Prof. Dr. Aydın İbrahimov
Doç. Dr. Mustafa Mutluer
METU (ODTÜ)
Kafkasya doğal ve sosyo-ekonomik bakımdan büsbütün bir coğrafi kompleks oluşturmaktadır. Eski dönemlerde siyaset, coğrafya üzerinde bir baskı oluşturmuş ve Kafkasya’nın doğal-coğrafi sınırları SSCB’nin devlet hudutları ile uygun düşmüştür. Şimdi ise durum oldukça farklıdır. Örneğin “Kafkasya” monografi kitabının yazarları, belirtmektedirler ki “Kafkasya’nın güneyinde Türkiye ve İran ile Sovyetler Birliğinin devlet sınırı geçmektedir.
Transkafkasya’nın (Güney Kafkasya) dağ silsilelerinin ve yaylaların bir kısmı doğal şartlarına göre Ön Asya’ da yer alması nedeni ile, Kafkasya’nın fiziki sınırı devlet hududuna denk gelmemektedir” (Kafkasya. Nauka. Moskova. 1966. s.7).
Bu açıdan denilebilir ki, Türkiye’nin topraklarının bir kısmı, yani Doğu Anadolu Bölgesi, Kafkasya’nın doğal bir devamıdır ve bölgenin Güney sınırını çizmektedir. Böylece, Türkiye’de bölgenin diğer dört ülkesi gibi (Rusya, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan) Kafkasya’nın doğal parçası sayılmaktadır.
Kafkasya fiziki bütünlük ile birlikte, benzersiz sosyo-ekonomik ve kültürel mekan bütünlüğünün örneğini de sergilemektedir. Burada yer alan ekonomik yapılar bir birini tamamlamaktadırlar. Özellikle tarımda bu daha net bir şekilde görülmektedir. Kuzey Kafkasya’nın dağ eteği bölgeleri tahıl, meyvecilik ve bağcılık tarımı üzerine branşlaşmış, Güney Kafkasya bölgesi ise çay, narenciye ve pamuk üzerine uzmanlaşmış alandır.
Bölgenin sanayisi ise SSCB’nin çöküşü sürecinde büyük ölçüde dağılmıştır. Burada üretim sektörleri arasındaki bağlantılar birbirinden farklı sanayi ortamlarının da oluşmasına yol açmıştır. Kuşkusuz Kafkasya’nın en önemli özelliği, onun etnokültürel karışıklığındadır. Çok kültürellik faktörü ve etnik mozaik Kafkasya’da ikili bir rol oynamaktadır. Çok kültürlülük, bir taraftan belli ölçüde ulusların kültürel açıdan zenginleşmesine ve yakınlaşmasına olanak sağlarken, diğer taraftan da karışıklık durumlarında ulusları bölerek şiddetli ihtilaflara yol açmaktadır..
SSCB’nin çöküşünün en trajik sonuçlarını Kafkasya bölgesinde görmek olanaklıdır. Etnik gruplar arasındaki ihtilaflar, ülkeler arası çatışmalar, geleneksel bağların kopması, yaşam standartların düşmesi, ekonomideki krizler ve iç istikrarsızlık bir Kafkasya gerçeğidir. Bütün bu çelişkiler, zamanında yekpare olan sosyo-ekonomik mekanda entegrasyonun bozulmasına neden olmuştur. Kafkasya kendi evrimin, süreci belirsiz ve oldukça uzun olan yeni aşamasına girmiştir. Bu durumda hem yeniden içsel yapılanmalar (ekonomik ve sosyo-kültürel), hem de dışsal baskı ve destekler çok önemli olmaktadırlar.
Her iki konuda da Türkiye faktörü anahtar bir fonksiyona sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti hem iç değişim dinamiklerinin oluşumunda, hem de siyasi-kültürel yönelimlerin transformasyonunda bir model olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte, Kafkasya olayında Türkiye ile bölgenin birleşik sosyo-ekonomik mekanın oluşumunda ortak çıkarların karşılıklı kesişmesi de görülmektedir. Bu durum sunulan bildirinin çerçevesinin oluşumunda esas nedenlerden birisi olmuştur. Kafkasya gerçekleri ve Türkiye’nin bölgedeki oynayabileceği rol çalışmamızın ana fikrini oluşturmaktadır. Bildirin esas amacı da, bazı problemleriyle birlikte, Kafkasya entegrasyonu ile ilgili düşüncelerimizin paylaşması ve tartışılmasıdır.
Makale çerçevesinde iki ana tema yer almaktadır. Bu temalardan birisi Kafkasya’nın değişim süreci içindeki gelişimi ve Kafkasya’daki oynana oyunda aktörlerin ve figüranların ele alınmasıdır. A. İbrahimov tarafından hazırlanan birinci temada daha çok Kafkasya’ya içten bir bakışla jeopolitik bir analiz yapılmıştır. İkinci olarak, M. Mutluer tarafından hazırlanan temada ise, Kafkasya’ya dışarıdan yani Türkiye’den bir bakış gerçekleştirilmiştir. İkinci temanın açılımında, Kafkasya gerçeğinden hareketle bölgede belli bir entegrasyona geçişte olanakların ve sorunların neler olduğu, bu entegrasyonda Türkiye’nin rolünün neler olabileceği ve Kafkasya’daki entegrasyonun nasıl bir bütünleşme olması gerektiği irdelenmektedir.
KAFKASYA: DEĞİŞİM İÇİNDE BİR BÖLGE
Dünya siyasi haritasında, idari ve siyasi şeklinin değişimine göre Kafkasya gibi ikinci bir bölge görülmemiştir. Kafkasya toplumu alansal yapılaşmada büyük bir evrim yolu kat etmiştir. Bunun sonucunda burada kendi boyutuna göre, devlet sınırları içerisine “sıkışmayan” özgün alansal siyasi sistem oluşmuştur. Bu düşünce, bölgenin sosyo-ekonomik mekansal yapısına da uygundur. Bu, bölgenin siyasi ve idari sisteminin değişim gerçeklerinde gizlenmektedir.
Kafkasya’da siyasi-idari sistemdeki değişme ve gelişmeler
Kafkasya’da siyasi – idari sistemin değişiminde genel olarak dört aşama görülmektedir.
1) Rusya’ya katılmanın tarihi sürecine göre bu bölge en “genç” alandır, örneğin Kuzey Kafkasya’nın Rusya’ya katılması, Kozakların Don havzasında 16-17.yüzyıllarda yerleşmesinden sonra başlanmıştır. Fakat, Kafkasya savaşları yüz yıl boyunca sürmüş ve yalnızca 1864 yılında bitmiştir. Güney Kafkasya’ya gelince, bu bölgede de 19. yüzyılın 30’lu yıllarında Rus egemenliğine geçmiştir. Yani süreç oldukça dardır ve uluslar kendi tarihsel geçmişini unutmamaktadırlar. Bu durum da onların Rusya ile olan temaslarını etkilemektedir. İdari yapıya göre bölge illere bölünmüştür ve vali tarafından yönetilmekteydi.
2) 1917 Ekim devriminden sonra bölgede birkaç tane bağımsız ülke oluşmuş, bu aşama uzun sürmemiş ve 1922 yılında SSCB kurulmuştur. Bu ara dönemde üç Güney Kafkasya cumhuriyetleri bir taraftan kısa bir süre için konfederasyon kurmuşlar (1918-1919), diğer taraftan da büyük sürtüşme yaşamaktaydılar. Bu karmaşıklık ülkelerin şimdiki ilişkilerini de yansıtmaktadır (örneğin sınır tartışmaların kökleri buraya kadar dayanmaktadır). İdari yapı açısından, istikrarsızlık kendi etkisini göstermekle birlikte, her üç cumhuriyette parlamenter yönetim mevcut idi ve Güney Kafkasya ilk defa o dönemde bağımsız bir yaşam sürmekteydi.
