ULUSAL AZINLIKLAR VE ULUS DEVLET SİSTEMİ

Serdar Daylan

Ulusal Azınlıklar ve Avrupa Ulus- Devlet Sistemi

1. SUNUŞ

Özetini çıkardığım bu kitapta 1919’dan 1995’e kadar olan bu sürede, Avrupa ulus – devletleri sistemi içinde ulusal azınlıkların uluslar arası konumları incelenmiştir. Kitap şu iki soruya cevap bulmayı amaçlamıştır: 

1) Neden ulusal azınlıklar başlangıçta iç politikanın alanına girdiği halde 1919’dan beri Avrupa antlaşmalarının ve örgütlerinin gündeminde yer almıştır?
2) Ulusal azınlık tanımlamaları zaman içinde nasıl ve neden değişmiştir?

2. ULUSAL AZINLIK NEDİR?

Azınlık hakları, egemen devletin meşruluğu kuralının istisnalarının olması istikrarsızlaştırıcı etkilerini en aza indirme çabasıdır. Bu güvencelerin altında yatan neden, azınlıkların mevcut toprak paylaşımına yönelik bir tehdit unsuru olmalarını önlemek için onlara kimi ayrıcalıklar tanımanın gerekli olduğu varsayımıdır.

1919 Versay Barış Konferansı’nda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Prusya Krallığı arasında imzalanan barış anlaşmalarında “azınlık” kavramı, kültürel kimlik ile tanımlanarak uluslar arası eylem alanına girdi.Anlaşmalarda doğrudan bir azınlık tanımı yoktu; ancak ‘ırk, din, dil bağlarıyla bağlı insanlar’ ifadesi yer alıyordu. 1928 ‘de Uluslar arası Adalet Divanının ‘Yukarı Slezya Azınlık Okulları Davası’ kişilerin bir azınlık kategorisine dahil edilişlerinin bir irade sorunu mu yoksa bir nesnellik sorunumu olduğunu belirleme açısından iyi bir örnektir.

Toscano’ ya göre azınlık:

“Bir devletin nüfusunun, topraklarının belirli bir bölümüyle tarihsel olarak bağlı; kendine özgü bir kültüre sahip; ırk, dil ve din farklılığı nedeniyle devletin diğer uyruklarının çoğunluğuyla karşılaştırılması olanaksız, kalıcı parçasıdır.”

Toscano’nun toprak bağına verdiği değer, azınlıkların vazgeçilemeyecek değer olmaları nedeniyle uluslar arası toplum açısından büyük önem taşımaktadır.

Nesnel özelliklere vurgu yapılmasına karşın, Milletler Cemiyeti azınlık sistemi ile ilgili olarak öznel nitelikli tanımlarda yapmıştır.

Milletler Cemiyeti’ne göre:

“Bir azınlık tek başına çoğunluğunu farklı bir ırkın oluşturduğu bir devlet içindeki küçük bir etnik grup değildir. Ayırt edici özellikleri belirleyen psikolojik toplumsal ve tarihsel niteliklerde söz konusudur.”

Cemiyetin azınlık kavramına anlam verme çabalarına işaret ederken, bu örgütün genel azınlık sorunlarıyla değil, Bilinen birkaç Orta ve Doğu Avrupa devletlerindeki azınlık sorunlarıyla ilgilendiği unutulmamalıdır.

Birleşmiş Milletler, 1945-1995 yılları arasında birçok kez azınlık kavramını berraklaştırmayı denemiştir. Milletler Cemiyetinin azınlık tanımını belirli bir coğrafi alanla sınırlandıran sistemine karşıtlık oluşturacak şekilde Birleşmiş Milletler, azınlık haklarını genel insan hakları sistemi içinde algılamış ve evrensel geçerliliği olan bir azınlık kavramı geliştirme gerekliliği duymuştur.

Bir azınlık tanımına yönelik en kapsamlı çalışma, Özel Raportör Francesco Caportiti’nin “ Etnik, Dini, Dilsel Azınlıklara Dahil Bireylerin Hakları” üzerine yaptığı çalışmadır.

Caportiti’ye göre azınlık:

“Bir devletin nüfusunun geri kalanına göre sayıca azınlıkta olan, yönetici konumlarda olmayan, bireyleri nüfusun geri kalanından sahip oldukları etnik, dini veya dil gibi özellikleriyle farklılaşan, gizlide olsa kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ve dillerini korumaya yönelik dayanışma güdüleriyle hareket eden toplumsal gruptur.”

Bu tanımlama ile azınlık kavramı devletin yurttaşlar, uyrukları ile sınırlandırılmıştır. Sığınmacılar, yabancılar, göçmen işçiler tanımın dışına çıkarılmıştır.

Azınlık tanımı çerçevesinde uluslar arası bir uzlaşmanın olmayışı nedeniyle Birleşmiş Milletler insan hakları anlaşmalarının hiçbirinde kavramın herhangi bir tanımına yer verilmemiştir.

AGİT ve Avrupa Konseyi ise azınlık kavramını tanımlama görevinden olabildiğince kaçınmaya çalıştılar. Ulusal azınlık haklarının uluslar arası alanda tanınmasından kaçınmaya, en azından ertelemeye özen gösterdiler.AGİT’in resmi azınlık tanımı, Capotorti’nin tanımının pek çok öğesini paylaşır.

Capotorti’den farklı olarak AGİT’in gayri resmi tanımında göçmenler ve ulusal azınlıklar arasında ayırım yapılmaz.

