Sezai Babakuş
17.03.2011
‘Koca kulak çetesi’nin dinlemeleri medyaya sızıp ‘İklim skandalı’ patlamasaydı, Fatih Altaylı ‘İklim’i Haber Türk’e çıkarıp uzun uzun konuşturmasaydı ve İsmet Berkan Hürriyet’te ‘İklim’in ‘Lian’a benzerliğini yazıp tuz biber ekmeseydi ben de küllenmiş anıların üstüne yatmaya devam edecektim. Ama ne fayda, hepsi üst üste geldi, ‘cin şişeden çıktı’, eski anılar acı bir tebessüm eşliğinde ortalığa saçıldı. Kaçış yok. Benim için epeyce zor olsa da, bu evvel zaman yolculuğunu artık yapmalıyım…
İklim’i bildiniz; CHP’nin sabık genel başkanı Deniz Baykal’ın kendisini taciz ettiğini iddialayıp yeni bir skandala kahramanlık eden şu ‘gazeteci’ bayan. Kısa süredir Ankara’da olup Ankara’nın yıllanmış gazetecilerine taş çıkartan, yüksek siyaset koridorlarında nazı geçen, her kapıyı kolay açan becerikli bir muharrir. Havadan zembille mi inmiştir yoksa otostopla mı siyasetin göbeğine gelmiştir bilinmez… Bir anda memleketin en meşhur gazetecisi oluvermiştir.
Peki Lian’ı bildiniz mi?.. O da 1986/87’lerin en meşhur ‘gazeteci’si. O da sanki zembille inip, otostopla gelip Babıali yokuşunda köşe kapmıştı. Onun da pekçok marifeti vardı. İlgi odağı siyasetçiler değil gazetecilerdi. Epey bir gazetecinin ocağına incir ağacı diktikten sonra Engin Ardıç’ın kitabında ve Nokta dergisinin orta sayfasında boy gösterip tarihteki yerini almıştı ve sırra kadem basmıştı. Onun da İklim gibi birden çok adı vardı, en bilineni Lian’dı.
En belirgin ortak özellikleri, gazetecilikle entrikacılığı biraz harmanlamış olmalarıdır. Yol ve yöntemleri, araç-gereçleri, hedefleri ve fiilleri tıpatıp değilse de boylarını aşan oyunlara kalkıştıkları muhakkaktır. Biri (Lian) kendi için kendi yazıp oynamış, diğeri (İklim) ise ‘vatan-millet’ için yazılanı oynamış. İkisi de kendi çaplarınca ve kendi usüllerince bir ‘Mata Hari’ rolü üstlenmiş.
Benzerliğin muhteviyatı bu kadarla sınırlı olsaydı belki pas geçebilirdim. Ama konuşma tarzları, vurguları, mimik ve jestleri o kadar tıpkıydı ki, Fatih Altaylı’nın karşısında görür görmez elektrik çarpmışa döndüm. Sanki Lian, İklim adıyla yeniden çıkmıştı sahneye. Hafızamın dipsiz kuyusundan tırmanıp çıkagelmişti. Dikkatli baktım, gözlüğümün camını silip yeniden baktım, fiziken tıpkısı değildi elbet amma her bakışı, her gülüşü, her öfkelenişi, her masumvari göz kırpıştırması, her kafa sallayışıyla aynıydı. Ve, televizyondan fırlamış karşımda duruyormuşcasına hep bana bakıyor gibiydi. Uzaktan kumandanın butonuna basıp kuyunun dibine göndermek işten bile değildi, ama ne mümkün hipnotize olmuş halde izliyorum. Kuşku yok, bu Lian’dı… Yıllardır kaç kadını uzaktan ona benzetip irkilmiş, kaç kez yol değiştirmiş, kaç masadan telaşla uzaklaşmıştım. Şimdi bu cesaret nereden, bu merak neden?… Zapla geç!… Ne çare, bakıyorum televizyona kabusa uyanamayan bir tutuklulukla. İklim’e baktıkça Lian’ı görüyor, Lian’ı gördükçe anıların labirentine yuvarlanmaya devam ediyordum.