3) Kafkasya’da Aralık 1922 ile Aralık 1991yıllari arası SSCB dönemidir.. Bu aşamada bölge yeniden tek devlet şemsiyesi altında toplanmıştır. Fakat durum eskisinden farklıdır. Birincisi, yeni ülke hem yapı olarak, hem de siyasi sistem olarak eskisi gibi değildi. İkincisi, eski ülkede Kafkasya mevcut dünyanın bir parçasıydı ve açık bir sistemde hareket etmekteydi. Oysa yeni devlet, rejim ve sistem farklılığı nedeniyle içine kapanmıştır ve dünyadan nispeten kopuk bir şekilde gelişmiştir. Nihayet üçüncüsü, siyasi-idari yapıda değişimdir. Tek modelli yönetim farklı şekiller almıştır. Yeni devlette beş üst idari birim bulunmaktaydı.. Birlik (egemen) cumhuriyet, özerk cumhuriyet, özerk il, milli mahalle, eyalet ve il. Kafkasya’da bu idari yapının dördü yer almaktaydı. Kuşkusuz bunun olumlu ve olumsuz tarafları vardır. Fakat sonraki gelişmeler göstermiştir ki, bu yapı SSCB’nin temelinde bir mayından başka bir şey değildir. Bir taraftan egemen cumhuriyetlerde ulus-devlet düşüncesinin şekillenmesine getirmekte, diğer taraftan ise özerk cumhuriyetlerin ve özerk illerin varlığı onların birilik birimlerine entegrasyonu engellemekteydi. Bununla birlikte, söz konusu idari yapı nispi bir siyasi ve ekonomik bütünlük sağlamaktaydı.
Yani, Kafkasya kendi farklılıklarıyla ve çelişkileriyle kısıtlı olsa da istikrarlı bir şekilde gelişmekteydi. Bu dönem büyük Kafkas tarihinin, totaliter devletin tüm eksikliklerini de dikkate alarak denilebilir ki, belki de en huzurlu dönemidir.
4) Aralık 1991 yılından sonraki yeni dönem. SSCB’nin çöküşü mono devlet yapısına son vermiştir. Kafkasya 70 yıldan sonra çok ülkeli yapıya kavuşmuştur. Yeni oluşum, diğer Sovyetler Birliği “mirasçilardan” farklı olarak ihtilaflarla donatılmış bir birimdir. Sistemin değişimi ile birlikte, söz konusu ülkelerin yönetim şekli de transformasyon göstermiştir. İkinci defa bağımsızlığa kavuşan Güney Kafkasya ülkeleri, 1918-1920 yıllarından farklı olarak, parlamenter modeli değil, başkanlık sistemi seçmişlerdir. Kuşkusuz o dönemin değişimi mevcut değişimden oldukça farklıydı. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde siyasi alanın yalnız statüsü değişmişti, sistem değişimi görülmemiştir. Günümüzde, hem statü hem de sistem değişimi söz konusudur. Yani bütünleşmeden yeniden “parsellesmeye” bir yol çizilmektedir.
Özetle Kafkasya, siyasi bakımdan son yüz yılda dört defa strüktürsel değişim yapmıştır. Tarihinde ilk kez bu kadar uzun süren çok ülkelilik modeli işlev içindedir. Fakat durumun ataletliği bölgede etkisini göstermektedir ve o büsbütün birim tek tek hareket etmek için çaba göstermektedir. Kafkasya’nın bu iç özelliği, bir ölçüde Avrupa’nın ülkeler yapısından, bölgeler Avrupa’sına kadar genel trendine uyum sağlamaktadır.Fakat burada kesinlikle kalite farklılığı söz konusudur. Unutmamak gereklidir ki, bölge uzun yıllar boyunca medeni dünyadan kopmuş kapalı siyasi sistem çerçevesi içinde yaşamını sürmüş ve bu da onun siyasi kültürüne etki göstermiştir.
Kafkasya’da sosyo-ekonomik yapıda meydana gelen değişmeler
Kafkasya, siyasi değişim ile birlikte, sosyo-ekonomik yapıda da birkaç kez yeniden oluşuma maruz kalmıştır. 1917‘den önce piyasa ekonomisinin kurallarına göre hareket den Kafkasya, daha sonraki dönemlerde 1992 yılına kadar merkezi-planlama ekonomik sistemi çerçevesi içeriğinde yaşamını sürdürmüştür. O dönemde bölge iki ekonomik üniteye bölünmüştür.
Bunlar, Kuzey Kafkasya iktisadi bölgesi ve Transkafkasya iktisadi bölgesidir. Sovyet ekonomik modeline göre her bölge birkaç ürün üzerine uzmanlaşmakta ve bölgeler arası ilişkiler ekonomik gerçeklere göre değil, devletin çıkarlarına göre gelişmişlerdir. Bu şekilde Kafkasya’da bir ekonomik bütünleşme sağlanmıştır. Kuşkusuz gerçekler etkiliydiler. Örneğin Kafkasya’nın ekonomik merkezleri Baku, Tiflis ve Rostov kentleri her dönem için önemli fonksiyona sahip olmuşlardır. Bu gelişme ekseni Kuzey Kafkasya verimli tarımı, gelişmiş sanayi ile bir mekansal kompleks oluşturmuştur. Bu uzlaşıcı yapı, Rusya Federasyonu içerisinde belki tek görülen bölgelerden birisidir. Sanayi ile tarımın entegrasyonu bölgede güçlü bir yapıdır.
Güney Kafkasya’ya gelince; bölge yakıt / hammadde ve emek rezervleri temelinde gelişmektedir. Bununla birlikte, bölgeyi farklılaştıran onun nadir doğal şartlarıdır. Burada merkezleştirilmiş ekonomik sistem, Transkafkasya iktisadi bölgesini bir tek organizma olarak geliştirmiş, üretim birimlerinin bağlarını oldukça güçlü kılmıştır. Yani Kuzey Kafkasya ile birlikte bir diğer bütünleşen sistem. İki iktisadi bölgeyi üretim bağlarının dışında bir araya getiren esas unsur ise endüstriyel alt yapı, yani ulaştırma ve enerji sistemleri oluşturmuştur.
SSCB’nin dağılımı bu ekonomik yapıyı çökertmiş ve siyasi desintegrasyon ile birlikte ekonomik parçalanma da meydana gelmiştir. Bu ise geçiş döneminin doğal zorluklarına bir yenisini eklemiştir. Bu zorluklara biz etnik ve dini karmaşıklığı de ekleyecek olursak, Kafkasya’ya örnek bir model bulmanın ne kadar zor ve ağır bir iş olduğunu ileri sürmek hiç de yanıltıcı olmayacaktır.
Burada şu konuyu tartışmak mümkündür; bölünme içeriğinde bütünleşmiş gelişme, yani çelişkili ortamda bütünlük arayışları. Bunu destekleyen ve karşı çıkan faktörler hem bölgede hem de onun dışında mevcuttur. Asıl konu bu zorluklarla beraber yeni bütünleşmeye doğru yürümek ve entegrasyon modelleri kurmaktır.
Kafkasya’da etnik yapıda meydana gelen gelişmeler
Kafkasya’nın bütünleşmesinde siyasi, idari ve ekonomik çözülmesinin yarattığı zorluklar kadar önemli olan bir diğer engel, bölgenin etnik ve dini özellikleridir. Genelde Rusya’nın etnik gelişimin ana hatları, Rusların oranının aşamalı olarak düşmesi, buna karşılık Kuzey Kafkasya’da tabela ulusların oranının daima yükselişiyle belirginlik kazanmaktadır. 20.yüzyılda Rusya’nın hiçbir bölgesinde Kuzey Kafkasya gibi nüfus artışı dinamiği görülmemiştir.
Eski SSCB’de Kuzey Kafkasya gibi ikinci bir ihtilaflı bölge de yer alamamıştır. Bu bölgede, mevcut etnik gruplar arası ihtilafların olduğu alanlar ile oradan zorla göç ettirilmiş mültecilerin yeni iskana açılan bölgeleri en patlayıcı yerlerdir.. Bu konular oldukça önemlidir ve bu ihtilaflarda Rusya’nın ulusal güvenliğine, onun bütünlüğüne ve egemenliğine bir tehlike söz konusudur.
Bölgede yer alan etnik ihtilaflar ilk aşamadan açık bir şekilde etnik özellikler taşımaktadırlar. Bu ihtilafların bazıları sıcak çatışmaya dönüşmüş (Rus-Çeçen savaşı, Setin-İnguş ihtilafı), bazıları işe şiddetli karşı koyma ile sonuçlanmıştır (Çeçen-Kozak karşı koyması, Kozak- Ahıska Türkleri arası sürtüşmeler v.b ). İşin ilginç tarafı odur ki, Trans Kafkasya’da buna benzer ihtilaflar (Güney Osetya, Abhazya ) Kuzey Kafkasya’nın sınırların yakınlarındadır ve bu durum mültecilerin akımına neden olmaktadır.
Bölgeye piyasa ekonomisinin gelişi gerginliği bir ölçüde yükseltmiştir. Tabela ulusları “kendi bölgelerine” toplanarak burada yaşayan “yabancıları” işe göçe teşvik edenler günden güne çoğalmaktadır. Bunların arasında patolojik düşmanlık büyük ölçüde yer almamaktadır. Fakat, bunların temelinde daha çok, az bulunan iş ve eğitim yerleri, kaliteli konut ve gelenek durumunda olan tahıl dikim alanları bulunmaktadır. Yani bu konuda olay etnik çatışmadan çıkıp siyasi ve sosyal boyut kazanmaktadır.
