Kuban Paul Seauhmann
15.06.2003
Bir toplumu yok etmek istiyorsanız, tarihini ve kültürünü hamasete boğun yeterlidir. Kahramanlık, yiğitlik, ecdat, bayrak gibi kavramlar -yaşam anlamında- üst yapı kurumlarıdır. Dolayısıyla işsiz kalan, evinde hasta çocuğuna ilaç alamayan bir insan için bir anda anlamsız kavramlar biçimine dönüşür. Bu nedenle bizler öncelikle yaşamımızı etkileyen ve yönlendiren alt yapı kurumları sorunlarını çözmeliyiz. Yoksa girilen girdapta battıkça batarız.
Bazı okuyucularımız, ilk “günün yorumu”ndaki yazımızda geçen üstün insan olma kavramı üzerinde durmuşlar. İnanılmaz güzel değerlendirmeler yapmışlar. Hepsine teşekkür ediyoruz.
Bizler, şu anda temelsiz gecekondu hafifliğinde, olayları ve kavramları değerlendiriyoruz. Yakın tarihe baktığınızda bu doğal görünüyor. Dilimizi, yaşadığınız topraklarda öğrenme ve geliştirme olanağı verilmemiştir. Bu da kültürümüzün alt yapısını değerlendirmede gerekli olan kaynakların derlenmesi, geliştirilmesi ve konsantre biçime getirilmesine engel olmuştur.
Çerkesce sözcüklerin; gerek Türkçe gerek İngilizce yazılış biçimlerinde karmaşa inanılmaz boyutlardadır. Çünkü, bunlara verilen önemden çok; şan, gurur, kahramanlık hamasetlerine boğuldu toplumumuz. Sülale adının Türkçe yazılışını bilmeyen gencimiz, ne kahraman bir millet olduğumuzu öğrendi! Yani öğrenme sırası karıştı.
Doğaldır ki, hamaset yapmak için bir emek ve zaman harcamanıza gerek yoktur. Oturduğunuz yerde, hiç kitap okumadan, gazete okumadan, “biz kahraman ecdadın torunlarıyız” diye bağırabilirsiniz. Aynı şekilde dünya üzerinde yaşayan her ulusun bireyi de aynı şeyi rahatlıkla yapabilir. Bu nedenle bir Çerkesle, bir Arap’ın ya da Avrupalının hamaset açısından hiçbir farkı yoktur. Ayrıcalık nerede başlar? Ürettiğiniz kitapta, yetiştirdiğiniz -dünya standartlarında- romancınızda, şairinizde, futbolcunuzda, bilim adamınızda. Bu listeyi uzatmak olası. Ancak, bizim yaşamımızı biçimlendirecek ve bizi ileri götürecek olan bu ayrıcalıklara ulaşmak; emek ister, sabır ister, zaman ister.
Bu denli ayrıntıya girmeseniz bile sıkıntılar çok alt düzeyde başlıyor. Örnek olarak, kullandığımız dilin Türkçe ve İngilizce yazılışı verebiliriz. Xhabze sözcüğü nasıl yazılmalıdır? Habze mi? Xhabze mi? Ğhabze mi? Başka bir örnek; Abzagh mı, Abzegh mi, Abzaxh mı? Yoksa başka bir biçimde mi? Böyle yüzlerce örnek verilebilir. Başvurulacak bir kılavuz yok. Derneklerimiz, vakıflarımız işin üst yapısıyla uğraşırken alt yapı çöküyor. Sonra toparlanması mümkün olmuyor. Uzakta olduğumuz için bilemiyoruz ve yanlış değerlendiriyoruz olabilir. Ancak bir edebiyat kurulu oluşturulup, dilbilimcilerimiz en azından şu anda insanlarımızın yoğun olarak kullandıkları sözcüklerin Türkçe ve İngilizce yazılışları bir standarda oturtamazlar mı?
