SAF-DEV BİR

Dr. MEŞFEŞ’Ü Necdet Hatam

20 Nisan 2010

O da mı nesi? Saf Devrimciler Birliği elbette ki… “Onlar da mı kimmiş” diye mi sordunuz? Uzaklarda değil yakın çevrenize arayın. Onları hemen tanıyacak, bulacaksınız.

Saf devrimcilerimiz, gençliklerinde, Çerkes halkının geleceği için çaba gösterenlere dudak büktüler… Tüm sorunlarımızı çözer safsatası ile devrimci mücadeleye omuz verdiler… Uykusuz kaldılar… Polisçe kovalandılar… Mahkemelere düştüler… Eğitimlerini yarım bıraktılar… Hapislerde yattılar… İşkence gördüler… Ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar… Yıllardır en yakınlarına hasret dünyanın bir köşesinde yaşam savaşı verdiler… Amerika tarafından kullanıldıklarını algılayamadılar… Özetle Amerika’ya karşı olduğunu sandıkları savaşta Amerikan planları uğruna gençliklerini tükettiler…

12 Mart’tan sonra, daha önce yolunu bilmedikleri derneklerimizde birer ikişer arzı endam ettiler… İlgilerinin nedeninin, Çerkes sorununa çözüm aramaktan çok derneklerimizi kendi çizgilerine çekme kaygılarını saklayamadılar… Anavatana Dönüşün Çerkes sorununa çözüm olamayacağı gibi siyaset bile olamayacağını savundular… Dönüş’ü küçümsediler… Enternasyonalizm adına ana dilimizi öğrenmeyi gereksiz gördüler. Çeviriler yapanlara “hikaye çevirisi ile devrim mi olurmuş” dediler … Enternasyonalizm’in, “uluslar arası” anlamını algılayamadılar, gerçekleşmesi için ulusların var olması gerektiğinin bilincinde olamadılar…

Kendi halklarının değil başka halkların kurtuluşu için ölümü bile göze aldılar… Çözüm önerilerinin somut koşullara göre olması gerektiği gerçeğini uygulamada başvurulacak ilke gibi değil, dişler arasında sürekli tutulan bir pipo gibi gördüler… Sağlıklı sonucun olmasa olmazı “Olayların tarihsel koşulları içerisinde değerlendirilmesi gerektiği” ilkesini sadece eğitim çalışmalarında anımsadılar… Sokakta neredeyse birbirine kurşun sıkarken derneklerimiz seçimlerinde, dönüşçülere karşı seçim ittifakı oluşturabildiler… Sıkı birlikteliği sadece “Dönüş’e karşı olmak ortak paydasında” sağlayabildiler…

Şimdilerde mi?

Durumları iyi sayılmaz. Devrimciliği, demokrasi mücadelesini sağcılara liberallere kaptırdılar. Biraz ortada kalır gibi oldular. Kimileri uzun süre hayata da küstüler. Başka konularda konuştuklarında dinleyenleri olmayacağı için olsa gerek “Çerkes Ulusal Sorunu”nu anımsadılar. Kimileri tek çözümün Dönüş olduğunu da kabullendiler. Ancak eski hastalıklarından da pek kurtulamadılar. Yine sadece eleştiriyorlar… Anavatana dönüş yapanların sayısının az olmasındaki büyük paylarını unutmuş, sayı azlığını yöntem yanlışlığına bağlıyorlar. Yöntemlerimizin yanlış olduğunu dile getiriyor ancak bir türlü kendi yöntemlerini tartışmaya açmıyor, doğruluğuna inandıkları yöntemlerle eyleme geçmiyorlar. Dönüşün tek çözüm önerisi olduğunu kabullenmek zorunda kalanlar bile dönüşün olamayacağını ya da olamayacak kadar zor olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Gerçek ortamdan çok sanal ortamı seviyorlar. (Bu çağdaş bir hastalık) Örgütlerin ne denli önemli olduğunu biliyor ancak, bulundukları kent ya da ülkedeki örgütlerimizin uzağından bile geçmiyorlar.

Kimileri, yıllardır Türkiye dışında olduğu halde Türkiyeli Çerkes çemberini kıramıyorlar. Kendileri çalışıp çabalayarak üreterek değil de üretenleri eleştirerek sadece eleştirerek gündemi işgal ediyorlar. Halkların kendi kaderlerini tayin etme hakları olduğunu yineleyip duruyor ancak -bu hakkı kullanma yetileri olmadığına inandıkları işin olsa gerek-, birlikte yaşamadıkları, ziyaret etmedikleri, küçümsedikleri anavatan insanlarının kaderini belirlemeye kalkıyorlar… “Bağımsız Çerkesya kurulmalı” demeye getiriyorlar. Bir anlamda günümüzün sol eğilimli “gıyabi ulusalcıları” olarak sağ eğilimli “gıyabi milliyetçilerle” aynı konuma düşüyorlar.

