SARI NEHİR

Hakan Gürel

Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun tartışmalı raporu bir şekilde basına sızdırıldıktan sonra ilginç tepkilerle karşılaştı. Genel olarak devlet erkanının “bölünmez bütünlük” ve “hezeyan” söylemlerinin artık özgünlüğünü ve yaratıcılığını iyice yitirmiş nakaratı, bürokratlarımızın kapı kilitlerini değiştirme gibi “teamüllere uygun” uygulamaları, sivil olmayan sivil toplum örgütlerinin “vatan hainliği” nidaları, mümtaz nasyonal sosyalist hareketlerimizin alışık olduğumuz “bölündük bölünüyoruz”, “ya sev ya da terk et!” çığlıkları ile geçen utanç dolu bir hafta yaşadık. Bunlar beklenen tepkilerdi elbette.

Ertesi hafta da İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun basın açıklaması, pek bir sivil toplum örgütü olan Kamusen’in genel sekreteri ve Çatlı’nın ortağı olan şahıs ve silah arkadaşları tarafından ‘basıldı’. Rapor, basının önünde yırtıldı. Tipik bir zor estetiği gösterisiydi. İğrençti. Ne var ki benim en çok karşı olduğum şey zor estetiği değil. Zira zor estetiğinin insanlar üzerinde kalıcı bir ideolojik etkisi olduğuna inanmıyorum. En çok tepki duyduğum şey benzer görüşlerin zor yöntemiyle değil, zora tahammül bilinci geliştirme yöntemiyle savunulması. İşte bu nedenle dil öğretiminin genel bir anayasal hak olmasını, azınlıkların kültürel ve eğitsel haklarına kavuşmasını isteyenlere karşı bir tahammül stratejisi olarak, her şeyi devletten beklemeyin, evde çocuğunuza dil öğretin önerisinde bulunulmasına tepkiliyim. Kültürel ve eğitsel haklarla bu ülkenin bölüneceği, kabileleştirileceği ve Sevr’in hortlayacağı örtülü tehditleri için tepkiliyim. Aydınların temel görevinin bu ülkeyi katlanabilir hale getirmek veya katlanma yöntemleri geliştirmekle özetlenebilecek bir tahammül estetiğini kurmak veya yeniden üretmek olmadığını düşünüyorum.

Bu süreçte hiç beklenmeyen bu türden aydın refleksleri bu tartışmanın zaten düzeysiz olan yürütülüş biçimini iyice çığırından çıkararak nasyonal sosyalistlerimizle radikal modernizmin kıtalararası aydınları arasındaki örtük flörtü gün yüzüne çıkardı: “Bu yeni bir dostluğun başlangıcı mı?” Hayır, bu dostluk hiç de yeni değil, insanlık tarihi kadar eski. İktidarlar ve onları öven aydınlar arasındaki (çoğu kez tek taraflı) aşk bize hiç yabancı değil. İktidarlar ve iktidarı haklılaştıran/aklayan aydınlar arasındaki ilişki hiç de yeni değil.

Eğer olup biteni tek bir film karesine sığdırabilseydik ülkemizde farklı etnik, kültürel, dinsel kökenlerden gelen yurttaşlarımızı, kültürleri, farklı aidiyet dizgelerini doğrudan ilgilendiren bir konuda her nedense konuyu bırakın geniş tabana yaymayı aile, arkadaş çevresinde bile asla tartışmayan, meseleyi bir tür postmodern metinler-arası itiş-kakış deneyimi haline çeviren, “iktidara ve düzene” övgü fonu önünde Jakoben tuluat tiyatrosu oynayan ve “hariçten gazel” edebiyatına yeni soluklar katan, yeni ötekileştirme özneleri ve nesneleri yaratmak için çırpınan insanlar görecektik.

Bu tartışmanın onu gerçek köklerinden ve bağlamından koparan, tartışmanın doğrudan hedefi olanlarla en küçük bir duygu ortaklığına girmeyen yabancılaşmış aydınların eliyle yürütülmeye başlamasıyla birlikte bürokratlar da yine teamüllere uygun olarak kapının eski kilidini takıverdiler. Ne de olsa devletin en derin kesimlerinin kaslarını germesine, derin reflekslerini sergilemesine –artık yine- gerek kalmamış, iktidarı öven pilav üstü az muhalif pek bir sistem dışı, kavimler üstü aydınlar canla başla aklama girişimlerine başlamışlardı.