Kuzey Kafkasya’nın etnik yapısının şekillenmesine bazı faktörler de etki göstermişlerdir. Bunlar;
a) Kuzey Kafkasya Rusya’nın oluşumda kalma sürecine göre en “genç“ bölgelerden birisidir,
b) Bölgenin konumu (Güney Kafkasya) ve onun Rusya’nın Güney Kafkasya ile ilişkilerinde özel statüsü bölgenin nüfus yapısına etki göstermektedir,
c) Etnik mozaik ki, bölgenin diğer özelliğidir ve nispeten küçük alanda farklı etnik grupların ve dil ailelerin komşuluğu Kuzey Kafkasya’nın önemini artıran bir unsurdur ve
d) Rusya’nın güney hatlarında yer alan Kuzey Kafkasya ülkenin Hazar ve Kara Deniz’e çıkışını sağlamaktadır.
Yüz yıllar boyunca Kuzey Kafkasya, dünyanın en büyük iki dinin temas bölgesidir (Hıristiyanlık ve İslam), bunların dışında bölgede Budizm (Kalmiklar) ve Musevilik (Yahudiler, Tatlar, Dağ Yahudileri) yer almaktadır. Son zamanlar bölgede Vahabizm’in yayılmaya başladığı görülmektedir.
Günümüzde Kuzey Kafkasya’nın etekleri Rusya’nın en sıkıntılı bölgelerinden birisidirler. Bu hem ağır ekonomik durum (nüfus artışın yüksek oranı, tarım alanların yetersizliği, sanayi gelişiminin yüksek olmaması), hem de Rusya’nın etnik gruplara yönelik milli siyaseti ile ilgilidir. Kafkas savaşları döneminde Rus idaresi bazı ulusları ya bölgeden göç ettirtti ya da denetimi elde tutmak için erişilmez dağ köylerinden ovalara ve ya tam tersine, boşalmış topraklarda Kozak yerleşim zincirini oluşturmak için ovalardan dağ eteklerine nüfus değişimini sağladı.
Bu uygulamalar Sovyet döneminde de devam etmiştir. 1920’lerde bazı Kafkas ulusları, (önce Kozaklar yerinden edilerek) ovalarda yerleştirildiler. Çoğu zaman bu alanlar, söz konusu ulusların, 19.yüzyıldaki eski topraklarıydı. 1930’larda ise nüfusu bin kişiyi aşan bazı Kozak köyleri tümü ile zoraki bir göçle ortadan kalkmışlardır.
Bilindiği gibi, 1943-1944 yıllarında SSCB’de bir grup ulus tümü ile doğu bölgelere göçe tabi tutuldu. Bunlar arasında Çeçenler, İnguşlar, Karaçaylar, Balkarlar ve Kalmuklar yer almışlardır. Boşalmış toprakların bir kesiminde Rus göçmenler yerleştirirken diğer alanlar çeşitli Kafkas ulusları arasında dağıtılmıştır. Bu işe söz konusu etnik grupların 1956-1957 yıllarda geri dönmesi sürecinde ve daha sonraki aşamalarda pek çok ihtilaflar meydana getirmiştir.
KAFKASYA’DA ORTAK BULUŞMA ZEMİNLERİ VE TÜRKİYE’NİN ROLÜ
Soğuk savaş sonrası dönemde, SSCB’nin çözülmesiyle birlikte Orta Asya ve Kafkasya’da jeopolitik bir boşluğun ortaya çıktığı görülmekte, buna bağlı olarak da bölgede gerilimli bir atmosfer yaratılarak etkinlik mücadelesinin yoğunlaştığı dikkati çekmektedir. Tarihte ilk kez, Avrasyalı olmayan bir gücün, bölgedeki etkinlikleri devam ede dursun, uzun dönemde Kafkasya ve Orta Asya’daki jeopolitik boşluğun doldurulmasında Avrasyalı güçlerin daha etken olacağı da yadsınamaz bir gerçek olarak ortadadır. Kimdir bu güçler? Bize ve pek çok araştırmacıya göre, bu bölgedeki baş aktörlerinden birisi Rusya, bir başkası Çin, diğer ikisi de Türkiye ve İran’ dir (Brzezinski, 1998, Davutoğlu, 2001 ve Hacısalihoğlu, 2001 ). Öteden beri bu bölgeye cografi yakınlığı nedeniyle etkin bir rol üstlenen bu ülkeler, ileriki dönemde de, belki de Avrasyalı olmayan güçlerin kontrolünde Kafkasya ve Orta Asya politikalarını yönlendireceklerdir. O halde özellikle Kafkasya’da desintegrasyondan bütünleşmeye gidecek yolda olmazsa olmaz ülkelerin hangilerinden oluşacağı sorunu ister istemez gündeme gelmektedir. Çin yükselen bir ekonomik güç olarak Orta Asya’da kontrolü üstlenmeye en yakın adaydır. Ancak Çin’in Kafkasya bölgesinde etkin bir rol üstlenebileceğini alana olan cografi uzaklığı nedeniyle yakın bir gelecekte iddia etmek pek mümkün değildir. Bu durumda Kafkasya’daki jeopolitik boşluğu doldurabilecek adaylar Rusya, Türkiye ve İran kalmaktadır.
Kafkasya’da Amerikan egemenlik mücadelesinin yoğunluk kazandığı son zamanlarda, bölgede etkinlik kurmak isteyen Rusya’nın İran ile belli noktalarda anlaşma zemini buldukları bilinmektedir. Söz gelimi, Rusya-İran ve Hindistan arasında Kuzey-Güney Koridoru anlaşması St. Petersburg kentinde Eylül 2000’de imzalanmıştır. Bu koridor aracılığıyla ticari mallar Hindistan’dan deniz yoluyla Basra Körfezi’ne, buradan demiryoluyla Enzelya limanına, sonra ise Hazar üzerinden Astrahan’daki Olya limanına ulaşacak, daha sonra da karayoluyla batıya aktarılacaktır (Aksiyon Dergisi, Sayı: 316, 2000). Rusya, soğuk savaş sonrasında ortaya çıkan Avrasya’daki jeopolitik boşluğu doldurmaya ve kuzey-güney ekseninde de yeni ittifaklara girişmeye çalışmaktadır. Ancak, Kafkasya’da böyle bir boşluğun doldurulmasında Rusya gibi aktör ülkelerin yanında bölgede yer alan diğer ülkelerin aldıkları davranış biçimleri de çok önemlidir. Çünkü, gerek Kafkasya’da ve gerekse Orta Asya’daki devletlerde yaşayanların Rusya’nın yanı sıra Türkiye’ye de yakın bir durumda olduklarını göz ardı etmemek gerekmektedir. Nitekim, bir Kafkasya ülkesi olan Azerbaycan ve Orta Asya ülkeleri olan Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da yapılan araştırma sonuçları bu konuda ciddi sonuçlar ortaya koymaktadır
Söz konusu Cumhuriyetlerde evlerde en çok konuşulan dil dikkate alındığında kendi etnik dillerinin dışında Rusça ikinci sırada yer almaktadır. Özbekistan’da en çok konuşulan dil ise Rusça’dır. Yine bu cumhuriyetlerde Türkçe az ya da çok anlaşılabilir bir dil olmaktadır. Araştırmanın en ilginç sonuçlarından birisi ülkenin kültürel gelişiminin sağlanması için öncelikli olarak ilişkiye girilmesi tercih ettikleri ülke sıralamasında ilk tercih ettikleri ülke Rusya olmakta bunu işe Türkiye izlemektedir. İran veya Çin ile ilişkiye girilmesini isteyenlerin oranının oldukça düşük olduğu gözlemlenmektedir. Araştırmanın çarpıcı sonuçlarından bir başkası işe bu ülkelerin Türkiye’ye oldukça fazla bir şekilde güven duymalarıdır (Kongar, 1998). Bu tablodan çıkarılacak en önemli sonuç bize göre şudur: Bölgede aktör olarak etkin bir rol üstlenebilecek, adeta olmazsa olmaz ülkelerden ikisi İran ya da Çin değil, Rusya ve Türkiye’dir. Bu durumda bölgede uzun dönemde jeopolitik boşluğun doldurulmasında Rusya ve Türkiye’nin yer almadığı herhangi bir oluşumun gerçekleşmeyeceğini, gerçekleştiği takdirde bunun kalıcı olmayacağının bilinmesi gerektiğidir.