Yazdıklarını söylediklerini inceleyin, göreceksiniz… Gerçekte Çoğunun yolları yine ayrı… Dünya görüşleri de farklı eskisi gibi… Uğruna büyük bedeller ödedikleri devrimi de çoktan unutmuşlar… Türkiye’deki değişim gelişimi değerlendirişleri de pek yakın değil… Birinden biri Marksizm Leninizm’i dile getirdiğinde bayağı canlanıyor, heyecanlanıyorlar… Edebiyatını da unutmamışlar öğretinin… Örneğin Marks’ın “Kahraman Çerkesler Rusları bir kez daha hezimete uğrattılar. Ey dünya, ey insanlık: özgür yaşamak isteyen insanların nelere muktedir olduklarını onlardan öğreniniz” demiş olduğunu da anımsıyorlar. Ancak bu kahramanlığın neye mal olduğunu unutmuş yeni kahramanlıklar öneriyorlar. Bugün diasporada olmalarını, dünyaya, insanlığa örnek gösterilen “Kahraman Çerkeslere” (!) borçlu olduklarını nedense anlamazdan geliyorlar… Dönüşü, “en kısa sürede ana vatana dönüş yapmaları sonucunu vermeyecek” her açıdan irdeliyorlar. Her kitlesel hareketi bireylerin başlattığını unutuyor, sanki başladı diyen varmış gibi, kitlesel dönüşün daha başlamamış olduğunu yineleyip duruyor, neredeyse, Dönüşün olamayacağı çıkarımının yapılmasını istiyorlar. Jargon aynı olunca yakınlık duyuyor, hafiften birbirlerini kolluyorlar…

Bakmayın siz “Dönüş doğruymuş” demelerine, Dönüşten başka çözüm yol olmadığını savunur gibi yapmalarına… Dönüşün nasılı konusunda öneriler getirmelerine… İnceleyin yazılanları, duyumsayacak, göreceksiniz dönüş karşıtı olduklarını… Dönüşü olmazsa olmaz görenlerin bile yaklaşımının dönüşü engelleme sonucunu verebileceğini göreceksiniz. Her konuda somut durumun önemli olduğunu dile getirenlerin kendi ulusal mücadelemizde nedense alabildiğine soyut olduklarını, hiç benzeşmeyen olgulardan birini diğerine örnek gösterebildiklerini gözleyeceksiniz.

Rusya Federasyonu’na kabul ettirilmesi gerekli Çerkesya bağımsızlığına, Rusya Federasyonu desteğinde Gürcülere karşı kazanılmış Abhazya bağımsızlığını örnek göstermelerine şaşacaksınız. Anavatandan kopuk siyaset geliştirilemeyeceği gerçeğini yineleyip durmalarına karşın anavatanda hiç gündeme gelmeyen Çerkesya bağımsızlığını savunmalarına da anlam vermeyeceksiniz.…

Bu davranışların nedeni mi?

İnsan ruhunun en belirgin özelliklerinden biri kendi özel konumuna uygun genel doğrular bulmasıdır. Aslında doğru olmayan bu yaklaşımların doğruluğuna kendisini inandırmasıdır.. Ruhun savunma mekanizmalarından “rasyonalizasyon-akla uydurma”nın bir sonucudur bu. Yıllar önce, 1977’de Yamçı’nın birleşik sayısında da konuyu gündeme getirmiştim. Kişiler değişmişse de davranış kalıpları değişmediği için yazının bir bölümünü alıntılamanın uygun olacağını düşünüyorum:

“…Doyurucu değildi yanıtları ama idealine, istemlerine ters düşen bir insan olduğu için böyle konuşmak zorundaydı. İnsan ruhu, kendini eleştirmekten, kusurlu görmekten sürekli olarak çekindiğinden bu gerekçeleri bulacaktı. Özellikle toplumun suçlandırmalarından, alaylarından korktuğu için. Ruhun parçalanmamak için geliştirdiği bir savunma mekanizmasıydı bu. Psikiyatride “akla uydurma-rasyonalizasyon” deniyordu buna. Ters davranışta bulunan kişi, ancak bu mekanizma sayesinde kendisini gerçekte olduğundan  daha içten, daha onurlu, daha güçlü ve daha saygın birisi sanacaktır. Bu akla uydurma kimileyin o kadar ileri gidecektir ki sayın Prof. Dr. Rasim Adasal’ın dediği gibi ortaya çıkmış olan fikrin ana kaynaklarını kişinin kendisinin bile bulabilmesi olanaksızdır.

Sence kimilerinin ulus yararına çabalarda bulunmak amacı ile gerçekleştiremeyecekleri gün gibi açık olan kimi kararlara varmalarının temelinde yatan yine bu ruhsal savunma mekanizmasıdır. Öyle ya, gerçekleştirilmesi olanağı yüzde yüz olan bir karar alıp gerçekleştirmemek… Bundan daha onur kırıcı bir şey olabilir mi kendini öncü sayan bir grubun üyeleri için. Kararlaştırılan, yapılabileceği kesin bir iş yapmamak da, yapamadığını itiraf etmek de önce kendi gözünde, sonra toplum gözünde saygınlığını yitirmesine neden olmayacak mıdır? Onurun, saygınlığın kurtuluşu, ulus yararının kuramsal tartışmalarda olduğuna kendini inandırmasındadır. Ve kendilerini bu inanca o kadar kaptıracaklardır ki, temelinde belki birazcık korku, tembellik ya da azıcık eğlencesinden fedakarlık etmediğinin yattığının, hiçbir zaman farkına varamayacaktır. Bunları düşündürmüştü sana yok olmak istemediğini söyleyen ve yok olmaya imza atan arkadaşının durumu.”

