KITIJ Cemil Biçer
Öğretmenliğimin ilk yıllarıydı. Öğretmenlik bizde aile mirası gibidir. Büyük dedem Şpaşiğo Kafkasya’da Ecips Köyü’nün hem imamı hem din öğretmeniymiş.
Babam Akpınar Köy Enstitüsü mezunu cumhuriyetçi, yurtsever bir Anadolu feneri. Ben de bilinçli olarak bu mesleği seçmiştim.
Ancak öğretmenlik ne genetik yolla, ne de üniversitede öğretilen pedagojik formasyon ile kazanılırmış.
Babam, “Bu meslek usta-çırak ilişkisi içerisinde çocuklarla beraber öğrenilir” derdi…
Derdi de, ne demek istediğini anlamazdım, aşağıda anlatacağım olayı yaşayana değin…
Görev yaptığım okul ilçenin tek orta okulu. Oldukça yoğun bir öğrenci nüfusuna sahip. Her sosyal tabakadan öğrencimiz var.
Okulun en genç öğretmeniyim. Diğer meslektaşlarım emeklilikleri gelmiş. Hatta birçoğunun emeklilikleri çoktan dolmuş. Sırf evlad-ü ayal için bu işi yapar ’mod’unda meslektaşlarımdı.
Bu tükenmişlikleri sınıflara ve okul geneline de yansıyor, çocuklar da bunu fark ettiklerinden okul Hababam Sınıfı gibi olmuştu. Ben gençliğin verdiği idealistlik ve enerjimle bu durumu içime sindiremiyordum. Bunu da şiddeti bir eğitim aracı olarak kullanarak göstermeye çalışıyordum. O hale gelmişti ki, okulun dış kapısından girdiğim anda yüzlerce koşuşan oynaşan çocuklar karga görmüş civcivler gibi sınıflarına kaçıyorlardı. Hatta yaşlı meslektaşlarım sınıflarda disiplini sağlayamadıkları öğrencilerini; “Cemil hocaya söylerim seni”’ tehdidi ile sakinleştirirlerdi.
Nöbetçi olduğum günlerde koridorlarda çıt çıkmaz, çocuklar o gün milli matem havasında imişcesine sessiz, uysal ve bedbaht dolaşırlardı bahçenin kuytu köşelerinde.
İdâri bir görevim olmamasına rağmen bu despotizmim okul idaresinin de işine gelir, hatta benim bu şiddet yanlısı tavrımı alkışlar tutum sergilerlerdi. Kendimi çok iyi bir öğretmen olarak görüyordum.
Değil mi ki “en iyi öğretmen en korkulan öğretmendir”!?
Artık iyiden iyiye nam salmıştım. Öğrenciler üstündeki bu despot tavrım okul dışına da taşmış, ilçe sokaklarında beni gören öğrencilerim çil yavrusu gibi ara sokaklara kaçışır olmuştu. Dahası bir çok ana baba bu şiddeti mi destekliyor, okula bizzat gelip ”Hoca; bizim oğlan çok yaramaz, söz dinlemiyor hele şunun da bir kulağını çekiversen” diye mesai dışı isteklerde bulunuyorlardı.
Okulların açıldığı ilk hafta ders programları hazır olmadığı için derslerin çoğu boş geçer. Öğrenciler koridorlarda, bahçelerde, yeni öğretmenler hakkında muhabbet ederler, eski öğrenciler yeni gelenlere ‘Falanca derse kim geliyor? Fişmanca derse kim geliyor?” diye merakla sorarlar. ‘’Sosyal Bilgiler ve Vatandaşlık Bilgisi dersine Cemil Biçer giriyormuş dendiğinde ‘’Yandınız siz oğlum, sizin askerliğiniz bitmez!’’ muhabbetlerini duydukça egom zirve yapar, kostak kostak kostaklanırdım.
Artık özel bir şey yapmam gerekmiyordu. Sadece koridorun başında ellerim arkamda durup gözlerim ufukta sabit bir noktaya bakmam yetiyordu. Beni gören görmeyeni dürtüyor ve kısa bir süre sonra o cıvıl cıvıl şen kahkahalar yerini derin bir sessizliğe ve korkunun rüzgarlarına terk ediyor, şiddete başvurmam bile gerekmiyordu.
