UNUTULMUŞ ÇERKESLER: MEMLUKLAR

Ömer Aytek Kurmel
Yedi Yıldız Dergisi Sayı: 5

Tarihin, Memluk adıyla andığı Mısır Çerkesleri, Kafkasya dışında yaşamaları nedeni ile diaspora toplumu kabul edilmekle birlikte, sürgün yoluyla ve diğer ülkelere dağılmış kardeşleriyle aynı dönemde gelmedikleri için de klasik diaspora tanımına girmiyorlar. Belki de bu nedenden dolayı varlıkları bilinmesine karşın çok tanınmıyorlar. Oysa onlar bizim kardeşlerimiz ve pek çok insanımızın Mısır’da akrabası var. Üstelik Çerkes Memluklar 1382-1517 arasında Mısır siyasetine ve toplumsal yaşamına yönetici unsur olarak imzalarını attılar. Bu mirası sahiplenmeli, en azından tanımalıyız. Bu yazımızda Memlukların Mısır’a geçişlerinin sebeplerini, bu ülkedeki siyasi, kültürel dinamiklerini ve ulaştıkları aşırı asimilasyon derecesinin kaynaklarını ve Mısır deneyiminden çıkarılması gereken dersleri analiz edeceğiz. 

Uzun Memluk tarihinin ilk evresini oluşturan Türk Memluklara deniz kıyısında yaşamaları nedeniyle “bahri”, ikinci evresine damgasını vurmuş Çerkes Memluklara ise Kahire kalesinde egemenlik sürmeleri nedeniyle “burci” denilmiştir. 

Çerkeslerin Mısır’a gelişleri Selahattin Eyyübi’nin yönetimi döneminde başlamıştır. Timur’un zaferi sonunda Altın Ordu Devleti’nin yıkılması ve Kıpçak topraklarında nüfusun azalması sonucunda 14.yüzyıl ortalarından başlayarak Türk Memlukların insan devşirme kaynakları kurumaya başlamıştır. Dolayısıyla Memluk ordusunda sayısal denge Kıpçaklardan Çerkeslere kaymış ve Çerkesler daha Türk Memluklar zamanında Mısır’a girmeye başlamışlardır. Ordudaki sayıları zaman içinde artan Çerkes unsurlar 1382 yılında Sultan Berkok’un önderliğinde eski yönetimi devirerek Çerkes Memluk dönemini başlatmışlardır. Çerkes Memlukların 1517 Mercidabık Savaşı’nda Yavuz Selim’e yenilmeleriyle Mısır Memluk Devleti’de ortadan kalkmıştır. 

Çerkes Memluklar bir buçuk yüzyıla yakın yönetimlerinde Mısır’a siyasal, ekonomik, askeri, kültürel, bilimsel alanlarda altın devrini yaşatmışlardır. Özellikle bayındırlık alanında çok aşama yapılmış, başta Kayıtbey Cami olmak üzere Çerkes Memluk mimarisi Mısır kültür mirası içinde çok ayrı bir yere sahip olmuştur. 

Mısır Çerkeslerinin tarihinde olumsuz dönüm noktaları konumunda üç kilometre taşı, vardır. Bunlardan birincisi, Osmanlı kuvvetlerine karşı verilen ve yenilgiyle sonuçlanan 1517 Mercidabık Savaşı’dır. İsrailli Prof. David Ayalon “Çerkes Memluklarda Ateş Günü” adlı kitabında Çerkes kayıplarının büyük çoğunluğunun kılıç yaralarıyla değil, top ateşi altında meydana geldiğine dikkat çeker. Yenilgi sonrasında Memluk devleti resmen sona erse de Çerkes yönetimi fiilen sürer. Ülke yirmi dört vilayete ayrılarak her birisi bir Çerkes beyinin emrine verilir. 

