I.
KULATS'IN AŞKI (КУЛАЦЭ ИШ1УЛЪЭГЪУ)
Bu işin nasıl başlamış ve nasıl gerçekleşmiş olduğunu bir
türlü anlayamamıştı Nafset. Ancak her
akşam Kulats'ın yanına oturmaya ve psetluh (evlenme amaçlı
konuşmak üzere) gelen gençler içinden birinin daha sıkça gelmekte
olduğunu fark etmişti. O genç, giderek gurup ile beraber
gelmemeye, bir arkadaşını yanına alıp grubun gelmediği anlara denk
getirerek sıkça Kulats’ı ziyaret etmeye ve oturmaya başlamıştı.
O zamana değin Nafset, diğerlerinden farklı bir şey görmemişti
Amzan’da. Ayrıca onu en hoşlanmadığı (ш1ого1уджэ) delikanlılardan
biri olarak görüyordu. Yağız ve endamlıca bir gençti Amzan.
Düzletilmiş kuş burnu gibi kısa ve güzel bir burnu vardı. Sakal ve
bıyığı tıraşlıydı. Dudakları herhangi birine benzemiyordu, çıplak
ve sürekli üzgünmüşler gibiydi, sinirleri bile ince dudaklarından
görünür gibiydi ve birbirine değmiyordu. Gözleri bir kız gördü mü
zaaf geçiriyor, güzel ve tatlı bir yuvar oluşturuyordu, aşk arzusu
gözlerinden bir yıldız huzmeleri biçiminde saçılıyordu. Başındaki
kısa Buhara işi kalpağının bir derici ustasının elinden çıktığı
anlaşılabiliyordu. Kadına hoş yaklaşımı ve yüzündeki tatlı
tebessümleri ile uyumlu bir biçimde başını da hareket ettiriyordu.
Köydeki kızların yakışıklı diye adını sıkça söyledikleri
gençlerden biriydi. Küçük bir çiftçi-emekçi (Фэкъол1) ailesinin
bir çocuğuydu, ancak kendisi pek çalışmayan ve kızların peşinde
dolanıp duran biriydi. Yüzünden, söz ve davranışlarından,
kadınlara karşı duyduğu arzular dışında bir düşünce ve duygu
yansımıyordu.
Nafset’in en beğenmediği şeyler bu tür arzular ile başkaca hiçbir
arzu ve ilgisi olmayan kişiler idiler. Ama köylü kızları ile her
bir konuştuğunda Amzan’ın beğenilmekte olduğunu da görüyordu.
Karşısında bir kız olmadığında da, dinlemekten beziyor, uyuklamaya
başlıyor ve ne diyeceğini bilmeden otura kalıyordu Amzan. Ancak
bir kız gördüğünde ve bir konuşma fırsatı yakaladığında, yeni
baştan canlanıyor ve konuşkan birine dönüşüyordu; o gibi
durumlarda dilinden adeta bal damlıyor, tatlı bir hava da üfürür
gibi sözlerini art arda sıralıyor, kızı büyülüyor, vaftiz edermiş
(умэхъыгъэ) gibi, kızın kalbini çarptırarak onun karşısında
oturuyordu.
Adige erkeklerinin birçoğu kadınlara sömürücülerin bakış
açılarından bakma ve onları birer hizmetkar (унэ1ут) imiş gibi
görme geleneği henüz terk edilmiş değildi. Öyleleri büyüklenir,
bey ve yiğit gibi tavırlar takınır, elleri önde (а1эхэр апчанэ
итэу), ileriye doğru doğrultarak kızların karşısında otururlardı.
Ne denli kız karşısında yumuşamış olsalar da, ardından, eski Adige
geleneğine uyarlar, kıza karşı aşk dolu, tatlı ve yumuşak sözler
sıralamayı erkeklik ile bağdaştırmazlardı. Amzan ise farklıydı: O
aşkını, duygu ve sevincini kızlarla paylaşıyor, bu yolla onların
yüreğini eritiyordu. Ayrıca kişiyi etkileme/büyüleme (дэхэш1эн)
konusunda zayıf kalmış olan Adigece’nin söz dağarcığını/engelini
aşmasını, insanın içini eriten tatlı ve yumuşak sözcükler
bulmasını başarırdı. Bu nedenle de kızlar Amzan’ı daha bir
beğeniyor olmalıydılar.
