Defne Sarısoy
NTV-MSNBC, 21 Ocak 2005
Defne Sarısoy: Türk-Rus ilişkilerinin öncelikle dününden başlayalım. Bugüne yansımaları olan hangi önemli dönemler ve süreçler geçirdi ikili ilişkiler?
Bülent Aras: 20’nci yüzyıldan başlarsak, Türk-Rus ilişkileri için Bolşevik ihtilali çok önemli bir kilometre taşı. İhtilalle beraber Türk-Rus ilişkileri durulmaya geçti ve Rusların iç çalkantıları bir şekilde Türkiye ile ilişkilerini iyi götürme iradesini ortaya çıkardı.
Türkiye’deki genç Cumhuriyet’in bir çeşit anti-emperyalist karakteri, Sovyetler tarafından hoş algılandı ve bu dönemde Türkiye’ye birtakım yardımlar da yapıldı. Buradan Soğuk Savaş’ın başladığı döneme geçersek, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilişkiler karşılıklı olarak geriliyor. Stalin net bir şekilde Türkiye’den birtakım taleplerde bulundu; Boğazları kullanma ve Türkiye’yi uydusu olarak kullanma talebi gibi. Bu talepler bir anlamda Türkiye’nin savaş sonrası 50 yılına şekil veren politikaları belirledi. Bir anlamda “Sovyet korkusu” Türkiye’nin NATO’ya, Batı’ya yakınlaşmasına sebep oldu ve Türkiye uzun yıllar ABD’nin stratejik müttefiki olarak Sovyetler Birliği’nin karşı politikası içinde yer aldı ve bu süreç 1990’lara kadar devam etti.
Türkiye’de özellikle Anadolu coğrafyasında yerleşik bir Rus düşmanlığı vardır. Osmanlı-Rus savaşı sonucu Kafkasya’dan çok fazla göçmen Türkiye’ye gelmişti. Anadolu’da Rusya aleyhinde ciddi bir tarihi hafıza var. Büyükannelerinden, büyükbabalarından Rusya ile ilgili hep kötü şeyler duyan bir kuşak yetişti Cumhuriyet Türkiye’sinde. Bu Rus düşmanlığı daha sonra Soğuk Savaş döneminde pekişti. Bu emperyal mirasın negatif tarih algılaması karşılıklı olarak ilişkileri zaman zaman zorluyor.
KAFKASYA’YA KİMSENİN GÜCÜ YETMEDİ
Üçüncü kilometre taşı ise 1990’da Sovyetler Birliği’nin çöküşü. Sovyetler Birliği çökerken ortaya birçok yeni devlet çıktı, Türkiye’nin kuzeyinde jeopolitik bir yeniden yapılanma oldu. Bu yapılanma Türkiye’nin bütün jeopolitik oryantasyonunu değiştirdi. Önceki dönemde iki bloklu dünya düzeni içerisinde, ABD’nin yanında onun bir uzak karakolu olarak çalışan, Batı bloğu içerisindeki yerini karşılamaya çalışan bir ülkeyken, bir anda Türkiye çok kimlikli bir politikada yer almaya başladı. Türkiye’nin Orta Asya, Ortadoğu, Kafkasya ve Karadeniz’deki nüfuz bölgeleri ortaya çıktı. Türkiye bir refleks olarak bu bölgelere yönelik programlar geliştirdi. Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Türkiye’nin dış politika aktivizminin bir nüvesi olarak ortaya çıktı. Sovyetlerin çöküşü hem Türkiye’nin resmi politikasında çok ciddi bir canlanma getirdi, hem de ülke içindeki dış politika algılamalarını değiştirdi.