İlk adım etiketleme oldu tabii. O Kürt milliyetçisidir, bu AB’nin maaşlı aydınıdır, şu zaten CIA’nın adamıdır, bu Aydınlık’ta şöyle yazardı bilmezsiniz, onu da AB sivil toplum örgütleri fonluyor vb. Konuyu tartışmaktan ziyade, tartışmayı bir biçimde gündeme getirenlerin topluca linç edilmesi amaçlandı.

Temel tez bellidir: Memlekette farklı ve öteki olanların yurttaşı oldukları, bağımsızlığı için can verdikleri, vergi verdikleri, askerlik yaptıkları, refahına ve mutluluğuna katkıda bulundukları bu memleketten herhangi bir talepleri yoktur. Rahatları yerindedir, yedikleri önünde, yemedikleri artlarındadır. Farklı ve öteki olanlar aslında farklı ve öteki değildir. Bu fikirler dış mihraklar tarafından enjekte edilmekte, dayatılmakta ve (nedense 100 yıldır hortlamayan ve aslen hiç yaşamamış olan) Sevr’i hortlatarak ülkemizin devleti ve milletiyle bölünmez bütünlüğü parçalanmak istenmektedir. Öyle ya bu ülkede Kürt cumhurbaşkanları, Çerkes genelkurmay başkanları, Laz müteahhitler, Boşnak börekçileri, Çingene rakkasları, Alevi dedeleri yok mudur? Vardır! O zaman sorun da yoktur. Sorun varsa da bu “icat edilmiş” bir sorundur ve aslen dış mihraklar ile onların yerel işbirlikçilerinin bir komplosudur. Şayet azınlık haklarından bahsedilecek/verilecek olursa, bu arı kovanına çomak sokma misali büyük hesaplaşma ve çatışmalara yol açar. Olmayan huzurumuz bozulur!

Öyle ya bu ülke güneş dil teorilerinin çıktığı, kafatası ölçümlerinin yapıldığı, varlık vergilerinin, 6–7 Eylül olaylarının yaşandığı, 35 bin insanın dağlarda, alışveriş merkezlerinde öldüğü, Maraş katliamının, Sivas katliamının yaşandığı bir ülke değil. Bu ülkede Ermeniler katledilmedi. Bu ülkede hiç köy boşaltılmadı. O köyler zaten boştu. Bu ülkede karda yürürken kart kurt diye ses çıkaran Dağ Türklerine Kürt denmedi. Kimseye dışkı yedirilmedi. Mafya hiç olmadı. Yargıtay üyeleri utanç verici suçlamalarla karşılaşmadı. Çakıcı, Peker, Nuriş diye birileri yok. Derin devlet yok. Kadınlar aşiret kararlarıyla ölüme mahkûm edilmiyor. Bütün bunlar Baskın Oran ve diğer satılmış aydınların uydurması.

Bu ülkede insanların en büyük sorunu anayasa zoru ile resmi cemaatler halinde yaşamaya zorlanmak. Her etnik ve dini cemaat resmen tanınıyor, eğitsel ve kültürel hakları anayasal güvence altında. Halklar bu cendere içinde inim inim inliyor, çığlık çığlığa haykırıyor: “Biz dünya vatandaşıyız! Bizi kategorize etmeye çalışanın vay haline! Sakın ha kimse bize Çerkes, Türk, Alevi, Kürt demesin. Bize dünyalı deyin. Bizler kavimler üstü ve ötesiyiz. Kahrolsun Marslılar!”

Buna kim inanır? Daha tehlikelisi kim inanmak ve inandırmak ister? İster istemez gündelik ideolojiyi çok iyi kavrayan o meşhur Hıristiyan öğretisi akla geliyor: “Altarın önünde yere çömel, dudaklarını kıpırdat, inanacaksın!” Sistemin/düzenin önünde eğil, resmi tezleri tekrarla, inanacaksın. Üstelik resmi tezleri muhalif, sistem karşıtı terminoloji ile ifade etmek de pekala mümkün, böylece saygınlık kazanmak da cabası.

