HATKO YAŞAR BAĞ

Erhan Hapae

68 kuşağı dünya gençliğinin bir yansıması olarak kabul edilebilecek, o kuşağa ait, duruma itiraz geleneğinin, bizim Adige gençliği içinde aynı yıllara rastlaması bir tesadüf olsa da Ankara’da küçük bir gençlik grubunun, Çerkeslerin serüvenini sorgular hale gelmesi,birazda onun sağladığı demokratik iklim sayesinde oluşmuştu. Büyük bir kısmı devlete sadık bürokratlardan oluşan eski yöneticiler arasında,birazda zorlanarak açtığı küçük bir vahada filizlenmiştir, bu gün bile tartışılıp duran düşünceler silsilesi.

Köy Enstitülerinden başlayıp, neredeyse ihtiyar oluncaya dek bitiregeldiği, dört yüksekokul, daha sonraları avukatlığını yaptığı öğretmenler sendikası, içinde kısmen yer aldığı sol hareket, kişiliğinde var olan demokrat düşünme ve en önemlisi davranma yeteneğini olağanüstü geliştirmiş, bu gelişmiş kabiliyetini, 68 kuşağı içinde Ankara’da, 78 kuşağı içinde İstanbul’da, Çerkes gençliğinin emrine sunmaktan çekinmemişti.

Kafkas dans ekibinin o yıllardaki yurt gezileri dönüş otobüslerinde, gösterinin tüm hesabını verir, emeği geçenleri tek tek kutlama nezaketini gösterir, bunu bütün yapmacık hareketlerden kaçınarak, doğal bir saygıyla yapardı. Biz oralarda oynatılarak lütfedilen gencecik çocuklar, ondan saygı görürdük. Kaçınılmaz olarak içten saygımızı kazanırdı. Daha sonraları yöneteceği kurumlarımızda, hesap sormaktan çok hesap vermeyi öncelikli sayardı. Yönetimi teslim edeceği kongrelerde bile, beceremediği işleri, sergilemekten çekinmezdi.

70 ilkbaharında, Ürdün Xase de,içlerinde Ürdün bürokrasisinin de yer aldığı seçkin bir gruba, Besleney dilinde yaptığı hoş konuşmayı ve dakikalarca alkışlanışını hatırlarım. Hamasetten uzak, naif, entelektüel konuşması içinde duymuştum, o muhteşem Adigagher Tsifighe atasözünü ilk.

78’lerin İstanbul’unda, derneklerimizin ülke siyasetinden olağan olarak çok etkilendiği o kaotik ortamda, hepimize eşit mesafeler koyar ve yarattığı saygın iklimde, bizleri çekip çevirirdi.

Dönüşü isterdi elbet ama imkansız bulur, bir siyaset olarak göremezdi. Biz devrimcileri ise fazla sert ve haşarı bulurdu. Ama yinede fikir üreten o gençliğe bayılır, saygın bir tartışma ortamını korumak için elinden geleni yapardı. Biz ise ona dünyayı dar etmek için elimizden geleni ardımıza koymazdık.

Derneğin çeşitli gösterilerinde, okuyacağımız şiirlere itiraz etmez, şairleri anons etmememizi rica ederdi.

O zamanlar halen yaşayan, kendisini tehlikeli bulan ve önemsemezlikle cezalandırmaya çalışan, Vasfi Güsar, Ömer Beygua gibi büyüklerimizin, fikir sahibi insanlar olduğunu kabul ettirmek için saatlerce ve sabırla uğraşırdı bizlerle. Felsefe, dinler meselesi, Marksizm ve enine boyuna Kafkasya, onun zamanında tartışılmıştır ilk. Daha önceleri,benimde hala çok sevdiğim, dans edip şarkılar söylemeyi, yeğlerdik çoğu zaman.

Yıllar sonra eski yöneticisi olduğu ama bu defa konuşmacı olarak geldiği dernekte, bizimkilerin bütün kışkırtıcı sorularına karşın, sakin gülümseyişi ile kendisini ihmal edilmiş görmediğini ve kimseye hiçbir kırgınlığı olmadığını söylemişti.

O derneğe uğramadığı yıllar boyunca yazdığı naif şiirlerini yayımladı. Ben sevmiştim şiirlerini. Bunu yüzüne söyleme cesaretini (veya ukalalığını) gösterdiğimde, gülümseyerek karşılamıştı beni, birde üstüne teşekkür ederek. Biraz utanmıştım.

İstanbul’a yerleştikten sonra, mütevazi de olsa muhakkak deniz gören bir evde oturmuştur hep. Yemekle içmekle, giyinmekle (biraz eski moda giyinirdi), eğlenmekle pek derdi olmazdı, denize bakan bir pencere, kitapları, kağıt ve kalemleri ve etrafında hep aksi bir gençlik. En hüzünlü duruma düştüğü dönem, o 12 Eylül’ün dağıttığı gençliğin, etrafında görünmez olduğu dönemler olsa gerektir diye yakıştırırım. Neredeyse Çorumlu sayılacak bu Amasyalı köylü çocuğunun, denize düşkünlüğü pek anlaşılabilir olmasa da ince bir şiir zevkinin yansımaları o dönemlere denk gelir.

Genç yaşlarda ölüp giden bir ağabeyimizin, Arnavutköy’deki cenazesinde, ”sana yakılmamı vasiyet etsem becerebilir misin” diye sordu, gülüştük, beceremeyeceğimi söyledim. Şaka yapmıştı belki, belki de külleri denizlerde dolaşsın istiyordu, kim bilir?

En son 1994 yılıydı sanırım, bir Kafkasya dönüşü, Soçi-Trabzon vapurunda karşılaşmıştık. Bizim Çerkeslerden oluşan bir grupla Kafkasya’yı dolaşmış, dönüyordu. Güvertede oturup sohbet etmiştik biraz. Ansiklopedik olarak  çok iyi bildiği ama ilk defa gördüğü o muazzam coğrafyadan ve olağandışı insan ilişkilerinden çok etkilenmişti. Nasıl bırakıp gittik biz buraları hissiyle, durmadan bir şeyler anlatmıştı, o az konuşan insan.

Görüşürüz, deyip ayrılmıştık doğallıkla, sanki o kadar kolaymış gibi görüşmek. 13 yıl oluyor neredeyse.

İşte böyle…