Burada bir ikinci sorunun da yanıtlanması gerekmektedir. Acaba, Kafkasya’ da entegrasyona giden birlikte, hangi ülkeler yer almalıdır ve bunların entegrasyonunda ortak bir zeminin bulunup bulunamayacağıdır. Bize göre Kafkasya’daki bütünleşmede yer alacak ülkeler bu coğrafyada doğal olarak yer alan ülkeler olmalıdır. Bunlar Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan yanı sıra Rusya ve Türkiye’dir.
Kafkasya’daki entegrasyonda ortak zemin arayışları
Kafkasya’da desintegrasyondan entegrasyona giden yolda zeminin neler olabileceği konusuna girmeden önce, böylesi bir entegrasyona gerek olup olmadığı da kısaca açıklığa kavuşturulmalıdır. Enerji hammaddesi açısından zengin olan bölgeler çok hassas alanlardır.
Bu bölgeler çıkar çatışmalarının yoğunlaştığı ve hatta buralarda zaman zaman ve yer yer sıcak çatışmaların da yaşandığı görülmektedir. Nitekim, ham petrol kaynakları açısından önde gelen bölgelerden birisini oluşturan Orta Doğu’da yakın bir geçmişte yaşanan Körfez Savaşı bu durumun en belirgin örneğini oluşturmaktadır. Diğer taraftan, Orta Doğu ülkelerinde olduğu gibi, zengin ham petrol kaynaklarının bölge ülkelerine refah artışı getirmesi yerine, bu kaynakların silah alımına yöneldiği (Hacısalihoğlu, 2001, s.128), sıcak çatışmaların da bu nedenle desteklendiği düşünüldüğünde, Kafkasya’da böylesi bir entegrasyonun o bölgede bulunan ülkelere uzun dönemde yararlı olacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan, Kafkasya’ya cografi anlamda uzak ülkelerin bu alandaki etkinlikleri devam ederken, Rusya’nın da Kafkasya’nın etnik bölünmüşlük yapısını kullanarak eski etkinliğini burada tekrar sağlamak istediği de görülmektedir. İşte bu nedenle de Kafkasya’da bir entegrasyona bu gün eskisinden daha çok gereksinim bulunmaktadır. Kaldı ki, Türkiye açısından da Orta Asya’daki jeopolitik boşluğa uzanan yolun Kafkasya’daki ekonomik bir entegrasyondan geçtiği de açıkça ortadadır. Bu entegrasyon aynı zamanda AB karşısında Türkiye’ye yeni bir alternatif ve yeni bir denge unsuru sunmaktadır. Bu kısa durum değerlendirmesinden, Kafkasya’da böylesi bir entegrasyonun gerekliliğine değindikten sonra, Kafkasya’daki entegrasyona giden yoldaki ortak zeminlerin neler olduğu, başka bir ifade ile bölgedeki ortak zeminin durağan ve durağan olmayan faktörlerini irdeyebiliriz. Bize göre Kafkasya’da ki en önemli ortak zemin Kafkasya’nın değişmez coğrafyasıdır. Bu coğrafya aynı zamanda bizleri böyle bir entegrasyona geçişte hangi ülkelerin yer alması gerektiğini de açıklamaktadır.
Kafkasya kuzeyde Don nehri ağzı-Maniç çöküntüsünden başlayarak güneyde Kars yaylaları ve Aras Irmağına kadar uzanır. Batıda ise Azak Denizi’nin güneydoğusundaki Taman yarımadasından başlar ve doğuda Apseron Yarımadasına kadar uzanır. Bu sınırlar itibariyle Kafkasya bölgesi yaklaşık olarak 440 bin km’lik bir alan kaplar (Bingün, 1997) ve doğal bir coğrafi ünite olarak belirginlik kazanır. Büyük ve Küçük Kafkas dağlarının kuzeybatı ve güneydoğu yönünde kat ettiği bölge dağlık bir alandan meydana gelmektedir ve bu dağlık yapı bölgeye ünik bir yapı kazandırmaktadır. Dolayısıyla bu unsur yani dağlık yapı, bölge ekonomisine, ulaşımına, siyasi yapıya ve hatta kültürel yapıya da etki etmektedir. Bu coğrafi yapı ortak zeminlerin en önemlisidir. Bölgede şekillenen ulaşım yapısının kuzeybatı güneydoğu eksenli gelişimini bu doğal yapı belirlemiştir. Dağlık yapının egemenliğinin yer yer ufak etnik grupların belirli noktalarda toplanmalara neden olmuştur. Bu etnik yapı yönetimsel yapıda da etkisini göstermiş ve pek çok özerk cumhuriyet bu durumdan doğmuştur. Bu ve benzeri özellikleri çoğaltmak olanaklıdır.
Ortak buluşma zeminlerin bize göre ikincisi yine Kafkasya coğrafyasından, Kafkasya’nın konumundan kaynaklanmaktadır. Geçmişte olduğu gibi bugün de Kafkasya Orta Asya’nın batıya, kuzey bölgesinin de güneye açılan kapısı durumundadır. Azerbaycan ve Ermenistan batı pazarlarına havayolu dışında tek açılma noktası Gürcistan ve Türkiye topraklardır.
Küreselleşen ve pazar alanlarının giderek genişlediği dünyada batıya açılma bir zorunluluktur ve bu zorunluluğun yolu Azerbaycan, Ermenistan, hatta Rusya’nın Karadeniz’e ve Ege’ ye açılmaktan geçmektedir. İşte birincisinin kontrolündeki bu doğal yapı bölgedeki entegrasyonda ortak bir payda olarak ortadadır..
Kafkasya iklim koşulları açısından da doğal bir ünite karakteri taşımaktadır. Erzurum-Kars bölgesinin karasal iklim karakteri Türkiye sınırlarını aşarak kuzeydoğuya doğru Kafkasya’nın büyük bir bölümünü etkilemektedir. Karadeniz kıyı kuşağı nispeten daha ılıman bir iklim koşuları yaratırken, iç bölgeler, özellikle Ermenistan karasal iklimin egemenliğinde kalmaktadır. Bu iklimsel yapı Kafkasya ülkelerinde tarımsal açıdan da bir zenginlik oluşturmakta ve bu yapı bölgedeki ülkelerin birbirleriyle entegrasyonunu zorunlu kılmaktadır.
Rusya’nın Kafkasya’nın kuzeyindeki topraklarında gerçekleştirilen tahıl tarımı ve koyunculuk, Gürcistan’daki narenciye, çay ve özellikle bağcılık/şarapçılık faaliyetleri, Ermenistan’daki meyve tarımı ve Azerbaycan’daki pamuk tarımı Kafkasya’nın tarımsal zenginlikleri olarak değerlendirilmekte ve bu bölgedeki ülkelerin biri birini tamamlamaktadır. Kafkasya bölgesindeki söz konusu doğal ortam zeminlerinin dışında pek çok ekonomik, sosyal ve kültürel zemin de bulunmaktadır. Ekonomik zeminlerin en önemlisi Kafkasya ulaşım sistemidir. SSCB’nin bir mirası olarak bugün Kafkas bölgesi ulaşım sistemi tüm bölge ülkelerini birbirlerine bağlamakta, bu ülkelerin Karadeniz’e açılımlarını kolaylaştırmaktadır.
Kafkasya’da en önemli deniz ve kara yolları Hazar Denizini Karadeniz’e ve Kafkasya’yı da Moskova’ya bağlayan ulaşım ağı sistemidir. Bakü-Gence-Tiflis, Bakü-Tiflis-Kutaişi-Poti demir ve karayolu sistemi Kafkas bölgesinin can damarıdır. Aynı sistem, Tiflis kavşağını kullanarak hem Erivan, hem de Rostov üzerinden Moskova’ ya bağlanmaktadır. Var olan bu ulaşım ağı ortak bir buluşma zeminidir ve Kafkasya’daki ülkelerin siyasi gerginlikleri nedeniyle rantabl bir şekilde kullanılamamaktadır. Var olan bu sistemin gelişmiş bir deniz ve karayolu sistemi ile Türkiye’ ye bağlanması Kafkas bölgesindeki ekonomik ilişkileri güçlendirecek ve Kafkasya’nın batıya açılmasını kolaylaştıracaktır. Türkiye’nin de bu sisteme bağlanması Kafkasya’ya açılımını kolaylaştırdığı gibi Bakü üzerinden Hazar geçişi ile Türkmenistan ve Orta Asya’ya da ulaşımı sağlayacaktır. Kısaca Kafkasya koridoru bölge ülkeleri açısından önemli olduğu kadar Türkiye açısından da bir hayat damarı teşkil edecektir.