Ben ne Çerkes, ne de Kürt kökenliyim, etnik olarak Türk’üm ve dolayısıyla Türklük benim için teoride bir üst kimlik değil. Mutlu olmam gerekir, zira ülkemde “Türkoğlu Türk” (neden kızı değil?) olmanın önemli bir avantaj oluşturduğu hususu, özellikle de azınlık tartışmasına müdahil olan veya müdahil olması beklenen yurttaşlarımız arasında bile genel kabul gören bir kanı. Ne de olsa dil yeteneğini, hem bir kültürün taşıyıcısı olma anlamında, hem de iletişim aracı olmakla sınırlı dar anlamında sadece ailemle sınırlı kalmayan bir alanda serbestçe edindim. Türkçe benim kendimi ifade edebildiğim bundan da mutluluk duyduğum bir dil, kerhen (gönülsüz bir biçimde) kullandığım bir ifade aracı değil. Yurttaşı olduğum ülkenin adı Türkiye. Türk etnisitesi için çok anlam ifade eden ay ve yıldızlı bir bayrağım var. Ne de olsa yüzlerce yıl boyunca eski dünyanın en güçlü temsilcisi olmuş, kendi döneminde bir süper devlet olmuş Osmanlı’nın kurucu ve yönetici etnik unsuru ile sıkı bağlarım var. 16 Türk devleti mitosum, Ergenekon’um var. Çok mutluyum. Ama bu başkalarının mutsuzluğunu anlamama, bu mutsuzluktaki payımla yüzleşmeye engel değil.

Türklük bu ülkenin başat kültürü, Türkçe bu ülkenin dili (dikkat resmi dili değil) peki neden hayıflanıyorum? Çok basit bir nedenle, çünkü bu ülkenin başat kültürü olarak II. Meşrutiyet ile birlikte ilmek ilmek örülen Türklük, benim doğal olarak yaşadığım, kuşaklarla bana iletilen, ailemin ve ulusumun ortak hafızasında yer eden Türklük değil. Başat Türklük yapay bir kültür. Kültürümün asli öğelerini taşıma gibi bir niteliği yok ne yazık ki. Bu kültür daha çok bir standart üst kimlik üretmek üzere icat edilmiş, tam da bu nedenle kaynak olduğu iddia edilen kültüre ve kimliğe yabancılaşmış bir kültürel kimlik.

Asimilasyonun en ciddi sonucu paradoksal olarak kaynak kültürü ve kimliği yeniden üretim, gelenek ve kökenleriyle kesintisiz iletişim ve gelişim olanaklarından yoksun bırakarak basitçe öldürmesidir. Başat kültürün tarih içerisinde dondurulması, diğer kültürlerle alış veriş olanaklarının ortadan kaldırılması sonucunda Türklük standart bir ulusal nitelikler ölçeğinde giderek niteliksizleşen ve derinliğini yitiren bir ölü anıya dönüştü. Bunun geri dönüşü var mı? Yine paradoksal olarak bunun tek yolu, başat kültüre biat etmeye zorlanan kimlik ve kültürlerin kendilerini ifade etmeleri yolunda tüm engellerin anayasal güvence ile ortadan kaldırılmasında yatıyor. Böylelikle benim Türk olarak kimliğim de halihazırda içinde bulunduğu tahribatı gidermeye, üzerine atılmış ölü toprağını yavaş yavaş atmaya başlayabilir. Böylece, başat kültür olduğu için diğer kültürlerce kimi zaman zorba, kimi zaman yoz, kimi zaman despot olarak tanımlanan, çoğu kez –bir ölçüde anlayabildiğim- hakaretlere maruz kalan Türk kimliği kendi var oluşunu yeniden tanımlayabilir. Ama bu kez asimilasyon, değillemeler ve ötekileştirmeler üzerinden değil, katıksız demokrasi, çok kültürlülük ve gönüllü bütünleşme üzerinden.

İster inanın ister inanmayın, azınlıkta bulunan etnisite ve kültürel kimlikler Türklere göre çok daha ‘şanslı’. Zira bu etnisite ve kimlikler üzerindeki tahribat temelde üniter devlet aygıtlarının zor kullanımından kaynaklanır ve içselleşmiş bir kültürel muhalefet bu kimlik ve kültürleri tüm tahribata rağmen bir ölçüde ayakta tutar. Bir öz-savunma refleksi bu kültürlerin direnmesini kısmen olanaklı kılar. Öte yandan Türkler, bu öz-savunma refleksinden yoksundur, zira temel yanılsama Türklüğün başat olduğu için yaşayan ve gelişen bir kimlik olduğu yönündedir.