İşte böyle bir akşamın, keyfimi kaçıran anıların ve uykumu bölen karabasanların ardından yine de ertesi gün unutmaya hazırdım. Yeni günün ilk saatlerinde hüsnü kuruntumu zapdedip kötü hatıraların etkisinden çıkmaya başlamışken İsmet Berkan’ın Hürriyet’teki yazısı ilişiyor gözüme: Lian hadisesini hatırlamak…
İsmet Berkan durmuyor, ertesi gün daha da dallandırıp ballandırarak yazmaya devam ediyor: Bir Lian vardı… Eh, ister istemez başka yazan-çizen var mı’yı merak edip ‘google paşa’ya soruyorum Lian’ı. Peş peşe dökülüyor; benzerliğe dikkat çeken güncel yazılar-yorumlar, hatırlatma babında eski yazılar-yorumlar, kupürler, kolajlar, fotoğraflar, çizimler…
Bu arada, arkadaşlardan peş peşe telefonlar, mesajlar gelmeye başlıyor; İsmet Berkan’ın yazısını okudun mu, ne düşündün, ne hissettin… Yetmiyor, kimi gazeteci dostlar malzeme koparmak üzere arıyor; Lian’ı anlat bize, Lian’ı yaz bize, şimdi nerelerde, ne işlerle meşgul… Havalarını aldılar elbet…
‘Sadede gel be kardeşim’ sabırsızlığına kapılan okuyucuya diyeceğim şudur ki, bu ‘Lian’ 1994’de taa Abhazya’lara gelip benim de hayatıma limon sıkmış bir feno(wo)men’dır. Hem de ne limon!…
Öykü koca bir kitap yazdıracak kadar uzun, çetrefilli ve janjanlıdır. Burada sadece kısa bir özet yapacağım; mümkün olduğunca kişi haklarını, hasta haklarını ve hakkaniyeti koruyarak, ve de ‘insanlık hali’nin hoşgörü sınırlarını gözeterek…
1991’den beri yaşamakta olduğum Abhazya’da savaş yeni bitmiş, Trabzon-Sohum arasında deniz ulaşımı açılmış, diyasporadan geliş gidişler hızlanmıştı. 1994’ün baharında, hiç değilse iki haftada bir limanda toplaşır, Trabzon’dan Sohum’a onlarca insan taşıyan küçük gemiyi karşılardık. İşte böyle bir günde, çok sonra Lian olduğunu bileceğim(iz) genç bir bayan, bu geminin güvertesinde göründü. Gelenlerin hemen hepsini tanıyordum, belki tek istisna oydu. ‘Işık’ diye tanıttı kendini. O da bizim camiadanmış.
Sohum’da kaldığım 7-8 odalı koca ev, anavatanı görmeye ve/veya yerleşmeye gelen tanıdıkların, dostların uğradığı-konakladığı misafirhane gibiydi. Biz zaten 6-7 kişiydik (Mümtaz, Meral, Ayten, Yusuf, Hakan, Erkan ve ben), gelenlerden 4’ü daha (Handan, Hilal, Nurten, Emrah) bende kalacaktı, diğerleri otelde. Ertesi gün bende kalanlar ‘bizim yol arkadaşları ne durumda’ merakıyla otele gitti, bir saat sonra yanlarında Işık ve ona yol-oda arkadaşlığı yapan Ergül olmak üzere geri döndüler. Velhasılı Işık, ‘otelde gece birileri askıntı oldu’ gibi doğruluğu epey su kaldırır bir gerekçeyle diğerlerini ikna edip benim eve kapağı atmış oldu. Yetmezmiş gibi elime, İstanbul’daki ilgili cemiyet büyüğümüzün bana hitaben yazmış olduğu bir ‘referans’ mektubu tutuşturdu. (Mealen) şöyle diyordu: “Bu kardeşimiz yakından tanıdığımız bir ailenin kızıdır, bilgisayar mühendisidir, Abhazya’da kalıp faydalı olmak istiyor, yardımcı olursan sevinirim”. Görmezden gelemeyeceğim bir hatırdı…