Türkiye’de 7 milyona yakın Kuzey Kafkasyalının yaşadığı tahmin ediliyor. Bu nüfusa göre yayınlanan kitap sayısının oranı çok düşük olmuyor mu? (Sanıyoruz toplam 1000 kadar bir sayı, tirajı bilmiyoruz). Belçika’nın toplam nüfusu yanılmıyorsak 3 milyon civarında. Belçika ile ilgili yayınlanan kitap sayısı milyonun üstünde. Bu sayı tiraj değil, tiraj 7-8 milyon. Çok değerli bir Çeçen kardeşimizin başına gelen çok anlamlı ve düşündürücü. Bir kitabını bastırabilmek için -ki, kültürümüz için çok ama çok önemli bir kitap- iki eşantiyon kitap yazmak zorunda kalıyor. Bu örnek bile hamaset batağının içinden başını çıkarmaya çalışan Çerkesler olduğunu gösteriyor. Peki destek görüyorlar mı? Ne gezer! Daha çok köstek görüyorlar.
Konunun başka bir boyutu da; gerek bilgi alış-verişi için, gerek bir konu hakkında tartışmak için yazılan yazılar. İstisnasız tüm hemşehrilerimiz bilgisayarın başına geçip klavyenin tuşlarına basmadan önce ne yazacağını düşünemez mi? Yazısını bitirince defalarca okuyup, bir hata var mı diye kontrol edemezler mi? Elbette ederler, etmelidirler. Bu ne kadar zamanlarını alabilir? 5 dakika? 10 dakika? Değer mi pekiyi? Bizce değer.
Sorunumuzu ya da düşüncemizi yazarken; anlatmak istediğimizi, yazıya doğru biçimde geçirebilmeliyiz. Bu özeni göstermeyip aklımıza geleni yazarsak onarması zor sorunlarla karşı karşıya kalabiliriz. Kırmak dökmek kolay ancak yapmak zor. O nedenle kıran döken tarafında olursak yok olmamızda kaçınılmaz olur. Çünkü zorluklarla ortaya ürün çıkaranlar, bir süre sonra sizin kırıp dökmelerinize engel olacaklardır. Bu gerek uzak gerek yakın tarihimizde sık görülen bir durumdur.
Başa dönecek olursak; kültürünü korumanın yolu dilden geçiyorsa, ki sanıyoruz herkes aynı düşüncededir. O zaman? İki paragraflık yazıda cümle kuramayan, noktalama ve vurgulama yanlışları olan, derinliği olmayan, asıl sorunu değil sağını solunu yazan bir hemşehrimizin yapması gereken nedir sizce?
İşin ince noktası burada başlar. Eğer diğer uluslar bizden daha çok okuyorsa, bizden daha çok çalışıyorsa, sinirlenmek yerine harekete geçmemiz gerekir. Kısacası onlar, tek katlı evinin temelini üç kat taşıyacak sağlamlıkta yapıyorsa; biz hala temel atmamakta direniyorsak, her rüzgarda sağa sola savruluruz.
En ufak konudan en büyük konuya kadar Çerkesler arasındaki bu anlaşmazlıkların nedeni sizce bu değil midir? Düşüncelerin önüne engel koymanın, hakaret etmenin, saldırıda bulunmanın, “ortaçağ” mantığıyla davranmanın başka ne gibi bir mazereti olabilir? Herhangi bir Çerkes hemşehrimizin yazdığı kısacık bir mesajda bile onlarca hata olmasını neye bağlayabiliriz?
Eğitimli insanla tartışmak bizi geliştirir, cahil insanla tartışmaksa zayıflatır.
Dünya üzerindeki bütün Çerkesler bilgi çağında bilgisiz, hamasete boğulmuş bir yaşam sürmemeliler. Yoksa önümüzdeki yüzyıl efsane olarak anılacağız.
Son Söz
Çerkes, klavyesinin başındayken de Çerkes olduğunu unutmayandır. (Kuban)