Bu ülkede insanların ortak bir kültürel hafızanın oluşturduğu yakınlıklar kurmasına yer yok. Aksine bu ülkenin çok-kültürlü tarihine ilişkin büyük bir toplumsal hafıza kaybı ve ortak hafızayı, kolektif bilinçdışını silme çabası var. Bu ülkede herhangi bir etnik kökene ait olduğunu iddia edenlerin sayısı, belli bir etnik kökenden gel-me-diğini, Türk olduğunu söyleyenlerin yanında solda sıfır kalıyor. Bunun tek örneği Sabetaycılar değil. Bu ülkede “kültürel dayanışma, ortak bir geçmişten ve coğrafyadan kaynaklanan duygu ve birlikleri” gibi duygu ortaklığına dayalı ilişkiler kamusal alanlara taşınamıyor, köy ya da ev sınırlarını aşamıyor. Bu ülkede insanların sadece etnik bağ tabanında ortak davranış biçimlerini benimsemeleri, her konuda ortak tepki veren kavimci bir anlayışa hapsolması gibi bir sorunları, daha doğrusu lüksleri yok. Yaparlarsa da karşılarına anayasa çıkıyor, TCK çıkıyor? Modern çağda etnisitenin belirleyici olmaması için icat edilen ulus devletler, sınırları içindeki etnisiteleri “icat edilmiş” üst kimliklerin hegemonik kültürüne terk etmedi mi? Fransız Jakoben geleneğini, Türk Jakoben geleneğinden, Durkheim’ın korporatist sosyolojik çözümlemelerine dayalı CHP programlarından, Recep Peker’in özgünlüğü tartışılır Nazi ilhamlı politikalarından ne ayırıyor? Bu ülkede Türk milliyetçiliğinin kurucuları arasında bir Kürt olan Ziya Gökalp ile bir Musevi olan Tekin Alp’in (Mois Cohen) de yer alması bugün sokaklarda kurt işareti yaparak dolaşıp, kafa tokuşturan insanların sayısını ve saldırganlığını azaltıyor mu?

Evet, insan genomu projesinin sonuçları bir canlı türü olarak İnsanlar arasında farklı ırklardan da gelseler, farklı renkleri de olsa biyolojik olarak, yani DNA açısından son derece küçük farklılıklar olduğunu, hatta yinelenen ortak bir genin hepimizin aynı Afrikalı anneden geldiğimizi doğruluyor. Tamam, tamam da buradan nereye varıyoruz? Aynı projede çıkarılan gen haritası İnsanlar ile Şempanzelerin de %99 oranında ortak genlere sahip olduğunu da ortaya koyuyor. Ne oldu şimdi? Irkçılığın, ayrımcılığın nedeni insanların biyolojik bilinç eksikliği mi? Bunun ekonomik, sosyal, politik nedenleri yok mu? İnsan Homo Apoliticus mu? Şempanzelerin canı yok mu?

Balkanlar’da, Kafkasya’da, Endonezya’da, Tayland’da, Türkiye’de, Orta Doğudaki sıcak savaşlar Dünyalılar ile Marslılar arasında geçmedi/geçmiyor. Ekonomik, politik, jeostratejik çıkarlar kendilerini etnik ve dinsel ayrımcılık ve baskı ile billurlaştırıyor. Ama aynı zamanda etnik, dinsel ayrımlar savaşın ruhunu, dozajını, süresini, yapısını belirliyor.

Bu tartışmayı olanaklı kılan Avrupa Birliği’ne tam üyelik girişimleri bir kafa karıştırma projesini de olanaklı kıldı. Sağdan soldan aydınlar AB’nin Sevr’e dayalı emelleri üzerinden veya ülkemizi kabileleştirme ülküsüyle hareket ettiğini vazeden ve temelde Nihal Atsız’ın bize herkes düşman şeklinde özetlenebilecek vasiyetnamesinden feyiz ve ilham alan görüşlerini ardı ardına sıralıyorlar. Tekraren söylemek gerekirse bu görüşler yalnızca muhterem nasyonal sosyalistlerimizle sınırlı bir alanda ifade edilmiyor. Tartışmanın maniple edilerek AB eksenine taşınması, başka bir deyişle “özeleştiriden yoksun AB”, “küreselleşmenin ileri karakolu AB” vb. dar kalıplara sıkıştırılması artık vakayi adiyeden sayılıyor. “AB azınlıklarla uğraşacağına gitsin çalışma hayatındaki anti-demokratik uygulamaları sorun edinsin” ifadesiyle gördüğümüz hedef şaşırtmaları da cabası.