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından hazırlanan bir ulusal azınlık hakları raporunda Avrupa Konseyi üyesi devletler içinde pek çok farklı tür azınlığın yaşadığı ifadesi yer almıştır.Bu ifadenin göçmenleri, sığınmacıları, yabancı işçileri ve ulusal azınlıkları kapsayacak kadar geniş bir ifade olduğu açıktır ve Avrupa Konseyi raporun istenmeyen sonuçlar doğurabileceğini kabullenmiştir. Sonuçta azınlığın daha dar bir tanımının yapılmasının gerekli olduğu ortadaydı. Bunun farkına varan Parlamenterler Meclisi azınlık hakları adlı belgede ulusal azınlığı şöyle tanımladı:

“Bir devletin sınırları çizilmiş, kabullenilmiş toprakları üzerinde yaşayan, üyeleri o devletin uyruğu olan ve dil, din,kültürel özellikler ve diğer özellikleriyle nüfusun çoğunluğundan kesin olarak ayırt edilebilen bölgesel veya ayrı bir topluluktur.”

Göçmenler, yabancı işçiler ve sığınmacılar azınlık sınıflandırmasına dahil edilmemişlerdir, çünkü siyasi bağımsızlık taleplerinin meşruiyeti kabul edilemez.

3. ULUSAL AZINLIKLAR NEDEN AVRUPA DEVLETLERİ İLİŞKİLERİNİN KONUSUDUR

Gerçekte uluslar arası ilişkilerin asıl konusu devletlerdir; bir devletin iç işleriyle ilgili olan gruplar veya bireyler değildir.Devlet adamları dış ilişkiler çerçevesinde böylesi gruplarla ilgili olmasalardı ulusal azınlıklar uluslar arası politikanın konusu olmayacaktı. Fakat ulusal azınlıklar çoğu ülkelerin dış ilişkilerinin ilgi odağında yer almıştır. Bunda tarihsel bağlar ve çıkarların önemi büyüktür.

Birinci Dünya Savaşının sona erişinden bu yana ulus-devlet siyası bağımsızlığın tartışmasız kurucu ilkesi olarak kabul edildi. Ulus-devlet sistemi her ulusun verili bir coğrafya ve bunun üzerinde yaşayan insanlar üzerinde bağımsız yönetim hakkına sahip olduğu önermesinden hareket eden kendi kaderini tayin hakkı öğretisiyle desteklenmiştir. Fakat bu öğretiye karşın, ulusal azınlıkların siyası bağımsızlıkları yoktur, bu yüzden egemen devlet uygulamaları kendilerini meşrulaştıran ilkeyle çatışma halindedirler. Ulusal azınlıkların çoğunun siyasi hedeflerine ulaşmaları olanaksız olduğu gibi, aynı zamanda pek çok uluslar arası anlaşmazlığın, hatta çatışmanın da nedeni olabilir.

Uluslar arası sistemde devlet adamları, ulusal azınlıklar sorunlarını, bu sorunlar uluslar arası barış ve uyuma yönelik bir tehdit unsuru oldukları için görmezden gelmeyi sürdüremezler. Dolayısıyla konu uluslar arası ilişkilerin araştırma konuları içine girer. Aslında ulusal azınlıkların varlığı siyasi bağımsızlığın, kendi kaderini tayin hakkı ilkesiyle belirlendiği durumda uluslar arası ilişkilerin konusu haline gelir.

Ulusal azınlıklar sorunu, ulus varsayılan her topluluğun belirli bir coğrafi alan üzerinde siyasi erk sahibi olmasının uygulamadaki olanaksızlığından kaynaklanır. Çünkü yerleşim bölgesi haline getirilebilecek bütün alanlar, zaten bağımsız bir devletin egemenlik sınırları içerisindedir. Buna karşın toprakların yeniden paylaşımı olanaklıdır. Toprakların barışçıl yöntemlerle yeniden paylaştırılması, topraklar üzerinde egemenlik hakkı olan devletlerin kabulüyle mümkün olabilir. Ancak devletlerin toprak paylaşımını kabullendiği koşullarda bile ulusal azınlığın tanınması sorun olmaya devam edebilir. Quebec’in Kanada’dan ayrılması olasılığı bunu gösterir. Ulus – devletin onayı olmadığı taktirde, toprakların yeniden paylaşımı, ulusal azınlıkların silahlı ayaklanması veya bu azınlık adına bir dış gücün müdahalesi ile gerçekleşebilir.Bir iç savaşı sona erdirmek için dışarıdan askeri müdahale pek de olası değildir. Bu şekilde torakların yeniden paylaştırılmasının getireceği sorunlar öyle büyük olabilir ki bu sorunlar dış müdahaleye engel oluşturabilir.

Toprakların yeniden paylaştırılmasına bir diğer sorun ise sınırların nasıl belirleneceğidir. Ulusal azınlığın halen yaşadığı toprakların, tarihsel ulusal topraklar olarak nitelendirilecek, yoksa eskiden yaşadıkları ve ayrılmak zorunda kaldıkları topraklarına geri dönecekler. Ayrıca bu ulusların geri dönmesi durumunda burada yaşayan nüfusa ne olacağı da bir başka büyük sorudur. Hiçbir toprak paylaşımı ulus-devlet sistemi içinde ulusal azınlıklar sorununu kesin ve kalıcı bir şekilde çözemez.

Sonuç olarak bir devlet böyle bir müdahaleyi mali, askeri ve insan kaynakları gibi bedellerini kabullenmeye istekli olsalar bile varolan ulus- devletler, ulus-devletler kulübünün bir üyesini topraklarından etmek istemezler. Bu yüzden, varolan uluslar arası sistem ulusal azınlıkların bağımsızlıklarını kazanmalarını desteklemez.

4. VESTFALYA’DAN BERLİN’E AZINLIK HAKLARI (1648–1878)

Uluslar arası ilişkilerin Avrupa azınlıklarının sorunları ile ilgilenmek zorunda kalmaları Soğuk Savaş sonrası bir gelişme olmaktan çok uzak, 1640’lardan başlayan bir süreçtir.