İşte böyle başladı Işık’lı günler. Nerden tanırdım ki Işık’ı; nerden bilirdim ki onun ‘Lian’ adıyla şöhrete ermiş bir komplikasyon olduğunu. Bir gemiyle geldi gördüm, tanıştırdılar tanıdım, başıma kaldı bildim, neyse bedeli ödedim…
İş işten geçtikten sonra öğreneceğim(iz) üzere, Lian’ın Abhazya’ya gelişi hedef odaklı-planlı-programlı bir eylemdi. Gelişinden hemen hemen bir yıl kadar önce, yani Abhazya’da savaşın devam ettiği 93’ün baharında, aylak günlerinin birinde tesadüfen camiamızın bir toplantısına katılmış. İlk orda görmüş beni. O sıralar Abhazya-Türkiye arasında mekik dokuyan ben, bu toplantının konuşmacısıydım. Meğer ben kürsüden savaşın gidişatını anlatıp, çekilen sıkıntıları ve ihtiyaçları sıralayıp daha çok destek olmaları için katılımcıların vicdanlarına hitap etmeye çabalarken, farkında olmadan arka sıralarda oturan Lian’ın yüreğine ve dikkatine hitab etmişim. ‘İlk görüşte hedefini seçmiş’ ve hemen oracıkta bendenizle ilgili oyun kurgusunu oluşturmaya başlamış bile. Belki İstanbul’daki maceralarından sıkılmıştı, belki kredisinin tükendiğini ve denizin bittiğini anlamıştı. Her ne idiyse, işte o sıralarda gözü bana değmişti işte. İlk bilgileri oradakilerden almış, sonra alanını genişletip derinlemesine araştırma yapmış, planlamış, hazırlanmış ve şartlar müsait olunca hedefe ulaşmak üzere Abhazya’nın yolunu tutmuş.
Bazen beni karalamaya hevesli bir-iki zavallının ‘çapkın’, ‘zampara’ vs. abartılı dedikodularına malzeme olmuşumdur. Bu yakıştırmaları haketmesem de, ne büyük bir bahtiyarlıktır ki, yüreğini ısıttığım ve yüreğimi ısıtan kadınlar olmuştur hayatımda. Ayrıca, bu konularda dedikodu yapan olmak yerine dedikodusu yapılan olmayı hep tercih etmişimdir. Aşk iyidir; mutluluktur, sevinçtir, heyecandır, sıcaklıktır, hazdır. Pek çoğunuz gibi ben de bunu kendi pratiğimden bilirdim. Ama aşkın kör tutku halinin nasıl ateşten bir gömlek olabildiğini, hele hele takıntılı-ihtiraslı-umutsuz halinin nasıl ölümcül bir oyuna dönüşebildiğini, yine pekçoğunuz gibi ancak romanlarda okuyup filmlerde izlemişimdir. Taa ki, Lian’ı tanıyıncaya kadar…
Demek bu işler bazen böyle oluyormuş. İlgi meraka, merak takıntıya, takıntı kurguya, kurgu tutkuya, tutku ihtirasa dönüşüyormuş. Sonunda karar verilip yola düşülüyormuş. Bunu ardışık tepkime diye mi tanımlamalı?..