Türkiye’de insanları AB’ci, AB karşıtı diye sınıflandırmak anlamsız, sanırım en doğrusu -illa bir sınıflandırma yapacaksak tabii- değişim ihtiyacını tartışma yanlıları ve statükodan beslenenler diye bir sınıflandırmaya gitmek. AB tartışması burada aslında son derece tali kalıyor, daha ziyade fazlasıyla ertelenmiş bir tartışmanın bahanesi AB. Bize ne bu dar anlamda AB ülkelerinin kendi halklarına ve dünya halklarına karşı samimiyetsizliğinden? Bu ülkenin yurttaşlarının hepsinin kültürel hakları için fikir yürütmek neden AB’cilik, Sevrcilik olsun? Halklar taleplerinde samimi. Bizim referansımız ülkemizin yurttaşlarının talepleri olmalıdır, onlara vaat edilen AB cennet bahçeleri değil.

Uluslararası ilişkiler kara kaş ve kara göz hatırına yürümez. Dünya gezegeni, bir dünya-sistem olarak kapitalizm esasına göre yönetiliyor. Kapitalizm 19.yy. boyunca ne kadar global ise şimdi de o ölçüde global. Özeleştiriden yoksun Batı Demokrasisi, kapitalizmin gerek duyduğu ideolojik aygıtlardan, üstyapı kurumlarından yalnızca birisi. Dünya, kapitalizm dünya-sisteminin vahşisini de, kolonyalizmini de, diktatörlüğünü de, reel-sosyalist modelini de, refah toplumu modelini de gördü. Şimdi başka bir aşamasını yaşıyor. Demokrasi ihracı aşaması… Bu aşama bazen Irak, Kosova, Büyük Ortadoğu Projesi vb.’de olduğu gibi zor aygıtı ile yürütülüyor. Türkiye gibi yarı çevre ülkelerinde ise rıza ve bütünleşme ilkeleri üzerinden gelişiyor. Türkiye’de asgari demokrasinin yerleşmesini, Türkiye’nin AB’ye üye olmasını isteyenlerin de, istemeyenlerin de temel derdi elbette Türkiye’nin kara kaşı, kara gözü değil. Bu totolojik önermeyi defalarca tekrarlamanın, “Dinle, küçük adam” dizkurlarına girişmenin ne faydası var? Politika 101 dersinin ilk saatinde de anlatıldığı üzere uluslararası ilişkiler çıkar temelli olarak yürütülür. Bunu sokaktaki adam da çok iyi bilir. Uluslararası güç odaklarının Türkiye’de gerçek bir demokrasiyi neden istemediklerini bu nedenle çok iyi anlıyorum, ama kimi aydınlarımızın neden istemediğinizi anlamakta güçlük çekiyorum.

Peki, halkların seçenekleri yok mu? Dünya tarihi egemenlerin çıkarlarını halklara dayatması, halkların da işbirlikçi aydın bozmalarının marifetiyle bu çıkarlara boyun eğmesi tarihi midir? Türkiye’de yaşayan halklar, bam teline basılırsa AB’nin, ABD’nin çıkar tekerine çomak sokamayacak kadar aciz mi? Bizler Sevr tehlikesini göremeyecek kadar cahil, uluslararası finans kapitalin ayak oyunlarını sezemeyecek kadar budala mıyız? Bunu yalnızca kimi aydınlarımız mı görebiliyor?