Vestfalya Kongresi uluslar arası ilişkilerin yürütülmesinde keskin sınırlar çeken bir unsur olarak anılır. Diğer bir deyişle, uluslar arası ilişkilerin kalıcı örgütlenmesi kurulmuştur. 1640’larda 1990’ların ilk yıllarında benzerlik gösteren azınlık hakları düzenlemesi yoktu. Yinede XVII – XVIII yüzyıllardaki uluslar arası anlaşmalar azınlık haklarının iki siyasi örneklerini sergilerler. O dönemde din azınlık haklarının esasını oluşturmaktaydı, çünkü dini ilişkiler farklı toplulukları birbirinden ayıran en önemli unsurdu. Azınlık hakları aynı dini topluluğun önceden de toprağı alan egemenin uyruğu olan üyelerine uygulanmamıştır. Utrecht (1713), Olivia (1650), Dresden (1763) Paris anlaşmaları (1763) toprağın yeniden paylaştırılması sonucu ortaya çıkan iç – dış karmaşasıyla ilgilidir. Bir Prensin elde ettiği topraklar üzerindeki egemenliği, ilk azınlık hakları niteliğinde ki dini ayrıcalıklarla sınırlandırılmış değildir;mutlak olmayı sürdürmektedir.

1815 Viyana kongresi sırasında devletler arası ilişkilerde ulusçuluk ve onun uzantısı olan ulus-devlet ilkesi adı altında yeni bir meşruiyet ilkesi geçerlilik kazanmaya başlamıştır. Ulusallık ilkesi Avrupa uluslar arası ilişkileri alanına imparatorlukların çelişik olabilecek emellerine hizmet edebilecek şekilde girdi. Örneğin Hitler bu ilkeyi İkinci Dünya Savaşı boyunca Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yönelik olarak kullanmıştır.

Viyana’da imzalanan anlaşmalar azınlık haklarının evrimi açısından dikkate değer niteliktedir, çünkü azınlıkların din topluluklar değil, ulusal gruplar olarak tanımlandığı ilk anlaşmalardır. Viyana anlaşmalarının yapıldığı sıralarda egemenliğin Prenslere değil halka verilmesi yönünde bir değişim söz konusuydu Böylece azınlıkları yeni toprak düzenlemeleri yoluyla kitle politikasına dahil etme süreci yeni bir ivme kazandı. Siyasal birlikler kurma eğilimi ile aynı zamanda azınlık topluluklarının egemen ulusal, kültürel ve dinsel gruplar bünyesinde eritilmesine yönelik eğilimde kendini gösterdi.

Uluslar arası toplum doğuya doğru genişledikçe ulusal azınlık hakları, büyük güçlerin yeni ulus-devletler, Yunanistan, Sırbistan, Karabağ, Romanya ve Bulgaristan’ı etkileyen sınır değişikliklerine boyun eğmelerinin bedeli olarak genişletildi. XIX . yüzyıl sonlarının uluslar arası anlaşmalarında ulusal azınlık yükümlülükleri artık devletlerin kendiliğinden uluslar arası iyi niyeti göstermek için kabullendikleri bir şey değildi. Uluslar arası toplumun yeni ulus-devlet üyelerine dışarıdan dayatmalarına dönüşmüştür. Büyük güçlerinin ulusal azınlık dayatmalarının ardında Batı Avrupa dışındaki halkların ulusal azınlık gibi konularda büyük güçlerin vesayetine gereksinim duyacakları önermesi yatıyordu. Bu bakımdan Berlin Kongresi ulusal azınlıklar sorununa getirdiği yeni düşüncelerle önemini kanıtlamaktadır.

Berlin Anlaşmasının XXVII ve XXXIV. maddelerinde Karabağ ve Sırbistan’ın bağımsızlıklarının tanınmasının koşulu, bu devletlerin Müslümanların dini özgürlüklerini kabullenmeleri ve egemenlik alanları içerisinde, dinin bir ayrımcılık unsuru olarak kullanılamayacağının güvencelerini oluşturmaları olduğu belirtiliyordu. Anlaşmalarda belirlenen koşullara uymama durumunda zorlayıcı bir düzenek söz konusu değildi. Ulusal çıkarların ve güç dengesi hesaplarının öncelik taşıması devletlerin müdahalesin engellemiştir. Bunun tek istisnası Romanya’dır.Yahudi azınlığa kötü muameleyi önlemek için Romanya’ya müdahale edilmiştir.

5. MİLLETLER CEMİYETİ AZINLIK HAKLARI SİSTEMİ (1919-1939)

Teorik olarak Milletler Cemiyeti azınlık sistemi bir ortak karar üretimi ve uluslar arası kamuoyunun ahlaki onayının bir birleşimi yoluyla, devletlerin ulusal azınlıklara ilgili yükümlülüklerine boyun eğmelerini sağlamak amacına yönelik olarak düzenlenmişti. Uygulamada uluslar arası koruma büyük bir sözdü ve henüz yeni işe başlamış Milletler Cemiyeti üstesinden gelemezdi. Koruma yerine getirilemediğinden başarısızlık eleştirileri getirdi. Sonuçta tepkiden dolayı hareketsiz kaldı ve saygınlığı zedelendi.

Cemiyet azınlık sistemi, ilgili devletlerin kimi maddelerini azınlıklara karşı tutumları çerçevesinde yürürlüğe koymayı kabullendikleri ve Milletler Cemiyetini anlaşmanın garantörü olarak tanıdıkları bir dizi anlaşmayı içerir. Genellikle bu anlaşmalar iki taraflı değil, çok taraflıdır.

Ulusal azınlık anlaşmaları ortak bir motife sahiptiler; bunun sonucu olarak hepsinde de beş ortak madde yer alır.

İlkin bütün azınlık maddelerinde yurttaşlığın edinilmesini düzenleyen koşullar vardı. Yurttaşlık aktarılan topraklarda yerleşik olan veya anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihte bölgede yurttaşlık hakkına zaten sahip olan bireyler ve anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihte, kendileri söz konusu topraklar üzerinde yerleşik olmasalar da, yerleşik olan annenin babanın çocuğu olarak o topraklarda doğmuş olan bireyler açısından söz konusuydu. Dahası söz konusu topraklarda doğmuş olan bireylerde söz konusu devletin yurttaşı olarak kabul ediliyordu.

