Dr. YEDİC Batıray Özbek
01.10.2005
Antalya’nın Adige köyleri biri doğup büyüdüğüm, adı Başpınar olarak değiştirilen Yeleme, diğeri ise annemin köyü olan Zivint’tir.
Çocukluğumuzda bizlerden başka Çerkes olabileceğini aklımızın ucundan geçiremezdik.
Goşexuray devamlı olarak ‘Moskof”tan geldik derdi. Ve ‘Moskof’ terimi aklımıza iyice yerleştirmiştik.
Köyden okumak için ayrılıp Antalya il merkezine taşınınca Moskof’un pek iyi anlamda kullanılmadığını öğrenmiştik.
Orta okula başlayınca yetersiz Türkçe’m olduğu için konuşmadığımdan olsa gerek sınıf öğretmenimiz Mehmet Öztürk (matematik) bana takmıştı. Herhangi bir neden bulup beni rencide etmesi, hatta dövmesi günlük okul yaşamımın bir parçasıydı. Sonuçta da matematik dersinden nefret eder
olmuştum. Önceleri Antalya’ya bir kaç yıl önce taşınarak yerleşen babamın amcasının yanında kalıyor ve oğlu Nihai ile beraber okula gidiyorduk. Nihai’nin annesi her sabah iki tavsiyede bulunurdu; ‘’sakın başınızı kaldırıp balkonlara bakmayın, üstünüze su dökerler. Adigece konuşmayın, Adige olduğunuzu belli etmeyin okuldan kovarlar. Bilhassa son cümle içimize yer etmiş, çocukluğun verdiği inatla olsa gerek, her fırsatta konuşuyorduk.
Türkiye’de 60’lı yıllar ihtilaller yılı. Adige, her ihtilalde bir generali muhakkak Adige yaparlardı.
Bir sabah okula gittiğimde en samimi arkadaşım Osman, beni hayretler içinde bırakan şu sözlerle selamlamıştı;
– Hadi hadi Çerkesler ihtilal yaptınız.
– Kim yaptı? Ne yaptı?
– Senin Çerkesler. İhtilal yaptı.
– Ne zaman?
– Bugün sabaha doğru. Çerkes Talat Aydemir yaptı.
Gerçekten de hiçbir şeyden haberim yoktu. Hele hele Talat Aydemir”in Çerkes olduğunu da bilmiyordum. Peki daha on iki on üç yaşındaki Antalya’daki bir işçi çocuğu Talat Aydemir’in Çerkes olduğunu anında nereden öğrendi ki? İlginç değil mi?
Orta ve lise devresi kendimizi arama yıllarıydı; kendimizi arama ve bulma çabalarımızda aşırı sağdan, aşırı dincilere kadar her telden çaldık, hatta bayraktarlığını yaptık. Hemen hemen yirmi otuzu bulan Adige gençleri genelde hem fikirdik ve beraber de hareket ediyorduk.
Tarık Mümtaz Göztepen’in Şeyh Şamil kitabından başka okunacak yapıt da yoktu. Varsa da haberimiz yoktu. O kitaptan etkilendiğimizden olsa gerek evlerde Kafkasya’yı Moskof’tan kurtarma planları yapıyor, kendi kendimizi gerillacı olarak yetiştiriyorduk.
Ankara’ya okumaya giden Dzıbe N. Kemal Sarıgül ağabeyimiz İstanbul ve Ankara’da yayınlanan Birleşik Kafkasya ve Kafkasya dergilerini gönderince hepimiz sevindik…
Sevindik ama Birleşik Kafkasya’da yayınlanan bir şiiri okuyunca aklımız bulandı. Çünkü şiir hiçte Adigece’ye benzemiyordu. Türkçe gibiydi. Aklımızda soru işaretleri belirmişti; ‘’Bu nasıl bir Çerkesce? Çerkes dili aslında Türkçe miydi? Biz Türk müyüz?”
En ilginci ise; Moskof’un tüm kötülüklerin, ahlaksızların kaynağı olarak yazılıp çizilmesiydi. Dergilerde Moskof’a hakaret ediliyor. Ama sıkışınca ondan yardım alınıyordu.
