ALLAH BELANIZI VERSİN!

Osman Balcıgil
haber3.com

Allah Belanızı Versin
Ermeniler’i severim.
Hem de çok severim.
Pek çok nedenim var sevmek için.
Dört hane Türk, elli, atmış hane Ermeni nüfusu barındıran bir Gedikpaşa sokağında büyüdüm.
Dünya kadar Ermeni kardeşim, ahpariğim, kuyriğim oldu.
Mesela ilk mandolin derslerimi Avadis ahpariğimden aldım.
Biraz ilerlediğimi görünce, elimden tutup Surp Mesropyan Kilisesi’ne götürmüş, çalıştırdığı orkestra ve koroda bana da bir yer açmıştı.
O tarihte hayatta olan dedem, babaannem de dahil olmak üzere, aile büyüklerim “Acaba Hıristiyanlığın etkisinde kalır mıyım?” diye düşünmemişlerdi bile.
Agop amcanın evinin önüne kurduğu kukla tiyatrosunu, zevk alarak seyrettiğimi hatırlıyorum.
Elleriyle yaptığı ahşap kuklalara ve onlar için eşinin diktiği elbiselere bayılırdım.
Varbet (usta), hayatını yağmur oluklarını tamir ederek kazanırdı.
Bir gün, hemen arka sokağımızda, çalışmakta olduğu damdan düştü.
Öldü.
Bir yakınımı kaybetsem ancak o kadar üzülürdüm.
Dedem vefat edince, Ermeni komşularımız evimize yedi gün yemek getirmişlerdi.
Bunu bir Ermeni geleneği olduğu için mi yoksa Türk geleneği olduğundan mı yaptılar, bilmiyorum.
Öğrenmek de istemiyorum.
Çocukken aklıma “biz” ve “onlar” diye düşünmek hiç gelmemişti.
Paskalya’larda evimize, rengarenk yumurta ve paskalya çöreği dolardı.
Kokuları ve tatları hala hatırımdadır.
Köşe başlarında yumurta tokuşturduğumuzu, alçıdan kırılmayan yumurta yapma çabalarımızı unutmadım.
Ortaokuldayken, düğünlerde çalmak üzere bir orkestra kurmuştuk.
Gurubumuzun tek Türk üyesi bendim.
Hem Ermeni, hem de Türk düğünlerinde çalardık.
Nedense, o dönemin popüler şarkısı “Sude, sude”yi çok güzel çaldığımız kalmış hatırımda.
Yahu kardeşim, insan bir kez bile, farklı bir etnik kökenden, dinden filan olduğunu hissetmez mi?
Hissetmedim.
Birbirimizi seviyorduk ve bu bize yetiyordu.
Günler günleri kovaladı…
Genç bir adam olmuş, yuvadan uçmuştum.
Baba evimi her ziyaretimde, bir Ermeni komşumuzun daha evini satarak taşındığı haberini alıyordum.
Komşularımız, birer ikişer ve ağırlıklı olarak Kurtuluş’a taşınıyorlardı.
Bu süreçte verdikleri her kayıp, babamı ve annemi hüzünlendiriyordu.
Çok sürmedi, ailem, Ermeni komşuların peşi sıra evini Kurtuluş’a taşıdı.
Annemin ve babamın keyiflerinin yerine geldiğini, yeniden mutlu olduklarını gözlerinde okudum.
Sabah kahveleri, akşam çayları geri gelmişti.
Ve tabii, ağız tadıyla edilen muhabbetler, eski günleri anmalar filan…
Az önce gazetede bir haber okudum.
Tuzla’daki Ermeni Yetimhanesi’ni yıkmak için iş makineleri çalışmaya başlamış.
Beynimden vurulmuşa döndüm.
“Allah belanızı versin!” diye haykırdım.
(Son zamanlarda ne çok kullanır oldum bu deyişi…)
Ve aklıma derhal Hrant Dink’in yazdığı DAVACIYIM EY İNSANLIK başlıklı yazı geldi.
Şöyle diyordu özetle yazısında Dink:
“Aldılar bir sabah biz 13 çocuğu…
Gedikpaşa’dan yürüyerek Sirkeci’ye…
Oradan vapurla Haydarpaşa’ya…
Haydarpaşa’dan trenle Tuzla İstasyonu’na…
İstasyondan da bir saat yürüyerek, göl ile denizi kenarlayan geniş ve uçsuz bucaksız düz bir araziye götürdüler.
Şafak vakti kalkıp, gece yarılarına dek çalışarak kamp binasını tamamladık.
Geceleri uykuda yorgunluktan altımıza işerdik.
Sekiz yaşımda gittim Tuzla’ya.
Tam 20 yıl oraya emek verdim.
Eşim Rakel’i orada tanıdım. Birlikte büyüdük. Orada evlendik.
Çocuklarımız orada doğdu…
Bir gün elimize bir mahkeme kâğıdı tutuşturdular…
“Siz Azınlık kurumları yer satınalma hakkına sahip değilmişsiniz! Biz zamanında size izin verirken yanlış yapmışız. Artık burası eski sahibinin olacak.”
Beş yıl süren direnişimize rağmen yenildik…
Ne yapalım ki karşımızda devlet vardı. Şikâyetim var ey insanlık!…
Bizi, yarattığımız uygarlığımızdan attılar.
Orada yetişmiş bin beş yüz çocuğun alınterinin üstüne oturdular. Bizlerin çocuk emeğini gasp ettiler.
Orayı tekrar yoksul çocuklar için bir yetimhane yapsalardı, kimliği ne olursa olsun, yoksul ya da özürlü çocuklar için kamp olarak kullansalardı, hakkımı helal ederdim. Ama bu şekilde emeğimi helal etmiyorum.
Ve artık bizim yarattığımız “Tuzla Yoksul Çocuk Kampı”mız, bizim “Atlantis uygarlığımız” şimdi bir harabe…
Çocuk cıvıltıları çekilince suyu da çekilmiş kuyunun…
Binanın omuzları düşük….
Toprak çorak…
Ağaçlar küskün…
Benim isyanımın pike uçuşları ise, bin bir özenle yaptığı yuvası bir darbeyle yok edilmiş kırlangıcınki kadar keskin…
Lakin çaresiz…”
Dink’in yazdığı bu yazıyı okuduğumda tabiatıyla çok üzülmüş, ayrıca “Demek o da benim gibi Gedikpaşa’da büyümüş” diye düşünmüştüm.
Yüzmeyi benim gibi Kumkapı sahilinde öğrenmiş, Cinci Meydanı’nda top koşturmuş, bisiklete binmiş, Gedikpaşa Yokuşu’nun tepesinden, Çifte Gelinler Caddesi’ne kadar kızakla kaymış olmalı.
Demek şimdi, onun minicik çocuk elleriyle yaptığı Tuzla Ermeni Yetimhanesi yıkılıyor…
Yarabbim bu ne büyük bir utanç.
İnsan olduğumdan mı, Müslüman olduğumdan mı, Türk olduğumdan mı utanayım?
Çok geçmez, bu arazinin üzerine de İslamcı kimliğiyle öne çıkan siyasal iktidar’a yakın olan “iş adamları” villalar, alış veriş merkezleri, gökdelenler filan kondurur, zenginliklerine zenginlik katarlar.
Kirli bir rant elde ederler.
Gözünüze dizinize dursun.
Bildiğim bütün küfürleri ediyorum.
Bütün lanetleri okuyorum.
Allah belanızı versin.
Gözünüzü toprak doyursun.
Daha ne diyeyim?
.