İkincisi; ulusal azınlık maddelerinin hepsinde yerleşiklerinin, yaşamlarının ve özgürlüklerinin kayıtsız şartsız korunmasını içeriyordu.

Üçüncüsü; anlaşmaların hepsinde ilgili devletlerin bütün yurttaşları için yasalar önünde eşitlik, eşit yurttaşlık ve siyasal haklar bakımdan eşitlik ilkeleri yer alıyordu.

Dördüncüsü; imzacı devletler ticarette, dinde, basın ve yayın araçlarında sınırlama getiremeyeceklerdi.

Son olarak; ırk, din ve din azınlıkların yerleşik olduğu şehirler ve bölgelerde eğitim, dini kurumlar ve vakıfların kamu gelirlerinden eşit pay alacakları ifade ediliyordu.

Ulusal azınlık anlaşmaları Milletler Cemiyetinde ayrıca görüşüldüğü için cemiyet Konseyinin resmen, Cemiyetin bütün ilgili anlaşmalar için garantör olduğunu ifade eden bir önergeyi onaylaması gerekliydi. Polonya Anlaşmasının garantörlüğünün kabulüyle birlikte, Cemiyet Konseyi garantörlüğün içeriği ve işleyiş yöntemine karar verme gereği duydu.Cemiyet Konsey ve Uluslararası Adalet Divanı, azınlık haklarının uygulamasından sorumlu organlardı.Tittoni, Milletler Cemiyeti’nin garantörlüğünü, öncelikle azınlıkların korunması koşullarının çiğnenmezliği ve dolayısıyla çiğnenmesi anlamına gelecek düzenlemelerin Cemiyet Konseyi çoğunluğunun onayı olmaksızın gerçekleştirilemeyeceği şeklinde yorumlamıştı. Kuralların çiğnenmesi veya çiğnenme tehlikesi durumunda Cemiyet Konseyi hareket geçecekti. Tittoni Raporu’nda yer alan kurallar dışında Cemiyetin garantörlüğü, anlaşmalarda herhangi bir biçimde ifade edilmemişti.

Ulusal azınlıklar Cemiyet sistemine yönelik tutumlarında farklı görüşlere bölünmüşlerdi.

Ulusal azınlıklar güçlü ve güçsüz ulusal azınlıklar olmak üzere iki sınıfa ayrılmışlardı. Güçlü azınlıkların ulusal bilinçleri gelişmişti ve kendi etnik gruplarının oluşturduğu akraba devletlerin veya kendi çıkarlarını korumak amacıyla kurulan uluslar arası örgütlerin desteğine sahiptir. Güçlü azınlıklara Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun ve Prusya Krallığının eski imparatorluk seçkinleri olan Almanlar ve Macarlar, akraba devletleri olan diğer azınlıklar (Litvanya ‘da ki Lehler, Avusturya’da ki Hırvat ve Slovenler ) ve Yahudiler örnek gösterilebilir. Güçsüz azınlıklar Birinci Dünya Savaşı sonrasında ulusal kendi kaderini tayin hakkını kullanmamışlardı. Bunlara örnek olarak ise Ruthenianlar, Beyaz Ruslar ve Valaklar örnek gösterilebilir. Bunlar uzun süredir baskı altında tutulan, savaş sonrası anlaşmalarında ulus-devletlerini kurma hakkı elde edememiş fakat ulusal azınlık anlaşmalarıyla kendilerine tanınan hakları kullanan topluluklardı. Güçlü azınlıklardan farklı olarak, güçsüz azınlıklar ne ayrılıkçı emeller besliyorlardı,nede akraba devletleri vardı. Kısacası güçsüz azınlıkla, iki savaş arası dönemin düzeninde az çok hoşnuttular, çünkü henüz farklı halklar oldukları bilincini geliştirememişlerdi.

Kısacası, anlaşma devletlerinin görüşlerine göre Cemiyet azınlık sistemi, hem egemenlik hakkı üzerinde gereksiz sınırlamalar getirmekte, hem de düşmanlarının uluslar arası anlaşmazlıkları kışkırtmak ve var olan coğrafi bölünmeyi yıkmak için bir araç işlevi görmekteydi. Büyük güçler açısından Milletler Cemiyeti, uluslararası barış ve istikrarı güvenceye almak için ortak bir güvenlik düzenlemesine gitmişti. Ulusal azınlık anlaşmaları bu amaca ulaşmak için, bir araç niteliği göstermekteydi. Cemiyet Meclisindeki büyük güçlerin temsilcileri,ulusal azınlık anlaşmalarının garantörlüğü görevinden kaçındılar; çünkü bu eylemleriyle uluslar arası barışı tehlikeye atacakları korkusunu taşıyorlardı. Bu gönülsüzlük, Cemiyet Meclisi üyesi olan akraba devletlerin, ihlalleri kuruluşun dikkatine sunmada liderliği ele geçirmeleri anlamına geldi. Büyük güçlerin bu tutumları, anlaşma devletlerinin anlaşma ihlalinden zarar gören ulusal azınlığın devlete sadakatsizlik ettiği iddiası durumunda, ihlalden ötürü mazur görülmeleri uygulamasına neden oldu. Kısacası, büyük güçler, bütünüyle uluslar arası barış ve istikrarın sağlanması düşüncesini taşıyorlardı. Bunun sonucu olarak, Cemiyetin azınlık sistemine yönelik olarak ulusların kendi kaderini kendi tayin hakkı gibi genel sözlerden çok, uluslar arası toplumun geleneksel, devletçi öğretisiyle hareket ettiler.

