III.
DEDE
Vıstaneko (Устанэкъо) ailesinden, en büyük olan üç erkek
kardeş, aralarında bir anlaşma olsun yapmadan, öylesine birer
pay alıp aileden ayrılmışlardı. Babaları
Yedıg (1) ise (Едыдж), haşin ve sert biri idi, zaten doğuştan
eksik olan tüm sevgi ve ilgisini, aile ocağını tüttürmesini ve
yaşlılığında kendisine bakmasını beklediği küçük oğluna vermişti.
Kızları ile ailenin adına bir leke getirmemeleri dışında, pek
ilgilenmiyordu. Kızlarına "Kız çocuğu emanet mal gibidir"
anlayışıyla yaklaşıyor ve tüm ilgisini en küçük oğluna veriyordu.
Babanın kızlarla pek ilgilenmemesi, anneyi üzüyordu, anne
Hımsad'ın (Хъымсад) kızlarına birer yetimmiş gibi kol kanat
germesi, sevgi ve ilgisini, babalarınkinden farklı olarak
kızlarının üzerinde toplaması, kocası ile sık sık karşı karşıya
gelmesine de neden oluyordu.
Bu arada ana, en çok büyük kızına ilgi duyuyor ve en çok da onu
seviyordu. Çok sert bir kadın olmasına karşın, Hımsad, söz konusu
olan büyük kızı Kulats (Кулац) olduğunda birdenbire
yumuşayıveriyordu. Ana sevgisinin boyutunu kim çizebilir, ama eli
ve ayağı daha düzgün görünen Kulats, fidan gibi ince uzun boyu ve
endamı ile güzel bir kızdı. Bu nedenle midir ne, Kulats’ın
karşısında adeta eli ayağı ve dili tutuluyordu. Ana, yaşamı
boyunca görmediği mutluluğu kızı Kulats görsün istiyordu. Bunun
özlemini içinde, Kulats için daha güzel elbiseler alıyor, onu
kolluyor ve onu yorucu işler dışında tutuyordu içinde. Kulats,
yılan gibi eğrilebilen ince, uzun ve zarif vücudu ile gerçekten
çok güzel bir kızdı. Çift örgülü saçları aşağı, omuzlarına değin
iniyor, evin saygın kedisi gibi yumuşak yumuşak adımlar atarak
yürümeye başladığında, sevgisini artık içine gömemiyor,
çaktırmadan onu süzmeye çalışıyor, evine her gelen saygın kişiye,
onu bir biçimde göstermenin yolunu arıyordu.
Nafset, pek de önemsemediği ikinci kızıydı. Babanın oğluna, ananın
da Kulats'a olan ilgileri, o ikisine ayrıcalık sağlıyor, onlara
yüklenmesinden kaçınılan, odun ve su getirme gibi ev işleri henüz
küçük bir kız olduğu günlerden başlanarak Nafset’in sırtına
yüklenmişti. Evdekilerin Nafset'i böylesine ihmal etmekte olmaları
büyük baba Karbeç'in, ona ayrı bir ilgi göstermesine yol açmıştı.
Karbeç (2) yüz yaşına basmış, saçı ve sakalı kartopu gibi
beyazlaşmış aksakallının biriydi artık. Rus ordusunun Adige
Ülkesi'ni ateş çemberinden geçirerek istila edişini görmüş ve
yaşamıştı. Bu nedenle Rus olan her şeye karşı içinde tükenmez bir
nefret ve soğukluk taşıyordu. Rus sobası istemediğinden, ailenin
kaldığı büyük evin yanında, içinde Adige bacası (3) olan ayrı bir
küçük ev (oda) inşa etmişlerdi onun için. Ev ve dünya işlerinden
el ayak çekmişti. Dünya ışığını bile istemiyormuş der gibi, uzun
kirpikleri ve gür kaşları adeta gözlerini kapatır olmuştu.
Unutmadığı ve ilgi duyduğu şeyler ise eski Adige yaşamı üzerine
anlatılar ve anıları idi. Ocak başında ya da namazlığında
oturmadığı sürece, bıkıp usanmadan eski Adige ev eşyalarının küçük
benzerlerini odunlar üzerinde yontuyor ve işliyordu. Bunları
odasındaki raflarda diziyor ve onları sevdiği çocuklara veriyordu.