Lian’ı bana odaklayan gerçek neden neydi ya da hangi süreçte hangi saikler baskın gelmişti bilemiyorum. Ama eylemi planlanmış, kurgulanmış, uzun uzun düşünülüp yolu-yordamı belirlenmiş ve titizlikle icra edilmeye çalışılmış bir kalkışmaydı. Tam da ‘taammüden’ denilen cinsten…
İşte böyledir Lian’ın Abhazya seferi. Bir kaçış gerekmiştir, bir hedef belirlenmiştir, bir strateji kurgulanmıştır, hepsi tutkuyla soslanmış ve yola düşülmüştür. Ondan sonrası, hem benim için hem onun için kabustur. Kontrol edilemez bir takıntılı tutku, üst düzeyde sinir harbi ve sonunda hüsranın depreştirdiği ‘border line’ patlaması. Bir bakıma ‘Öldüren Cazibe’nin farklı bir versiyonu…
Evet, ben ele geçirilecek hedefdim ama ne haberim vardı, ne isteğim, ne müsaitliğim. Daha, geride bıraktığım kimi aşk yaralarını dağlayamamıştım bile. Öte yandan acı dolu, yıkıcı bir savaştan ancak çıkmıştık. Pekçok dostumu, arkadaşımı, tanıdığımı kaybetmiştim. Savaş sonrası ise, savaşı aratacak kadar berbat bir ortam oluşmuştu. Kontrolsüz silahlı gruplar çoktu, alkol ve uyuşturucu kullanımı hırçınlıkları iyice biliyordu; baskınlar, kavgalar, çatışmalar, öldürmeler, yaralamalar giderek artıyordu. Çok zor ve kötü koşullarda iki yıl geçirmiştim; gıdasızlık, soğuk, kaygı ve üzüntü yüzünden tüberküloz yeniden nüksetmişti, ülser zıvanadan çıkmıştı. Velhasılı ruhen ve fiziken dibe vurduğum günlerdi. Ne bir aşk heyecanını taşıyacak gücüm vardı, ne bir sevgiyi yeşertecek yüreğim. Evet, kadınların güler yüzüne ve teveccühüne genellikle kapılıp gitmişimdir. Dedim ya, aşk iyidir. Ama bu kez değil. Bu kez mümkün değil. Kasabın et, koyunun can derdinde olduğu durumlar vardır ya, bizimki de biraz öyle birşeydi… Velhasılı adres yanlıştı. Ama ‘kara sevda’ adresin doğrusuna yanlışına bakmaz, kapıya dayanırmış. Dayandı…
Güzelliğine ve baştan çıkarıcılığına pek güvenen biriydi. Ve ona göre ben her halukarda ‘çantada keklik’tim, ‘hazır asker’dim. Bu yüzden işe etrafımdakileri ikna etmek ve inandırmakla başladı. Önce şaka yollu hafif imalar, sonra giderek koyulaşan sözler. “Birbirimize ilgi duyuyorduk”, “bir elektriklenme oluşmuştu”, “sahilde romantik bir yürüyüş yapmıştık”, “yeniden aşkı bulmuştuk”, “birbirimizindik” vs… Herkese farklı hikayeler anlatıyordu. Kimse ciddiye almadığı için gülerek geçiştiriliyordu. Ne de olsa bulunduğumuz koşullar ‘hafif çatlak olmaya’ ya da ‘biraz uçta gezinmeye’ cevaz verecek olağanüstülükteydi.
Ben parçaları birleştiremeden ev boşalmaya başladı. Bir kısmı Türkiye’ye döndü, Mümtaz devraldığı evin tamiratını bitirip taşındı, diğer arkadaşlar da ‘makul’ gerekçeler eşliğinde yakınlardaki diğer dost-arkadaş evlerine geçti. Bir-ikisi beni uyardı, ‘bu kıza dikkat et’ diye. Kulağıma küpe ettim.
Kulağıma küpe ettim de ne edeceğimi bilemedim. Kaç-kovala oyunları başlamıştı. Gergin, komik, trajikomik, trajik günler. Mazeretler, mevzu değiştirmeler, vatan-millet maneviyatları, konuşmalar, tartışmalar… Ben saf saf, Abhazya’da kalacaksa geriye dönüş komitesi aracılığıyla bir ev edinmeli, kendi hayatını kurmalıydı üzerine yönlendirmede bulunmaya çalışıyorum. Israrlar işe yarar gibi oluyor, ‘evet’ diyor, kendisine bir ev tahsis ediliyor. Günler geçiyor, haftalar. Evi orda kendisi burda. Niyetini sorguluyorum arada. “Güvenliksiz” diyor, “tadilat lazım” diyor. Üsteliyorum. “Tamam, eksiklerini tamamlayıp taşınacağım” diyor.