Kafkasya’daki önemli bir başka buluşma zemini bölgenin doğal kaynakları, özellikle de enerji potansiyelidir. Doğal kaynaklar başlı başına önemli bir jeopolitik unsurdur. İnsan yaşamı için vazgeçilmez olan doğal kaynaklar kalkınmanın yanı sıra siyasal üstünlüğün de önemli bir aracıdır. Dünyada günümüzde fosil yakıtlara dayalı enerji üretim ve tüketimi egemenliğini sürdürmektedir. Oysa fosil yakıtlar sınırlıdır ve ömürleri giderek azalmaktadır. Bu durum yeni enerji kaynaklarının önemini daha da arttırmaktadır. İşte bu nedenle de, 16-32.5 milyar varil ispatlanmış, 163 milyar varil ise, olası ham petrol rezervine ve yine 236-337 trilyon m3’lük doğal gaz rezervine sahip olan Hazar havzası hiç kuşkusuz yeni bir egemenlik mücadelesi alanı olmaktadır ve olacaktır. Özellikle, 3.6-12.5 milyar varil ham petrol rezervine sahip olan Azerbaycan, Kafkasya’da doğal kaynaklar açısından kilit ülke konumundadır. Orta Asya’nın kilit ülkesi ise 10-17.6 milyar varil ham petrol rezervi ile Kazakistan olmaktadır (DOĞAN, 2001, s.9-13).
Bu olanak bugün Kafkasya’nın bütünselleşmesinde önemli bir ortak paydadır, entegrasyon zeminidir. Bütünleşmemiş bir Kafkasya’da bu kaynaklar başka güçlerin mutlaka egemenliği altına girmesi anlamını taşımaktadır. Öte yandan bu güçlü doğal kaynak egemenliği bir ya da birkaç ülkenin tekelinde bulunan, yani yalnızca bulunduğu ülkeye katkı sağlayan bir güç unsuru değildir. Bu kaynağın mutlaka dış pazara açılması gerekmektedir. Pazara açılmak işe mutlaka komşu ülke ya da ülkelerin topraklarını taşma amaçlı olarak kullanmak demektir.
Dolayısıyla ortak bir güvenlik, ortak bir strateji birliğinin sağlanması zorunluluğu gün gibi ortadadır. Ayrıca, petrol ve doğal gaz kaynaklarının varlığı entegrasyonda bir fırsattır. Ulaşım, enerji, sanayi, tarım vb., gibi projeler kolaylıkla finanse edilebilecek durumdadır. Kafkasya bütünleşmesinde bir diğer önemli zemin Kafkasya’nın turizm potansiyelidir. Kafkasya’nın jeolojik özellikleri nedeniyle Kuzey Kafkasya’da özellikle Stavropol çevresindeki, Ermenistan’daki ve Azerbaycan’ın Kelbecer bölgesindeki termal turizm kaynakları çok önemli birer turizm merkezleridir ve Dünya turizminde de önemli olabilecek bir potansiyel oluşturmaktadırlar. Bu potansiyel aynı zamanda maden suları açısından da önem taşımakta ve geliştirilebilecek unsurlar olarak ortada durmaktadırlar.
Bütünleşmede bir diğer unsur ya da ortak zemin olarak Kafkasya’daki sanayi alt yapısı da önem arz etmektedir. SSCB döneminde planlı bir sanayileşme stratejisi her bir cumhuriyetin belli sanayi kollarında uzmanlaşmasına neden olmuş, SSCB dönemindeki bu olumlu ortam SSCB’nin dağılmasından sonra olumsuz bir duruma dönüşmüştür ve bağımsızlığını ilan etmiş ülkeler diğer ülkelerin ürettiklerine bağımlı kalmışlardır.
Kafkasya’da Gürcistan’daki demir-çelik, taşıt araçları (özellikle TIR), uçak sanayi, Ermenistan’daki elektronik-elektrik sanayi, ulaşım araçları sanayii, Azerbaycan’daki petrokimya sanayi büyük birer potansiyel arz etmektedirler. Kafkasya’da üzerinde durabileceğimiz önemli bir ortak zemin de bölgenin eski siyasi ve idari yapılanmasıdır. Kafkasya pek çok etnik gruplardan oluşmaktadır ve bu etnik gruplar SSCB’nin çatısı altında yaklaşık olarak 70 yıl birlikte yaşamayı başarabilmişlerdir. SSCB’nin bir cumhuriyeti veya özerk bölgesi olarak taslar yerine oturtulmuştur. Yapay ya da doğal bu etnik grupları bir arada tutan felsefe “sosyalist felsefe”dir. Bu felsefenin bitişi etnik azınlıkların da bağımsızlık mücadelesini arttırmıştır. Bu alanda bize göre 70 yıl süren birliktelik kazanılmış bir durumdur. Ortak bir paydadır. Taşların yerinden oynatılmasının hiçbir ülke ve hiçbir etnik azınlığa yararı dokunmayacaktır. Geçmişin “sosyalist felsefe”sinin yerini bugün bu ulusları bir arada tutacak yeni bir felsefe geliştirilmelidir. Bize göre de bu, “ekonomik felsefe”dir. Kafkasya’da bu ve benzer ortak zeminlerin sayısı arttırılabilecek durumdadır.
Kafkasya’daki entegrasyonda Türkiye’nin rolü
Kafkasya’daki bütünleşmede Türkiye’nin rolünün neler olabileceğini ortaya koymadan önce çok kısa olarak 1990 sonrası, soğuk savaş döneminin ardından Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya politikasına değinmek yerinde olacaktır. Çünkü Türkiye, Kafkasya bölgesinde toprağı olan bir ülkedir ve cografi olarak burasının ayrılmaz bir parçadır. Jeopolitik anlamda da Türkiye bu bölgenin merkezindeki ülkelerden birisidir ve oynayabileceği pek çok rol bulunmaktadır.
Türkiye strateji arayışında
Türkiye’de dış politika daha çok statükoyu koruma anlayışına dayanmaktadır Bu nedenle Türkiye soğuk savaş sonrası döneme hazırlıksız yakalanmıştır. Türkiye Kafkasya ve Orta Asya’ya dönük politikalarında önceleri Türklükten kaynaklanan, duygusal, korumacı, ağabeylik rolünü üstlenen bir durum sergilemiştir (Davutoğlu, 2001). Bu anlayış çerçevesinde de Kafkasya ve Orta Asya’ da özellikle Türki cumhuriyetlerle çok sayıda ikili anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmaların çoğu kültürel ilişkileri düzenlemeye ilişkin anlaşmalar olmuştur. Bu anlaşmalar çerçevesinde pek çok Türki öğrenci Türkiye’de eğitim görmüş, Türki Cumhuriyetlerde de yine eğitim veren kurumlar açılmıştır. Anlaşmaların bazıları da ekonomik içerikli olmuş, çok Sayıda Türk girişimcileri bu ülkelerde yatırımlar yapmışlardır. Ancak bu yatırımlar arzu edilen boyutlara ulaşamamış, Türkiye bu bölgedeki jeopolitik bir güç olarak etkinliğini ortaya koyamamıştır. Yakın bir geçmişe kadar Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya’daki hamasi yaklaşımlardan sonra içine kapanık, bölgedeki sorunlara karşı duyarsız bir yapı içine girmiştir. Ancak 11 Eylül sonrası, ABD’nin Orta Asya ve Kafkasya’da etkinliklerini arttırmasına paralel olarak Türkiye’nin de belli bir kıpırdanma sürecine girdiği görülmektedir. Bunun en somut örneği 29 Nisan 2002 tarihinde yapılan Trabzon zirvesidir.
Bu zirvede Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları toplanarak özellikle güvenlik politikaları çerçevesinde, terörle mücadele ve enerji gibi bazı konuları görüşmüşlerdir. Bize göre bu zirvenin jeopolitik bir anlamı da bulunmaktadır. Kafkasya ve Orta Asya ekseninde artan ABD etkinliklerine koşut olarak, daha önce de değinildiği gibi, Rusya dikey eksende İran ve Hindistan ile kuzey-güney koridoru anlaşmasını gerçekleştirmiştir. Türkiye’nin Azerbaycan ve Gürcistan ile böyle bir zirve gerçekleştirmesini, güvenlik, enerji ve siyasal alandaki görüş ve mutabakatların da ötesinde, Kafkasya’ya yeni bir açılım olarak değerlendirmek hiç yanlış bir algılama olmasa gerektir. Bu zirve bir bakıma da Rusya’nın dikey eksendeki girişimlerinin önünü kesmek, yatay yönde Ermenistan’ı da yalnızlığına terk ederek yeni bir eksen geliştirmek anlamını da taşımaktadır. Ancak sunu da burada hatırlatmadan geçemeyeceğiz; ABD ile Rusya Kafkasya’da ve Orta Asya’da “büyük oyun” hesaplarını terk etmedikçe bu bölgede, yani Kafkasya ve Orta Asya’da istikrar kurulmayacaktır (Kohen, Milliyet, 01 Mayıs 2002). İşte bu nedenle de, Kafkasya’da Rusya’yı ve Ermenistan’ı dışlamadan bölgesel bir bütünleşmeye gidilmelidir. Türkiye’nin bu konuda pek çok üstlenebileceği rol bulunmaktadır.