1991’den sonra daha spesifik olarak Türk-Rus ilişkileri çeşitli dönemlerden geçti diyebiliriz. 1995 itibariyle Türkiye, Türk Cumhuriyetleri’ne yönelik bir politika geliştirme sürecine girdi. Temel iddia şuydu; Rusya’nın özellikle güneyinde bir güç boşluğu var, bunu Türkiye, Rusya ve İran jeopolitik rekabetiyle bir şekilde dolduracak. Türkiye bir taraftan Batı’nın da desteğiyle, ortak kimlik ve tarih birikimlerini işleyerek burada bir Türk modelini geliştirme yönünde ciddi girişimlerde bulundu. Batı adına burada rol Türkiye’ye biçildi ve Türkiye de bunu üstlendi. Türkiye’de peş peşe ortaya çıkan ekonomik krizler, Orta Asya politikalarının yürütülmesinde çıkan aksaklıklar gibi birçok nedenle Türkiye üçlü rekabette sivrilemedi. Diğer rakipler de kendi özel nedenleriyle ciddi bir oyuncuya dönüşemediler. Glastnost’tan 10 yıl sonra anlaşıldı ki, ne Türkiye ne Rusya, ne de İran’ın burayı dolduracak kadar ekonomik ve siyasi potansiyeli yok.
Fakat bir sürpriz Kuzey Kafkasya’da ortaya çıktı. Dağıstan, Çeçenistan ve Osetya gibi daha küçük devletler üzerinde, Rusya’nın insan hakları ihlallerine varan egemenlik politikaları, Türkiye’de rahatsızlık yarattı. Özellikle bu coğrafyanın Türkiye’deki diasporası, Rusya’nın Kuzey Kafkasya politikalarını gündeme getirdi. 1990’ların özgür ortamının etkisiyle Türkiye’de, birçok Kafkas diaspora toplum dernekleri sivil inisiyatiflerini güçlendirdi ve Rusya aleyhinde söylemler geliştirdi. Bu oluşumlar devlet ve sivil toplum seviyesinde lobi faaliyetleri yaptılar. Transkafkasya dediğimiz, Kuzey Kafkasya’da Rusya’nın içerisindeki uzak bölgelerin de dahil olduğu bölge 1990 Türk-Rus ilişkilerinin merkezidir.
Türkiye’nin Çeçenlere, buna karşılık da Rusların PKK’ya destek vermesi, restleşmeyle ilişkilerin gerilmesine neden oldu. Abdullah Öcalan’ın Şam’dan kaçarken Rusya’ya gitmesi, orada kendine sığınak bulması tesadüfi değil.
ORTAK KADER: İMPARATORLUK MİRASI
1999’a kadar olan dönemde, Türk-Rus ilişkileri bu şekilde cereyan etti. Şunun altını çizelim; ilişkiler siyasal olarak sorunlu ama ekonomik olarak gayet olumlu gerçekleşti.
Bir dönem bavul ticareti çok ciddi rakamlara ulaştı, iki ülke arasındaki dış ticaret 15 milyar dolara çıktı. Rusya, Almanya’dan sonra Türkiye’nin ikinci büyük ticari partneri. Siyaseten ilişkiler bu kadar kötü giderken, ekonominin bu kadar olumlu gitmesi, siyasi kurumlarda baskı yarattı. Siyasi sorunları gidermeye başlama süreci kanımca bu ekonomik ticaretin bir sonucu olarak da görülebilir.
Aslında Türkiye ve Rusya birbirine oldukça benzeyen iki ülke. Her iki ülkenin de bir imparatorluk geçmişi var. Bu dev tarih günümüz Türk ve Rus toplumlarında ciddi bir baskı yaratıyor, buna ‘imparatorluk sonrası yalnızlık’ deniyor. Biraz da travmatik bir yönü var. Genetik kodla geçmiş bu ‘emperyal ruh’ zaman zaman diriliyor, zaman zaman bastırılıyor. Psikolojide ‘bastırılmışın geri dönmesi’ olarak adlandırılan durum zaman zaman patlıyor.
İkisi de çok kimlikli ülkeler. Rusya’nın hem Batılı, hem Asyalı, hem Karadenizli kimlikleri var. Hatta Rus dış politikasını da Asya’yla Avrupa arasındaki gidip gelme belirliyor. Şu anda sarkaç daha Asya’ya yakın.