Ancak beğendiği çocuk da pek az çıkardı. Hele şimdiki çocuklar
içinde beğendikleri, belki yüzde bir çıkardı. Onlar da göz
kapakları daha şişçe, daha uzun burunlu ve daha kirli yüzlü
olanlar olurdu. Nerede olursa olsun öyle bir çocukla
karşılaştığında, "Yavrum, senin bulunduğun köyde az da olsa bir
bereket kalmış olmalı…" gibi sözler sıralar, çocuğu alıp evine
götürür, oyuncaklardan birini verir, doyurur, ardından evine
bırakırdı.
Karbeç'in bir de çok bağlandığı eski bir Adige kemençesi (пхъэпщынэжъ)
vardı. Armut ağacının içini oymuş, göbeğini bir kağıt gibi
incelterek kemençesini kendisi yapmıştı. Çok da önemli bir şeymiş
gibi iş edinip, yedi yıl eğer vurulmamış damızlık atkuyruğu
kıllarını aratmış ve buldurmuştu. Onu ocak külü ile birlikte
kaynatıp pişirmiş ve kemençesine yay yapmıştı. Belli bir süreye
bağlı olmadan, ne zaman aklına eserse, kemençesini eline alıp
çalardı. Bir başına olduğunda, soluğu güçsüz olduğundan, sesini
fazla uzatamaz, herkesin öyle kolayca anlayamayacağı bir sesle,
üzüntülerini ortaya döküyormuş gibi, kemençesi eşliğinde
mırıldanırcasına şarkılar söylerdi.
Kış akşamları, Nafset, dedesinin kendisine anlattığı eski destan
ve öyküleri dinler, kemençesini ve şarkılarını da beğenip onun
yanında otururdu. Çocukluğundan beri Nafset, dinleye dinleye
bunları öğrenip alışmış ve ilgi duyar olmuştu. Nafset ile dedesi
arasındaki yakınlık da daha çok bu ortak zevke dayanıyordu.
Sabah alacakaranlığında doğuda görünen Dahe (Дахэ) Dağında yaşayan
ak cinlerin padişahının, ordusuyla birlikte düze inip kara
cinlerle savaşması öyküsünden tutun da, olup bitmiş tarihsel
öykülere (таурыхъыжъ) değin her olayı, geçmişin derinliklerinden
çıkagelmiş biri imiş gibi anlatıp dururdu. Olaylara kendince
eklemelerde bulunur, bunları daha da ilginçleştiren ve
korkunçlaştıran şeyler, ha şimdi bir karabasan gibi tepelerine
dikilmek üzerelermiş gibi, acayip bir biçemle anlatırdı.
Henüz çok küçükken, Nafset, bu anlatılanları gerçekmiş sanıp
soluğunu tutmuş dikkatle dedesini dinlerdi. Şimdi dedesinin
anlattığı öykülerin içinde çelişik ve akla uymayan onca şeyin
bulunduğunu artık ayırt eder olmuştu. Yine de bunları öne sürüp
dedesini sıkıştırmak ve üzmek istemiyordu. Yavaş yavaş, dedesinin
anlattığı olaylardan çok, o anlatılarda bulunan çözülmemiş
sorunlar üzerinde daha çok durur olmuştu Nafset.
Ayak işleri gördürülmesi, kendisine kızılması, bağırılması ve
korkutulması dışında bir gün yüzü görmemiş, bir başına ve yetim
gibi büyümüştü Nafset, bu yüzden küçük kız, içine kapanık ve
düşüncelerini dışa vurmayan biri olup çıkmıştı. Huzuru dedesinin
odasında buluyor, onun anlattıklarını dinlerken derin düşlere
dalıp gidiyordu.
Akşamları Nafset dedesine yakacak odun ve su götürür, başka
birileri yoksa sessizce dedesinin yanına otururdu. En sevdiği
oturma yeri de Karbeç'in kendi yaptığı eski Adige tahta divanın
yüksekçe bir köşesine kurulmak olurdu. Ancak Karbeç ihtiyarı ocak
başında ise, gider, uysal bir kuzucuk gibi, başını kucağına
yaslayıp onun yanına otururdu. Karbeç ilkin ana evde olup
bitenleri ona sorardı (kendisi gelenek gereği şimdiye değin gelini
Hımsad’a görünmemişti), konuşma içinde giderek eski öykülere sıra
gelir ve onları anlatmaya başlardı. Her ikisi kendi ayrı
dünyalarına dalmış biçimde, gürültü eşliğinde Nafset’in
çağırılmasına değin, sessizce otururlardı.