Türkiye Kafkasya’da bölgesel bir aktör olabilecek mi?
Türkiye Avrasya’nın ister bir köprü ülkesi olsun, isterse bir merkez ülkesi olarak kabul edilsin bu bölgede Rusya gibi, İran gibi aktör bir ülkedir. Coğrafyasıyla, ekonomik potansiyeliyle, kültürüyle ve siyasi yapısıyla bu böyledir ve böyle olarak da kabul edilmelidir.
Soğuk savaş sonrası dönemde zaman içinde ağabeylik yaklaşımla Avrasya’ya açılan daha sonra da içine kapanan Türkiye’nin bölgedeki jeopolitik boşluğu doldurmasında ciddi anlamda bir rol üstlenmesinin zamanı gelmiştir ve geçmektedir (YILMAZ, 1993). Türkiye’de bu potansiyel vardır. Yeter ki potansiyellerini harekete geçirebilecek cesareti kendinde bulabilsin. O halde nedir bu potansiyeller?
Bize göre birinci potansiyel Türkiye’nin liberal ekonomi deneyimidir. Kafkasya’nın Rusya dahil savaş sonrası ekonomik yaşamı çok güç koşullar altında yapılanmaktadır. 2000 yılı verilerine göre bölgedeki ülkelerin kişi başına satın alma gücü paritesi Rusya’da 7,700 $, Azerbaycan’da 3 bin $,Gürcistan’da 4 bin 600 $ ve Ermenistan’da 2 bin 900 $’dır. Mali piyasalar sıkıntılıdır. Özellikle güney Kafkasya cumhuriyetlerindeki ithalat ve ihracat tutarları çok düşüktür. Bu ülkelerin serbest dış pazara açılmaları gerekmektedir. Bu noktada kendilerine en yakın örnek Türkiye’dir. Türkiye’de ekonomi politikaları tüm yönleriyle başarılı olmamakla birlikte özellikle 1980 yılından beri, yaşadığı 1994 ve 2001 krizlerine karşın Türkiye ciddi bir ekonomik performans göstermektedir. 1980’lerden sonra liberal ekonomi politikaları yoğun bir şekilde izlenerek, ekonomideki kamu ağırlığının giderek azaltılması, karışmacılığın yerine teşvik edici politikaların ön plana çıkışı, döviz kurlarındaki uygulamalar, ithalat ve ihracattaki yaşanan serbesti, özelleştirme uygulamaları, gümrük birliği gibi uygulamalar Türkiye’nin Dünya piyasalarındaki rekabet gücünü arttırmıştır. Bugün itibariyle Türkiye’nin ithalat değeri, ihracat değerinin önündedir. Ancak, burada Türkiye’nin ithalatının özellikle Türkiye sanayi ve ekonomik alt yapısı için önemli girdilerden oluştuğu gözlenmektedir (Lesser/Fuller, 2000, s.18-19). Türkiye’de 2001 yılı krizi yaşanmasına karşın 2000 yılı verilerine göre SGP itibariyle milli gelir 459 milyar $’a ulaşmış ve bu değerle Türkiye dünyanın 17. büyük ekonomisi olmuştur (NTVMSNBC, 12 Mayıs 2002). Yine Türkiye 2000 yılında 7 bin 030 $’lık kişi basına düşen satın alma gücü paritesiyle Çin, Hindistan, Endonezya, Tayland ve İran’ı geride bırakarak 18. sırada yer almıştır. Bu ekonomik yapı Kafkas ülkeleri için bir şanstır. 2001 krizinin yaşanmış olması bile Türkiye ve Kafkas ülkeleri için bir deneyim olmuştur. Yeni çıkarılan yasalarla mali piyasalar güçlendirilmiş ve mali yapı daha liberal bir yapıya kavuşturulmuştur.
Günümüzde Türk müteahhitleri ve sanayicileri Kafkasya ve Orta Asya Cumhuriyetlerinde yeni yeni girişimlerde bulunmaktadırlar. Soğuk savaş sonrası dönemde Türkiye Avrasya’da arzu edilen seviyede olmamakla birlikte ciddi ekonomik açılımlar gerçekleştirmiştir. Türkiye’nin Rusya ile olan ticaret hacmi 2000 yılında 4 milyar$ civarında gerçekleşmiştir. Bir Kafkasya ülkesi olan Azerbaycan ile olan ticaret hacmi ise 2001 yılı verileri itibariyle 190 milyon $’a yaklaşmıştır (Avrasya Dosyası, 2001). Yine Türkiye’nin Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine sağladığı kredi tutarı 1999 itibariyle 1,5 milyar $ civarındadır. Ticaret hacmi işe yine 1999 yılında 1,5 milyar $’i asmış bulunmaktadır. 2 bin 500 civarında Türk şirketi Orta Asya’da ekonomik yatırım faaliyetlerinde bulunmaktadır. Bu şirketlerin buradaki yatırım tutarı Dışişleri Bakanlığı’nın verileri göre, 8,4 milyar $’i geçmiştir. Yalnızca Türk inşaat şirketlerinin Orta Asya’da üstlendiği işlerin toplam bedeli 4 milyar $’i aşmıştır.
Özellikle Azerbaycan’da değişik sektörlerde yaklaşık olarak 600 Türk şirketi faaliyet göstermekte ve bu şirketlerin yatırım tutarının da
1.5 milyar $ civarında olduğu tahmin edilmektedir (Doğan, 2001, s.117-118). Görüldüğü gibi Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ekonomik bir entegrasyona çoktan girmiştir. Hatta, Amerika, Avrupa ve Japonya gibi yabancı yatırımcılar için de Türkiye, bu bölgede ortaklıklar kurulabilecek bir üs ülke konumuna ulaşmış bulunmaktadır (Lesser/Fuller, 2000, s.21).
Türkiye’nin Kafkasya’daki bütünleşmede sahip olduğu önemli potansiyellerden bir diğer konu Türkiye’nin siyasi deneyimidir. Türkiye’nin laik ve demokratik sistemi, uzun bir tarihsel geçmişi, kültürel birikimleri, batılı çağdaş değerleri Kafkasya için önemli bir model oluşturmaktadır. Türkiye içinde bulunduğu coğrafyada uzun ömürlü bir siyasal geçmişe sahip olmuştur. Aynı zamanda Anadolu, Mezopotamya’da 12 bin yıl önce ortaya çıkan tarım kültürünün Avrupa’ya yayıldığı bir alan olmuştur. Pek çok medeniyet bu topraklarda gelişmiştir. Kısaca Anadolu bir medeniyet merkezi olmuş ve Türkiye’nin içinde bulunduğu topraklar Dünya’nın kavşak noktalarından birisini oluşturmuştur. İşte bu durum kendine özgü ayrı bir siyasi kültürün bu coğrafyada yeşermesine yol açmıştır.