İkinci dönüm noktası 1799 savaşıdır. İngiltere’yi işgal etmekten vazgeçen Fransız diktatör Napolyon Bonapart, Yedi Yıl Savaşları’nda­ki kayıpları telafi etmek için Mısır’ı ele geçirmeye karar verir. Amaç Malta ve Mısır’ı alarak doğuda İngiliz gücünü sarsmak, Süveyş’den kanal açmak, Mısır halkının güvenini kazanmak ve Osmanlı ile iyi ilişkiler kurmaktır. 19 Mayıs’ta Toulon limanından 55.000 asker ve biyolog, doktor, sosyolog, arkeolog, mühendis ordusu taşıyarak ayrılan 400 gemilik Fransız filosu Malta’yı ele geçirdikten sonra, 1 Temmuz’da İskenderiye’ye ulaşır. Bonapart Mısır’a gelişini şöyle ilan eder: “Allah’ın hizmetkarı, Peygamberin arkadaşı sıfatıyla Mısır halkını bu cennet bölgeyi titreten Kafkasyalı zalimlerden kurtarmaya geldim. “3 Temmuz’da Kahire üzerine yürüyüşü başlatan Napolyon, 21 Temmuz’da Çerkes kuvvetleriyle karşı karşıya gelir. Fransız ilerleyişini durdurmak isteyen Çerkesler piramitlere yakın Embaba bölgesinde süvari saldırısına geçerler. Ama “Piramitler Savaşı”da Memlukların yenilgisiyle biter. Fransız topçusu, saldıran Çerkes süvarilerini daha yaklaşamadan paramparça etmiştir. 1571’den beri değişen bir şey yoktur. Çünkü Memluklar ateş gücü kullanmamakta ısrar etmektedir. Onlara göre kılıç ile açılmayan yara değerli değildir. İlginç olan, Arap ülkesi Mısır’ı dış saldırılara karşı Çerkes kuvvetleri korumuş, Memluklar yönetici sınıf olmalarına karşın yerli halkı işgalcilerin karşısına çıkarmamışlardır. Bu da Çerkeslerin sayısını, dolayısıyla siyasi gücünü zayıflatmıştır. 

Üçüncü kilometre taşı 1871 katliamıdır. Kahire’de iktidarı ele geçiren Kavalalı Mehmet Ali Paşa vilayetleri yöneten yirmi dört Çerkes beyinin etkinliğinden rahatsızdır. Oğlu Tosun Bey’i Vahabiler karşı Hicaz’a göndermesi onuruna vereceği bir şöleni bahane ederek Çerkes ileri gelenlerine barış çağrısında bulunur. Davete kabul eden Çerkes beyleri beş yüz kişilik bir grup halinde 1 Mart 1871’de Kahire kalesine giderler. Yemekten sonra kaleyi terk etmek üzere dar bir geçitte at üzerinde ilerler­ken, burçların üzerinde önceden sinmiş askerler tarafından ateş açılır. Geçidin iki ucundaki demir kapıların kapanmasıyla savunma ve kaçma şansını bulamayan Çerkesler tümüyle katledilir. Tek istisna, atıyla kalenin burçlarından atlayıp kırık bir ayakla kurtulduğu rivayet edilen Şahin Bey (bazı kaynaklara göre Hasan Bey)dir. Nitekim günümüzde Kahire kalesini gezen turistlere burçlar üzerindeki nal izi “Uçan Memluk” adıyla tanıtılır. Katliam kalenin dışına taşırılarak Kahire ve İskenderiye’de devam eder. Katliamdan kurtulmayı başaran birkaç yüz Çerkes, Sudan yönüne kaçarlar. Beş kataraktı (kum tepesi) aştıktan sonra dururlar ve burada surlarla çevrili bir kent inşa ederek El-Urdi (kamp) adı verirler. Bu şehir daha sonra Yukarı Nubia bölgesinin siyasal merkezi haline gelecek ve bugünkü Yeni Dongola kenti olacaktır.  

Alan Moorehead “Mavi Nil” adlı yapıtında şunları yazar: “Dongola’ya bir gün cesur, kadınlarına saygılı, Kur’an okumaya düşkün bir kafile geldi. Açık renk ciltleriyle yerli halktan hemen ayrılıyorlardı. Ama kimse ne nereden geldiklerini, ne de sonlarını öğrenemedi.” Bu “meçhul” kafile kuşkusuz katliamdan kaçabilen Çerkesler idi. Ama Kavalalı kaçakları unutmamıştı. En küçük oğlu İsmail beyi hem altın yataklarına sahip ülkeyi ele geçirmesi hem de kaçan Çerkesleri yakalaması için 1820’de Sudan’a gönderir. Dongola’ya gelen İsmail bey direnen Çerkeslerin bir kısmını öldürür, kalanları da Mısır’a geri götürür. Yakalanmamayı başaran küçük bir grup ise Dongola’da kalarak yerli halkla karışır. Günümüzde Dongola halkının diğer Sudanlılara göre daha açık tenli olduğu söylenir. 

