Ali İhsan Aksamaz
1984’ten günümüze kadar, resmî tarih tezlerinin gölgesi dışında yapılan çalışmalar Lazların Güney Kafkasya ve Güneydoğu Karadeniz bölgesinin yerli halklarından birisi olduğunu ortaya çıkarmıştır. Tarihsel olarak toplu yaşadıkları bu bölgeler önce imparatorlukların sonra da emperyalistlerin çatışma alanı haline gelmiştir. Bütün bu çatışmalar, hem Lazların yaşadıkları coğrafyaları hem de tarihlerini şekillendirmiştir. 2. yüzyıl tarihçisi Arrianus zamanında Lazlar, (günümüzde Abkhazya sınırları içinde kalan) Sokhumi’den başlamak üzere Trabzon’a kadar olan bölgede yaşamaktaydı. Roma/ Bizanslıların “Laz” dedikleri bu halkı Gürcüler ve Abkhaz-Abazalar “Megrel” olarak adlandırır. Günümüzde büyük çoğunluğu Türkiye’de yaşayan Lazlar 1461’e kadar Trabzon Krallığı yönetimindeki “Lazia Teması”nda yaşamaktaydı. “Rum” yönetimiyle çatışma içindeydiler. Bu durum, Lazları Osmanlıların doğal müttefiği haline getiriyordu. Trabzon Krallığının Osmanlıların eline geçmesinden sonra da Lazlar özerkliklerini koruyabilmiş ve yerel derebeylerinin yönetiminde yaşamışlardır. Bu özerklik, görünürde Hıristiyan, özde Pagan olan Lazların süreç içinde İslâmiyet’i kabul etmelerinde kuşkusuz önemli bir faktör olmuştur. Osmanlı yönetimindeki Lazistan Sancağı’nda yaşayan Müslüman Lazlar 19. yüzyıldaki Osmanlı-Rus Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Müslüman Osmanlı Devleti’ne tam bir bağlılık gösterdiler. Osmanlı Devleti’nin, Çarlık Rusyası karşısındaki her yenilgisi, Müslüman Lazları kitlesel göçlerle yüz yüze bıraktı. Marmara bölgesindeki günümüz diasporası Osmanlı-Rus savaşları sorucunda ortaya çıkacaktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından, Türkçe’nin resmî dil ve lingua franca olmasının yanında, Lazca gibi “konuşanları sayıca (görece) az diller” veya “yerel diller”in varlıklarını sürdürmeleri ve kurumsallaşmalarının, uluslaşma önünde bir engel teşkil edeceğini düşünen CHP’nin Tek Parti yönetimi, konuşulmalarını bile yasaklayarak bu dillerin konuşanlarının sayısının her geçen gün azalmasını amaçladı. Dönemin resmî ideolojisi, diğer etnik gruplar gibi Lazların da geleceklerini şekillendirmeye çalışmakla kalmamıştır. Resmî tarih tezleriyle de geçmişlerini gelecekleriyle uyumlu bir hale getirmek için olağanüstü bir çaba harcamıştır. Lazca gibi “yerel diller”in konuşulma alanları ev içiyle sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Bu konuda Manisa Mebusu Mehmet Sabri Toprak’ın 1938’de verdiği kanun tasarısı çarpıcı bir örnek oluşturur. Lazca’nın konuşulduğu yörelerdeki okullarda “Temizlik ve İntizam Kolu”, “Kızılay Kolu” gibi “eğitsel kollar”ın yanında “Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolları” da oluşturulur. Lazca konuşan öğrenciler şiddet ve baskılara maruz kalır. Lazca konuşanlara belediyeler bile “ceza kesme yetkisi”ne sahiptir. CHP’nin 9. bürosu tarafından “İkinci Dünya Savaşı yılları”nda hazırlanan raporu irdeleyen Rıdvan Akar, Lazlara yönelik “tasarılar hakkında, “Lazların sınır boylarından iç kesimlere kaydırılması, toplu yaşamalarına engel olunmasının, bunun mümkün olmadığı hallerde en zengin ve verimli köylerden başlayarak buralara yüzde 50 oranın da Türk yerleştirilmesinin ve okullar açılmasının” önerildiğini belirtir.
