...................
...................

MUTLULUK YOLU      1.BÖLÜM -01

K'ERAŞ Tembot
Çeviri: HAPİ Cevdet Yıldız
Orijinal Adı:
К1ЭРЭЩЭ Тембот; Насыпым игъогу

                         
...................
...................

I. BEKLENMEDİK YOL ARKADAŞLARI

Çok eskilere dayandığı anlaşılan bir geleneğe göre yaşamını sürdürmekte olan küçük Adige köyü sırtını ırmak yamacına dayamış; geçmişin korku dolu karanlığından ürkmüş gibi,  akasya ve söğüt ağaçları arasına gömülüp saklanmış gibiydi.Köyden bir görüntü olarak, kendisini kaplamış olan ağaçları aşmış haliyle,  bir tek köyün ezan okunan minaresi ve ucundaki hilali, mezar taşını andırır gibi ancak seçilebiliyordu. Bacalardan çıkan dumanlar ise,  burgulu sütunlar gibi göğe yükseliyor, bulutlara karışıyordu.

Köyün hemen dışında, solmuş bir alacalı kilim görünümünde, yulaf anızları uzanıp gidiyordu. Anızların ötesinde, sürülmesi gerekli olan ama dikene sarmış topraklar gözün alabildiğince uzanıp gidiyordu.

Güneyde, ta uzaklarda ise, üstleri bulutlarla kaplanmış Kafkas dağları seçilebiliyordu. Dağlarda yeşil ve kurşuni renkler birbirine karışmıştı. Sivri kayalar güneşe karşı parıldıyor, eriyen karların çıkardığı buharlar da birer takke gibi,  dağların üzerinde yumak yumak asılı duruyorlardı. Akşam karanlığı henüz bastırmadan Bibolet, at sırtında aceleyle köyden bir hızla ayrıldı. Onun Moskova'da okuyan ve alacalı kep taşıyan okul öğrencilerden biri olduğu,  tatilde köyüne gelen biri öğrenci olduğu insanın aklına bile gelemezdi. İşin gerçeği,  göğsünde beyaz hazırları (1), belinde gümüş saplı kaması, başında Buhara işi kalpağı ile o, kıyafeti ile de tamamlanan tam bir Adige delikanlısıydı.

Bindiği doru şeveloh (2) ise, ince uzun burunlu, değerli bir soylu attı,  alnında yıldız gibi parıldayan gülü göze çarpıyor,  uzun yeleleri rüzgarda dalga dalga dalgalanıyordu.

Bibolet'in babasının tek değer taşıyan varlığı,  işte bu doru atıydı. Varlıklı komşu verkler (3), bir yolunu bulup atı onun elinden çıkarmak için az uğraşmamışlardı. Verkler, bir zamanlar kendi pşıtlıları (4) olan bu ihtiyarın böyle bir atın sırtında dolaşıyor olmasını bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. Atı satın almak istediler. Sahibi lafını ettirmedi bile, araya başkalarını soktular ama nafile. Ne denli yoksul da olsa,  atını terk etmeye yanaşmamıştı ihtiyar: "Biz emekçiler de bir iyi ata olsun binelim. Kendini beğenmiş bu verklere inat doruyu satmayacağım" diyordu kendi kendine.
Doru, ayaklarından toprak parçaları saçılarak, binicisini sarsmadan rüzgara karşı yoluna devam ediyordu. Bibolet'in içi özgür bir kuş olup uçmak istercesine bir sevinçle kaplanmıştı,  rüzgarı kucaklamayı istiyormuş gibi ileriye,  öne doğru göğsünü atıyordu.

Adige bir at sırtı buldu mu,  kendini bir şeymiş sanır. Gözün gördüğü her yere gidebileceğini,  gökteki kartallarla boy ölçüşebileceğini bile düşünür. Köylerde böylesine görüntülerle sık sık karşılaşabilirsin. Henüz burnu sümüklü bacaksızın birini; eski püsküler içinde ve de yarı çıplak, at sırtında,  büyüklere öykünmüş, atı üzerinde rüzgar gibi kurulmuş ya da eğeri üzerinde ayağa kalkmış,  tsıyeye (5) benzetip gömlek uçlarını toplamış, ayaklarını üzengilere yerleştirmiş, gururla eğere kurulmuş görebilirsin. Kırbacı da önemsizmiş gibi parmağından sarkar. Binicisini hafif bulup dinlememeye kalkışan atının gemini ise, sert çeker ve kırbacı indirip atı şaha kaldırır ve toprağı ona eşeletir,  dizginler. Böylece atına dersini vermiş, kendini tanıtmış olur,  ardından atını olabildiğince koyverir. Onu artık, o yerlerde koşuşup duran sarışın oğlan olduğuna inanamazsın. Eğeri üzerine gururla oturan bir binici olmuştur o artık!

