|
II.
FABRİKA
Sabahleyin erkenden Halaho ile Bibolet Lubyanka Meydanı'na
giden yoldan ilerleyip meydanı geçtiler. Önde Bibolet, genç
olmasının sağladığı avantaj ve çeviklikle, önünden yürümekte
olan kişileri yanlayıp geçiyordu onları. Omzunu
hızla döndürüyor, şimdi çarpışacakmış gibi, kuşkulu yaklaşan
kişileri, biraz sürtünerek ya da yana eğilerek uygun biçimde
geçiyor, önünde beliren sırtları da dolanıyor ve kuşun gibi
safları yarıp ilerliyordu. Halaho ise ona yetişemediğinden
sıkıntılıydı. Üstündeki mont da onu engelliyordu. İhtiyar önünde
beliren çok sayıda kişiden sıyrılma ve ilerleme konusunda
zorlanıyordu. Önünde ağır aksak ilerleyenleri aşmaya çalışırken
başkaları araya giriyor ve önünü kesiyordu. Aşamadığı kişiler de,
en çok, Halaho gibi sallanıp giden ve sırtları kamburlaşmış olan
yaşlılardı. Bazen umarsızca bazılarını omzundan yakalıyordu,
omzundan yakaladığı kişi ise kızgınca bir baktıktan sonra ona yol
veriyordu. Halaho da aynı biçimde, yolda kendisine rahat bir yol
vermeyen kişilere kızıyordu. Kızmış, canından bezmiş ve nefret
ifade eden en ağır sözleri mırıldanarak ilerliyordu. Önde giden
Bibolet'i şapkasından izlemeye çalışarak, eğri büğrü yollardan
yürümeye çalışıyordu. Köyde bastonu ile dolaşan yaşlının biri
değildi sanırdın artık onu. Şimdi Halaho, canını dişine takmış
olanca hızıyla ilerliyordu.
- Vallahi de Bibolet, yaman gidiyorsun, bayağı yordun bizi, dedi
Halaho, tramvay durağına vardıklarında. "Bu kentte ilerlemek,
kalın kar içinde ilerlemekten farksız..."
Halaho kalpağını kaldırıp başını bir havalandırdı, kafasında
biriken terleri eliyle bir sildi.
Halaho'nun dönüş gününe yakın, ona bir fabrikayı göstermek ve
gezdirmek istiyordu Bibolet. Gittikleri fabrika, parti adına
işçilere okuma yazma öğrettiği ve elektrik motorları üretmekte
olan bir fabrika idi.
Tramvaya bindiler. Halaho, bir pencere kenarına oturup sessizce
dışarıyı gözlemeye başladı. Büyük kentin değişik semtlerini
izleyerek yola devam ediyorlardı, kıllı bir kedi gibi köşesine
kurularak, uzun bir süre dışarıyı gözledi. Dükkan vitrinlerini
gözden geçirdi. Giderek evler daha da küçülmeye başlamıştı,
sıvasız ve kırmızı tuğlalı binalar çoğunluğu oluşturuyordu.
Tramvay küçük bir ırmak üzerindeki bir köprüyü geçti. Artık
fabrikalar görünmeye başlamıştı.
Yüksek fabrika bacaları, göğe yükselen birer dev gibi
görünmekteydiler.
Tuğla ve değişik gereçlerin yığılı olduğu ve tramvayın dönüş
yaptığı son durağın bulunduğu anlaşılan küçük bir meydana geldiler
ve tramvaydan indiler. Halaho tramvaydan indiğinde, kendi köy
baltalığına gelmiş ve burada kura çekilmiş de kendine payına düşen
yakacak odununu arıyormuş gibi etrafına bir bakındı, nereye
gideceğini ya da yolunu nasıl bulacağını bilemediği bir ormanın
içine dalmış gibi olmuştu.
Önde Bibolet, bir dönemeci döndüler ve oradan yola koyuldular.
Caddenin her iki yanında toz ve toprağa gömülü bir sürü ufak tefek
ev sıralanmıştı. Evlerin arasından ilerlediler. Eski evler sanki
yıkılacaklarmış gibiydiler ve dökülüyorlardı. Aralarında yeni
yapılmış ve yeni camlar takılmış tek tük yüksek betonarme binalar
da bulunuyordu. Keresteleri ve merdivenleri henüz çatılmış ve
yapımı tamamlanmamış bir inşaatın önünden geçtiler.
Bibolet durakladı ve Halaho’nun kendisine yetişmesini bekledi,
ardından açıklamada bulundu:
- Bu gördüğün gecekondu evler içinde en kötü olanları Çarlık
döneminde işçilerin barındığı konutlar idiler. Bu evlerde oturma
şansını da en çok çalışanlar ve torpilliler hak etmekteydiler.