RUSYA, UKRAYNA’DA SIKIŞTI
İlişkilerin iyileşmesi için Türkiye önemli adımlar attı. Bunun arka planında Avrupa Birliği sürecindeki siyasal reformlar, IMF ile girilen ekonomik angajmanın rolü var. IMF’nin katkı dolaylı. Ekonomik olarak kendini bağlayan Türkiye, istikrarın bozulmaması için komşularıyla barışçıl ilişkiler sürdürdü. Ekonominin nispeten düzelmesi politikacılara özgüven verdi. Bu özgüven, komşularla doğrudan diplomasinin yürütülmesine yol açtı. Türkiye’nin hamlesi biraz da Rusya’nın sıkışmışlığı nedeniyle olumlu karşılık gördü.
Rusya ciddi bir şekilde Batı karşıtlığına doğru sürükleniyor. En son Gürcistan ve Ukrayna seçimlerine bakarsak, seçim sonuçları Rusya için hüsran oldu.
Gürcistan’da ABD ile, Ukrayna’da ise Avrupa Birliği ile bir karşılaşmaya girmiş oldu. Putin iki kere Ukrayna’ya gitti, fakat desteklediği başkan adayı seçilmedi. Sonucu biliyoruz. Avrupa Birliği ve ABD ile bu derece karşılaşmış ve onlara yenilmiş bir ülkenin, iki nefes alma yolu var: Bir; askeri ilişkilerinde kendisine müttefik bulmak. İki; Ortadoğu’ya, Akdeniz’e açılmak için Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek. Rusya ikinci strateji olan Türkiye üzerinde artık çok ciddi bir şekilde duruyor.
Defne Sarısoy: Rusya, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediğini açıkça ortaya koyuyor. Peki Avrasyacılık tezlerinin ortaya atıldığı bir dönemde, Rusya neden Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğini destekliyor? Ayrıca, Putin’in KKTC’ye verdiği destek ve Ermenistan ile sorunların çözümüne katkıda bulunma isteği nasıl yorumlanmalı?
Bülent Aras: Rusya şunu fark etti, Gürcistan ve Ukrayna krizleri Avrupa’nın Türkiye ile ileride inşa edecekleri ortaklık için önemli test alanı oldu.
Türkiye, hem Gürcistan krizinde hem de Ukrayna krizinde olgun, yapıcı ve hassas bir dış politika izledi. Ne Avrupa Birliği’ni rencide etti ne de Rusya’yı; sadece uluslararası anlaşmalara vurgu yaparak bu krizleri atlattı. Bu bağlamda Türkiye, Avrupa Birliği dış politikasının ötesinde, bölge realiteleriyle daha içiçe, barışık bir rol oynadı. Fazla risk de almadı. Durum böyle olunca Rusya’nın, Türkiye’den çekinmesine gerek kalmadı. Avrupa Birliği’nin ortak dış politikasından ziyade, Türkiye bölgesel dengeleri gözeten bir dış politika izleyeceğini net bir şekilde ortaya koydu. Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği sonrasında, Avrupa’nın Kafkasya ve Ortadoğu politikasını büyük bir oranda Türkiye’nin belirleyeceği düşüncesi var ki, bu uzak bir beklenti değil. Avrupa’nın, özellikle küçük ülkelerinin ciddi bir dış politika vizyonundan yoksun olduklarını biliyoruz. Türkiye, bu noktada Avrupa içinde önemli bir dış politika stratejisti olarak öne çıkıyor.
Mart 2003’e dönersek, Türkiye’nin ABD askerlerinin Irak’a girişine hayır demesinden bölgede en karlı çıkan Rusya Federasyonu oldu. O tarihten bugüne, Moskova’da Avrupalı bir Türkiye’nin sanılanın aksine Rusya’ya tehditten ziyade yarar getireceği yönünde bir inanış gelişti. Nitekim Pravda gibi ciddi Rus gazeteleri bu yönelimin olumlu algılandığına dair görüşlere ağırlık veriyor. Moskova, Ankara’yı bir tehdit olarak algılarken, şimdi bölgenin kaostan kurtulabilmesi için Türkiye’yi bir istikrar unsuru olarak görmeye başladı.