Görüntü çocuklarla sınırlı kalan bir şey değil. Yaşlılar bile, bir at sırtı bulduklarında,  çocukça deliliklere sardırabilirler. Bazen, pörsüyüp çiçekleri dökülmüş hindiba otu gibi, sakalı sarkmış, bir sıkımlık ve yetmiş yılın yükünü sırtlanmış ihtiyarın biri, meydan bulduğunda, etrafına bir bakındığını ve birilerinin olmadığını anladığında, yaşlılığında son kez bir gençlik anısını yeniden yaşamak üzere atını mahmuzladığını ve dolu dizgin koyuverdiğini görebilirsin…

Bibolet de kendini daha fazla gemleyemedi. Birkaç kez puflayan atı bir karaltıdan korkup ürktü, Bibolet de hemen birkaç kırbaç şaklatıp atının üzerinde öne doğru eğildi, atını tabanlarından kuş sürüsü geçmiş gibi çamurlar sıçratır halde rüzgar gibi salıverdi…

At da binicisi de sonunda pes ettiler,  sürülü tarlalara ulaştıklarında yavaşladılar. Atı, gemini vurdurarak rahvan yürüyüşe geçirdi. Ardında eğeri üzerinde doğrulup tsıyesinin (pardösü) eteklerini düzeltti ve ovaya doğru bir göz atıp rahat bir nefes çekti.

Adige ovası en yoksul dönemini yaşıyordu. Kış yaklaştığı halde,  sürülü yerler çok azdı, sürülmüş yerler de ince dilimler halinde öteye beriye dağılmıştı. Ortalık ot ve dikenden geçilmiyordu. Sökülmemiş ayçiçeği sapları,  akşam üzeri uzun uzun gölgeler bırakıyor, bir orman görünümü yaratıyorlardı. Kargalar bile yaklaşan akşamın kaygısı içinde cıyaklayarak tünek yerlerine doğru uçuyorlardı. Sığırcık sürülerinden biri, bir karabulut gibi süzülüp geçiyordu.

Bibolet bir süre patika yolunu izledikten sonra, eski posta yoluna ulaştı. Gideceği komşu köye doğru atını mahmuzladı.

Yeşil ile kurşuni karışımı bir bulutun altından yansıyan batan güneşin şavkı, öndeki koca meşe ormanı ile ovayı kaplamıştı.

Bu arada, insan sesleri,  kırbaç şaklatmaları, ”no-so!” bağırtıları, hafif bir yelin eşliğinde ve çalıların gerisinden kulağına gelmeye başlamıştı Bibolet’in. Yüksek bir yere çıkıp baktığında, bir at arabasının aşağıdaki ırmağın batağına saplandığını, arabanın başında bir kadının çaresizlik içinde çırpınıp durmakta olduğunu gördü. Yaklaştığında da bir kağnı arabasının batağa iyice saplanmış olduğunu anladı. Arabanın sürücüsü de, gurkunu tamamlayıp ayrılan bir tavuğun yuvasını andıran beyaz bir minder vardı. Sürücü çocuk araba içinde, ayakta atları kırbaçlıyor, ne yapacağını şaşırmış atlara bağırıp duruyordu; iki kadın arabadan inmiş, ne yapacaklarını bilmeden bir kenarda şaşkın şaşkın durumu izliyorlardı.
Uzakça bir yerden ırmağı geçen Bibolet, arabaya yakınlaştı. Atından indi. Atına dizgin bağı (онэкъопэпхэндж) yaptıktan sonra, arabanın yanına gitti. İki kadın, yaşı ilerlemiş bir kadın ile genç bir kız, utanarak biraz uzaklaştılar.

- Yeşil otların bulunduğu yerden değil, kuru yerden girmeliydin ırmağa, dedi sürücü çocuğa Bibolet.
- Sabahleyin kuru yerden de zor geçmiştik, dedi çocuk, utanıp başını hafifçe eğmiş halde.

Arabanın bir tekeri patinaj yapmış, haylice de batmıştı çamura. Göbekli iki yaşlı koşum atı ise başlarını eğmiş, üzülmüşlermiş gibi, puhlayıp puhlayıp duruyorlardı. Bu atların sahibi kuşkusuz yoksul bir Adige köylüsü olmalıydı. Adige çiftçilerinin çoğu da onun gibiydi, o insanların da bu iki zavallı at gibi güçsüz olduklarını biliyordu Bibolet…

Arabanın oku kuru yerdeydi. Bibolet önce dizginleri bir elden geçirdi ve düzeltti, ardından atların başlarını, boyunlarını okşadı, onlara tatlı sözlerle ve sevgiyle yaklaştı, böylece atları biraz olsun yatıştırdı. Ne yapması gerektiğini kestirmeye çalıştı. Kırbacı çocuktan aldı, yan tarafından (дышлэ) arabanın üzerine çıktı. Dizginleri çekip atlara kendini önce bir tanıttı. Sağdan koşulu siyah at, diğerini beklemeden harekete geçmek istedi ama onu hemen dizginledi. Her iki atın birlikte kalkış yapmalarını ayarladı, fazlaca da beklemedi, geçmiş tarihsel yolculukları süresince Adigelerin çekmiş oldukları zorlu yaşamın ürünü bir haykırma, bir vahşi hayvan bağırması gibi sert ve gür bir sesle haykırarak, kırbaç ve dizgin şakırtılarıyla karışık atlara komut verdi.

İki atın aynı anda hareket etmesini sağlayarak arabayı bataktan çıkardı. Dizginleri düzeltip çocuğa verdi, ardından da kadınlara döndü.

Kadın kendisini saygı ve terbiye yansıtan tatlı bir dille karşıladı:
- Sağol, evladım, Tanrı senden razı olsun! Senin gibi iyi bir gençle karşılaşmış olmasaydık ne yapardık bilemiyorum… Tanrı sana uzun bir ömür versin!
- Annemiz. Siz konuk olmalısınız, bir yerlere gitmek için hayli geç oldu. Bir yere gidemezsiniz, yollar çok tehlikeli. Kötü insanla dolu. Sürücünüz de bir çocuk. Buyurun sizi bize götüreyim, sabahleyin gideceğiniz yere sağ salim gidersiniz, dedi kadına Bibolet ciddi ciddi.