Bu ülkede AB istedi diye değil, biz istediğimiz için anayasanın değişmesini, AB standartları ile kendimizi sınırlamayı değil, çok daha özgürlükçü bir anayasayı gerçekleştirmeyi istediğimiz için mücadele veriyoruz. Sevr’lerle, oryantalist ve Avrupa-merkezci korku hikayeleriyle sindirilmeye çalışılıyoruz. Bu yaklaşımın Türkiye’de değişime karşı duranlarla ne ideolojik ne de söylem düzeyinde bir farklılığı yok. Üstelik de bunu küreselleşme karşıtı, sol argümantatif bir kurgu içine yerleştirerek durum daha da ağırlaştırılıyor.

Türkiye’de azınlık sorunun varlığını anlamak için birilerinin düğmeye basmasına ihtiyacımız yok. Kültürel eşitlik kavramının içini dolduracak olanlar bu ülkenin kültürel eşitlik sorununu yaşayanlardır. Onların talepleri de eşitlikten anladıkları da son derece açıktır. Burada belirsizlik yok. İçi boş bir şey yok. Bunu belirsizleştirmeye çalışarak, Pandora kutusu tehditleri savurarak bir yere varılamaz. Üstelik de Pandora kutusu açılsa ne olur ki? İçinde umuttan başka ne kalmıştı? Bu Aleviler, Yezidiler, Süryaniler için devletin Sünni egemen Diyanet yapısının değişmesi, Sünni egemen din derslerinin değişmesi, ibadet yerlerinin açılmasıdır, Ortodokslar için Ruhban okulunun açılmasıdır, Kürtler için iade-i itibar ve kültürel-eğitsel özgürlük alanının genişletilmesidir. Bu liste uzar gider, somut talepler ve somut çözümler üzerinden giden bir kültürel eşitlik tartışmasıdır. “Pratikte Arnavutça, Boşnakça, Çerkezce, Gürcüce, Lazca, Kürtçe vs. eğitim Türkiye’nin değişik şehirlerinde dağınık olarak yasayan insanlara nasıl verilecek?” gibi tezler ileri sürülüyor. Kültürel-eğitsel hakların tanınması noktasında bu geçerli bir argüman sayılabilir mi? Tesis yok argümanı yani… Yoksa da biz kurarız. Öğretmenleri yetiştiririz, okulları, kursları açarız. Standartlarını belirleriz. Bunda zorluk yok. Yeter ki kafalarımızı özgürleşmeye dönük işletelim. Yeter ki bir tür bilirkişi edasıyla zihnimizin kalıpları içinde sıkışıp kalmış varsayımsal engelleri özgürleşme adımlarını yıldırmak amacıyla temcit pilavı gibi biteviye ortaya dökmek yerine, çözümü arayalım.

Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin 11 Eylül sonrası özellikle de ötekileştirdikleri Müslüman azınlıklara karşı demokratik hakları erozyona uğrattığı doğrudur. Sosyal güvenlik sisteminin beklenen ciddi krizi nedeniyle daha önce AB yurttaşlarına tanınan sosyal hakların birer birer alındığı da doğrudur. AB ve diğer gelişmiş ülkelerde bir “temsiliyet” krizinin baş gösterdiği, “kamusal insanın çöktüğü” doğrudur. AB’nin insanlığın “temiz” vicdanını temsil etmediği, aksine 20.yy katliamları, sömürüleri ile kirlenen “kirli vicdanları” yıkama makinesine döndüğü doğrudur. AB’nin Avrupa-merkezci ve bol soslu oryantalizm ile dünyanın hegemonik kültürel üstyapısını oluşturmaya çalıştığı da doğrudur.

Bu durum, AB’nin bir bütün olarak bizi geçelim, dünyanın karşılaştırılabilir gelişmiş ülkelerine göre çok daha demokratik olduğu gerçeğini değiştirir mi? Ülkemizde AB ile karşılaştırılabilir katılımcı bir demokrasiden söz edilebilir mi? Şimdiden bu görüşe tepkileri duyar gibiyim, “ehven-i şer, şerlerin en kötüsüdür”. Tamam öyledir. Peki ülkemizdeki demokrasi tartışmalarını dinamitlemek nedir?