Tam bir dönüm noktası olmasa da 1881 yılı da (Çerkesler adına kaçırılmış bir fırsata tanıklık etmesi açısından) önemlidir. Katliamın ardından Çerkesler, Türk unsurlarla kaynaşmak ve iktidarı onlarla paylaşmak bedeliyle de olsa, Mısır eliti içindeki konumlarını sürdürmüşlerdir. İngiliz Albay Stevens’in 1820’deki reoganizasyonunun ardından özellikle ordu­nun üst kademelerinde Çerkes egemenliği çok yoğundur ve general rütbelerine yalnız Çerkes subaylar terfi ettirilmiştir. Kendi ülkelerinde albay rütbesinin ötesine geçememenin verdiği öfkenin seferber ettiği Arap subaylar Albay Arabi liderliğinde Hidiv’e, Çerkes kökenli Savaş Bakanı Osman Rıfkı Paşa’yı azletmesi için bir ültimatom verirler. Bunu duyan Osman Rıfkı Paşa ve Çerkes generaller Nil Kasrı’nda Prenses Cemile’nin düğün törenine davet edilen Arabi ve iki Mısırlı subayı ültimatomu imzaladıkları için tutuklarlar. Ancak Arap kökenli Albay Ali Fehmi (eşinin Çerkes olması nedeniyle saraydaki gelişmelerden haberdardır.) ve askerlerinin müdahalesi ile Arabi ve arkadaşları kurtarılır. Sonuç olarak Osman Rıfkı Paşa Hidiv tarafından savaş bakanlığı görevinden azledilmiş, yerine Araplaşmış bir Çerkes soylusu Mahmut Sami Paşa el-Barudi atanmıştır. Bunun üzerine aralarında Osman Rıfkı Paşa, Ratıp Paşa, Yusuf Bey Necati, Mahmut Bey Fuat, Mahmut Efendi Talat Beybaşı’nın bulunduğu Çerkes subaylar karşı darbe hazırlığı yaparlar. Ancak hazırlık haberi Raşit Enver isimli bir Çerkes yüzbaşı tarafından sızdırılır. Kendisini Sudan’a atayan Osman Rıfkı Paşa’ya kızgındır. Çerkes subaylar hemen tutuklanır ve dağıtılır. bu olaydan sonra Çerkesler toplum halinde ellerinde tuttukları gücün son kırıntısını da yitirirler ve bir daha hamle yapamayacak duruma gelirler.

1930’larda Kahire’de Çerkes Kardeşlik Derneği’nin varlığı bilinmektedir. Ama 1952 Hür Subaylar darbesinin Çerkeslere son darbeyi vurduğu açıktır. Darbecilerin uygulamalarının omurgasını oluşturan devletleştirme ve Araplaştırma politikalarının ikisi de Çerkeslere büyük zarar vermiştir. Toprakların devletleştirilmesi, arazi kaybını ticari girişimlerle telafi edemeyen Çerkesleri ekonomik olarak çökertmiştir. Arap olmayan unsurlara düşmanlığa ve Araplaştırmaya dayalı Arap milliyetçiliği de sayıca az ve etno-kültürel kimliğini geliştirememiş Çerkeslerin asimilasyonunu hızlandırmıştır. 

Mısır Çerkesleri Türkiye, Ürdün, Suriye, İsrail ve Kosova’daki kardeşlerinden ne yönden farklıdır ve neden daha kolay asimile olmuşlardır? Diğer diaspora ülkeleri ile farklılıklar bu şiddetli asimilasyon sürecinde etkili olmuş mudur?  Kuşkusuz evet. Çerkesler Mısır’a paralı askerlik yapmak için, küçük gruplar halinde, akrabalarının daveti ile ve geniş bir zaman dilimi süresince göç etmişlerdir. Yani Çerkesler Mısır’a kitlesel olarak ve sürgün yoluyla gelmemişlerdir. Bu onları iki yönde etkilemiştir. Birincisi, kendileri ve başkaları tarafından ciddi varlık olarak görülebilecekleri sayısal bir güce hiçbir zaman ulaşamamışlardır. Ama Mısır halkının yumuşak doğası ve siyasi-askeri güçleriyle bu handikabı kısmen de olsa telafi ettikleri söylenebilir. İkincisi, Mısır’a sürgün nedeniyle kitlesel olarak gelmemiş olmanın kolektif belleğe olan etkisidir. Bir göçmen toplumunun varlığını sürdürebilmesi için zorunlu olan kader birliği ve kendine acıma gibi duyguları geliştirememişlerdir. Siyasal olarak güçlü oldukları oranda varolma yetenek ve istekleri de güçlü olmuştur. Ama bu varoluş isteği bile etno-kültürel özelliklerini sürdürmeye yetmemiştir, çünkü kendilerini etnik grup değil, sosyal sınıf olarak tanımlamışlardır. Grup kimliklerinin temel belirleyicisi ise yerli halka egemen olma yeteneğidir. Dolayısıyla güçsüzleştikleri zaman Araplaşmaları, güçlenmek için de Türk seçkinlerle kaynaşabilmeleri (özellikle dil açısından) çok kolay olmuştur. 