Ancak ana ile kızının başlarına gelen durum yüzünden çok korkmuş olduklarını görünce, onları kendi evlerine götürmek için ısrarını sürdürdü.
- Hayır,  evladım, sağol. Yarına atları bekliyorlar, gitmek zorundayız. Yoksa geç vakit yola koyulmaz, seni de yolundan alıkoymuş olmazdık, diyerek kadın öneriyi kabul etmedi.
- Ben gideceğim yere yarın da gidebilirim, gecikmem sorun olmaz. Yola devam etmezseniz daha iyi olur.
- Sen nereye gidiyorsun evladım? Bizim köyümüze, Şeceriye’ye mi gidiyorsun, diye sordu kadın, geri dönme konusunu bir yana atıp.
- Evet, Şeceriye’ye gidiyorum.

Konuşurken Bibolet, bir yandan da kaygı içinde atına doğru bakınıyordu. Atı dizgin bağlarını zorlamaya, huysuzlanmaya başlamıştı.
- Atı ben getiririm, dedi çocuk. Gidip atı getirdi.

Güneş bir karabulut gibi beliren ufkun ardında batıp gitmiş, gerisinde de ortalığı yangına vermiş gibi kızıl yansımalarını bırakmıştı. Ağaçların gölgeleri karanlığı karşılıyorlarmış gibi, bir uzayıp bir kısalıyorlardı. Rüzgar da hafiften soğuk soğuk esmeye başlamıştı. Rüzgara kapılmış karga sürüleri göğün kızıllığına karışmış uçuşuyorlar, görüntü sonbaharın sonun daha da sevimsiz hale getiriyordu.

Akşamın karanlığı korkusunu artırmış olmalı, kız geri dönmeyi düşünür gibi olmuştu. Yaklaşıp yavaşça annesiyle fısıldaştı. Anne ise atları ve arabayı sahibine teslim etmek gerektiğini düşünmüş, yola devam edilmesi gerektiğini söylemiş olmalıydı. Kadının sert bakışı, kızın önerisinin kabul edilmediğini gösteriyordu. Kadın Bibolet’e dönüp konuştu:
- Yola koyulduk bir kez, ne denli olursa olsun geriye dönemeyiz artık. Sen de oğlum, bunlar kadınmış demeden bizimle arabaya binersen, biz de seninle birlikte yola devam ederiz, biraz korktuk da…

Bibolet o güzelim atından inip bu gıcırdayan kağnı arabasına binmekten hiç hoşlanmamıştı ama kadının “kadınlarla aynı arabaya bineceğim diye üstüne alınma” sözünü de çiğneyip geçememişti.

Geçmişin zorlu yaşam koşulları, Adige kadınlarını tatlı dilli yapmıştı, dillerinden dökülen tatlıları kendilerine hiç ayırmazlardı; biri ya da birileri ile karşılaştıklarında, kul köle olduklarını kanıtlarcasına ellerini göbek hizasında bitiştirip dururlardı. Adige insanlığı, Adige geleneği ve din, bütün bunların hepsi kadınları köleleştirecek biçimde kurgulanmıştı. Adige kadınına bırakılmış olan şey ise, alçak gönüllü olmak, yaşam yüküne güçlüklere katlanmak, sevdikleri için her şeyi yapmak, göze almak idi. Adige kadınlarının yeryüzünde paylarına düşen hakları işte bunlardı…

Bibolet’in bu kadının sözlerinden böylesine anlamlar çıkarıp çıkarmadığını bilemeyiz. Biraz düşündükten sonra:
- Olur, bize buyurmak istemiyorsanız, elbette sizinle giderim, diyerek atını arkadan arabaya bağladı.

Ağırlığı ile arabayı devirecekmiş gibi dengeyi zorlayarak yandan arabaya bindi kadın. Rahat bir nefes alıp yerine oturdu, şallarını üstüne örtmeye başladı. Rengarenk ipekli ve çerçeveli kocaman bir Kumuk şalı ile yüzünü sarıyordu, kabarık kocaman yün şalını da bir kartal kanadı imiş gibi yayarak omuzlarına atmıştı. İyi bir yol arkadaşı bulmanın verdiği huzur içinde kadın, ”gürültüsüz-patırtısız” yerine oturmuştu.

Kız delikanlıya önden yol gösterdi. Annesi de onu destekledi:
- Otur, otur, oğlum, diyerek yanında bir yer gösterdi kadın.

Kadının yer önceliğini delikanlıya vermesinden, kızın da bunu doğal karşılamasından, kadının kızın annesi olduğunu anlamıştı. Bibolet, kağnı arabasının arka tarafına oturmayı doğru bulmadı, o yeri kıza bıraktı, kendisi, yüzü kadınlara dönük biçimde sürücünün yanına oturdu.


II. ANA İLE KIZI

Kadın öteki Adige kadınlarından farksızdı. Çektiği sıkıntı ve acı, bunların kadınlar üzerinde yarattığı yıkım, kendileri için kurulmuş onca tuzağın izi, bu kadının da yüzünden okunuyordu. Korku ve endişe dolu gözlerinden zeka da fışkırıyordu. Gençliğinin güzelliği şimdi bir nine yüzünün sevimliliğine dönüşmüştü. Uyumlu kaşlarının birlikte hareket edişi, onun otoriter ve sert bir kadın olduğunu belli ediyordu.