Karbeç'in
eski öykülerini dinlemeye gelenler de çok olurdu. Ancak adamın çok
yaşlı olması, gürültü patırtıya katlanamayacak ve her söyleneni de
kaldıramayacak olması gibi nedenlerle gençlerin fazla uğradıkları
bir yer değildi Karbeç’in evi. Yanına en çok, yaşlı başlı ve dünya
işlerinden el ayak çekmiş ve onunla anlaşabilecek durumdaki
kişiler gelirlerdi.
Bu tür ihtiyarlar içinde Karbeç'e en fazla uğrayan, Karbeç'in de
ilgiyle ve sevinerek karşıladığı kişi ise Halaho idi. Dünya
haberlerinden ve köyde olup bitenlerden sıyrılıp Halaho, bastonuna
dayanarak, bir ırmak kıyısına kurulmuş gibi, eskiden olup bitmiş
olan şeyleri dinleyip otururdu Karbeç’in yanında. Ancak Halaho da,
tıpkı Nafset gibi, Karbeç'in anlattıklarını bugünkü dünya işleri
ile karşılaştırarak değerlendirme alışkanlığı edinmişti. Dinler
dinler, ardından köy haberlerini Karbeç'e anlatırdı. Sevmediği ya
da sevdiği, arzuladığı ve mutluluk duyduğu her şeyi Karbeç'e
söylerdi. Karbeç de, hiç farkında olmaksızın, Halaho'nun içinde
yaşadığı dünya olayları ile tanışmış gibi olurdu. Her dört beş
günde bir Karbeç'in yanına gelip dünya olaylarını ona anlatması
nedeniyle, sonunda Karbeç de Halaho gibi düşünmeye başlamıştı.
Köyden Halaho’nun sevmediklerini onunla birlikte sevmemeye,
kınadıklarını da kınamaya başlamıştı. Karbeç her sorunu eski zaman
ölçülerine göre değerlendirmeye, Halaho'nun kendi de bunları dünya
işleri açısından değerlendirmeye, her ikisinin aklı birbirine
yatmaya ve iki dost kişi gibi birlikte hareket etmeye
başlamışlardı
AÇIKLAMALI NOTLAR:
1)
Adige ve Kabardey edebiyat dillerinde “ge” sesi yoktur ya da
düşmüş ve değişime uğramıştır ama onu karşılayan bir “ce” sesi de
vardır. Bu nedenle “g” sesi ve Latin yazılışı, sonuna “o” ya da
“u” sesi gelmediği sürece “c” olarak okunmalıdır. Örneğin, ”Yedıg”
sözcüğü “Yedıc” biçiminde okunmalıdır. ”Ge” sesi Karadeniz
kıyısında yaşamış olan Natuhay, Shapsugh, Hak’uç, Wubıh, vb
tarafından konuşulan Adige lehçelerinde ve bazı Kabardey
lehçelerinde vardır, ama şimdiki resmi Adige ve Kabardey yazı
dillerinde yoktur, bu sesler sadece Rusça karşılıkları söz konusu
olduğunda aslına uygun sesler olarak kullanılmaktadırlar: Örneğin,
Rusça olarak “Kemal” yazılırken, Adigece ve Kabardeyce olarak da,
”чъ”, yani esas “ç” sesi değil “ke” karşılığı “ç” (ч) sesi
kullanılarak “Çemal” (Чэмал) biçiminde yazılmakta ve
okunmaktadır. ”K’eraş” (К1эращ) sözcüğü de “ч1” (ç’) karşılığı
değil, ”к1” (k’) karşılığı bir sesle “Ç’eraş” biçiminde
okunmaktadır. Bu durum Shapsughlar ve bazı Kabardeyler için
kuşkusuz yazı yazmada bir zorluk yaratmaktadır. -HCY
2)
Karbeç (Къарбэч)- Türkçe ve Tatarca kökenli bir sözcük olup, ”Karbek”,
”Karbeg” = “Kar Bey” anlamındadır. -HCY
3)
Eski Adige bacası, evin ya da odanın ortasında olur, orada ateş
yakılır, mutfaktaki ocağın üstündeki çengellere kurutulması için
et ve peynir asılır, karşısında halka oluşturularak oturulurdu. O
zamanlar odun çok olduğundan bu baca revaçtaydı. Bugün terk
edilmiştir. Eski Adigeler kışa girerken mutlaka hayvan keser,
etini kurutur ve kış boyunca da yerlerdi. -
HCY |