Daha iyisine erişme umudu ya da özlemi bile yoktu. Şimdi kent
merkezindeki konutların çoğunda işçiler oturuyorlar. Gördüğümüz ve
geride bıraktığımız yeni evler de işçiler için yapılanlardan. Çok
geçmeden kent varoşları, Sovyet yönetimi sayesinde, yakında
böylesine güzel konutlarla donatılmış olacak. İnşaatlar sürüyor.
İçinden hart hurt sesleri gelen ve duvarları tozlanmış birkaç
fabrikayı daha geride bıraktılar.
Halaho görünen çok yüksek bacalı büyük bir fabrikaya gitmekte
olduklarını düşünüyordu, ancak yüksek ya da alçak bir bacası bile
bulunmayan ve etrafındaki tahta çitlerden neredeyse seçilemeyen
bir yere geldiler. O denli koca fabrikaları geçip böylesine küçük
bir fabrikaya gelmiş olmalarını bir talihsizlik saymıştı Halaho.
Çok üzüldü ve ayıplarmış gibi Bibolet’e serzenişte bulundu:
- Bizi onca dolaştırıp getireceğin fabrika bu mu yani, Bibolet!
- Küçük bir fabrika bu, ama çok yaman bir fabrika. Yepyeni
tezgahlarla donatılmış ve yeni yapılmış en son fabrikalardan biri
burası, dedi Bibolet, Halaho’nun neler düşündüğün kestirmiş gibi.
Fabrika konusunda Halaho’nun düş kırıklığına uğraması yetmemiş
gibi, bir de fabrikaya giriş işi sorun olmuştu. Küçük bir kulübede
bir bekçi bulunuyordu. Bekçi fabrika müdürlüğü ile bir telefon
konuşması yaptı. Halaho bekletildi, Bibolet içeri gönderildi.
Halaho yalnız kalınca bir süre bakınıp durdu. Adından-Şto vaşa tak
karaulit, vor mnogo? diyerek bekçiyle konuşmaya henüz başlamışken
Bibolet geri geldi. İzin kağıdını bekçiye verdi.
- Fabrikayı sabotajcılardan korumamız gerekiyor!-diyerek bekçi
Halaho’yu yanıtladı. ”Haydi, şimdi içeri girebilirsiniz” dedi
bekçi.
Önce yönetim odasına uğradılar. Karşılaştıkları her kişi kendi işi
peşindeydi. Herkesin belli bir dakika, belli bir süre içinde kendi
işini yapmakta olduğunu anlamıştı Halaho.
Fabrika yöneticileri Halaho’yu çok saygılı bir biçimde
karşıladılar ve değer verdiler, iki üç kişi Halaho’nun elini
sıktı. Her şeyi göstermesi için fabrikayı gezdirmek üzere bir
genci görevlendirdiler.
Önce pres atölyesinden geziyi başlattılar. Tavan cam kaplıydı,
içerisi aydınlıktı. Birçok ilerleyen bant ilginç bir görünüm
sergiliyordu, kenarlarda pres tezgahları sıralanmıştı. Her
tezgahın başında bir işçi duruyordu. Biçilmiş ve rendelenmiş
demir-çelik kırıntıları etrafa saçılmıştı. Bir tarafta ince
dilimlenmiş demirler, öbür yanda da presten geçirilmiş tabakalar
istifleniyordu. Her birkaç saniyede, yukarıdan pres tezgahına
demir parçaları indiriliyor, işçi bastırarak, tak tuk sesleri
çıkartarak makineyle ince dilimler kesiyor; demiri aşağı indiren
küçük elektromotor, çığ sırğ sesleri çıkararak yukarı çıkıyor.
Arkadan gelecek demir kütlelerine değin işçi hızla başka demirleri
dilimletiyordu. İşçilerin çalışma biçimleri de, tezgahların
saniyelere bağlı çalışmaları gibi dakikti, hiç kimse hiçbir işi
kaçırmıyordu. İşçi preslenmiş olanları alıyor, yere koyuyordu;
sonra dilimlenmiş demirleri prese sokuyordu, bir iki, tak tuk bu
böyle devam edip gidiyordu. Preslenecek ince demir dilimlerini
taşımak için ayrıca işçi kullanılmıyordu. Küçük bir araba ile
demirler getiriliyor, preslenmiş olanlar da götürülüyordu,
sonunda bunlar motorların birleştirilip üretildiği tezgaha
taşınıyordu. Her tezgahın başındaki işçi, üretilecek olan
elektromotorun bir parçasını imal ediyor, parçalar hepsi birbirine
uyumlu olacak biçimde, milimetrik hesaplanarak üretiliyordu. Aynı
biçimde değişik tezgahlarda, pres, torna ve sarma tezgahlarından
geçirilmiş olan parçalarlar, sonunda motorun üretileceği tezgaha
ulaşıyor, orada değişik kilovatlar gücünde motorlar halinde monte
ediliyorlardı.