Farklı alanlardaki yetersizliklerden doğan düşmanlık, Cemiyetin azınlıklar sistemini tahrip etti ve 13 Eylül 1934’te Polonya anlaşma yükümlülüklerini tanımadığını ilan ettiğinde tamamen sona erdirdi. Bu tek taraflı eylemin ardından sistem, İkinci Dünya Savaşı’nın son yıkıcı darbesine kadar gün geçtikçe etkisini kaybetti. 1950’de Birleşmiş milletler Anlaşması’nın yürürlüğe girişi ve 1947 barış anlaşmalarındaki insan hakları ve temel özgürlükleriyle ilgili azınlık anlaşmalarının zımni olarak ilga edilişine dayanan bir araştırmayla, sistemin resmen tükendiği açıklandı.
Sonuç olarak, Milletler Cemiyeti azınlıklar sistemi, 1919 topraklarının paylaşımı anlaşmalarının sağladığı uluslararası barışı sürdürmek için tasarlanan bir ortak güvenlik rejiminin bir öğesiydi. Anlaşmayla bağlı devletlerin egemenliklerinin hoşnutsuz veya sadakatsiz ulusal azınlıklar tarafından yıkılması tehlikesini önlemek, korumak ve desteklemek amacını güdüyordu.

6. ULUSAL AZINLIK SORUNLARI VE SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMİ

1945 ‘ten sonra ulusal azınlık hakları, uluslar arası ilişkiler alanında o güne kadar olan bağımsız yerlerini yitirdi. Yeni üretilen evrensel insan hakları düzenlemeleri içine dahil edildi. Milletler Cemiyetinin başarısızlığı, ulusal azınlık haklarının gözden düşmesini sağlamış ve azınlıklara Orta ve Doğu Avrupa’da Nazi amaçları için suç ortaklığı yapmış olmaları dolayısıyla kuşkuyla bakılmalarına neden olmuştu Sonuçta önceki dönemlerden farklı olarak ulusal azınlık hakları uluslar arası barış ve güvenliğin karşısına konmuştur.

1945-1989 dönemi insan hakları düzenlemelerinin Avrupa’da ve diğer yerlerde, ulusal azınlıklar sorunlarına az yer vermesi savaş sonrası anlaşmalarıyla oluşturulan uluslar arası düzenin bir parçasıdır. Bu konuda temel soru neden insan hakları önerileri başarılı olurken ulusal azınlık önerileri başarısız kalmıştır?

Birincisi, savaş sonrası döneminde pek çok konu vardı ve ulusal azınlıklar sorunu, bu konular arasında öncelikli bir yere sahip değildi. Savaş sonrası liderleri öncelikle Avrupa’nın bölünmesiyle ilgiliydiler. Bu ulusal azınlıklar sorununu dışlama, 1945 sonrası Avrupa’sının uluslar arası sınırlarını, büyük ölçüde 1919 sınırlarını yeniden kurmasıyla açıklanabilir.
İkincisi, İkinci Dünya Savaşından sonra ulusal azınlıkların rolü çelişkilidir.Bir yerde Nazi rejiminin masum kurbanları olan azınlıklar vardır. Buna Musevi kıyımı örnek gösterilebilir. Diğer yanda ulusal azınlıklar Nazi saldırganlığıyla suç ortaklığı yapmış olmaktan yararlanıyorlardı. Orta ve Doğu Avrupa’daki kimi azınlıklar, kendi ulusal emellerini gerçekleştirmek için Nazilerle işbirliği yapmışlardır. Bu sevgi ve kuşku karışımı farklı ulusal azınlık sorunların çözüm önerilerini ortaya çıkardı.

6.1. Ulusal Azınlık Garantileri

Ulusal azınlık garanti önerileri, Cemiyet sistemi benzeri bir bölgesel sisteme geri dönmek veya evrensel ulusal azınlık sistemi kurma şeklinde gerçekleşmiştir. Ulusal azınlık garantileri önerilerinin en çarpıcı özelliği, hiçbir devlet adamının desteğini kazanmayı başaramayışlarıdır. Bu durum, Cemiyet azınlık sisteminin bir başarısızlık olduğu inancına bağlanabilir.

6.2. İnsan Hakları

İnsan hakları savunuculuğu, büyük ölçüde ulusal azınlıklarla ilgili iki kanıdan biri tarafından harekete geçirildi.
• İnsan hakları, tek başına ulusal azınlık sorunlarının tamamıyla çözülmesi anlamına gelirdi; veya
• İnsan hakları, tek başına yeterli bir yanıt değildi, fakat ulusal azınlık taleplerine uygulanabilir tek ayrıcalığı temsil ediyordu
Ulusal azınlık taleplerinin bütünüyle insan hakları aracılığıyla tatmin edilebileceğine inananlar, ulusal azınlık sorunlarını, bireyin yurttaşlık ve siyasal hak eşitliği kavgası şeklinde tanımladıkça insan haklarını ulusal azınlık sorunlarına verilebilecek tek yanıt olarak görenler Orta ve Doğu Avrupa’daki ulusal azınlıkların kötü durumlarını değerlendirmekten ziyade, yarar hesaplarıyla hareket ettiler. Evrensel insan haklarının bütün devletlere uygulanabileceğine inanıyorlardı. Böylece 1945 Sanfransisco Konferansı Birleşmiş Milletler anlaşmasında sadece insan haklarına yer verilmesini karara bağladı.

6.3. Sınır Düzenlemeleri

1945 ‘ten sonra, ulusal azınlıklar sorununun çözümü için yeni sınır düzenlemelerinin yapılması konusunda az da olsa destek vardı. Bu türden görüşler, sınırların yeniden çizilmesi gerektiğini böylece bütün ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının gerçekleştirileceğini savundular.
Paris Barış Konferansı’ndaki sınır düzenlemeleri etnik ölçüden hareket ediyordu. Bu arada büyük güçler ise iki savaş arası dönemi coğrafi bölümlenişini yeniden kurmak böylece ulusal azınlıkları yabancı devletler içinde bırakmak yanlısıydılar. Tek etnik yeni sınır düzenlemesi Yugoslavya ile İtalya sınırının Trieste bölgesinde yapılan sınır düzenlemesidir.