Tüm bu olumlu koşullara karşın bu gün Türkiye’de hala siyasi kimlik yerine oturmamıştır. Dünya konjonktüründe olduğu gibi Türkiye’de de siyasal kimlik zaman zaman yeniden tartışılmakta ve ortak bir zemin aranmaya gayret edilmekte ve bu süreç içinde de farklı yönlere çekilmek istenmektedir. Nitekim Türkiye’de çağdaş düşünürlerin bir kısmı ikinci cumhuriyet tartışmalarını gündeme getirir, Türkiye’nin daha Avrupalı, daha çağdaş bir yapıya kavuşmasını isterlerken, hiç de azımsanamayacak bir gurup Türkiye’nin çıkarlarının Orta Asya’da olduğunu ileri sürmektedirler. Ve yine bazı gruplar ise Türkiye’nin yönünü doğuya, yani İran ve Orta doğuya çevirmesi gerektiğini savunmaktadırlar (Brzezinski, 1998, s. 121- 122). Hatta Türkiye’de bazı çevreler tarafından üniter devlet yapısı, başkanlık sistemi, kültürel ve etnik kimlik v.b gibi olgular bile zaman zaman tartışma konusu yapılmakta ve belirgin olmayan kaotik bir durum yaratılmaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemde yaşanan bu gelişmeler Türkiye siyasetinin kaygan bir zemine oturduğunu göstermekte ve içinde bulunduğu bölgede siyasal bir aktör olarak rolünü iyi oynamasını engellemektedir. Ancak, bu duruma karşın Türkiye’nin kendisine özgü yapısı tüm dengelerin üzerinde kurulmuş ve kurumsallaşmış bulunmaktadır. Türkiye’nin siyasi ve kültürel yapısı ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin daha istikrarlı ve daha az çeşitli siyasi kültüründen farklıdır. Bununla birlikte bu ülkelerde bazı aşırı uçların siyasal bir sistemde nasıl devre dışı kaldığına da tüm dünya ulusları çok yakın bir geçmişte tanık olmuşlardır. Diğer taraftan, Türkiye’deki siyasi kültürün hiçbir zaman, kabile kültürü olan, krallık ve totaliter birer durum yansıtan Orta Doğu kültürüyle bağdaşmadığını da hatırlamak gerekmektedir (Davutoğlu, 2001, s.79-80). Aynı şekilde tüm dünyadaki siyaset yapıcıları, bir zamanlar dünyanın peşinden koştuğu ve uğruna binlerce insanın can verdiği hem siyasi hem de ekonomik yegane bir sistemin nasıl bir çöküş içine girdiğini de akıldan çıkarmamak durumundadır.
İşte Türkiye’deki uzun bir tarihsel geçmiş, farklı kültürlerin içinde bulunduğu coğrafyada yoğrulan siyasal kültür adeta bir laboratuar zenginliği kazanmıştır ve bu zenginlik Kafkasya için eşine az rastlanır bir model olma özelliği taşımaktadır. 1950’li yıllarda tek partili sistemden çok partili sisteme geçişte yaşanan sancılar bile Türkiye’yi ciddi bir etnik çatışmaya sokmamış, SSCB’nin dağılmasından hemen sonra bağımsızlıklarına kavuşan Kafkasya toplulukları ise içsel çatışmalarla karşı karşıya kalmışlardır. Bunun yaşanmasındaki en temel neden, etnisiteye dayalı, arkaik bir siyasi-kültürel yapıdır. Çünkü Kafkasya’da küçük ya da büyük her bir etnik grup iktidar olmak istemektedir. Etnik fanatizm pek çok Kafkas topluğu için vazgeçilmez bir unsurdur. Bu durum ulusal bir gurur meselesi olmuştur. Siyasi arenada yer alan politikacıların beslendiği en önemli unsur da budur ve tüm kurgular bu noktada yoğunlaşmaktadır. İktidarlık mücadelesinin ekonomik kaygıları ayrı bir sorun olarak ortadadır. Bu noktada da Türkiye içinde bulunduğu alan itibariyle bir istikrar adasıdır ve Türkiye’nin bu deneyimlerinden yararlanılmalıdır.
Türkiye Kafkasya için bir çıkış, bir açılım noktasıdır. Türkiye’nin coğrafi konumu bu rolü sağlayabilecek niteliktedir. Geniş açıdan bakıldığında, jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik bakımından Türkiye’nin Avrasya’da bir merkez ülkesi konumunda olduğu görülmektedir.
Kuzey-güney doğrultusunda da gerek Kafkasya’dan ve gerekse Balkanlar’dan Avrasya’nın güneye açılımını sağlayan bir köprü olduğu kadar, Anadolu yarımadası doğu-batı ekseninde de bir geçiş ve bir kontak alanıdır (Davutoğlu, 2001, s.116). Bu coğrafi yapı Türkiye’ye ayrı bir jeopolitik anlam kazandırmaktadır. Tarih boyunca olduğu gibi soğuk savaş dönemi sonunda da bu coğrafi özellik Türkiye’ye Avrasya ekseninde bir merkez ülke olma konumu sağlamaktadır. Bu bir avantajdır ve statükoyu korumak yerine dinamik açılımlar için kullanılabilecek artı bir değerler bütünüdür.
Türkiye Kafkasya bölgesinin de ayrılmaz bir parçasıdır. Kafkasya güneyden Aras vadisi ile sınırlandırılmakta ve volkanik yapıdaki Kars-Erzurum yaylası Kafkasya’nın bütünlüğünü tamamlayan doğal bir ünite oluşturmaktadır. Bu doğal yapı, Türkiye’nin Kafkasya ülkeleri üzerinden doğuya açılımında anahtar rolünü üstlenirken, Türkiye de Kafkas ülkelerinin batıya erişimini sağlayan bir kapı olmaktadır. Türkiye’nin kuzey doğusundaki Gürcistan ve Ermenistan ile arasındaki sınırlar Kafkasya’nın batıya açılma hattını oluşturmaktadır. Bu çevrede geliştirilebilecek pek çok olanaklar bulunmaktadır. Özellikle yeni geliştirilecek ulaşım ve enerji nakil hatlarının Türkiye üzerinden batıya ulaştırılması kaçınılmaz bir coğrafi zorunluluk olarak ortadadır. Bakü-Ceyhan ham petrol boru hattı bu coğrafi zorunluluktan ortaya çıkmıştır. TRACECA ulaşım projesinin geliştirilmesi yine bu coğrafyanın zorunlulukları arasındadır. Kafkasya’da gerek ulaşım ve gerekse enerji hatları alanında gerçekleştirilebilecek, Trabzon-Erivan-Bakü-Türkmenbaşı (Krosnovodsk / Türkmenistan) ulaşım hattı projesi, Tengiz-Bakü-Ceyhan petrol ve doğal gaz hattı projesi, Kuzey Osetya’dan Tiflis’e uzanan Gürcü Askeri Otoyolu ulaşım hattı projesi (CEPS, 2000) ve Tiflis- Erivan ulaşım hattı projesi gibi pek çok yeni olanaklar bulunmaktadır. Bunların ekonomik getirileri Kafkasya ekonomisi için hayati bir durum arz etmektedir.
Türkiye’nin Kafkasya’daki entegrasyondaki ekonomik fırsat ve olanaklardan bir diğeri GAP projesi uygulamasındaki başarısıdır. 1970’li yıllarda Fırat ve Dicle nehirlerinden sulama ve enerji üretimine dayalı olarak hazırlanan GAP, 1980’li yıllarda çok sektörlü sosyo-ekonomik bir bölgesel kalkınma projesi haline gelmiştir. Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır, Adıyaman, Siirt, Mardin, Batman ve Şırnak illerini kapsayan bu proje sulama, hidroelektrik enerji üretimi, ulaştırma, tarım, kırsal-kentsel altyapı, ormancılık, eğitim ve sağlık gibi sektörlerden oluşan bir projedir. Toplam olarak 32 milyar $ yatırım tutarı olan entegre bir projedir. Proje bütününde 22 baraj, 11 hidroelektrik santralı yer almakta ve 1.7 milyon hektar alanda sulama yapılmasını öngörmektedir. Sulama projeleri tamamlandığında bölgedeki ekonomik gelir yaklaşık olarak 5 kat artacaktır. Bu 3,5 milyon insana yeni iş olanağı demektir (TÜBİTAK, 2001, s.48-55). İşte Türkiye’nin engin bir birikim ve deneyimi sayesinde başardığı bu proje, bir Kafkas bölgesi entegre projesi haline dönüştürülebilirse bölge ülkelerinin ekonomik alanda da dünyaya entegrasyonunu kolaylaştıracak ve bölge halkı ekonomik refah ve barış içinde bu projesine sahip çıkacaklardır.
Türkiye’nin Kafkasya’da rol oynayabileceği konulardan bir diğeri de Türkiye’deki yeni sanayi odaklarının gösterdiği başarılı gelişmelerdir. Bilindiği gibi Türkiye İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana vb. gibi geleneksel sanayi mekanlarının yanı sıra özellikle 1980’li yıllardan sonra Anadolu’nun değişik yerlerinde yeni yeni sanayi mekanları oluşturulmaya başlamış ve bu iller gelişme hızları itibariyle pek çok ili geride bırakmışlardır. Bu illerin bazıları Gaziantep, Denizli, Çorum, Konya, Eskişehir, Kayseri, Afyonkarahisar ve Kahramanmaraş’tır. Bu iller yerel dinamiklerini en uygun bir şekilde kullanarak hızlı bir şekilde sanayileşme performansı sergilemişlerdir. Bu illerin sanayileşme başarısındaki anahtar, organize sanayi bölgelerinin oluşturulması ve sanayi kuruluşlarının KOBİ (Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler) şeklinde yapılandırılmış olmalarıdır (Mutluer, 2002). Soğuk savaş sonrası dönemde SSCB’nin hantal ve dünya piyasa koşullarına ayak uyduramayan ve bu nedenle de sektörlerdeki üretimleri büyük ölçüde duran Kafkasya ülkelerindeki sanayi kuruluşlarının özelleştirilmesinde ve bunların Organize Sanayi Bölgeleri kurularak rehabilitasyonunda Türkiye’nin gerçekten önemli bir rol üstlenebileceği kanısındayız.