Defne Sarısoy: Rusya’nın Akdeniz’e açılmayı hedeflediği söylediniz, KKTC’ye destek bu hedefle nasıl ilişkilendirilebilir, ve tabii Rusya’nın Akdeniz’e açılmaktaki nihai hedefi nedir?
Bülent Aras: Rusya’nın dış ticaretinin ana unsuru petrol ve doğalgaz. Petrol ve doğalgazını İsrail başta olmak üzere diğer Akdeniz ülkelerine satabilmesinin yolu, üstüne basarak söylüyorum, tek yolu Türkiye’den geçer.
Çok ilginç bir gelişme, Bakü-Ceyhan-Tiflis boru hattından Rus petrolünün de geçirilmesi fikir ortaya atıldı. Mevcut Novorisk hattını tersinden kullanarak, Rus petrolünün Bakü-Ceyhan üzerinden dünyaya ulaştırılması Rusya’nın zihnini kurcalıyor. Son olarak, Azerbaycan’daki BP temsilcisi Türkiye’nin doğalgaz ve petrol nakliye hattından Rusya’nın da faydalanmak istediğini dile getirdi. Kısacası, Rusya Türkiye üzerinden Avrupa’ya açılmayı hedefliyor. Rusya bu işin tankerle götürülemeyeceğinin farkında. Sonuçta Boğazların sınırları belli.
Defne Sarısoy: İki ülke ilişkilerinin iki önemli başlığını Boğazlardan geçiş ve enerji konuları oluşturuyor. Şu an itibariyle bu konularda geldiğimiz nokta ne?
Bülent Aras: Rusya ile ortak enerji projelerine yapılan vurgu, biraz da Boğazlar sorununu aksatmak için. Boğazlar konusu, iki ülkenin birbirine karşı etki unsuru. Türkiye, Rusya’ya “Bakın sınırlarız” derken, Rusya da “Buradan geçen petrolün İstanbul’a zararı dokunur” gibi tehditler savuruyor. Mevcut eğilim kara üzerinden geçebilecek petrol boru hatlarının kullanılması, hem stratejik olarak daha az yıpratıcı hem de pratik olarak daha verimli. Örneğin, Samsun-Ceyhan çok ciddi bir atılımdır. Boğazlar iki ülke arasındaki gerilimi temsil ederken, petrol boru hattı da işbirliğini, karşılıklı bağımlılığı artıracak. Samsun-Ceyhan, Avrasya’nın geneli için önemli bir istikrar unsuru olabilecek bir proje olarak hayata geçiyor.
Defne Sarısoy: Peki bu doğalgaz ve petrol boru hatlarının, Türkiye’den geçmesinin Türkiye’ye başka ne faydaları olacak?
Bülent Aras: Her şeyden önce iki ülke arasındaki karşılıklı bağımlılık artacak. Türkiye’nin boru hattından geçen petrol ve doğalgaz için alabileceği ücretler var. Sonra Türkiye’nin alacağı petrolün ve doğalgazın daha fazla ucuzlaması söz konusu, bunun gibi çok çeşitli faydaları olabilir. Rusya ve Türkiye’den sonra, örneğin Güney Kıbrıs, İsrail veya Filistin’in hatta eklemlenmesiyle proje bölgesel barışa katkıda bulunabilir. Ortadoğu ve Kafkasya’nın önemli eksiği, ülkeler arası ticari karşılıklı bağımlılığın olmaması. Bu proje coğrafyada karşılıklı ticari çıkar ilişkilerini güçlendirecek.