Oyalamalar, oyalanmalar. Kaçmalar-kovalamalar. Ve bir akşam eve döndüğümde gördüğüm manzayla ayılıyorum. Bütün duvarlara yazılmış umutsuz aşk notları; “sevmiyorsan da katlanmayı bil”, “kendini beğenmiş züppe”, “duygusuz aptal”, “sen de erkek misin”, “neyimi beğenmiyorsun”, “sen kendini ne sanıyorsun”, “yalvaracak değilim” vs. onlarca ‘veciz’. Sert, yumuşak, sitemkar, tehditkar, acıklı, saçma sapan notlar… Artık anlarım ki, beni aşan bir vaka vardır karşımda. Sonra oturup epey zor, epey gergin, epey hüzünlü, epey uzun bir konuşma. Kendisi kendini anlatır eğri-doğru, ben kendimi anlatırım doğru-eğri. Zeki, çok zeki… Bazen aklı başında, bilgili, anlayışlı, makul sözler; bazen hırçın, saldırgan, tutarsız saçmalamalar. Kırık-dökük pekçok mevzu. Yenilgisini kabul eder gibi, ‘döneyim ben İstanbul’a’ der sonunda. Bence de… Döner. Bir hafta, iki hafta, bir ay, iki ay… Oh be, kurtulduk galiba… Nerdeyse unutmaya başlamışken, yanında 6-7 yaşlarındaki kızıyla çıkagelir. Ey hak!..
Sevimli, güzel, uslu bir çocuk. Belki Türkiye’de gerçekten çaresizdi, çocuğu da alıp geri geldi. Belki benle ilgili çaresizliğine deva olur umuduyla çocuğu da sürükledi peşinden. Neyse, yatışmış, uslanmış, beni hedeften çıkarmış gibiydi. İş-güç planlarını anlattı. Bilgisayarlar getirip kurs açacağını, kendisine verilen evi elden geçirip en kısa sürede taşınacağını vs. anlattı. Birçok büyük şirketin bilgi-işlem parkını kurup işlettiğini, birçoklarına danışmanlık hizmeti verdiğini, hatta Süleyman Demirel’e bile danışmanlık yaptığını vs. söyledi. İyi, iyi diyorum. Dikkati benden uzaklaşsın da..
Yine de işi sürüncemede bırakmamak lazımdı. Savaştan önce kirada oturduğum küçük apartman dairesi boştu, ev sahipleriyle konuşup yeniden kiraladım. Işık ve kızı, kendi evlerine geçinceye kadar orada kalabilirdi. Böylece, bazen orda bazen burda iki evli hayat başladı. Bir süre böyle idare ettik. Ben işimle (Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı’nda çalışıyordum) ve rutin hayatımla, o Abhazya’yı keşifle ve projeleriyle… Arada bir gerilmeler olsa da dost-arkadaş sohbetleriyle durumu dengeler gibi olmuştuk. Bir akşam cafe-bar’da kızlı erkekli bir arkadaş grubuyla gırgır-şamata yaparken görüp, küçük bir kıskançlık gösterisi yaptı, sonra yeniden sakinleşti. Derken bir fısıltı dolaşmaya başladı, ‘yakında evleniyormuşsunuz’ yollu. Allah Allah, yine başa mı sardık?. İnkar eder, “ben kimseye böyle birşey söylemedim” der. Ya sabır…
Böyle inişler çıkışlar, günler haftalar akıp gitti. Sonra küçük kızına kötü davranmaya başladı, sanki hırsını ondan çıkarıyormuşcasına. Azarlamalar, hırpalamalar, dövmeler. Kızarmalar, morarmalar, yara-bereler. Yeniden konuşmalar, sohbetler, dostluk terapileri. Psikiatrist miyim be, ne bilirim ne anlarım ruhsal ve sinirsel dalgalanmalardan.. Neyse ki annesi çıkar gelir Sohum’a. Ağır başlı, saygın, görmüş geçirmiş bir kadındır. Epey şey anlatır, kendisi, ailesi ve kızının şanssızlıklarıyla ilgili, doğru-eğri, eksik-yanlış… Anneye özel, anne-kıza birlikte kendi bakımımdan rahatsızlığımı, sürdürülemez bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anlatırım. Abhazya’da yaşamanın zor olduğunu, Işık için daha da zor olduğunu, geri dönmesinin doğru olacağını anlatırım. Dinler gibi, anlar gibi baş sallamalar. Ne ki, tercih kalmaktan yanadır. Birkaç kez tahsis edilen eve giderler birlikte, biraz çeki-düzen verir gibi yaparlar, ölçerler-biçerler, ufak tefek eksikleri için neyi nasıl yaparız-yaptırırızı konuşurlar uzun uzun. Sanki işler yoluna girecek gibidir. Sonra anne küçük kızı da alıp döner, benden biraz daha zaman ister, en kısa zamanda eşyalarla geri geleceğini ve kızını yeni evine yerleştireceğini vadeder. İnanırım…
