelden özele varan uslamlama yöntemi.
TÜMEVARIM (Induction). – Aynı anlamı taşıyan özel olgular kümesinden
genel bir sonuç çıkarmak demek olan ya da özelden genele
varan bir uslamlama yöntemi.
USÇULUK (Rationalisme). – Dinsel esinlere, vahiylere dayanan
sistemlere karşılık akla dayanan bir sistem. Usçuluğa, aynı zamanda
ancak deneyin verilerini tanıyabileceğimizi, bilebileceğimizi açıklayan
görgücülüğe (ampirizme) karşı, aklın, fikirlerin kökeni olduğu
görüşünde olan sistem de denir. Bir de bu terimden, akla güvenen ve
her türlü gizemi yadsıyan düşünme yöntemi de anlaşılır: Bize göre,
usçuluk, özellikle, yalnız akla inanıp güvenmeyi, denetimsiz bir imgelemden, kurgucu bir fanteziden ve imandan kaynaklanan her
şeyden kaçınmayı bizim için bir ödev durumuna getiren bilimsel bir
düşünme yöntemidir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, diyalektiğin
yardımı, usçuluğun verimli -ve çağdaş- olmasını sağlar.