Defne Sarısoy: Sizin de bahsettiğiniz gibi yakın geçmişte Türk-Rus ilişkilerini bölgesel ve uluslararası faktörler şekillendirdi. Kafkasya’daki Çeçenistan sorunu gibi etnik birtakım sorunlar, Rusya’nın PKK’ya verdiği destek vardı. Bunlar gözönüne alınırsa, önümüzdeki 10 yıllık dönemde iki ülke ilişkilerinin gerilim noktaları neler olabilir?
Bülent Aras: Türk-Rus ilişkilerinde her an kırılabilecek iki fay hattı var. İlişkiler bu fay hatlarında son derece kritik bir şekilde sürdürülüyor. Birincisi; Çeçenistan, Gürcistan, Ukrayna gibi Rusya’nın ‘yakın çevre’si olarak algıladığı coğrafyada Türkiye’nin soğukkanlılığını ne kadar koruyabileceği. Rusya’nın bölgede yeni bir aktivizm içerisine girmesi, daha şiddetli ve baskıcı politikalar uygulamasıyla, Türkiye de olaylara müdahil olabilir.
İkinci fay hattı da; Türkiye-Rusya ilişkilerinin Türkiye’nin Batılı müttefikleri tarafından yanlış algılanması. Rusya gibi AB ile karşı karşıya gelen bir ülkeyle Türkiye’nin yakınlaşması, diğer taraftan dikkatle izleniyor. AB, Türkiye’nin Rusya ile mevcut girişimlerine bir tepki göstermedi. ABD’nin Mavi Akım Projesi’ne başından beri karşı olduğunu biliyoruz. ABD yine de Mavi Akım’ı Türkiye’nin kuzeyindeki güçlü komşusuyla zorunlu yürüttüğü siyasal ve ekonomik ilişkiler çerçevesinde bir politika olarak algıladı. Türk-Rus yakınlaşması konusunda Avrupa ve ABD’nin psikolojik bir bariyeri olduğunu söyleyebilirim. Bu bariyer zorlandığı zaman ikinci fay hattı da kırılabilir ve Türkiye ciddi bir tepkiyle karşılaşabilir.
Defne Sarısoy: Peki AB sürecinde Türkiye, Rusya ile yakınlaşmasını bir koz olarak kullanabilir mi? Müzakere sürecinde istenmeyen gelişmeler olduğu takdirde, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde “O halde Rusya’ya biraz daha yönelirim” demesi nasıl bir tepki bulur?
Bülent Aras: İlginç bir ikilem; Türk-Rus ilişkilerin bugün geldiği olumlu nokta, Türkiye’nin AB ile yürüttüğü üyelik müzakerelerinin bir sonucu aslında. Bu bağlamda üç yanlış algılama söz konusu. Birincisi; AB, Türkiye’yi kurtarır şeklinde dile gelen Türkiye’deki liberal algılama. İkincisi; Avrupa bizi böler diyen milliyetçi algılama.
Üçüncüsü de; Avrasya coğrafyasının Avrupa Birliği’ne bir alternatif olduğu yanılsaması. Bu vizyonların üçü de hatalı ve yarım. Sonuçta Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci, diğer politikalarıyla bütünleşiyor. Türkiye’nin Avrupalı bir ülke olarak ortaya çıkması, sadece AB için değil kendi için bir kazanım ise, AB dışındaki ülkelerle yürüttüğü dış politikası da yine kendisi için olacak. Meyvelerini de yine Türkiye toplayacak.
Kısaca, Rusya’ya yakınlaşma AB’ye karşı bir koz olarak tasarlanmamalı.
Hiçbir coğrafya tek başına Türkiye’nin özel hedefi değil. Glastnost sonrası dillendirilen Kızıl Elma düşünceleri artık demode ve gerçekdışı kaldı. Türkiye’nin önceliği milli gelirini 15-20 bin dolar düzeyine çıkarmak, AB üyesi olmak ve Avrasya’da ilişkilerini dengede yürütmek. Coğrafyaların ideolojik algılanması artık geride kaldı. Ekonomik olarak gelişmemiş, siyasal reformların gerçekleştirememiş bir Türkiye zaten Avrasya’yı doğru algılayamaz.