Kıza gelince, olsa olsa on altı ya da on yedi yaşında olmalıydı. Şal ucunu eliyle düzeltmiş oturuyordu. Göz kapakları Kalmuklarınki gibi biraz şişkinceydi, çekilmiş siyah ipek biçimindeki uzun siyah kirpikleri dikkat çekiyordu. Yüzü dolgun, esmerimsi bir kızdı. Beyaz yüzünün aksine siyah kaşları kırlangıç kanadını andıran ince bir yaya benziyordu. Dudakları zeki biri olduğunu belli eder biçimde ve birilerinden sakınıyormuş gibi, üst üste kapanmış oturuyordu. Mantosunun yakasına, rengi solgunca ama uyumlu küçük bir menekşe demeti işlenmişti. Bu bir Adige özelliği değildi. Adige kızları daha çok doğulu kadınlarda görülen alacalı, parlak renkleri seçerlerdi. Gözü ısırmayan bu yumuşak menekşe resmini yakasına işlemeyi bu kız nereden öğrenmiş olabilirdi ki?

Bunları düşünmüş olmalı, Bibolet. Gözünü bu menekşe işlemeye takıp kalmıştı ama kızda gördüğü ilginç şeyler bununla sınırlı değildi. Bu kızda, Bibolet’in Adige kızlarında görmeye alışık olmadığı bir başka özellik daha vardı. Diğer Adige kızları gibi, başkaları karşısında utanan ve ezilip büzülen biri değildi, akıllı bir kız olduğu gözlerinden okunuyor, bir şeyleri kavramış ve onları özenle koruyormuş gibi, kendine güvenli biri olarak yerinde oturuyordu.

Bibolet, uzun bir süre kıza bakıp kalmıştı.Kız da çocuğun kendisine baktığını anlamış,  gözlerini kaldırıp Bibolet’e bakmıştı. Kötülük ve fenalık düşünmeyen birinin bir diğerine bakışı idi bu, yani dürüst ve terbiyeli bir bakıştı bu bakış. Kızın parıldayan gözlerinden kıvılcımlar saçılıyor ve çocukça yaramazlıklar yapmak istiyorlarmış gibi, yuvalarında saklanmış duruyorlardı. Bir yandan da tutuşup neşe ve şaka karışık bir tatlılık içinde yuvalarından uçacaklarmış gibi bir duygu uyandırıyorlardı Bibolet’in üzerinde…

- Şimdiye değin sormak aklıma gelmedi. Sen kimlerdensin, yavrum, diye birden bire soruverdi kadın.

Kadının böyle bir soru sormasını beklemediğinden olacak, Bibolet önce bir irkilir gibi oldu, ardından da kendine geldi.
- Mezokolardanım, diye yanıt verdi çarçabuk.
- Mezokolar mı dedin? Mezokoları iyi tanırdım. Rahmetli Mezoko İsmail (Мэзокъо Исмахьилэ тхьамык1) neyin oluyor senin?
- İsmail, dedem benim.
- Öyle mi? Peki baban kim? İsmail’in hayli çocuğu vardı sanırım.
- Babam kardeşlerin en büyüğü olan Kadir.

Bibolet, hoşlanmasa da kadını yanıtlıyordu. Yaşlıların şecere, kök soruşturmalarını hiç sevmiyordu.

- Babanı çıkaramadım, tanımıyor olmalıyım onu ama zavallı dedeni iyi tanırdım. Şakacı ama aklı başında bir adamdı.

Kadın, geçmişin dünyasında geziniyormuş gibi, bir süreliğine sessiz kaldı, ardından bir iç çekip yeniden konuşmasını sürdürdü:
- İşte öyle, ne yaparsın, nice iyi insan ayrıldı aramızdan. Ecel herkesin kapısını çalıyor… Deden zavallı İsmail’i iyi tanırdım. İnsan arasına girmeyi, ortama göre hareket etmesini bilen biriydi…

Bibolet ile kız konuşmayı dinleyip oturuyorlardı. Yaşlıların huyudur, kadın da geçmişin küllerini eşeleyip ortalığı tozutuyor, bu da gençlerin hiç hoşuna gitmiyordu. Gençlerin gözü, geleceğe dönüktü; onları daha çok, geleceğin mutlu yeni dünyası ilgilendiriyordu. Yine de ses çıkarmadan söylenenleri dinleyip oturuyorlardı. Akşamın karanlığı arada bir engel oluşturuyor olsa da, iki genç, birbirlerine kaçamaklı bakışlar yöneltmekten geri kalmıyorlardı.

Sonunda konuşma kesintiye uğradı ve bir süre öyle yol alındı. Akşam karanlığında yıldızlar gökyüzüne saçılmış mısır taneleri gibi parıldamaya başlamışlardı. Koca bir ayı gibi ufuk yönünden yükselerek gelen karanlık,  her şeyi yutup ortalığı esir almış gibiydi. Gece kuşları ciyaklayarak kağnının etrafında uçuşuyorlardı. Atlar, karanlığa gömülüp dalmışlar, puhlama sesleriyle varlıklarını belli ediyorlardı.