Ancak kızlarının geleceği üzerinde titremekte olan sert/katı
anaların köydeki en beğenmedikleri kişi de Amzan’dı. Ona “Uğursuz
geveze/boşboğaz” (Мыгъо 1упажъэ) diye kızıyorlardı.
Amzan’ın gelişini sıklaştırmış olması Nafset’in de hoşuna
gitmiyordu. Ablasını bir başına Amzan’la baş başa bırakamıyor,
çocuğun konuşma biçiminden nefret ediyor olsa da zoraki
katlanıyordu.
Ancak Amzan’ın bu gelişlerinden Kulats’ın hoşlandığı belli
oluyordu. Amzan geldiğinde, Kulats’ın konuşmasındaki ağırbaşlılık
sona eriyor, keskin ifadeleri yumuşuyor, sözlerinde tatlı bir
yumuşaklık oluşuyor, kendini alabildiğine o tür bir yumuşaklık
içine bırakıyordu. Amzan’ın gözlerinden yayılan aşk dumanı
Kulats’ın gözlerinde de karşılığını buluyor, büyüleyici bir
atmosfer, üstlerini adeta bir tatlı yorganmış gibi örtüyordu.
Gözleri ile karşılaştığında, Kulats’ın içi tuhaflaşıyor, göz
kapaklarını ve başını indiriyor, yola gelmiş (1acэ хъугъэу) ve
içindeki aşk ateşinin esiri olmuş gibi, sözleri de bir gizli
tatlılık havası içinde eriyip gidiyordu.
Karşılıklı duygularını henüz açıklamıyor, ama bir iki söz olsun
çıtlatmak için bazı sözcük denemeleri yapıyor ve vaktin nasıl
gelip geçmiş olduğunun farkına bile varmadan oturma alışkanlığı
edinmişlerdi. Nafset asıl buna hazmedemiyordu. Davranış ve oturuş
biçimlerinden de katlanamıyordu. Ayakta durup beklemekten sıkıntı
duymaya başlıyordu. Bu nedenle bir dışarı çıkıyor, bir içeri
giriyordu. Bazen onları el ele tutuşmuş yakalıyor, telaş içine
düşürüyordu onları.
Kulats’ın Amzan karşısındaki yumuşaması gittikçe artıyordu.
Kalpten kalbe anlaşmışlar, arzuları aşka dönüşmüş, bedenleri
çözülmüş, el örgüsü (дын-шъэн) gibi hiçbir şeye elleri uzanmadan,
uzanıp pencere önlerinde durmaya gelmişti sıra. Kulats, odasından
çıkar çıkmaz veranda (хьащпакъ/дыбзык1э) direğine sarılıyor,
bakınıp duruyordu. Bazen de büyük bir sevinç içinde, ateş gibi
tutuşmuş halde odasından dışarı fırlıyordu. Onu sevdiği gibi, onun
tarafından sevilmekte olduğunun bilinciyle, bazen Nafset’e de
sarılıyor ve büyük bir karaltı biçiminde odasına çekildiği
oluyordu.
Cin görmüş birinden kaçınırmış gibi, Naset, Kulats’ın bu tür
ateşli-kızışmış sarılmalarından iğreniyordu. Kuats’ın bu
davranışının ve tatlı sözler döktürmesinin sırf kendisini sevmekte
olmasından kaynaklanmadığını biliyor, çok kızıyor ve ondan
kurtulmaya çalışıyordu. Ancak Nafset, Kulats’ın içinde oluşmuş
olan duyguları kavrayacak olgunluğa erişmemişti henüz. Uzaktan
durumu biraz kavrıyordu, ama bu kavradığı şeyler ona yakışıksız ve
uygunsuz şeylermiş gibi geliyordu.
Amzan’ın ne zaman geleceğini Kulats’ın hal ve davranışından artık
anlar olmuştu Nafset. O zamanlar Kulats daha sıkça pencere önüne
koşuyor ve kabına sığamaz oluyordu. Durmaksızın üstünü başını
düzeltiyor, giysilerini değiştirip duruyordu. Kendisine bir ev işi
buyurulacak olsa, sinirleri beynine sıçrıyordu.