Bibolet bütün bu aşamaları yavaş yavaş Halaho’ya anlatmaktaydı.
Halaho’nun kendisi ise, kemik parçalar gibi işleyen iri
tezgahlardan ve gar gur biçiminde çalışan motor seslerinden ürküp
sesizleşmiş, sakınır halde Bibolet’in peşinden yürümekteydi.
Halaho’nun anlamakta güçlük çektiği şey ise, onca kocaman
tezgahlarda, böylesine ayarlanıp ince demirler kesmek için, neden
o denli uğraşılmakta olmasıydı. Preslenmiş demirlerden birini alıp
sordu:
- Doğrusu Bibolet, bu kocaman presin bu küçücük şeyin yapılması
için kullanılmasını bir türlü anlayabilmiş değilim, dedi.
- Pres ne denli büyük olursa o denli güçlü ve yapıcı oluyor, işi
kolaylaştırıyor. Bak buna, diyerek, Bibolet demir dilimi
Halaho’dan aldı. ”Bu ince demir diliminden gerekli değişik
parçaları üretmeleri için, pres olmasaydı kaç işçi ne kadar bir
süre çalışmak zorunda kalırdı? Hiç düşündün mü? Bir parçayı yarım
saatten önce hiçbir işçi tamamlayamazdı. Ancak şimdi bir işçi, bu
pres tezgahında birkaç saniye içinde ona istenen biçimi
verebiliyor, dakikada doksan, yarım saatte ise üç yüz adet
üretebiliyor. Bu tezgahtaki bir işçi, makinesiz çalışan üç yüz
işçinin ürettiğini bir başına üretiyor. Sizin baharları çift
sürerken kullandığınız sabanlar gibi basit şeyler değil bunlar.
- Tanrı bilir bizim bu aşamalara ne zaman geleceğimizi, dedi
Halaho bir süre sonra umutsuz bir biçimde.
Pres tezgahları bölümünden ayrılıp torna tezgahları bölümüne
geçtiler. Burada da aynı biçimde torna tezgahları sıralanmış
uzanmaktaydı. Başlarında da birer işçi vardı. Halaho’nun en fazla
dikkatini çeken ve gözlerini bir türlü ayıramadığı şey ise,
işçilerin elinin işe yatkın olmalarıydı. Sağa sola abanmadan,
acele etmeden, şaşırmadan, dikkatle ve ustaca iş görüyor,
çalışıyorlardı. Uzanıp birini tornadan geçiriyor, ardından abanıp
bir başkasını tornaya sürüyor, tornadan geçirdiklerini de yanında
bir yere bırakıyordu. Koca demiri yağ gibi, köpükler döktürerek
tornadan geçiriyordu. Ardından bunu yukarı kaldırıyor bir küçük
borudan akan kırmızımsı bir su-yağ karışımına karşı tutuyor,
yeniden bir kez daha tornadan geçiriyordu.
Fabrikanın iş bölümü içinde çalışılan, güç ve becerinin bir araya
geldiği, işçi ve mühendis işbirliği ile iş yapılan, uyum içinde
çalışılan ve bütün bunların büyük bir disiplin içinde
gerçekleştirildiği bir yer olduğunu Halaho yavaş yavaş anlamaya
başlamıştı. İş ve emek birleşmişti burada, çalışmalar bir sonuca
yönelmişti, güçlü makineler sayesinde güçlü bir üretim yapıldığı,
fabrikanın kocaman bir üretim yeri olduğu, artık Halaho tarafından
da anlaşılmaya başlamıştı. Köydeki çalışmalar ise, dağınık,
kişisel çıkar ve özel mülk için bir didişme biçiminde idi, bütün
bunlar Halaho’ya zavallıca şeyler gibi gelmeye başlamıştı, bir
imrenme içinde ve biraz da utanarak başını hafifçe öne eğmiş
fabrikayı bir gözden geçirmekteydi.
Bobinaj tezgahlarına geldiklerinde, Halaho iyice sessizleşmişti.
İlkbaharın en güzel, gelinciklerin yeni açtığı bir günde,
kapısını açıp küçücük bahçesine girivermiş gibi sandı kendisini.