Yazıyı böyle noktalamayı düşünürken dinlenme arasında CC foruma göz attığımda Yusuf Taymaz’ın, “Erhan Hapae’nin Yazıları” başlığı altındaki konuya ilişkin yanıtını okudum. Dönüş’ün anavatan ve diaspora anlayışını o kadar net bir şakilde açıklamıştı ki buraya almazlık edemedim:

“Dönüş hareketi, 12 Eylül e yaklaşırken Çerkes sorununa ilişkin teorik çalışmalarında Sosyalizm in kaynaklarından yararlanıyordu. Ulusal soruna çözüm önerilerinde sınıfsal perspektife önem veriliyordu. Ulusal sorun “burjuvazi” nin değil, “halkın” talepleri bazında değerlendiriliyordu. Farklı siyasal yapıların hareketin içinde bulunmasına rağmen Sosyalizm, sosyalist anavatan kabul görüyordu. Anavatana dönüşün halkın ulusal sorunlarının çözümünün yanısıra sınıfsal sorunlarının da çözümü için de faydalı olacağı kabul ediliyor du. Hareket içinde bulunan farklı eğilimlerin bu eğilimlerini, eleştirilerini, gerekiyorsa farklı örgütlenmelerini anavatana dönüş den sonra gündeme getirebileceği kabul ediliyordu. Bu yaklaşımın teorik temeli de “kendi kaderini kendi topraklarında tayin eden bir toplum olma” ilkesiydi. Yani geleceğe ilişkin farklı görüşler anavatan a döndükten sonara talep edilebilir, mücadele edilebilir, hayata geçebilirdi. Dönüş hareketini BKD çizgisinden ayıran en önemli ilke bu idi.

Ulusal varlığı devam ettirebilmek için karşımıza çıkan Diasporaya alternatif yer, anavatan, Dönüşçüler için Çerkesya değildir. Dönüşçüler için anavatan Adigey dir, Abhazya dır, Kabardey-Balkar dır, Karaçay Çerkesdir, Çeçenistandır. Muhaceretin yanısıra nufusuna en fazla ihtiyacı olan ise Kuzey Batı Kafkasya, yani, Adigeydir, Abhazyadır, Karaçay-Çerkesdir.

Dönüşcüler “kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesinde yapılacak tartışmaları muhacerette başlatmaya karşılar, onların en önemli talebi “Dönüş” hakkının tanınması ve önündeki engellerin kalkmasıdır. Dönülecek ülkenin siyasi yapısı da, anavatan için belirlenecek gelecek de muhaceretdeki halkın gündemi değildir.

(…)

İşte bu gün de bu ilke Dönüş hareketini Çerkesyacı çizgiden ayırmaktadır. Hatko Schamis de, Mefeud Nartan da Çerkesyacı yaklaşımları ile Dönüş Hareketinden ayrışmaktadır lar. “Çerkeslerin tarihi topraklarına vurgu” yapmak, Bağımsız Çerkesya’yı savunmak Dönüş hareketinin gündeminde hiç olmadı olacağını da sanmıyorum.”

Altını kendimizin çizdiği ilkeler anlaşıldığında kendi yazım da daha ipi anlaşılacaktır. Ancak bu yazıya Sayın Zaharhan’ın verdiği yanıttaki şu cümle anlaşılmanın çok kolay olmadığının da bir kanıtı olarak görülmelidir:

“Dönüş hareketinin en hızlı savunucusu Necdet Hatam ın “Çerkesya” söylemini benimsediği çok oldu. Kraldan çok kralcılık yapmaya gerek yok.”

Sayın Zahar, benim 92 yılından beri anavatanda yaşadığımı, dolayısı ile halen diasporada yaşayan Sayın Yusuf Taymaz’dan farklı düşünmem dönüş ilkelerine aykırı olmayacaktır. Bununla birlikte “Çerkeslerin tarihi topraklarına vurgu” yapmak, Bağımsız Çerkesya’yı savunmak” Dönüş hareketinin gündeminde hiç olmadığı” gibi bir dönüşçü olarak benim gündemime de hiç girmemiş ve hiç girmeyecektir. Dolayısı ile Çerkesya terimi tarafımdan, Çerkeslerin gelecekte kuracakları bir ülke, hele de bağımsız ülke anlamında değil, sürgün öncesi yaşadıkları anavatanları anlamına, kullanılmıştır.

Sonuç: Devrimcilerin geçmişte hedefe varışımızı geciktirdikleri gibi Saf-Dev Bir de günümüzde amaca varışımızı geciktirebilecek ancak asla engelleyemeyecektir.