Tek Parti yönetimi, günlük hayatı sürdürmeye yönelik “nafaka ekonomisi ilişkileri”nin hâkim olduğu Lazca’nın tarihsel konuşulma coğrafyasında ulusal sanayinin kapitalist üretim ilişkileri ve kurumlarını geliştiremedi. Yerel üretim ilişkilerini tasfiye edemedi. Bu sebeple de dilsel ve kültürel farklılıkları “doğal” bir yok oluş sürecine sürükleyemedi. Bunun yerine yerel üretim ilişkilerini değil; ama, dilsel ve kültürel farklılıkları “doğal” olmayan bir yolla, yani resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle ortadan kaldırmaya çalıştı. “Doğal” bir yok oluş sürecinin başlayabilmesi için ellili yılların gelmesi, çay tarımının yörede yaygınlık kazanması gerekecektir. Çay tarımının yörede yaygınlık kazanması ve piyasa ilişkilerinin seyyâniyeti arttırarak yörenin başka bölgelerle entegrasyonunu geliştirmesiyle birlikte yaşanmaya başlanan “doğal” yok oluş süreci, izleyen dönemde radyo, TV vb. kitle iletişim araçlarının da yaygınlaşmasıyla hız kazanır.
Soğuk Savaş yılları sona ererken Lazlar açısından üç önemli gelişme yaşanır. Bunlardan ilki, Batı Almanya’da yaşayan Laz gençlerinin de içinde yer aldığı “Lazebura Çalışma Grubu”nun oluşmasıdır. Bu grup, Sovyetler Birliği Lazlarının kültürel hakları iptal edilmeden önce kullandıkları (1929-1937) Latin alfabesine dayanan Lazca alfabeden çok az farklılıklar taşıyan yeni bir Laz alfabesini 1984’te Lazca metinlerle birlikte yayımlar. Alfabenin Türkçe de yayımlanan sunuş bölümündeki şu ifadeler dikkat çekicidir: “Lazca alfabenin açıklanmasının asıl amacı, dilsel ve kültürel gelişmeye yardımcı olmaktır. Tek tek dillere karşı saygı göstermek ve değer vermek, bugün eski Türk ve İslâm geleneklerinin derinliklerinde bulunmaktadır. Bunun en güzel örneğini şu atasözü vurguluyor: Bir lisan, bir insan. O halde: İki lisan, iki insan denebilir […] Binlerce seneden beri kuşaktan kuşağa ulaşan Lazca, artık yazı dili olarak da Türkçe ile birlikte gelecek kuşaklara aktarılsın! Lazuri Nena va ğurasen. İnşallah!”
Lazebura Çalışma Grubu, alfabenin ardından Nananena adlı ders kitabını (1991) ve Lazuri Ambarepe adlı Laz kültür dergisini yayımlar (1992). Gerek Lazca alfabenin sunuş yazısında ve gerekse de diğer yayınların içeriğinde “siyasî” anlamda tek satır yoktur. Özellikle vurgulanan Lazca’nın yaşamasıdır. Bu dönemi Neal Ascherson: “…Önce alfabe geldi. Buradan başlanması gerekiyordu. […] Metin kitapları sayfa sayfa fotokopiyle çoğaltılıyordu. Okuldan sonra gayriresmî derslerde Laz öğrenciler tarafından gizlice kullanıldıkları haberleri geliyordu. Orada burda birkaç Laz öğretmen bu fikri benimsiyor ve risk almaya hazırlanıyordu. Halen gelişim çok küçüktü ama başlamıştı…”diye anlatır.
Soğuk Savaş yıllarının sonlarına doğru Lazlar açısından yaşanan ikinci önemli gelişme, Sarp Sınır Kapısı’nın 1988’de açılmasıdır. Böylece Sovyetler Birliği ve Türkiye Lazları yeniden ilişki imkânı bulurlar.