Kırmızı başörtüler, açılmış gelincikler gibi tezgahların
başlarında dağılmış duruyorlardı. Birbirlerinden ayırt edilmesi
zor bir sürü genç kadın tezgahlarının başlarında çalışmaktaydı.
Hepsinin başı küçük kırmızı başörtülerle bağlanmıştı. Mavi
önlükler takmışlardı. Kadınların hemen hepsi pembe yanaklı ve
altın sarısı saçlıydılar. Esmer olanları tek tüktü. Çalıştıkları
fabrikanın, içinde yaşadıkları yeni yaşamın değerini kavramış ve
gönençli kişiler oldukları her hallerinden anlaşılıyordu,
aralarında şakalaşarak ve gizli espriler yaparak, gülücükler
içinde işlerini yapıyorlardı. İçlerinden yaşı ilerlemiş birkaç
kadının yüzünde, sanki geçmişin acıları yansıyor gibiydi.
Diğerleri, kımızı başörtülü ve pembe yanaklı olanlar ise, yığılı
koca demirlerden ikişer üçer adet alıyor ve elektromotorun içinde
sarılması gereken altın görünümlü telleri rotor ve statorlara
sarıyorlardı.
Bunları gören Halaho, bir sabah yolunu yitirdiğinde kendisine
yardım eden o sevimli genç kızı yeniden anımsadı. Bu kadınlar da
onun gibi pembe yanaklı ve sarı saçlı idiler, onlar gibi
yüzlerinden ve yeşil gözlerinden sevinç ve gülüşler saçıyorlardı,
aynen onun gibi bu kıvırcık saçlı ihtiyar Adige’yi de güler yüzle
karşılıyorlardı.
Yanlarından geçtikleri bir sırada Bibolet bir kadın işçi grubunu
selamladı.
- Tovariş Mozokov (Yoldaş Mezoko), grup çalışması ne zaman
yapılacak, diye gruptan bir kız sordu. Soruş biçiminden öğrenmek
istediği şeyi bildiğini ve o şeyle ilgilendiğini belli ediyordu.
Gözleri dikkat kesilmiş, şaka yapmamak için uğraşırmış gibi, pot
kırmamak amacıyla özenerek bakıyordu Bibolet’e.
- Çalışma gününü fabrika yönetimi bildirecek. Bundan önceki
çalışma günümüzde toplanamamış olmamız benden kaynaklanmıyor, bunu
biliyorsunuz, diyerek şakayla karışık güzel bir yanıt verdi
Bibolet de.
Biraz daha yaşlıca bir kadın işçi ise bir espri yaptı:
- Öyle olmadığı, çalışılmadığı sürece, kızlarımız sevgilileri ile
buluşamıyorlar, kızlara kaçamak yapma saatleri verilmesi gerekmez
mi sizce?
Bu sözleri duyanların tümü kahkahayı bastı. Bazılarının yanakları
ise iyice kızardı.
- Sana sormuyorlar, diye sert bir çıkış yaptı ilk soruyu soran
kız, kızmış bir halde.
- Çalışma günlerimizin bir takvime bağlanmamış olması beni de
düşündürüyor… Bir plana bağlı olarak bir araya gelmemiz için hep
birlikte bir istekte bulunalım, -diye eklemede bulundu gülerek
Bibolet de.
- Çok güzel kızlar var burada, dedi Halaho, bu şen şakrak kızların
yanından ayrıldıktan sonra. ”Artık Adige kızlarını beğenmez, sen
de onlardan bir kızla evlenip kayıplara karışırsın!” dercesine
gizli bir serzeniş seziliyordu Halaho’nun sözlerinden.
İşçi kadınların özgürce çalışmakta olmaları, onların mutluluk ve
özlemleri Halaho’nun çok hoşuna gitmiş bir biçimde tezgahların
bulunduğu son bölümden ayrılmışlardı.
Halaho’nun bir türlü anlayamadığı ve biraz da kuşku içinde kaldığı
şey ise, o denli değişik tezgahlarda ayrı ayrı yapılan bu farklı
parçaların sonunda nasıl olur da bir elektromotora dönüşmekte
olduğu konusuydu. Bunu da sonunda montaj atölyesinde gördü.
Yanıtını bulamadığı ayrıntıları orada görmüştü; parçalar, sonunda
yüksek beygir gücünde şiş göbekli küçük elektro motorlara
dönüşüyorlardı.
Halaho’ya yakın bir elektro motora cereyan verilince Halaho ürküp
geriye kaçtı. Ardından korktuğu için utanmış olmasını düzeltmek
ister gibi konuştu:
- Vay anasını! Azgın bir küçük boğa gibi sanki…
Halaho uzun süre bayılırmışçasına motora bakıp durdu.