- Yanlışım varsa düzelt, Mezokoların bir çocuğunun okulda okuduğu, Rus eğitimi aldığı söylenmişti. Kardeşin mi ya da sizden biri mi, diyerek aklına yeni bir şey gelmiş gibi sormuştu Bibolet’e.
- Mezokoların okuyan çocuğu demişlerse, bu ben olmalıyım, benden başka okuyan kimseleri yok Mezokoların, diye kestirerek yanıt verdi Bibolet.
- Sen misin Rus eğitimi alan ve Rusça okuyan? Şaka yapıyor olmalısın, dünyada inanmam, sen görünüş ve davranışınla tam bir Adige delikanlısısın!

Yaşlıların alışkın olduğu üzere, onu henüz bir çocuk gibi görmüş ve onunla bir çocukla konuşuyormuş gibi konuşmuştu. Farkında olmadığı bu durum karşısında utanmıştı.
- Rus eğitimi alan birinin Adigelikten çıktığı görüşünü öne sürmeyi doğru bulmuyorum, diyerek gülümseyiverdi Bibolet.
- Bilmeden yanlışlıklar yaptık anlaşılan! Adın nedir, yavrum, diye bir iç geçirerek sordu yeniden yaşlı kadın.
- Adım, Bibolet.
- Tanrı önünü açık etsin. Bilimin ve insanlığın bir arada, bir bütün olmuş. Adigeliğini biraz olsun koruyacak olursan, daha iyi yapmış olursun. Rus eğitimi alanların hepsi, keşke senin gibi olsaydı, canım yanmazdı. Ancak, şimdilerde okuyan çocuklar, ne yazık ki büsbütün gavurlaşıyorlar, namaz kılmıyorlar, tek bir Kuran ayeti bile okumuyorlar. Böyle bir çocuğun olsa, onun Ahiret gününde ne gibi yararını görebilirsin ki!

Kadın bir ara verdi, derin bir iç çekti, ardından yine konuşmaya başladı.
- Eski medrese (сэхъутэ) eğitimini arasan ne gezer, kalmadı ki. Göğüsleri ve başları önde öğrenciler Allah’ın kutsal kitabını sesli sesli okurlardı, torbalarını alıp kapı kapı gezer, dolaşır, ortalığı peygamberi zikrederek (зэчыр) çınlatırlardı, hey gidi hey, ne güzel günlerdi o günler… Şimdi ne yapıyor, nereye gidiyoruz, bilen yok. Kadınları da okutmaya kalkıştılar. Hadi, sen söyle, okumak kadının neyine gerek? Oğlanlara mektup yazmak için olmalı! Kadın temizliği, dini görevlerini ve Kur’an okumayı öğrensin, yeter. Tanrı bilir ya, kıyamet günü yaklaşmış olmalı… İşte bu bizim deli kıza da şeytanlık bulaşmış. Okuyacağım diye bir inattır tutturdu, laf geçiremiyorum bir türlü!

Kadın, son sözlerini biraz sinirlenmiş halde, kızına yumruk göstererek söylemişti.

Kız da bir suç işlemiş gibi, şalını toplayıp başını eğmişti. Dost akraba herkesin kızın başının etini yemekte olduğu kuşkusuzdu.

Bibolet şaşkınlık içinde başını kaldırıp sevinç dolu gözlerle kıza doğru bir baktı. Kızda sezinleyip de bir türlü çözemediği sır böylece aydınlanmış oluyordu.
- Öyle mi! O konuda senden değil, kızından yanayım. Okuyacağım diyene engel değil, destek verilmeli, dedi şaka yollu.
- Okuyup da onun bana getireceği hiçbir şeyini istemiyorum! Temiz ve dürüst bir Adige kadını olsun, Tanrı'dan fazlasını beklemiyorum, diye kestirdi ve yumruğunu kızına doğru bir kez daha sıkıp sallar gibi yaptı ve aksi yönde bir ödünü kabul etmeyeceğini belli etti.
- Okursa daha iyi bir Adige kadını da olabilir! dedi Bibolet.
- Erkek bir dereceye kadar, aslını ve dinini yitirmemesi koşuluyla okuyabilir, anlarım ama Adige kadınının okumasını gerekli görmüyorum. Eskiden okumuyorlardı ama öteki kadınlardan geri kalır tarafları yoktu. Eski Adige kadınlarının güzelliği ve şöhreti, deniz ötesinde, ta İstanbullara değin biliniyordu!
- Öyle ama o eski Adige kadınının şöhreti altında kölelik ve zavallılık yatıyordu, kadınların payına bu işten hiçbir şey düşmüyordu. Esaret altındaydılar, hayvan gibi alınıp satılıyorlardı. Sadece satılmakla kalmıyorlar, köle olarak İstanbullara götürülüyorlar, Tatar ve Türk beylerinin, zenginlerinin oyuncakları, kapatmaları yapılıyorlardı.

Kadın, ne diyeceğini bilemez duruma düşmüştü. Eski zaman Adige kadınları üzerine anlatılan ballandırıcı öykülerde bu tür üzücü durumlar da olabileceğini hiç düşünmemişti. Yüreği geçmişe dönük kişilerin anlattıkları öyküler, geçmişi bir altın çağı imiş gibi ballandırıyor, yaşanan zulüm ve baskıları gizliyor, geçmişin kötülükleri, yaldızlı sözlerle yeşile boyanarak hayali bir gök yüzünde, yeşil bulutlarla örtülmek isteniyordu. Kadınların bilinci de böylesine anlatılarla çerçevelenip sınırlanmıştı. Bu kadının aklı kendine anlatılmış olanların ötesine uzanamıyordu. Uzanmak, düşünmek de istemiyordu. Devrimin getirdiği yeni dünya anlayışı ve onun ürünlerini, yani kızının özlemini duyduğu şeyleri, anası bir türlü kavrayamıyordu.