Üçüncü önemli gelişme, Gürcüstanlı iki Laz’ın yıllar önce yazdıkları Lazların Tarihi adlı kitabın Türkiye’de yayımlanmasıydı. Sovyetler Birliği yönetiminde şekillendirilen “Gürcü resmî tarih tezleri”ni aktaran bu kitap eksikliklerine, yanlışlıklarına rağmen, Lazları tarihlerini araştırmaya itmesi bakımından önemli bir yayındır.
Bu süreçte dil ve kültürlerinin hızla bir yok oluşa gittiğini gören bir grup Laz aydın arayışa girer. Lazca’nın tarihsel olarak kullanıldığı yörede bir grup genç insan bir “Laz Kütüphanesi” kurmayı planlar. Ayrıca bir de “Laz Kültür Merkezi” oluşturma düşünceleri vardır. Bu çabaları açık bir biçimde yasaklanmamasına rağmen, yetkililerin tutumu nedeniyle başarılı olamazlar. Bir “Laz Vakfı” veya “Laz Enstitüsü” kurma fikri İstanbul’da yaşayan çeşitli yaş, meslek ve siyasî görüşten Laz arasında da etkili olur. Bir “girişim komitesi” oluşturulur ve kendisini basın yoluyla deklare eder: “…Biz, dil, kültür ve ulusal demokratik haklar diyebileceğimiz haklarımızı almak istiyoruz. Bunun dışında amacımız ayrışmak değil. Yine birlikte olmak. Ama kendi kimliğimizi muhafaza edip gönüllü birliği sağlayabilmek. Onun haricinde bir başka amaç taşımıyoruz…” (Aktüel, 8-14 Ekim 1992).
Girişim Komitesi’nin çabaları dikkat çeker. Vakıf kurma çalışmaları sırasında “Bölücülük mü yapıyorsunuz?”, “Devlet mi kuruyorsunuz” gibi şüphelerle karşılaşırlar. Girişim Komitesi, Cumhuriyet’teki mülâkatlarında Anadolu’da her zaman var olduklarını vurgularlar: “Bizler ne Ermeniyiz, ne Pontusuz, ne Gürcüyüz, ne Türküz. Bizler Lazız. Ve yaşamımızı böyle de sürdüreceğiz” (19.01.1993).
Girişim Komitesinin bu açıklamaları, 19.10.1983 tarih ve 2932 sayılı, “Türkçeden Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkındaki Kanun”un değiştirildiği bir döneme denk düşmektedir. Buna karşılık, Bugün Gazetesi’nin bu girişimi sunuş biçimi, resmî ve milliyetçi ideolojinin yaklaşımını örnekler. Gazete, Komite’yle ilgili haberini şu başlıkla verir: “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu dönemde çatlak bir ses: ‘Türk değil Laz’ız!” Spota çıkartılan “ifadeler”den biri de şudur: “…Biz ne Gürcüyüz, ne Ermeniyiz ne de Türk’üz…” (31.01.1993). Bugün gazetesi, bir hafta boyunca bir hedef gösterme kampanyası yürüterek Türk milliyetçisi “duyarlı kesimler”in tepkilerini Laz Vakfı Girişim Komitesi’ne yöneltmek ister. Soğuk Savaş yıllarının sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan kısmî özgürlük ortamında Türkiye’deki resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerini sorgulama imkânı doğarken, Lazların “Gürcü”/ “Kartveli” veya “Pontus’lu”/ “Rum”/ “Yunanlı” olduklarını iddia eden diğer resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri de etkili olarak hem kafaları karıştırmaya hem de Lazların dil ve kültürlerini yaşatmaya yönelik çabalarını provoke etmeye çalışır.