6.4. Nüfus Aktarımı

İkinci Dünya Savaşının ardından ulusal azınlık sorunlarını çözme aracı olarak nüfus aktarımı da önerilen yollardan biriydi. Türkiye ile Yunanistan arasında ki nüfus mübadelesi bunun en iyi örneğidir. Hitler ve Stalin de zorla nüfus aktarımı yöntemini İkinci Dünya Savaşı boyunca çokça savunmuşlardı.Aktarım karşıtları bu gürüşü gözden düşürmek için çok sık bu örneği vermişlerdi. Aktarım taraftarları ise ulus – devletin iyiliği ve güvenliği kaygısından ve çoğunluğu temsil eden ulusun kendi kaderini tayin hakkından hareket ediyorlardı. Nüfus aktarımı insan haklarına aykırı sayılmadı. Aktarılın kişilerin siyasal ve yurttaşlık haklarının varolacağı ve eşitsizlik ve yarımcılıktan daha az zarar görecekleri iddia edildi.

6.5. Asimilasyon

Savaş Boyunca ulusal azınlık sorununa çözüm olarak eritmeciliği savunanların sayısı azımsanmayacak miktardaydı. Ulusal azınlıklar ve ulus devletlerin karşılıklı olarak uyumsuzluk sergiledikleri ifade ediliyordu. Bu uyum üç yolla sağlanabilirdi;
• Sınırların yeniden tanımlanması suretiyle, her ulusal azınlığın kendi ulus- devleti içinde türdeş çoğunluk haline gelmesi sağlanabilirdi.
• Nüfus aktarımı.
• Azınlıkların eritilmesi
Eritmecilik yanlısı olanlar Orta ve Doğu Avrupa’nın etnik gruplarının içinden çıkarılamayacak şekilde birbirleriyle kaynaştıklarını dolayısıyla hiçbir coğrafi bölünmenin türdeş ulus-devlet ideallerini gerçekleştirmeyi başaramayacağını ileri sürüyorlardı. Elbette ki eritmeciliğe karşı tepkiler gecikmedi. Bunun bir insan hakları ihlali olduğu ifade edildi. Eritmeciliğe en iyi örnek Nazilerin Yahudilere karşı uyguladığı soykırım gösterilebilir.

Her ne kadar Avrupa devletleri Türkiye’nin de Ermeniler üzerinde asimilasyon politikası uyguladığını söyleseler de bu büyük bir tarihi yalandır. Bu durum gerek Türk, gerekse tarafsız Ermeni kaynaklarından anlaşılmaktadır. Avrupa’nın bu tavrında tarihsel eziklik ve düşmanlık yatmaktadır.

Kısacası; Soğuk Savaş dönemi Avrupa’sında herhangi bir ulusal azınlık hakları şeması yoktu; bu dönem boyunca ulusal azınlıklar sorunu, ya bireysel insan hakları kavramıyla yeniden tanımlanmış yada tamamen yok sayılmıştı.

7. Ulusal Azınlık Hakları Maddeleri

7.1. Küresel Ölçüt

Uluslar arası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 27. maddesinde şu koşul yer alır:
“Etnik, dini ve dinsel azınlıkların bulunduğu devletlerde, bu tür azınlıklara mensup bireylerin kendi gruplarından diğer bireylerle iletişim kurma, kendi kültürlerini yaşama, kendi dilini meslek edinme ve uygulama hakları reddedilemez.”

Bu koşul toplumsal ulusal azınlık hakları güvencelerinin gerekliliğini savunanlar açısından kimi sınırlamalar içerir. Burada belirlenen haklar gruplar değil, bireylere tanınan haklardır ve bu hakların kullanımına yönelik devletin olumlu eylemi talep edilmemiştir. Üstelik imzacı devletin, kendi egemenlik alanlarında bulunan etnik, dini veya dinsel grupların ulusal azınlık oluşturup oluşturmadıklarına ve böylece var olup olmadıklarına karar vermede serbesttirler.

Ulusal azınlık haklarının küresel ölçütlerinde önemli bir gelişme 1992’de, BM Ulusal veya etnik, Dini Dilsel Azınlıklara Mensup Bireylerin Hakları Bildirgesi,Genel Kurul tarafından resmen ilan edildiğinde gerçekleşti. Bu bildirge, özellikle ulusal azınlık konusunu ele alan ilk metin olması nedeniyle, uluslar arası insan hakları tarihinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir. 1992 düzenlemesi, bu hakların gerek bireyler, gerekse grubun diğer üyeleriyle birlikte ortak kullanımı kabul ettiği için,s bir ölçüde toplumsal haklar unsuruna da yer vermiştir. Fakat ulusal azınlık haklarını genişletmekte başarılı olan 1992 bildirgesi ulusal azınlık haklarının ulusal azınlıkların ayrılma taleplerini veya toprak talebini genişletmeleri konusunda geleneksel tutumu sürdürdü. 8.madde ulusal azınlık haklarıyla ilgili değil, toprak bütünlüğü, siyasal bağımsızlık gibi egemen devlet haklarıyla ilgiliydi.

7.2. Avrupa Ölçütleri

1990’ların AGİT ve Ak belgelerinde tanımlanan ulusal azınlık haklarının sahipleri de kuşkusuz bireylerdi. Metinler ulusal azınlıklara değil, ulusal azınlıklara mensup bireylere gönderme yapmaktaydılar.

AK’ın 1995 Ulusal Azınlıkların Korunması Sözleşmesinin 1134 sayılı öneri belgesinde Parlamenter Meclisinin ulusal azınlıklara ait dört hakkın tanınmasını savunmuştur.Ulusal azınlıkların bir bütün olarak içinde yaşadıkları devletler tarafından tanınması, kendi kültürlerini sürdürme geliştirme, kendi eğitim, dini ve kültürel kurumlarını koruma ve kendi kimliklerinin korunması ve geliştirilmesini etkileyen konularda karar alma süreçlerine tam katılımları hakkının verilmesi gerektiğini belirtmiştir.