Çoğu kez adımın ve gölgemin görünmesi yetiyordu disiplinin sağlanması için.
Ta ki, o meşum 6-A sınıfına ilk derse girdiğim ana kadar. O ders, gerek meslek yaşamımda gerekse özel yaşamımda bir ihtilal yapmıştır.
6-A sınıfına girdim o gün. İlk dersleriydi yavrucukların. İlçe köylerinin değişik okullarından gelmiş kalabalık bir sınıftı. Önceden Cemil Hoca namını duyduklarından gıkları çıkmadan bekliyorlardı kapıdan girecek canavarı. (Şimdi bunları yazarken bile -aradan 30 yıl geçmesine rağmen- utanıyorum ve kendimden nefret ediyorum!)
Her zaman yaptığım pozlardan biridir; ilk derslerine girdiğim sınıfların kapısını aniden şiddetle açarım ve kapının koluna yaslanarak sabit bir noktaya gözlerimi diker dakikalarca öylece dururum.
Bu tavır, zaten önceden namımı duymuş zavallı yavrucaklar üzerinde katmerli bir korku fırtınası yaratıyordu. Çocuklar ben girer girmez ayağa fırlayıp heykel gibi kıpırdamadan duruyorlardı… Düşüne biliyor musunuz zulmü, işkenceyi?! O cıvıl cıvıl çocuklar hiç kıpırdamadan dakikalarca ayakta put gibi duruyorlar. “Çin işkencesi” bu olsa gerek, hele ki biri kımıldasa!
Gözlerimle sınıfı tararken sol duvar kenarında ikinci sırada bir çocuğun ayağa kalkmadığını gördüm. Gözlerimi üstüne diktiğimde zavallı yavrucuğun gözlerindeki korkuyu tarif etmek mümkün değil. İçimden hemen o çocuğun yanına gidip yakasından tek elimle tutup havaya kaldırmak ve bir müddet havada sallayıp oturduğu sıraya hızlıca çarpmak geçti. Ağır adımlarla ona doğru yöneldim ancak bakışlarım sınıfın geneli üzerindeydi. Yanına vardığımda o zavallı çocuk küçülmüş, büzüşmüş korkunun etkisiyle bir avuç kalmıştı. Yakasından tuttuğum gibi havaya kaldırdım. Minnacıktı yavrum, küçük, mini minnacıktı. (Ne alçak, ne iğrenç bir öğretmenmişim ben! O zavallı çocukları yaşamları boyu baş kaldıramayacak, sorulmadan konuşulmayacak, hale getirmişim.) Kolumda bir pelte gibi sallanan çocuğu gören sınıfın hali… Nazilerin, Yahudileri temerküz kamplarında fırınlara gönderdikleri bakışlardan daha korku doluydu.
Birden bakışlarımı avucumda sallanan çocuğa çevirdim. Aman Tanrı’m! Bu da ne?
Avucumda sallanan çocuğun iki ayağı da yoktu. Sınıfa girdiğimde ayağa kalkmayışını bir küstahlık olarak kabul etmiş ve tüm sınıfa ders vermek için planladığım bu vahşet anının sonunda düştüğüm bu durum korkunçtu. Sanki bedenime binlerce volt elektrik akımı verilmişti.
Çaresizlik içinde çocukcağızı sırasına bırakıp “oturun” komutunu vererek kürsüdeki sandalyeye zor attım kendimi. Vücudum yanıyordu sanki. Terden sırılsıklam olmuştum. Sınıfta bir ölüm sessizliği hakimdi.
Başımı kaldırıp çocuklarımın yüzüne bakamıyordum. O zavallı yavrucuğun oturduğu taraftan birtakım hareketlenmeler oldu. Göz ucuyla baktığımda yavrucuğun yanında oturan arkadaşlarının arka sıraya kaçıştıklarını gördüm.