Türkiye’nin Kafkasya Bölgesi ülkelerine sağlayabileceği bir diğer önemli katkı ise eğitim alanında gerçekleştirebileceği kanısındayız. Nitekim, SSCB’nin dağılmasından sonra yaklaşık olarak 10.000 civarında öğrenci Türkiye’de eğitim görmüş ve bir kısmı da halen eğitimlerine Türkiye üniversitelerinde devam etmektedirler. Türkiye’nin sahip olduğu kültürel bilgi birikiminin Kafkasya ülkeleri için çok önemli olabileceğini düşünüyoruz.
Yukarıda çeşitli faktörler doğrultusunda Kafkasya’da desintegrasyondan entegrasyona geçişte ortak pek çok zemin bulunduğu ve bu entegrasyonda da Türkiye’nin tecrübelerinin ve rolünün neler olabileceği tartışılmıştır. O halde çalışma kapsamında yanıt aranması gereken tek bir soru kalmıştır. O da nasıl bir entegrasyon olduğudur.
Nasıl bir entegrasyon?
Kafkasya’nın entegrasyonunda düşündüğümüz sistem “Kafkasya Ekonomik İşbirliği ve Proje Alanı”dır. Burada Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan doğrudan yer alan ülkelerdir.
Türkiye ve Rusya ise Kafkasya bölgesindeki alanlarıyla bu entegrasyonda yer alabileceklerdir. Söz konusu alanlar, Rusya’nın Kuzey Kafkasya’da kalan toprakları ile Anadolu’nun Erzurum-Kars yaylaları olarak adlandırılan alanıdır. Burası GAP benzeri, DAP proje alanının (İsbir, 2002) Kafkasya ile bütünleşmiş bir şeklidir. Alt ve üstyapısıyla bütünleştirilmiş, tüm ekonomik sektörleriyle planlanmış entegre bir yaklaşımdır. Genel anlamda ortak güvenlik şemsiyesi altında, ortak yatırımların, büyük ulaşım, altyapı, enerji projelerinin planlanıp uygulandığı, serbest bir ulaşım ve serbest bir pazarın olduğu bir sistem düşünülmektedir. Siyasal bir bütünleşme olarak algılanmamalıdır. Kafkasya’da oluşacak bu çekirdek ekonomik kalkınma ve iş birliği bölgesi zaman içinde giderek genişleyebilecektir.
Genişlemede ilk etap komşu ülkeler olmalıdır. Bunlar kuzeyde Ukrayna, doğuda Orta Asya ve güneyde İran ve Orta doğu açılımıdır. Uzun dönemli hedef budur. Böylece, jeoekonomik açıdan da kendi içinde belli bir bütünlük arz eden, Kafkaslar, Doğu Anadolu ve Körfez bölgesi, yani Davutoğlu’nun deyimiyle, Kuzey Kafkasya’dan Ortadoğu’ya uzanan ve Doğu Akdeniz hattını kapsayan Kuzey-Ortadoğu jeopolitik alanı bütünleştirilmiş olacaktır. Çünkü, Kuzey-Ortadoğu jeopolitik ve jeoekonomik bölgesi Azerbaycan’ın petrol kaynakları, Doğu Anadolu’nun su ve Kuzey Irak’ın petrol zenginlikleriyle zaten belli bir bütünsellik oluşturmaktadır. Bu alanları birbirinden ayrı düşünmek olası değildir (Davutoğlu, 2001, s.128-129).
1959 yılından beri girme mücadelesi verilen ve bir türlü gerçekleşemeyen AB üyeliği karşısında Türkiye’nin tek açılımı ve tek şansı budur. Bu açılımın yolu da Kafkasya’dan Ortadoğu’ya, yeni bir bölgesel bütünleşme yaratılmasından geçmektedir. Batı Asya’nın coğrafyası ileriye dönük bütünleşmeyi zorunlu kılmaktadır. Böylece Türkiye AB kapılarında yalvaran değil, kendi onurunu kendi imkanlarıyla kazanmış bir ülke konumuna erişebilecektir.
Bu Türkiye’nin Balkanlar, Ege, AB politikalarından vazgeçme anlamında da algılanmamalı, çok yönlü fakat statükoyu koruyan değil, aktif, üretken, stratejik derinliği olan bir açılım olarak değerlendirilmelidir.
SONUÇ
1) SSCB çöktükten sonra Rusya federasyonu yeni ulusal güvenlik stratejilerini yeniden oluşturmaya başlamıştır. Ülke komünizm sonrasında farklı ideolojilere ihtiyaç duymaktadır. Oysa, bu oldukça zor bir iştir. Bir taraftan Rusya Federasyonu kendi içinde oyunun yeni kurallarını belli etmektedir. Diğer taraftan ise, eski SSCB müttefikleri ile farklı temaslar kurmaktadır. Bu açıdan bazı akademik çevreler, Kafkasya’nın Rusya için post-Sovyet mekanında yeni jeopolitik davranışlar konusunda bir uygulama poligonu gibi kabul edilmesinin tavsiyesinde bulunmaktadır. Fakat burada “eski Rus hastalığı” yeniden kendisini göstermektedir. Yani bir şey yapmamak ve beklemek gibi. Bu fikir tüm analitik dosyalarda yer almaktadır. Amaç, Kafkasya’daki etnik gruplara, kendi gözlerini yeniden Rusya’ya çevirmelerini sağlamaktır. Böylece etnik gruplar tarafından Rusya, kurtarıcı bir güç olarak kabul edilecektir. Ancak işin ilginç tarafı, sürenini hiç belirginleşmemiş olmasıdır.
2) Soğuk savaş sonrası dönemde Avrasya’da jeopolitik bir boşluk oluşmuştur. Bu boşluğun doldurulmasında Avrasyalı olmayan bir güç tüm etkinliğini sürdürmektedir. Ancak, Avrasya’da böylesi bir boşluğun doldurulmasında asıl aktör rolünü oynayabilecek ülkeler cografi anlamda bu alana yakın olan ülkelerdir. Bu ülkeler Rusya, Çin, Türkiye ve İran’dır. Özellikle, Kafkasya ve Orta Asya’da jeopolitik boşluğu doldurabilecek ya da burada etkin olabilecek, adeta olmazsa olmaz iki ülke Rusya ve Türkiye’dir.
3) Kafkasya ve Orta Asya’daki ülkeler SSCB’nin çözülmesinden sonra çok ciddi ekonomik sıkıntı içine girmişlerdir. Ekonomik sıkıntılar bu gün de devam etmektedir ve bölgede siyasal sıkıntıları da beraberinde sürüklemektedir. Özellikle, Kafkasya’daki etnik bağımsızlık mücadeleleri, temelinde ekonomik sıkıntıları barındırmaktadır. Bu durum bir sarmal oluşturmakta ve tüm sorunların çözümünü daha da güçleştirmektedir.
4) Kafkasya’da çözülmenin ardından yeni bir ekonomik entegrasyonu gitmek bölge ülkelerinin geleceği açısından zorunlu görünmektedir. Bu bölgede söz konusu entegrasyon için pek çok ortak zemin bulunmaktadır. Kafkasya’nın coğrafyası, ekonomik özellikleri, ulaşım sistemi, geçmiş siyasal yapısı bu ortak buluşma zeminlerinin bazılarıdır.
5) Türkiye, Kafkasya’da entegrasyona giden yolda önemli bir rol üstlenebilecek durumdadır. Türkiye’nin uzun bir tarihsel geçmişi, siyasi ve kültürel yapısı, liberal ekonomi politikaları Kafkasya bölgesi için yeni birer fırsat ve olanaklar olarak algılanmalıdır.
6) Kafkasya’da gidilecek bir entegrasyon siyasal bir bütünleşmeden çok, ekonomik bir işbirliği ve ortak yatırım alanıdır. Burada yer alabilecek ülkeler Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan gibi Kafkasya bölgesi ülkeleriyle, Rusya ve Türkiye gibi Kafkasya’da toprağı bulunan ülkelerden oluşmaktadır. Zaman içinde bu çekirdek proje alanı genişleyerek Kafkasya’dan Ortadoğu’ya uzanan bir yeni yapılanma alanı oluşabilecektir. Bu oluşum AB karşısında Türkiye’nin yeni bir alternatifidir.