Karanlıkta başındaki tüylü koca şalı görünüyor, puhu kuşu gibi kurulmuş, geçmişin dünyasına takılı kalmış oturuyordu.

Kadının yeni yaşamı benimsemeyecek ya da zor benimseyecek yaşlı başlı kişilerden biri olduğunu fark etmişti Bibolet. Ancak bu küçük kıza, kendi seçmiş olduğu aydınlık yolda yürürken moral vermek ve onu desteklemek istiyordu.

Kız, sanki azarlanıyormuş gibi, sesini çıkarmadan oturuyordu. İsteklerini gerçekleştirecek olanaklardan yoksundu, elinden de bir şey gelmiyordu, özlediği şeyleri, ne denli kararlı olursa olsun, içinde saklı tutmakla yetiniyordu. Geleceğin aydınlık dünyasına duyduğu özlem ve onun kendisinde yaratmış olduğu güven dışında bir desteği de yoktu. Eskiye ait olan ve kendisini boyun eğmeye zorlayan kurallar, zincirden bir pranga gibi her yanını dolamıştı, ehil akraba gibi medet umacağı kişilerin hepsi, kendisine ve yeni yaşam biçimine karşıydılar. Kız, bir başına ve desteksiz yeni bir dünya yolunda çırpınıp duruyordu…

Bibolet’in içinde kıza karşı tatlı bir sevgi duygusu oluştu. Karanlıkta zar zor seçmeye çalıştığı bu kız, şimdi, giderek kendisine daha güzel görünmeye başlamıştı bile. Kendisinin okuyarak ulaşmak istediği yeni yaşam için,  o da kendince bir savaşım veriyordu…

Kıza moral vermek için yeniden söze başladı:
- Adige kadınlarının özlem duyulacak ne gibi iyi bir yaşamı varmış ki bugüne değin? Kadınlardan duyup duyacağın şey yakınma, sızıldanma sesleriydi sadece. Söylendiği gibi güzel bir yaşamları var idiyse, bunca sakat ve vakitsiz ölen kişi neren çıkıyor böyle? Bütün bunlar köle gibi zor koşullarda ve çaresizlik içinde yaşamaktan kaynaklanıyordu, ailenin en ağır yükü yine kadınların omuzlarındaydı, kadın ezik ve kenara itilmişti, insanca bir yaşama kavuşamıyordu bir türlü…

Ardından Bibolet özgürce okuma ve çalışma olanağına kavuşmuş olan Rus emekçi kadınlarının yaşamını anlatmaya başladı. Adige kadınlarının da eski dünyaya ait zincirleri koparıp attıklarında ve gerçekten özgürleştiklerinde, emek ve eğitim bir arada, yeni bir yaşama doğru ileri adımlar atıldığında, kadının yaşamının da insanca bir güzelliğe kavuşacağını, sözleriyle yazıya dökmüş gibi bir bir önlerine sermişti.

Kadın ilkin, renk vermeden Bibolet’in konuşmasını sessizce dinledi.Bu sessizlikte:”Onlar Rus, gavur, onların durumu farklı.Adige kadına onlara benzemez…” der gibi bir görüntü yansıyordu.Bir süre sonraları ise, beğenmediği şeyleri bir yana atmış, Bibolet’in anlattıklarını ilginç bulup ciddi ciddi dinlemeye de başlamıştı.

Bibolet’in konuşmasına ara vermesi üzerine kız hemen bir soru yöneltti:
- Rus kadınları okudukları kitapları nasıl buluyorlar, diyerek.

Bibolet böyle bir soruyu hiç beklemiyordu.Bir ara ne diyeceğini bilemedi. Ancak kızın bu soruyu sormasına neden olan şeyi kavramakta gecikmedi. Köyünde tek bir kalem ve defter yaprağı bile bulamadığı günleri anımsadı. Kızın kalbinin okumak için atmaya başlamış olması gibi, Adige yazı dili de, o günlerde henüz bir başlangıç dönemini yaşıyordu. Bir gazete
(Adige Mak -HCY) ile birkaç kitap dışında Adigece yazılmış olan bir şey yoktu. Adigece'de yazılmış şeylerin azlığı nedeniyle, Bibolet’in kendi de sorumluymuş gibi bir eziklik duydu, özür dilercesine yeniden konuşmaya başladı:
- İyi ki anımsattın, dilimizde yazılmış kitap sayısı gerçekten çok az… Bu da öbür eksik şeylerimiz gibi kötü geçmişin bize bir mirası. Rus kadınları, yeter ki okumak istesinler, istedikleri kadar kitap bulabiliyorlar. Biz de onlar gibi sıkı bir çalışma içine girersek, Adigece kitap sayısı kuşkusuz artar. Sen bunları düşünmeden okuyabildiğim kadar okumaya bak, kimseden de çekime, sen yeter ki, oku. Okudukça kavrama yeteneğin artar, bilincin gelişir, daha iyi bir yaşamın ne demek olduğunu anlar, Adige kadınlarını da uyandırırsın. Okumanı engellemeye kalkışanlar çıkarsa bana hemen söyle, ben sana yardımcı olurum, diyerek, sözlerini şakayla karışık tamamladı.
- Tam da onun duymak isteyip de duyamadığı şeyleri ona söylemiş oldun! dedi kadın biraz kızgın kızgın. Senin gibi bize yakın birinin olmaması şansımız, yoksa bu kıza hiç söz dinletemezdik!