Bir müddet sonra kürsünün önünde oturan sarı saçlı deniz mavisi gözleriyle bir küçücük kız: ‘Öğretmenim Narthan altına çiş yaptı.’ diye fısıldadı korkuyla. Tam o esnada teneffüs zili çaldı. “Çıkabilirsiniz” dememle birlikte çocuklar birbirlerini çiğnercesine sınıfı boşalttılar.
Şimdi sınıfta ben, vicdanım ve bir ömür boyu yürek yarası olacak Narthan kalmıştık.
Sınıfta başımı hafifçe kaldırıp ona doğru baktım. Zemheri ayazında yuvasız kalmış serçe kuşu gibi bana bakıyordu. Bakışlarındaki korkuyu, yakarışı ve biçareliği tarif etmem mümkün değil. Usulca ona doğru yaklaştım. Zavallı Narthan korkudan ve çaresizlikten sırasına işemişti. Sıra arkadaşlarının kaçışması bu nedenle imiş. Temizlik görevlisini çağırıp sınıfı temizlettim. (Aslında o sınıfta temizlenmesi gereken tek pislik bendim!)
Annesi bulaşıkçılık yaptığı lokantanın telefonunu bırakmış idareye. Hemen çağırdılar. Kadıncağız ellerini bile durulamadan yetişti ve ne olduğunu bile sormadan çocuğunu bağrına basıp götürdü. Olay tüm okulda anında duyulmuştu. Öğrencilerimin bana korkuyla bakışlarına şimdi nefrette karışmıştı. İçimdeki yangın gittikçe büyümeye, cehenneme dönüşmeye başlamıştı.
Şimdi bu çocuğun benim meslek ve ruh dünyamda yarattığı dönüşümü anlatacağım. Ancak bana olan nefretinizin “pik” yapması için bu yavrucuğun 1990’lı yılların başında Çeçen-Rus Savaşı’nda Çeçenlere destek olmak için Samsun’dan o savaşa destek için Çeçenistan’a gidip orada şehit olan bir babanın oğlu olduğunu da belirteyim.
O günün ertesinde ve sonrasında Narthan okula gelmiyordu. İçimde her geçen gün daha büyüyen vicdan yangını benliğimi yakmaya devam ediyordu. Sanki bedenim bir mengenede sıkıştırılıyordu.
Geceleri kabuslarla uyanıyordum sırılsıklam terler içinde. “Vicdan Azabı” denilen şey bu olmalıydı. Artık bu işkence dolu kabuslara dayanamıyordum.
Okul idaresinden Narthan’ın adresini alıp şehrin varoşlarına doğru yola koyuldum. Yol boyunca Narthan’la nasıl yüzleşeceğimin muhasebesini yapıyordum. Kendimi nasıl affettirecektim? Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyordu. Adrese vardığımda uzunca bir süre kapıyı çalamadım. Dakikalarca dolanıp durdum kapının önünde. Sigara üstüne sigara içiyordum ve çaresizliğin ne olduğunun ayırdına varıyordum. Utancımdan ve vicdanımın çığlığından kapıyı çalamadım. Tam evin karşısındaki şehir mezarlığının taş duvarına gidip oturdum. Bir yandan Narthan ile yüzleştiğimde ona ne söyleyeceğimi tasarlıyor bir yandan da mezar taşlarının yazılarını okumaya çalışıyordum.
Gözlerim birden bir mezar taşı yazısına kilitlendi: “Her türlü borcunuza kefilim. Velev ki kul hakkı olmasın” –Hz. Allah- Bu yazıyı okuyunca içimdeki fırtına daha da şiddetlendi. ‘’Tanrı’m, kendimden nefret ediyorum’’diye haykırdım. ‘Nefret ediyorum kendimden, ölmek istiyorum’ diye haykırıyordum mezarlığın içinde. Evet ölmeliydim ama kendimi Narthan’a bağışlatıp helallik almadan ölemezdim, Zaten Tanrı’ya kulluk borçlarının hiç birini ödememiş müflis bir tüccar gibi kabarıktı amel defterim. Bir de bunun üstüne Narthan’ın vebaliyle ölürsem!