Çerkeslerin etno-kültürel kimliklerinden tamamen habersiz oldukları söylenemez. Atamalarda ayrımcı, günlük yaşamda yerli halka karşı baskıcı ve küçümseyici davranışlar Memlukların kendilerine Mısır’ın halkından üstün gördüğünün kanıtıdır. Ancak bu dışlayıcılığın ne kadarının etno-kültürel motiflere, ne kadarının da sosyo-ekonomik motiflere dayandığı tartışma konusudur. Ama Arap kolektif belleğine yer etmiş ve günümüz diyaloglarında bile kullanılan “Memluk gibi zalim” deyişinin nesnel bir tabanı kuşkusuz vardır. 

Sayısal zayıflık da asimilasyon sürecinde etkili olmuştur. Kafkasya’dan sürekli insan ithaline karşın hiçbir zaman milyona ulaşmamış bir nüfus, Mısır gibi kalabalık bir ülkede üstelik sayısal güçsüzlüğünü nitel faktörlerle den­geleyemeyince yok oluş kaçınılmaz olmuştur. Sayısal yetersizlikte dış düşmana karşı verilen savaşlarda hep Çerkeslerin savaşmalarını, katliamları, karışık evlilikleri ve özellikle yeni geldikleri ülkenin koşullarına alışamayan Çerkesleri etkileyen 1492 veba salgınını dikkate almak gerekir. 

Mısır mı Çerkeslerin emrinde olmuştur, yoksa Çerkesler mi Mısır’ın emrinde olmuştur ya da Çerkesler Mısır’a hizmet mi etmiştir, yoksa onu sömürmüşler midir? Bu soruların yanıtını Mısırlı Arap aydınlardan alalım. Memluk döneminin değerlendirilmesi ülke aydınları arasında ilginç tartışmalara yol açmıştı. Memlukları dışarıdan gelmiş zalim bir askeri yönetici sınıf olarak kabul eden resmi Mısır görüşüne karşı tanınmış Mısırlı aydın Muhammed Heykel, Memlukları şöyle savunur: “Memlukları despotlukla suçlamak yanlıştır. Çünkü o dönemde hiçbir yerde demokrasi yoktu. Memluklar Mısır’a bağlılıklarını, ülkenin bağımsızlık ve bütünlüğünü dış düşmanlara karşı defalarca savunarak kanıtlamışlardır.” İbrahim Celal’de Memlukların lehindedir: “Memluklar Mısırlılardan ayrı bir ulus değildi. Ötesi ulus değil, Mısır ve Mısırlıları benimsemiş bireylerdi. Memluklar Mısırlılar arasında yaşamış, onlarla evlenmiş, onları iktidara ortak etmiş, ülkenin zenginliğini onlarla paylaşmış ve asimile olmuşlardır.” Mısırlı demokratlara göre Memluklar ülkeye altın dönemini yaşatmışlardır. Sınırlar doğu, batı ve güneye doğru genişlemiş, ülke doğu ile batı arasında ticaret yollarının geçiş noktası haline gelmiştir. Kültür, tarih, coğrafya, şiir, mimari, bilim zirveye çıkmıştır. Mısır bir refah ve ilerleme evresi yaşamıştır. 

Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Memluk dönemini savunan Arap demokratlar bile Çerkesleri asimile olmaları, bireysel kimliklerini etnik kimliklerinin önüne geçirmeleri ve Mısır’ın hizmetkarı olmaları koşuluyla benimsemektedirler. Bazı yönleriyle ciddi farklılıklar taşısa da Mısır Çerkeslerinin öyküsü diasporanın ki ile çok çarpıcı benzerlikler içermektedir. Yaşadığı ülkenin altın dönemlerine imza atmak, kötü günlere ortak olmak, can ve kan vermek, asimile olduğu ve bireyleştiği oranda benimsenmek ama yine de hain ilan edilmek… Yani kısaca köksüz olmak. 

Mısırlı Çerkeslerin deneyiminden ne dersler çıkarılmalıdır? Onların yaşadıklarını diğer diaspora ülkeleri de yaşıyor mu?