Defne Sarısoy: Peki Başbakan’ın Rusya’ya yaptığı geziyi nasıl değerlendirmek gerek? Enerji alanında atılan önemli imzalar neler getirecek iki ülke ilişkilerine?
Bülent Aras: Başbakan’ın ziyareti 17 Aralık sonrasında son derece kritik. Rusya ziyareti her yönden ‘çok-hedeflilik’ arz ediyor.
Bu coğrafyada dış politika ilişkileri son derece iç içe geçmiş işliyor. Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyesi; Kıbrıs konusunda yapıcı katkıları olabilir. Putin ile olumlu geçen diyaloğun sonucunda belki Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’de Rusya katkılı diplomasi yürütmesinin önü açıldı. Türkiye artık çok taraflı prokatif diplomasi yürütebiliyor. Birleşmiş Milletler’de yürüteceğimiz diplomasi için Rusya’nın katkılarını yakın zamanda hissedeceğiz. BM süreçlerine muhalif olmayan, katılımcı bir Rusya, ABD ve Türkiye’nin Kıbrıs’taki işini kolaylar.
Öte yandan, Rusya ile ticari ilişkilerimiz düzene giriyor ve bu tip ziyaretler ticari işbirliği için tetikleyici rol oynuyor. Eminim bunun olumlu sonuçlarını da bir iki yıl içinde alacağız.
Defne Sarısoy: Rusya’nın özellikle bavul ticaretinde ve turizm sektöründe Türkiye ekonomisine büyük bir katkısı var. Ekonomik işbirliğinin geliştirilmesi için neler yapılması gerek ve neler hedefleniyor önümüzdeki dönemde?
Bülent Aras: Ticari ilişkiler çerçevesinde söylüyorum, Rusya’da demokrasinin gelişmemesi Türkiye için ciddi bir problem teşkil ediyor. Rusya’nın dış ticaretinin temel kalemleri petrol ve doğalgaz ihracatı olduğu için, Rusya’da orta sınıf veya bir burjuvazi henüz gelişemedi. Rusya’nın en zengin kurumları ve en zengin kesimleri bu enerji ihracatçısı kişiler. Eski rejimle de bir şekilde bağı bulunan bu sınıf ülkedeki politikayı da kendi ticari çıkarları doğrultusunda belirliyor. Rusya’da enerji dışında uluslararası pazarlarda rekabet edebilecek bir endüstri veya servis sektörü gelişmiş değil. Bu durumda Türkiye’nin ticari ilişkileri otomatik olarak, enerji satın alımı ekseninde gerçekleşiyor.
Bu bağlamda Rusya’dan enerji alıyoruz, karşılığında inşaat, turizm, gıda ve tekstil sektörlerinde yatırım yapıyoruz. Moskova’da bir Türk ticaret merkezinin açılması önemli bir adım. Samsun-Ceyhan boru hattı, enerji merkezli ve siyasi açılımları da barındıran ciddi bir proje. Karadeniz’deki bazı kentlere destek verilmesiyle, iki ülke arasında küçük ‘Dubai’lerin ortaya çıkması gözlemlenebilir.
Bavul ticaretinin ise daha sistematik ve yasal bir çerçeve içinde gelişimini sürdürmesi tercih sebebi. İki ülke arasında fuarların artırılması düşünülmeli. Rusya’da enerji sektörü dışında da bir girişimci sınıfının oluşması Türkiye’ye yarayacaktır; iki ülke arasındaki ticaretin Rus sosyo-ekonomisine bu yönde bir katkısı olabilir. Tahminim enerji ihracatından zengin olmuş zümrenin bu sermayeyi diğer alanlara akıtacağı. Rus yatırımcıların Türkiye’deki özelleştirme projelerine ilgisi var. Devlet destekli dev projeler oluşan yeni olumlu ortamda gündeme gelebilir. Kısa vadede hedefimiz 25 milyar Dolar’lık hacmi tutturmak olmalı.