Her ne kadar egemen devlet hakları, toplumsal azınlık hakları karşısında zafer kazanmışsa da bu mutlak bir zafer değildir. Bu dönemin AGİT ve AK metinleri devlet hakları savunucularını tatmin etmek için sadece bireysel hakları kabul etmişlerse de asgari düzeyde toplumsal haklara yer vermemişlerdir.

1990-1995 dönemi Avrupa ulusal azınlık hakları metinleri, bu dönemde egemen devlet haklarına öncelik verir. Ulusal azınlık haklarını tanımaya isteksizlik gösterirler. Bu isteksizliğin en açık kanıtı, ulusal azınlık üyelerine ifade özgürlüğü, birlikler oluşturma özgürlüğü ve ayrımcılığa karşı korunma sağlayan koşullarda görülebilir.Fakat, ifade özgürlüğünün kullanımıyla ilgili uluslararası güvenceye karşın Bulgaristan’da Müslümanlar, 1985’ten sonra resmi bir isim değiştirme seferberliğinin konusu oldular.

Ulusal azınlık rejimi, 1919-1939 ve 1945-1989 dönemleriyle karşılaştırıldığında iki esas nokta benzerlik göstermektedir. İlki, azınlık sorunları bir kez daha uluslar arası toplumun meşru konuları arsına girmiştir.1945-1989 yılları arsında azınlık sorunları iç işleri olarak kabul edilmiş ve ulusal azınlık barındıran devletler, sorunla işlerine nasıl gelmişse öyle ilgilenmişlerdir. 1989 sonrasında azınlık hakları artık Batı Avrupa’nın büyük güçlerinin, Orta Doğu Avrupa’nın küçük ve daha güçsüz devletlerine dayattıkları güç dengesinin bir unsuru olmaktan çıkmıştır.

8. Ulusal Azınlık Hakları Uygulama Düzenekleri

Bugüne kadar ulusal azınlık hakları ancak eski komünist devletlerde demokratikleşmeyi, ulusal azınlık-çoğunluk gerginliğini gidermeyi, akraba devletlere göçü azaltmayı desteklediği ölçüde kabul edilebilirdi. Diğer bir deyişle, güvenlik ve istikrar hala esastı. Devletlerin ulusal azınlık haklarıyla ilgili uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmesini sağlamak için gönüllü raportör heyetleri, gönüllü aracılık, zorunlu raportör veya aracılık heyetleri, uluslar arası örgütlerin üyeliğinden çekilme, ticari yaptırımlar ve insani karışmalar gibi yöntemler mevcuttur.

1992 Birleşmiş Milletler Ulusal veya Etnik, Dini veya Dilsel Azınlıklara Mensup Bireylerin Hakları Bildirgesi, herhangi bir zorlayıcı düzenek tanımlanmamıştır. Ancak 9. maddede, BM sisteminin bir bütün olarak ulusal azınlık koşullarının gerçekleştirilmesinde katkıda bulunacağının umudu belirtilmiştir.

Soğuk Savaş dönemi boyunca gerek AGİT ve gerekse AK insan hakları ölçütlerini uygulamak için kimi düzenekleri kullanmıştır.Fakat bu iki kuruluşun, kullandığı düzenekler birbirinden farklıydı. AGİT, üye devletlerin insan haklarını yerine getirmeleriyle ilgili iç eleştiriye ek olarak, dış eleştiri gibi geçici bir yöntem benimsemişti. Buna karşılık AK, yarı yargısal zorlayıcı bir düzeneğe sahipti. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, doğrudan zorlayıcı bir güce sahip değildi ve yargı kararlarını yürürlülüğe koyması AK Bakanlar Konseyi’ne bağlıydı. 1989’u takiben insan hakları uygulamalarına yönelik uluslar arası örgütlerin etkinlikleri artmaya başlamıştır. Bu durum Hırvatistan, Bosna ve Somali de yaşanan olaylarla görülebilir.

Bu gelişmeye uygun olarak, aynı dönemde AGİT ve AK bütün zorlayıcı düzeneklerin etkili olmasını sağlamak için zorlama önlemlerini genişletti. 1992 Helsinki Belgesine kadar ulusal azınlıklarla ilgili özel bir araç kurulmadı. AK yeni zorlayıcı aygıtlar oluşturmak yerine, var olan organları değiştirmeyi yeğledi.

8.1. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT)

AGİT özellikle 1990 ve 1990 yılları arasında diplomatik bir konferans olmaktan uluslar arası bir örgüt olmaya dönüşme sürecinin bir parçası olarak, insan ve ulusal azınlık hakları taahhütlerinin uygulaması konusunda üç kuramsal düzenek benimsemiştir. Bu düzenekler:

• “İnsani boyut düzeneği” olarak bilinen ve kriz durumlarında kullanılabilecek olan devletler arası şikayet yöntemi. (Bu yöntem 1989-1993 aşamasında benimsenmiştir.)
• Katılımcı devletlerin belirlenen ölçütleri nasıl uyguladıklarının ortaklaşa değerlendirileceği, yıllık yürütmeyi değerlendirme konferansları (Ocak 1992’de benimsenmiştir.
• Görevi, ulusal azınlık soranları ile ilgili gerginliklerdi erken uyarı yapmak ve gerektiğinde hareke geçmek olan Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri. (Aralık 1992’de benimsendi.)
Bunlara ek olarak, ulusal azınlıklarla ilgili, ancak özellikle bu hakların uygulanması için üretilmemiş olan dört farklı AGİT düzeneği daha vardır.
• Varolan çatışmaların yayılmasını önlemeyi amaçlayan uzun süreli AGİT masaları.
• Valetta düzeneği (Anlaşmazlık kararları konusunda bağlayıcı olmayan bir işlemdir)
• Ulaştırma ve ara buluculuk tercihli sözleşmesi (Bağlayıcı olmayan ve bağlayıcı anlaşmazlık çözümleri içerir.)
• Diğer AGİT organlarıyla birlikte gerekli görüldüğünde hareket emri verebilen AGİT üst kurulu.