Bütün bu engelleyici çabalara rağmen, 1993 Kasım’ında Ogni Dergisi yayın hayatına başlar. “Çıkarken” başlıklı makalede şu görüşlere de yer verilir: “…Lazların da var olmak, kimliklerini yeniden ve çağdaş bir içerik ile kazanmak ve korumak, özgür ve korkusuzca yaşamak hakları vazgeçilmez bir doğal hak olarak kazanılmayı beklemektedir […] OGNİ Anadolu mozaiğinin parçası olan Lazların dili, tarihi, edebiyatı, folkloru, müziği, sosyolojisi, etnografyası, arkeolojisi, coğrafyası ve diğer; bilim, kültür, sanat, araştırma, tanıtm ve yeniden inşâ için yayın faaliyetiyle evrensel kültüre katkıda bulunurken diğer yandan Kafkas ve Anadolu’da yaşayan halkların ortak sesi, bölge halklarının kardeşlik köprüsü olacaktır.” Ogni’nin ardından Mjora ve Sima adlı periyodikler da yayımlanacaktır. Çeşitli dergi ve gazetelerde konuyla ilgili onlarca makale ve Lazca metin çıkar. Kitaplar ve sözlükle yazılır. Zuğaşi Berepe, Birol Topaloğlu Kâzım Koyuncu gibi grup ve sanatçılar Lazca şarkılara yeniden can verir. Yöresel dernekler etno-kültüre yönelir.
“Laz dili ve kültürü”nü yaşatmaya yönelik bir vakıf 1996’da İzmit’te kurulur. Vakıf senedinde, vakfın amacı şu şekilde belirtilir: “Vakıf; Borçka, Hopa, Arhavi, Fındıklı, Ardeşen ve Pazar ilçelerinde yaşayan, kökeni bu bölgeler olup ekonomik vesair sebeplerle yurdun çeşitli yöreleriı dağılmış olan, bu bölgelerle benzer kültürlere sahip yurtdışında kalmış yerleşim birimlerinde iken savaşlar ve savaş sonrası göçler sebebiyle yurdun çeşitli yörelerine yerleştirilen yukarıda üç bölümde sayılan özelliklere sahip olup halen yurtdışında bulunan vatandaşlar arasında; ekonomik ve sosyal dayanışmayı sağlama müşterek kültür ve örf adetleri yaşatmak…” Sima Vakfı, Sima adlı bir kültür dergisini de yayımlamaya başlar.
Günümüzde kimileri, Lazca gibi “konuşanları sayıca görece az dilleri” veya “yerel dilleri” “gelişmemiş ağızlar” olarak nitemektedir. Kimileri de bu dilleri “bölücülük” tehdidiyle bağlantılı olarak lanse etmeye çalışmaktadır. Laz aydınları ise, 1984’ten bu yana yaptıkları çalışmaların “mikro milliyetçilik” ve “bölücülük” olmadığını ısrarla vurgulayarak amaçlarının Lazca’nın yaşaması olduğunu belirtmekte, bu dillerin yaşatılması yönünde atılacak demokratik adımların yurttaşlık ve ülkeye aidiyet duygusunun gelişmesine önemli katkı sağlayacağını vurgulamaktadırlar.
+
(Faydalanılan ve Önerilen Kaynaklar: Akar, Rıdvan (1998): “Bir Bürokratın Kehaneti Ya Da ‘Bir Resmî Metinde Planlı Türkleştirme Dönemi”, Birikim, sayı 110, Birikim Yayıncılık, İstanbul; Aksamaz, Ali İhsan (1993) “Lazlara Gülmenin Dayanılmaz Hafifliği”, Özgür Gündem Gazetesi, 15 Haziran, İstanbul; Aksamaz, Ali İhsan (1993) “Yaşadıkları Coğrafyanın Otoktonlar: Lazlar”, Özgür Gündem Gazetesi, 19 Temmuz, İstanbul; Ascherson, Neal (1996, “The Black Sea”, Hill and Wang, The USA; Beller-Hann, Ildiko, Aksamaz, Ali İhsan (Çevirmen) (1999), “Doğu Karadenizde Efsane Tarih ve Kültür” Çiviyazıları, İstanbul. Bul, Melahat (2000): “Lazca ile Mücadele Kolu Başkanlığından Laz Kültürünün Araştırılmasına Uzanan Bir Yol: M. Recai Özgün“ Mjora, Sayı 1, Çiviyazıları, İstanbul)
+
Kaynak: Ali İhsan Aksamaz, Laz Kültürel Kimliğini Yaşatma Çabaları; Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce”, Cilt 4, “MİLLİYETÇİLİK” sayfa: 924-926, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2002)