1) Memlukların ulus olmalarını, dolayısıyla asimile olmamalarını, en azından daha geç asimile olmalarını, yoğun feodal bağlar ve patronaj (himaye) ilişkileri engellemiştir. Memluk iktidarının tek dayanağı olan ordunun değerinin düşmesinin nedenlerinden birisi, atamalarda liyakat yerine akrabalık ilişkilerinin belirleyici olmasıdır. Keza Çerkesleri zayıflatırken, düşmanları güçlendiren sonu gelmez iktidar mücadelesi merkezi otorite etrafında toparlanmak yerine bir çeşit derebeylik sisteminin geçerli olmasından kaynaklanmıştır.

2)
Memluk Devleti’nin çökmesinin önemli nedenlerinden birisi, askeri teknolojinin gerisinde kalmalarındır. 1517’den 1789’a dek ateş gücü olgusunu kabul etmemeleri inanılır gibi değildir. Örnek yalnız askeri teknoloji ile sınırlı değildir. Güncelleşmek ve çağdaş yöntemleri izlemek her alanda önemlidir. Bir varoluş koşuludur. Çağın gerisinde kalmanın nelere mal olduğunu Memluklar göstermişlerdir. Teknoloji üretemesek de hiç olmazsa üretileni kullanabilmeliyiz.

3)
Çerkeslerin çöküşü biraz da yalnız toprağı bağlı olmalarından kaynaklanmıştır. 1952 sonrasında başlatılan devletleştirme kampanyası toprak sahibi konumundaki Çerkes toplumuna büyük darbe vurmuştur. Oysa Çerkesler ticaret, zanaat ve finans alanlarında faal olsalardı bu derece zarar görmezlerdi.

4)
Resmi görüşe karşı çıkan Arap demokratların bile Memluklara sempatisi karşılıksız olmamıştır. Çerkesleri asimile oldukları, dış düşmana karşı tek başlarına savaşıp can verdikleri, Çerkes olmak yerine Çerkes kökenli Mısırlı bireyler oldukları oranda benimsemişlerdir. Bu, göçmen bir toplumdan ödenmesi istenmeyecek kadar yüksek bir bedeldir. Üstelik o toprakların gerçek sahipleri parmaklarını bile kımıldatmazken…

5) Çerkeslerin en büyük rakibi gene kendileridir. Her ülkede ve her dönemde Raşit Enver’ler olmuştur. Kendi annesi de Çerkes olan İbn Al-Karabi’nin Celalettin Suyuti’yi annesi Çerkes olduğu için eleştirmesi de ilginç bir anekdottur. 

Mısır Çerkeslerinin öyküsü bize iki mesaj verebilir. Birincisi, onlar gibi asimile olmamak. İkincisi, onların etno-kültürel kimliklerini canlandırmak. 

Mısır Çerkesleri dil, adet, kimlik ve sayı açısından tükenme noktasına gelmişlerdir. Ama tüm olumsuzluklara karşın Çerkes olduğunu bilen insanların sayısı hiç de az değildir. Kuzey Kafkasya kültürü madem yeniden doğuş yaşamaktadır, o halde tek birey bile çok değerlidir. Dil bilmemek çok önemli değildir. Asıl belirleyici olan Kafkasya ve Kafkasyalılık sevdasıdır. Ruh olduktan sonra dil öğrenilebilir ama her dil bilen Kafkasya sevdası taşıyamaz. Çerkes olduğunun hala farkında olan insanların ilk adım olarak Kafkasya’yı ziyaret etmeleri teşvik edilebilir. Kafkasya’yı gören bir insan zaten ileri adımları kendiliğinden atacaktır. 

Memlukların çocuklarının uyandırılması sürecinde başrolü oynayacak diaspora ülkesi Ürdün’dür. Çünkü Mısır ve Ürdün Çerkesleri arasında tarihi ilişkiler vardır. Ürdünlü Çerkes öğrencilerin 1930’lu yıllara dek Kahire’deki Çerkes Kardeşlik Cemiyeti hesabına Mısır üniversitelerinde okudukları bilinir. Bu öğrencilerden hala yaşayanlar vardır. Birisi, halen Amerika’nın New Jersey eyaletinde yaşayan Hüsnü Kaşırga dır. Ürdün hem yakınlığı, hem Arap dilinin sağladığı kolaylık, hem de Çerkes okulunun öğretmen sağlama olanağı açısından Mısır Çerkesleri ile ilişkilenmede öncülük yapabilir.

Mısır’da yaşayan kardeşlerimizi ulaştıkları asimilasyon noktasından dolayı dünya Kuzey Kafkasyalılığının yaşadığı yeniden doğuş sürecinin dışında bırakamayız. Onları kazanabiliriz ve kazanmalıyız. Bu da genel kararlılığımızın bir parçasıdır.