Koşar adımlarla kaçarcasına fırladım mezarlıktan. Ne olursa olacaktı artık. O kararlılıkla kapıyı çalmaya başladım. Yoksul kapı ağır ve vakur bir gıcırtıyla açıldı. Saçı başı dağınık, yoksulluğun ve çaresizliğin solgunlaştırdığı yorgun bir kadıncağız; “Buyurun efendim kimi aramıştınız?’’ diye fısıldadı. Kendimi tanıtıp Narthan’la konuşmak istediğimi söyledim. Fısıltı halinde “İzninizle bir sorayım kendisine, kabul ederse görüşürsünüz” diyerek içeriye girdi.
Saniyeler bir asır gibi geliyordu artık bana. Zaman geçmek bilmiyordu. Nihayet kadıncağız kapıda göründü. Üzgün bir edayla: ‘Üzgünüm hocam Narthan sizinle görüşmek istemiyor’’ dedi. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Kapıyı iteleyerek içeriye daldım. Kadıncağız korkmuş ve şaşırmıştı. Ne yapacağını bilmez bir halde kenara çekilip kalakaldı. Ben çılgınca odaya daldım. Narthan izbe, karanlık yoksul odanın ortasında bir divana yüzü koyun kapamış elleriyle yüzünü kapamış bir acı yumağı gibi top olmuş hıçkırıyordu. Bu manzara karşısında artık içindeki fırtınaya engel olamadım. Hüngür hüngür ağlayarak Narthan’ın üstüne kapaklandım.
Aradan ne kadar zaman geçti anımsamıyorum ama kendime geldiğimde Narthan’la sımsıkı kucaklaşmış, kenetlenmiş, bir haldeydik. Gözyaşlarımız ikimizi de sırılsıklam yapmıştı.
Narthan’ı okula geri dönmesi konusunda ikna etmeye çalıştım ama ne dediysem, ne kadar yalvardı isem ikna edemedim. En sonunda boynuma doladığı kollarını zorlukla açıp ve büyük bir kararlılıkla, “Eğer okula dönmezsen bende artık bu vicdan azabıyla öğretmenlik yapamayacağım ve şimdi gidip istifa edeceğim ama beni affedip okula dönersen bundan sonra dünyanın en iyi en sevecen öğretmeni olacağım.’ dedim.
Divanının üzerinde bir kedi yavrusu gibi uzanan Narthan, ela gözlerini kırpıştırarak boynuma atıldı. Küçücük kollarıyla sımsıkı sarılıp boynuma kulağıma,
“Ders dışı anlarda size “Babacığım” dememe izin verirseniz evet döneceğim okula!”. Yavrum, yavrucuğum, diye hıçkırarak sarıldım vicdan yarama.
Siyah beyaz Türk filmleri ile alay ederiz çoğu zaman. Hani yetişkin ergen çocuk yıllar sonra rastladığı babasını tanımaz ama o adamın şefkatinden etkilenerek, “Amca sizi çok sevdim, size baba diyebilir miyim!” der ya. Ben o filmleri her izleyişimde ağlarım…
Bilirim ki, o senaryoların ardında yaşanmış, heba olmuş hayatlar vardır.
Narthan o hafta başından itibaren okula başladı. Her sabah annesinin sırtında üçüncü kata çıkmak zorunda kalıyordu. Arkadaşları teneffüste bahçede koşup oynarken sınıfta yalnızlığı ve çaresizliği ile yoldaşlık yapıyordu.
İlk işim Narthan’ın sınıfını hemzemin olan alt kata aldırmak oldu. Merdivenlerin engelli çocukların kullanabileceği şekilde yenilettim. Kişisel tasarruflarımı ve hayırsever hemşehrilerimin desteği ile yurt dışından engelli akülü bir araba getirterek Narthan’ımın sınıfa olan tutsaklığını bir ölçüde giderdim. Okul hizmetlisine ek ücret ödeyerek teneffüslerde Narthan’ın tuvalet ihtiyacına yardımcı olmasın sağladım.