AB’nin Türkiye’yi kabileleştirmeye çalıştığı, bizi bölmeye çalıştığı yorumunu yapan aydınlarımızın ve aydınsılarımızın referanslarını merak ediyorum. Hangi belgelerdir bunlar, hangi demeçlerdir? İlerleme raporu mu? Benim bildiğim kadarıyla Türkiye’den beklenen “Ulusal Azınlıkların Korunmasına dair Çerçeve Anlaşmasını” onaylaması ve gereğini yerine getirmesidir. Bu konvansiyon sadece Türkiye’deki “kabileleri” değil, Avrupa’da Basklardan, Sardinyalılara, Çingenelerden, Litvanyalı Türk azınlığa, Katalanlardan, Bretonlara kadar onlarca etnik azınlık için eğitsel ve kültürel haklarının anayasal güvence altına alınması şartını getirmektedir. Hiçbir AB veya BM belgesinde ulusal azınlıklar için self-determinasyon hakkı öngörülmez. Bu hak söz konusu belgelerde (örneğin Çekoslovakya, Yugoslavya gibi) birkaç devletçikten oluşan siyasi çatı devletlerini oluşturan “asli unsurlar” için geçerlidir. Hiçbir AB belgesi Kürtlerin veya Çerkeslerin veya diğer ‘kabilelerin’ ayrılma hakkı olduğunu teyit etmez. Sevr paranoyası Türk milliyetçiliğinin çok-kültürlü Türkiye projesine karşı öne sürdükleri anlamsız ve geçersiz bir savdan ibarettir. Bu savın her geçen gün bir büyük entelektüelini yitirip yerine dengesiz, küstah ve ırkçı bireyciklerden başkasını koyamayan Avrupa ülkelerinde yandaşlar bulması Türkiye’nin değil, Avrupa entelijensiyasının durumuna ayna tutar. Bizdeki son derece sınırlı sayıda ve marjinal Sevr paranoyası tacirleri ile Avrupalı hormonlu ırkçılar arasında ideolojik bir farklılık yoktur. Hepsi de radikal modernizmin kendinden menkul, kendi kendini bu mevkie atamış iflah olmaz ağızlarıdır.

Türkiye’de ulusal azınlıklar çok önemli testlerden geçmiştir. Alevi-Sünni kökenli yurttaşlar Maraş, Çorum ve Sivas olaylarından sonra bile içselleştirilmiş bir halkların kardeşliği ilkesini sessiz sedasız yaşatmışlardır. Çerkesler resmi tarihin öngördüğü üzere “hain Ethem” mitosu ile anılmazlar. Kürtler 35 bin kişinin öldüğü ve hala ölmeye devam ettiği bir sıcak ayrılıkçı savaş içerisinde bile diğer halkların da müdahil olduğu bir toplu linç hareketine maruz bırakılmadılar.

Resmi tarihe ve iktidarı öven aydınların her geçen gün yarattığı yeni mitoslara rağmen halkların kardeşliğini zedeleyebilecek bir hesaplaşma yaşanmadı. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları kültürel hakları anayasal güvence altına alındığında/daha doğrusu bu konu tartışmaya açıldığında bu tür bir hesaplaşmanın olacağı öngörüsünü/tehdidini savurmak Jakobenizm’in de nasyonal sosyalizmin de günümüzdeki sloganlarını bayraklaştırmak anlamına gelmektedir. Ne daha az, ne de daha çok.

Bu tehditlere karnımız tok.

Bertolt Brecht’in, özde Frankfurt Okulu’nu eleştirdiği tamamlanmamış oyunu Turandot ve Aklayıcılar Kongresi’nden bir hikaye aktaralım: Çin’de Sarı Nehrin kenarında her sene filozoflar toplanır, “Yahu, bu Sarı Nehir gerçekten var mı, yoksa zihnimizin bir ürünü mü?” sorusunu tartışır, tartışır bir sonuca varamazlarmış. Bu tartışma onlarca yıl devam etmiş. Bir gün tartışmanın en hararetli anında Sarı Nehir taşmış ve varlığını sorgulayan aydınları yutmuş. O gün bugündür Çin’de filozof kalmadığı için insanlar hala büyük bir merak içindeymiş: Yahu, bu Sarı Nehir gerçekten var mı, yoksa zihnimizin bir ürünü mü?

Sarı Nehrin varlığını anlamak için, ne anladığımızı yorumlatmak için aydınsılara ihtiyacımız yok. Sarı nehir gerçekten var, tıpkı Türkiye’de ulusal azınlıkların haklarının anayasal güvenceye kavuşturulması gerekliliği gibi. Gerçek, dolaysız ve acil.