Görüşlerini paylaşmasa bile, Bibolet’in kızına insanca bir yaklaşımda bulunduğunu ve ona değer verdiğini fark etmişti, bu nedenle memnun da olmuştu.
- Bir yerde okudun mu ya da okuyor musun, diyerek Bibolet yeniden kıza sordu.
- Hayır, okumadım, okumuyorum da, biçiminde sıkılarak bir yanıt verdi kız.

Kız sakınmadan, yersiz utanma duygularına kapılmadan, dosdoğru konuşuyordu. Bu durum Bibolet’in aklını başından almıştı: ”Akıllı bir kız, insanca yanı, kadınca yanından daha gelişmiş biri bu” diyordu içinden.
- Nerede okusun ki, okul denen yere asla göndermem onu, orada öğreneceği şey orada kalsın, evinde kalsın,  daha iyi şeyler öğrenir, diyerek söze karıştı yaşlı kadın.
- Öyle ya da böyle okumuşsun anlaşılan… Ben sana yardım etmek için çalışıyorum, sense bana güvenmiyor ve benden bir şeyler gizliyorsun, dedi gücenmiş gibi yaparak Bibolet.
- Yok yok, annemiz öyle diyor sadece… Benim okuduğum kadarının sözü bile edilemez, diyerek durumu düzeltti kız.

Yanıt vermeye zaman kalmadan, aynı sırada bir insan karaltısı kağnı arabasının yan tarafında belirdi, yaşlı birinin öksürme sesi duyuldu, adamın karanlıktan çıkıp geldiğini gördüler.

Kadın karaltıyı gördü ve sürücü çocuğa seslendi:
- Yaşlı biri olmalı. Ayıp, dur, bekleyelim!

Atların arka ayakları arabaya çarpar biçimde araba zınklayarak duruverdi.
- Sorun bakalım, bize zarar vermemesini ve yolumuza devam etmemizi istediğimizi söyleyin, diye kaygılı ve biraz da korkmuş olarak kadın yavaşça mırıldandı.
- Kimsin sen, diye bağırdı Bibolet.

Karaltı karanlıktan çıkıp arabaya yanaştı, kendi de sordu:
- Siz de kimsiniz?
- Gel, otur, seni götürelim, dedi kadın.

Karaltı arkadan arabaya yanaşıp elini arabaya uzattı. Karanlıkta tanınması zordu. Tüylü bir kalpağı vardı, sakalı beyaz bir yarımay gibi sarkıyor, karanlıkta bile parıldıyordu. Göz çukurları ise iki çökmüş yuvar gibi görünüyordu.
- Kadın mıymış bu gördüklerim arabada, diyerek ellerini arabadan çekti.
- Sakıncası yok, gel otur, hepimiz sığarız, dedi kadın.
- Yoo, kadınların içine oturamam, yakışık almaz bu, diye sözüne son verdi kuşkulu, ardından daha kararlı konuştu. Olmaz, sağolun, köy uzakta değil, kendi kendime giderim ben, siz devam edin, diyerek geri çekildi.
- Zararı yok, hadi bin arabaya! Olur mu öyle şey, Melohoj (Мэлэхъожъ; Koyun çobanı), insan komşularını tanımaz mı hiç, diyerek, biraz da takılarak konuşmuştu kadın, çünkü iyi tanıdığı biriydi bu yaşlı adam.
- Vay vay, kimlermiş bunlar?! Vay vay, Hımsad (Хъымсад) bu! Öbürü de benim güzeller güzeli Nafset’im! Şaşırmış biçimde bağırmıştı ihtiyar.

Kızın adını o an öğrenmişti Bibolet.
- Kim oluyor bu, diyerek sordu Melohoj, Bibolet’e bakarak.
- O da yakaladığımız bir konuk.
- Konuksa çok güzel! Konuksa çok iyi.
- Gecenin bu saatinde nereden geliyorsun böyle Melohoj? Koyun ağılından olmalı?

Kadının şakayla karışık konuşmasından iyi tanıştıkları, yakın ve ahbap komşular oldukları anlaşılıyordu.
- Öyle, güzel Hımsad’ım, oradan geliyorum. Orası değil mi bu son demimizde bize rahatlık vermeyen! Malın varsa sorun, yoksa, o da sorun (Уи1эми уегъал1э, уимы1эми уфал1э)… Ne yaparsın, ölünceye değin didinip duracağız. Öldükten sonra koyunlar ne olacaksa olur artık…
- Yeter, Melohoj, didinip durduğun yeter artık, şimdi dinlenme zamanın! Çocukların çalışsınlar senin yerine. Günahlarını bağışlatmak için caminin yolunu tutma zamanın geldi.
- Yapamıyorum, Himsad’ım, ucu ucuna zar zor denkleştirip biriktirdiğim mala kıyamıyorum. Bir günde altından girip üstünden çıkarlar. Günahlara gelince… Günahlar, artık Allah ne dediyse o olur…
- Binsene arabaya, Melohoj!