Amzan’ın sık sık Kulats’ın yanına gelmekte olması, en çok da
Hımsad’ın homurdanmalarına yol açıyordu. Kartalın gölgesini görmüş
olan ana hindi gibi, çaktırmadan yan gözle bakıyordu Amzan’a. Onun
her gelişinde Hımsad’ın içi burkuluyordu, işini gücünü unutup bir
sinir küpüne dönüşüyordu. Sinirlenmesinin, bu işe onay
vermemesinin ve her şeyin sorumluluğunu da Nafset’e yıkıyordu.
Nafset’in kızların odasından çıkması halinde kızıyor ve onu derhal
geri gönderiyordu. Hamur yoğururken teknede bırakıyor, ne
yapacağını bilemeden bir ileri bir geri odasında dönüp duruyor,
yine de hırsını alamıyor, suratı buruşmuş halde bahçeye çıkıyor,
kaygılı kaygılı kızların penceresinin yakınlarında dolanıyor,
sesini sert bir biçimde yükseltiyordu. İçeride ne olup bittiğini
öğrenememiş olmanın merakı içinde çatlayacakmış gibi oluyordu.
Bazen kızı ve çocuğu kovalamak istiyor, yavaş yavaş iç kapıyı
açıyor ve kızın odasının kapısına yöneliyor ve sinirleri tepesine
çıkıyordu. Ama bunun yakışıksız olacağını da biliyordu. Bazen de
dayanamaz oluyor, yavaş yavaş iç kapıyı açıp kızların oda
kapısının önüne geliyordu. Durumu fark edip kapıyı Nafset’in
açması ile de irkiliyor, suçüstü yakalanmış gibi, bir çıkar yol
bulmaya çalışıyor, cenaze evinde (хьэдэгъуап1э) konuşur gibi çok
yavaş bir sesle:
- Çocuklar oturacaklarsa bir şeyler yedirseniz diyecektim, diyor,
geri dönüyordu.
Peşinden Nafset’in gelmesi halinde, iç kapıyı kapatıyor, tüm
öfkesini ona boşaltıyordu. Nafset, annesinin kendisine böyle
kızmakta olmasını nedenini anlayamıyor, üzülerek soruyordu:
- Anne, ne oldu ki, ne diye kızıyorsun bana? Bir şey yedirmek
istiyorsan ben ne yapayım? Her gün gelen kişiler bunlar, konuk
değiller ki…
Hımsad, suratı asık ve kızmış halde saç tokasını çözüyor, yeniden
bağlıyordu. Doğru bir karşılık vermeksizin Nafset’e azarlayıcı
şeyler söylüyordu:
- Senin büyük suçun var! Siz ikiniz de diğer içeridekiler de
tıkınamaz olursunuz, onları ağırlamak sadece bana kalsa da!
Nafset, yine söylenenden bir şey anlamıyor, put gibi dikilip
duruyordu.
- Hadi, geldiğin yere dön!. . diye ana yeniden kızıyor ve kızı
geldiği yere kovar gibi gönderiyordu.
Bir gün Hımsad, fırının başında, duman içinde ekmek pişirmekle
uğraşırken Amzan’ın gelmiş olduğunu göremedi. Odun almaya
gönderdiği Nafset de gecikmişti.
- Bu iki deli kız içeride gevezelik (хьакъужъокъу) yapıyor
olmalılar, ocaktaki ateşin söneceği umurlarında bile değil,
diyerek, açık olan iç kapıdan yürüyerek, daha ilerideki kızların
odasının kapısını açtı. Gördüğü şey karşısında da feryadı bastı:
Kulats ile Amzan’ın dudakları birbirine yapışmış ve her ikisi de
birbirine sarılmış halde odanın ortasındaydılar.
Hımsad, ölü görmüş bir gibi irkilip kalmış, öylece bir süre kapı
önünde kalmıştı. Ardından kapıyı iteleyip, kanı beynine toplanmış,
siniri ve utancı başına vurmuş halde kendi büyük odasına doğru
koştu. Oda kapısını aşar aşmaz, sanki ayaklanmış da göğsünü
yumrukluyormuş gibi olan kalbinin sesini bir süre dinleyip durdu.