Narthan artık akülü arabasıyla sabah içtimalara katılıyor ve andımızı okuyordu ama bunların hepsinden daha önemlisi ben artık eski “Biçer-Döver” Cemil hoca değilim!
Teneffüslerde Narthan’ın “Babacığım” haykırışları ile arabasını bana doğru sürüp boynuma sarılışını gören çocuklar artık boynuma sarılmak için birbirlerini eziyorlar, en küçük sorunlarını bile benimle paylaşarak birlikte çözüm arıyoruz.
Şimdi artık ben okul kapısından girerken gören çocuklar, birbirleriyle yarışarak bana koşuyorlar. Bazen bizim ihtiyar hocalar gülümseyerek ‘Ah Narthan, ne vardı bu deli hocayı yola getirecek, bak şimdi okulu zapt edemiyoruz.‘ diye iç geçiriyorlar.
Narthan ortaokulu başarılı ve çok mutlu bir şekilde bitirdi. Kendini kanıtlamak ve kabul ettirebilmek için çok bilgi edinmek istiyordu. Boş zamanlarında arkadaşları sokaklarda top koştururken o, ya benim kitaplığımda ya ilçe kütüphanesinde ya da okul kütüphanesinde kitap okuyordu. O hale gelmişti ki, bırakın arkadaşlarını çoğu zaman biz öğretmenleri olarak unuttuğumuz ya da bilmediğimiz bir konuda “Öyle değil miydi Narthan?’’ diye ona danışır hale gelmiştik. Artık o bizim o yıllarda daha bilmediğimiz diz üstü bilgisayarımız olmuştu.
Liseyi yine benim ve hayırsever hemşehrilerim sayesinde özel bir lisede okumuş aynı başarılarını orada da devam ettirmişti. Annesine sosyal güvenceli ve dolgun ücretli bir iş bulmuştuk. Ekonomik sorunlarını da çözmüştük elbirliği ile. Lise bittiğinde Narthan o yıl üniversite giriş sınavlarında Türkiye 8.si olmuş ve İTÜ Makine Mühendisliği’ni kazanmıştı.
Her görüşmemizde yine arabasıyla bana koşuyor ve “babacığım” diyerek sarılıyor ve her seferinde kabuk bağlamış vicdan yarama basıp ağlatıyordu beni.
Aradan yıllar geçti. Artık Narthan okulunu bitirmiş, bir müddet özel şirketlerde çalışmış ve nihayetinde kendi işini kurmuştu. Ben hala Anadolu kasabalarında yeni Narthanlarla kucaklaşmaya devam ediyordum.
Bir gün postacı yıldırım bir telgraf getirdi. (Zamane gençleri telgrafı sanırım bilmezler! Konuyu dağıtmamak için telgrafın tanımını sonraya bırakıyorum.) Telgraf Narthan’dandı: “Babacığım hafta sonu evleniyorum, nikah tanığımsın, acele gelmen gerekiyor.”.
-Oğlun Narthan-
Apar topar toparlanıp hafta sonuna nikaha yetiştim. Çok lüks bir salonda nezih bir topluluğun katılımıyla Narthan’ımı evlendirdik. Eşi de kendi gibi engelli güzel bir Çerkes kızıydı. Nikah akşamı özel dostlarına bir lüks mekanda danslı-eğlenceli bir yemek verdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde Narthan hafif alkolün etkisiyle arabasıyla sahneye gelip mikrofonu aldı: ‘Dostlarım izninizle şimdi eşimle dans etmek istiyorum.’ dedi ve eşini yanına çağırdı. Orkestra şefinin kulağına bir şeyler söyledi. Tüm salon merakla ve heyecanla bu dansı beklemeye başladık ve salonun loş ışıkları altında orkestra “Ağlayan Kafe”yi çalmaya başladı.
Aman Tanrı’m! Bu oyun böyle mi oynanırmış. Salonda herkes ayakta dehşetle bir çift kuğu gibi dans eden bu çifti hayranlıkla ve gözyaşlarıyla izliyordu. Hayatımda hiç bu kadar sevinç gözyaşları akıtarak ağlamamıştım.
Canım Oğlum, Narthan’ım.