Yine inişli-çıkışlı günler, kaç-kovala vaziyetleri başlar. Bazen bir gün, iki gün görünmezdi; ya yeni yeni tanımaya başladığı şehri gezerdi bibaşına ya yeni tanıdığı insanlarla takılırdı ya da küçük dairede zaman geçirirdi, sonra yine ortaya çıkardı. Dikkatinin benden uzaklaşmasına sevinirdim, yine de başına kötü birşey gelmesinden endişe ederdim. Bir defasında 3-4 gün kayboldu. Arkadaşlardan gören-duyan da yoktu. Küçük daireye gittik, zar-zor kapıyı açtırdık, kesif bir sigara dumanı, izmaritle dolu koca bir kap, içilmiş-saçılmış kahve fincanları. Üç gündür çıkmamış, bedbaht yalnız kadını oynamış. Kahve ve sigarayla azdırdığı migreni sayesinde arabeski iyice acılı hale getirmiş. Neyse, arkadaşların yakın ihtimamı sayesinde çabuk toparlandı.
Bu olaydan bir hafta kadar sonra cafede, iki-üç yıldır Abhazya’da yaşayan bir akrabasıyla tartışmış. Kendisine abilik etmek isteyen akrabası, ‘daha fazla kendini rezil etmeden Türkiye’ye dön’ nasihatında bulunmuş. Vay sen misin bunu diyen. Milletin ortasında adamcağıza hakaretler, tehditler yağdırmış. Böylece vaka giderek toplumsallaşmaya başlıyordu.
İşte böyle dalgalana durula, kabara-köpüre devam etti günler. Haftalar geçti, anne geri dönmedi. 1994 bitti, yılbaşı geldi çattı. Öyle ki, asıl büyük patlamayı da beraberinde getirdi…
Bizim kafadar grup yılbaşını Mümtaz’ın evinde kutlamaya karar vermiştik. Işık, ‘ben başka arkadaşlarla program yaptım’ dedi. Tamamdır, herşey yolunda gibidir. Biz de 8-10 kişi Mümtaz’ın evinde eğlenir sabahlarız, sedirlerde, koltuklarda uyuklarız. Sabah kapı çalar, güm güm güm. Lena’dır, telaşla anlatır, Işık benim evde ‘saldırıya uğramış’tır. ‘Üstü-başı parçalanmış, sigara yanıkları içinde çaresiz’dir. Kendisini arayıp yardım istemiştir. Mümtaz, Meral, Lena koşarız. Peşimizden diğerleri. Evet, Işık sigara yanıkları içinde, elbiseleri yırtılmış, ‘çaresiz’ haldedir. Üstelik bir de ütü yanıkları oluşmuştur. Ve fonda, epey yüksek volümde Fleetwood Mac’ın ‘Then Play On’ albümünden ‘Closing my eyes’ şarkısı çalmaktadır. Ne oldu? “Gece 4-5 kişi evi basıp bana saldırdı. Dövdüler, işkence ettiler.” Neden? Ne istiyorlarmış?.. “Bilmiyorum, sadece saldırdılar.” Oysa Lena ilk gördüğünde, gelenlerin beni sorduğunu, nerde olduğumu söyletmek için işkence ettiklerini söylemişti. Yine Lena ilk gördüğünde ütü yanıkları yoktu. Ütüyü bulduk, hala sıcaktı. ‘Closing my eyes’ yeniden çalmaya başlar. CD-çalar sadece o şarkıyı tekrar tekrar çalmak üzere komutlanmıştı. Işık’ın “bu şarkı eşliğinde ölmek isterim” dediği ve sıkça dinlediği şarkıdır; ‘intihar şarkısı’…
Kendisiyle ilgilen, doktor çağır derken mütalalara da başladık. Ortak tahminimiz oydu ki, bu kendi kendine bir saldırıdır. Ağır sinir krizinin yarattığı bir çılgınlık. Doktorlar gelir. İlk kontrolden sonra onlar da ‘kendi kendine saldırı’ kanısına varırlar, yatıştırıcı ilaçlar verirler. Doktorlar sorar, ‘uyuşturucu kullanıyor mu, daha önce benzeri krizler geçirmiş mi, nasıl bir tedavi uygulanmış?’… Nerden bilebilirdik ki. Doktorlara göre hastaneye kaldırmaya gerek yoktur, istirahat etmesi yeterlidir. ‘Ama mümkünse başka bir evde, farklı bir ortamda dinlensin’ derler. Lena’nın evine taşırız. Başka doktorlar gelir, psikologlar, psikiyatristler. Yeniden muayeneler, mütalalar. Sonuç; ağır bir sinirsel travma, evveliyatı olan bir patlama, biran önce Türkiye’ye gönderilmeli.