Sonra birkaç adım atıp yeniden durdu. Ocaktaki tavaya (табэ) doğru
ilerledi ama sadece demir maşayı aldı ve ateşe ellemeden ocak
başından ayrıldı, yeniden odanın ortasında durdu. Bir süre sonra
yeniden hazırlanıp geldiği oda kapısına doğru ilerledi, ancak
kapıya vardığında durakladı, morali bozulmuş ve elleri boşalmış
halde geri döndü. Gözleri hareketsizdi, bulanık görüyor, zar zor
ayaklarını hareket ettirerek oda içinde yürüyebiliyordu. Eline
almış olduğu demir maşa da düşmüş yerde yatıyordu.
İçeri giren Nafset annesinin bu halini görünce irkildi. Hemen
elindeki odunu (*) bırakıp üstünü bir silkeleyip temizlendi ve
hızla annesine doğru koştu, kaygılı bir biçimde sordu:
- Ne oldu, anne, bir fenalık mı geçirdin yoksa?
Hımsad kızının bu sözleri üzerine kendine geldi (къызхагъэшхъожьыгъэ)
ve derin bir iç çekti. Büyük bir suç işlemiş biriymiş gibi bir
süre soğuk soğuk kızına bakıp durduktan sonra, avazı çıktığınca
Nafset’e bağırdı:
- Geçirdim tabii! Tanrı evimi büyük bir günaha boğdu! Sokağa
salınmış siz iki dişi köpeğin bugün bana çektirmiş olduğunuz şeyin
günahından ebedi kurtulamayacaksınız! Ne utanç verici ve ne de
onursuzca bir davranış bu böyle!
- Ne olmuş ki, anne, diye soracak oldu Nafset ama sözleri yarım
kaldı. Annesinin kendisini dinlediği yoktu, başını avuçlarının
içine almış, ”Ne yakışıksız, ne çirkin bir durum bu! Evimi bir
günah yuvasına çevirmeleri için ben hangi suçu işlemişim ki,
diyerek oda içinde koşuşturmaya başlamıştı. Sonunda yorulup
durakladı, bir süre soluyamaz durumda kaldı. Köz içindeki ekmek
tavası gözüne ilişti, ekmek yanıyor, dumanı tütüyordu. Bunun
üzerine donakalmış olan Nafset’in üzerine yürüdü:
- Orada ekmeğin ocakta yandığını görmüyor musun? Niye böyle uyuşuk
bakıp duruyorsun!
Nafset tavaya doğru koştu, ama o ara Hımsad ekmek derdini de
unutmuştu. Büyük bir sorun belirmiş gibi çekik kol yenlerini
indirmeye başladı.
Nafset, büyük bir endişeye kapılmıştı, bir yandan annesini
izlerken, öte yandan da ateş içindeki tavaya çıplak eliyle
dokunmuş parmağı yanmıştı. Ancak o ara annesi tek bir söz bile
söylemeden evden ayrılıp bahçe dışına çıkmıştı.
Hımsad komşu eve gidip o evin oğlan çocuğunu çağırdı. Amzan’ın
bahçelerine adım atmamasını, bela aramıyorsa bir daha evlerine
gelmemesini istediğini kendisine söylemesini çocuğa rica etti.
Döndüğünde, ”bu davranışımla dedikoduya kapı aralamış olmayayım…”
diye, çocuğa söylemiş olduğu sözlerden dolayı bir pişmanlık da
duydu. Bu pişmanlık ve evindeki utanç verici durum, ikisi bir
arada, daha da sinirlenmiş halde eve döndü, tüm öfkesini de
Nafset’e kustu.
Ne kadar söylenmiş, ne kadar sayıp dökmüş olsa da, Nafset olup
biteni yine anlayabilmiş değildi. Annesine bir şey olmuş oluğu
endişesi de yavaş yavaş geçersizleşmişti. Sonunda gereksiz yere
azarlanmış olduğundan, kendi adına bir pay çıkararak, küçücük
dudaklarını şişirmiş halde kız odasına gitti. Orada Kulats’ı
yüzükoyun divana uzanmış hüngür hüngür ağlar halde buldu.
- Ne geldi başına senin de, diye sordu ama bir yanıt alamadı.
(*) Odun (пхъэ)- Romanda odun sözcüğü değil, sık sık ”tezek” (тезэч)
sözcüğü geçmektedir. Her tarafı orman ve koru çevrili bir yerde
tezek yakmaya gerek olmadığına göre, bu sözcüğe odun dışında bir
anlam veremedim. HCY |