Nafset, yerini vermek üzere kalktı. Bibolet’se arabadan atladı.
- Şimdi iyi bir yol arkadaşı bulmuş oldunuz, artık bana gereksinmeniz kalmadı, ben atımla gidebilirim.
- Hayır, hayır, dünyada olmaz, evladım! Biz buluştuk da konuğu arabadan atmışız gibi olur, asla bunu kabul edemem, diyerek karşı çıktı Melohoj.
- Olur mu, bize buyurmadan nereye gidersin? Seni ağırlayacak yerimiz yokmuş gibi, gecenin ilerlemiş bu saatinde, başka bir aileye gitmeni, bir haç’eş (хьк1эщ;konuk odası) aramanı uygun bulamam evladım, bunu kabul edemeyiz, diyerek kestirip attı kadın da. Adige güzelliğini, iyi insan özelliklerini, bunların hepsini yanında götürüp gitmek istiyorsun anlaşılan ama olmaz, dedi şakayla karışık yaşlı kadın, Bibolet’in davranışını kınayan bir tavırla.
- Meraklanmayın, yabancı bir yere değil, öz kız kardeşime gidiyorum.
- Öyleyse olur. Kız kardeşin var da onu görmeye gidiyorsan ne güzel bir şey bu! Ancak bu gece kız kardeşinin yanına gitmesen bile, ona yine gereken değeri verme fırsatın olur. Zavallı kız kardeşinin senin adına bağışlamayacağı ne olabilir ki? Biz gibi zavallı yaşlılar,  ehil-akrabasız kalmışız, tarlada somağı alınıp bırakılmış mısır sapı gibi kaldık, çocuklarımız da bize yabancılaşmışlar neredeyse, diye Melohoj dertlendi bir süre.
- Kız kardeşinin yanına gideceksen, seni fazla tutmayalım! Zavallı, seni uzun süredir görmemiş olmalı. Kız kardeşin kimlerde oturuyor, diye sordu kadın.
- Behukolar (Бэхъукъо).
- Öyleyse, Tanrı ona sonsuz mutluluklar bağışlasın, iyi akrabalarınız varmış.

Adige geleneği gereği yapılan bu tür konuşmalar bitine değin ayakta bekledikten sonra Bibolet, atını çözdü. Ellerini tutmak için yanlarına yanaştı.
- Bizim için bunca zahmete katlandığın için teşekkür ederim, evladım, Tanrı seni muradına erdirsin! Kız kardeşini gördükten sonra, bize de uğramadan etme, tuzumuzdan-kaçağımızdan (щыгъу-п1астэ) yemeden gideyim deme, dedi kadın.
- Vıstanekolar (Устанэкъо) diye çitlere konmuş kuşlara sorsan bile, evi gösterirler, dedi Melohoj, kadının bulunduğu ailenin soy adını (л1акъо) söyleyemeyeceğini bildiğinden.

Tokalaşmak üzere Nafset arabadan inmeye kalkışınca, Bibolet hemen atılarak onu durdurdu.
- Bana pek güvenememiş olsan da okumak istediğin sürece yine beni yanında bulabilirsin, diyerek elini uzattı Nafset’e.
- Gece yarısı bize buyurmadan gittiğin için sen de suçlusun, şimdi eşitiz!

Arkadaşlığını ise sevinerek kabul ediyorum, yardımın gerekirse seni haberdar ederim, diyerek bir karşı konuşma yapabileceğini de kanıtlamış oldu Nafset. Araba içinde ayağa kalkıp Bibolet’in elini tutarak onu uğurlamış oldu.

Bibolet atına atladı, gecenin karanlığı içinde hızla oradan uzaklaşıverdi.


Dipnotlar
1)
Hazır, Çerkes elbisesinin göğüs kısmında dikili olan fişeklikler. Adige-Rus Savaşı döneminde fişekliğin alt yarısı yiyecek, üst yarısı barut ile dolu olurdu. Kuşatılan savaşçı en son olarak bunları kullanırdı. Uzun süre dayanan yoğunlaştırılmış yiyeceğin formülünün artık bilinmediği, savaşçının bununla en az üç gün dayandığı anlatılmaktadır. -HCY.
2) Şeveloh (шъэолэхъу)- Adige cins at türü. -HCY
3) Verk (оркъ), bey ya da prens (pşı) vasalı soylu.Bunlar beylerin emrinde ve refakatinde olurlardı. -HCY.
4) Pşıtlı (пщыл1ы)- köle.Bunlar daha çok tarla (toprak) köleleri olup pek satılmazlardı.Vıneut (унэ1ут)-kapı kulu köle.Bunlar daha kolaylıkla satılabilirdi, en alt düzey köleler idiler. -HCY.
5) Tsıye (цые)-Çerkes pardesüsü, çerkeska da denir. -HCY.
Not: Bu ilk çeviri, 10 kesimden oluşan birinci bölümün ilk iki kesimidir. Özel ad ve deyimlerin altını biz çizdik, parantez içinde de özgün yazılışlarını vermeye çalıştık. -HCY

 
1. Parti    
1. Bölüm 4. Bölüm 7. Bölüm
2. Bölüm 5. Bölüm
3. Bölüm 6. Bölüm    
            
2.
Parti  
 
1. Bölüm 7. Bölüm 13. Bölüm
2. Bölüm 8. Bölüm 14. Bölüm
3. Bölüm 9. Bölüm 15. Bölüm
4. Bölüm 10. Bölüm 16. Bölüm
5. Bölüm 11. Bölüm 17. Bölüm
6. Bölüm 12. Bölüm    
           
3.
Parti  
            3. Baskı Önsözü  >>>
1. Bölüm 5. Bölüm 9. Bölüm
2. Bölüm 6. Bölüm 10. Bölüm
3. Bölüm 7. Bölüm 11. Bölüm
4. Bölüm 8. Bölüm    
           
4.
Parti  
 
Son