Hemen İstanbul’u arayıp annesine durumu bildiriyor, hemen gelmesini istiyoruz. Sessiz telaşsız bir dinleme ve kestirme bir mesaj: “Onu sevdiğimizi, kızmadığımızı, ne zaman isterse İstanbul’a gelebileceğini söyleyin. Vay be!… Sonra ablasıyla konuşuyorum, aynı sözleri kopya ediyor. Demek şaşırtıcı değil, sürpriz değil, telaşlanmak gerekmez. Anlıyoruz ki bu bilinen, önce de yaşanan, alışık olunan bir durum. Tamam söyleriz, biraz toparlanırsa göndeririz. Peşinden Handan’ı arıyoruz, Ergül’le birlikte anne ve ablasıyla görüşmesini, mümkünse gelmeleri için ikna etmelerini istiyoruz. Tabi Işık’la ilgili hertürlü bilgiye acil ihtiyacımız olduğunu söylemeyi de unutmuyoruz.
Sabahtan beri yardımımıza koşan psikolog Arda ile yıllardır tanışırız. Işık’ı da az-buçuk tanımıştı. Olup biteni uzun uzun sordu bana. Biraz meslek bilgisini, biraz da kadınlık hislerini harmanlayıp (mealen) şu yorumu yaptı: “Bu çok ciddi bir travma. Beğenilmeme var, reddedilme var, hırs var, ihtiras var. Sana fazlasıyla tutulmuş, takıntı haline getirmiş. Bu tehlikeli, çok tehlikeli. Büyük bir çaresizlik, gerginlik içinde. Bu tür vakalarda şiddet son çaredir. Hem senin ilgini çekmek istemiş, hem kendi kendini cezalandırmak. Ama bunun tersi de olabilirdi, sana saldırabilirdi. Sevgiyle nefretin ince-keskin çizgisinde. Bir cam gibi, içe de kırılabilir dışa da. Ağır bir depresyon, çok ağır. Ve hala riskli, kendine zarar vermenin işe yaramadığını anladığı an sana yönelecektir. Uzak dur, kendini sakın”…
Akşam biraz çorba, biraz tek yanlı sohbet ve ilaç, sakin bir odaya yatırıyoruz. Biz üç-dört refakatci de sedirlerde, koltuklarda, yerde halı üzerinde uyukluyoruz. Gecenin bir vakti bir dokunma hissine gözlerimi açıyorum. Karanlıkta üstüme eğilmiş iki cam göz. İrkiliyorum. “Korkma” diyor, Işık’ın boğuk sesi; “battaniyen kaymış, üstüne çektim”… Sesi yumuşuyor, “üşüme” diyor. Şefkatli bir anne gibi eliyle yanağımı okşuyor. Kedi sessizliğinde odasına dönüyor. Hiç hareket etmeden karanlığa bakarak sabahlıyorum. Ürküyorum, içim acıyor, üzülüyorum, Arda’nın söylediklerini hatırlayıp korkuyorum…
Bitti sanıp sevinmeyin, devam edecek. Haftaya…