Akbaba Dergisi’nde ”sizin kültürünüz var mı” diye sorgulayan yazara cevap yazan Vasfi Güsar kültürümüzün temsilcileri olarak Moskof’taki sanatkarlarımızı gururla yazıyordu. Bu ne tezatlık değil mi?
Ve Ankara’ya üniversitede okumak için gidince, ilk işimiz derneğe uğramak oldu. Çerkeslerle tanıştık. Dernekten çok şeyler ümit ediyorduk.
Ama;
– Ben de Çerkes’im, diyen bazılarıyla Adigece konuşunca anlaşamıyorduk.
Bir gün çok sevdiğim bir büyüğümüz Çerkesliği ve amacımızı az ve öz şöyle anlatmıştı.
– Halk danslarımızı öğrenip, devletin vereceği balolara katılıp kendimizi tanıtmak.
Öyle ya thamade, bizden daha iyi bilir muhakkak. Hemen derneğin halk dansları çalışmalarına katılmak için Ulus’ta Devlet Su İşleri’nin yemekhanesine Pazar günü sevinçle gittik. Rahmetli Elbruz hoca gençleri sıraya dizerek arogant bir sesle herkese ‘’YÜRÜ! YÜRÜ!’’ diyor, sırası gelen yürüyor, kimine otur, kimine sırada kal diyordu. Sıra bize gelince, komuta uyduk ve bir kaç adım atar atmaz; ‘’Otur! Otur!’’ sesini duydum. Böylece halk dansları dansçısı olarak kariyerimiz başlamadan sona erdi. Thamadenin çizdiği Çerkeslik tanımının içine giremediğim için üzüldüm.
Bizim politika ile ilgimiz yok, deniyordu. Halbuki derneklerin kuruluşu bir politika değil miydi ?
Çerkeslik;
– Birisi içeri girince zıpkın gibi fırlamak.
– İyi Adigece konuşmak.
– İyi psetlıcho yapmak.
– Gecekondu da oturan Çerkeslere kendini milli yemeklerle ağırlatmak.
– Onlar derneğe gelince tepeden bakmak ve küçümsemek.
– Ruslara hakaret etmek sövmek.
– Her suçu başkalarına, özellikle Ruslara yüklemek.
– Etnozentrik olmak. Çerkes kimdir? Çerkescilik nedir?
Gordion düğümü gibi çözülemeyecek şekilde sıkı sıkı atılan bir düğüm. Çözebilen beri gelsin.
Daha sonra yeni bir akım başladı: Dönüşçüler ve kalışçılar.
Okuma yazma; önce Kube Şaban alfabesi ve sonra Kiril alfabesi. Dernekte dil kurslarının ve okuma yazma kurslarının düzenlenmesi. Düzenleyenlerin, dernekten uzaklaştırmak için dernek başkanımız tarafından disiplin kuruluna verilmeleri.
Ve Kube Şaban alfabesiyle 1968’de yayınlanan ‘’vatan düşüncesi’’ adlı şiir kitabının yayınlayıcısının, Kahramanmaraş milletvekili Enver Kaplan tarafından telefonla, ”bizi astıracaksınız, kestireceksiniz” gibi sözlerle tehdit edilmesi.
Ve nihayet isimlerin değiştirilmesi. Herkesin çocuğuna Adigece isim vermesi. Adım Gunef, Perıt. Adigabze weş’e? (=Çerkesce biliyor musun?)
Sizi anlayamadım! İsimde Adigeler Perosterika ile Sovyetlerin çökmesi.
‘’Tüm Kafkasya aşıklarının’’ Leyla ve Mecnun’laşmaları…
Vatan, Dönüş, Nartlar, Peritler, Dinciler, Milliyetçiler, Bağımsızcılar…
Birleşik Kafkasçılar, Şeriatçılar ve kalışçılar vb. vb.
Uzaktan; taaa uzaklardan, yine bıkmadan usanmadan aynı eskimiş, aşınmış, bestesiz notasız melodileri çalmaları.