8.2. Avrupa Konseyi (AK)

1990 – 1995 dönemi AK ulusal azınlık hakları metinleri, devletin bilgilendirilmesi devletin çabalarının uluslar arası çerçevede değerlendirilmesi ve kamuoyu eleştirisinden oluşan uygulama düzenekleri içerir.Bu ulusal azınlıklar düzeneği, hiçbir açıdan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin gerektirdiği katılığa sahip değildir. Bu başarısızlık ulusal azınlık haklarının devlet egemenliği üzerindeki olası etkileri üzerinde örgüt içerisinde bir uzlaşma sağlamayı başaramayışından kaynaklanmaktadır.

AK, 1990’ların ilk yıllarında ulusal azınlıkların durumlarını iyileştirmek ve ulusal azınlıklarla çoğunluk arasındaki gerginliği azaltmak için çeşitli tasarılara maddi destek verdi.Aynı şekilde, AK Avrupa Yerel ve Bölgesel Yöneticiler Kalıcı Konferansı, etnik azınlıkların eğitim, kültür, bilim ve çevre gibi ortak çıkarlarıyla ilgili konularda, farklı egemenlik alanları arasında köprü oluşturacak Avrupa bölgeleri haline gelmelerinin koşullarını yaratmayı amaçladı.

Buna ek olarak 1993 sıralarında ulusal azınlık koşulları resmi anlamda AK üyeliğinin belirleyici öğesi haline geldi. AK adayın yasalarını hükümetin eylemlerini ve anayasasını ulusal azınlık çerçevesinde yakın incelemeyi aldı. Fakat AK’nın önce Rusya’yı sonra Hırvatistan’ı kabul kararı azınlık haklarına verilen önemi gölgelemiştir. Çünkü 1990’ların Rusya ve Hırvatistan’ında azınlık hakları hiç de istenilen düzeyde değildi. Her bir ülkede bu sorunu silahlı çatışma yoluyla çözümlemeye çalışmışlardı. Avrupa’nın düzen ve istikrarını sağlamak uğruna azınlık hakları görmezlikten gelindi.

SONUÇ

Özetini çıkardığım bu kitabın temel iddiası şu şekilde özetlenebilir:
Ulusal azınlık hakları devletler açısından ulusal çıkar ve güvenlik, devletler topluluğu açısından ise uluslar arası barış ve istikrar kaygılarına boyun eğmiştir.

Ulusların kendi kaderini belirlemesi, toprakların yeniden paylaştırılması gerektiğinden gerçekleşmesi hemen hemen olanaksız olan bir düşüncedir. Fakat güçlü devletlerin çıkarları su durumu değiştirebilir. Örneğin batılı devletler, Türkiye’nin doğusunda Kürdistan devleti kurmak istemektedirler. Söz konusu devletlerin kendi topraklarında azınlıklardan oluşan bir devletin kurulmasını istemeyecekleri kesindir. Ancak bu ülkelerin bölgedeki çıkarları ve Türkiye’ye karşı olan tarihi düşmanlıkları onları bu düşünceye itmiştir.

Ulusal azınlıklar her nedense sınır değişiklikleriyle daime bağlantılı olmuştur. Örneğin Avrupa’ da ne zaman sınır değişikliği olsa azınlık sorunları uluslar arası ilişkilerin öncelikle ilgilendiği konular arasında yer almıştır.

Fransız devrimine kadar hiçbir ulusal azınlık dünya gündemini meşgul etmemiştir. Fransız devriminin etkisiyle yayılan ulusçuluk akımı ulusal azınlıkları etkilemiş ve her biri bağımsız olmak için çaba sarf etmişlerdir. Ulusal azınlıkların siyasal bağımsızlıklarını kazanma hırsları uluslar arası düzende huzursuzluk ve düzensizlik yaratma olasılıkları nedeniyle önemli olmuşlardır.

Azınlıkların kendi kaderlerini belirlemek için gösterdiği çabalar devlet içinde şiddete sebep olmuş ve bu şiddet eylemleri komşu devletlere de sıçramıştır. Bu yüzden sadece içinde azınlık bulunduran devlet politikacıları değil aynı zamanda komşu devletlerin politikacıları da ulusal azınlık hakları sorununu görmezlikten gelmektedirler

Aslında hiçbir devletin ulusal azınlıkların bağımsız olmalarını önemsemediklerini sanmıyorum. Çünkü uluslar arası sistemde dengeler çoktan yerleşmiştir. Tabi ki ortaya çıkan bu yeni devletlerin başka devletler açısından tehdit oluşturması imkansız gibi bir şeydir. Fakat bu devlet önemli kaynaklar barındırıyorsa ve Jeopolitik açıdan önemli bir yerde ise ayrıldığı devlet açısından bu durum sorun yaratabilir. Çünkü bu devlet, bu çıkarlar sayesinde ayakta kalıyor ve diğer devletlere karşı politikalarını buna göre ayarlıyor olabilir.

Bu durumda öteki devleti sürekli ortadan kaldırmaya çalışacaktır. Bu durum ise uluslar arası sistemin istikrar ve düzenini bozabilir.

Birçok devlet ulusal azınlık haklarına saygı gösterilmesini istiyor. Fakat bu devletler söz konusu devletin haklarından söz etmiyor. Bu gün birçok devletin anayasasında toprakların bölünmezliği ve bütünlüğü ilkesi yer alıyor. Elbette azınlıklara söz konusu devletin kendi vatandaşlarına verilen haklar verilmelidir. Fakat azınlıkların gerçek düşüncesini bağımsız bir devlet kurmak olduğunu kimse unutmamalıdır. Ulusal azınlık her zaman bağımsızlık. Devlet ise her zaman toprak bütünlüğü ve bölünmezliğini savunacaktır. Dolayısıyla bu sorunun üstesinden gelinmesi çok zor bir süreçtir ve dünya var oldukça kendiside var olup uluslar arası sistemde önemini ve güncelliğini koruyacaktır.