Ayrılacaklarında da kır atını okşar gibi yanaşıp eliyle motoru bir
okşadı.
- Avl toje tak mojna rabotay, (Bu motor nerelerde
kullanılabiliyor?) diye sordu montajcıya.
- Nerede bir elektrik santralı varsa orada kullanılabilir, diye
yanıt verdi montajcı da.
- Yazık, köylerde elektrik santralleri yok, köyler
yararlanamayacaklar bunlardan, dedi morali bozulmuş biçimde
Halaho.
- Şimdilik yok, ama çok geçmeden kavuşursunuz siz de elektriğe,
diye inandırıcı biçimde yanıt verdi montajcı.
Köylerinde bir elektrik santralı kurulacağı umudunu bir düş olarak
içine gömüp susmuştu Halaho.
Bibolet, Moskova’da bunduğu sürece Halaho’ya ilginç şeyler
göstermişti. Ancak hepsini bastıran şey elektrik motoru
fabrikasında gördükleriydi.
Fabrikadan ayrılışları işçilerin sabah kahvaltıları ile denk
gelmişti. Ayrılacaklar sırada fabrika kapısında büyük bir işçi
grubunun toplanmış olduğunu gördüler. Birden bire Halaho
durakladı.
- Hele bir dur, Bibolet, işçileri selamlamadan ayrılmamız uygun
düşmez, diyerek Bibolet’in ne diyeceğine aldırmadan işçilere doğru
yürüdü. Halaho’nun işçilerin arasına daldığını görünce:
- Fabrikalarını bize gösterdikleri için teşekkür etmek istediğini
söyledi.
Halaho ciddi biçimde önderliği yüklenmişti. Bibolet ne diyeceğini
bilemez halde kalmıştı. İşçilere dönüp seslendi:
- Yoldaşlar! Adige Özerk Oblastı delegesi olarak Sovyet
Kongresi’ne katılan Halaho, fabrikanızda gördüklerine ilişkin bir
konuşma yapmak istiyor.
İşçiler hemen derli toplu bir biçimde toplandılar, oturanlar da
ayağa kalktılar ve topluluğa katıldılar. Uzaklarda olan birkaç
kişi de koşar adım yetişip topluluğa katıldı. Halaho’nun
karşısında adeta büyük bir miting alayı toplanmış gibi oldu.
Halaho ise yeni baştan bir büyümüş gibi vakur bir biçimde
işçilerin karşısına dikildi. Başındaki yana yatık duruşlu kıvırcık
tüylü kalpağını yukarı kaldırarak, ona düzgün bir biçim verdi.
Elini kamasına doğru uzattı, parmaklarıyla kamasını tutmak istedi,
ama bulamayınca kemerini tutmakla yetindi. Bibolet’in ummadığı,
akıcı bir biçimde, Adigece aksanlı karışık Rusça konuşmasına
başladı.
- Tovariş raboça!Naşa vaşa zavod posmotrel’. Horoşa zavod, horoşa
maşina. Vaşa haraşo rabotay, Naşa avl hozyaystvo ploho rabotay.
Avl maşina netu. Sovet s’ezd govoril:avl, krest’yan maşine naşa
avl nada. Vaşa rabotay maşine davay nada. Vaşa raboçe naşa avl
pomogay nada. Cpasib, tovariş raboça, naşa horoşo posmotrel’ vaşa
zavod. Edravstvuy Sovetska vlast!
Alkışlar arasında Halaho konuşmasını tamamladı.
Bibolet de bir konuşma yapma gereği duydu. İşçilerden biri de
karşılarına geçip bir karşılık ve teşekkür konuşması yaptı.
- Kent ve köy, elbirliği içinde yaşasın, diyerek gruptan biri
yüksek bir sesle haykırdı.
Alkış ve “ura” (yaşasın) sesleri birlikte ortalığı çınlattı.
Teşekkür-sağol sesleri arasında Halaho gruptan ayrılıp yola
koyuldu.
Halaho gördükleri ve işçilerin karşılamaları nedeniyle içi
gönenmiş ve sevinç gözyaşları dökerek, gözleri yere bakar bir
biçimde Bibolet’le birlikte yürüyordu.
- Halaho, tam bir komünist gibi davrandın. Delege olmanın hakkını
verdin, dedi Bibolet, biraz uzaklaştıklarında.
Halaho hiçbir şey demedi. Biraz yürüdükten sonra konuşmaya
başladı:
- Hey gidi Bibolet, hey, onların çalışma biçimi ile bizimkisi
arasında dağ gibi fark var. Onlara yetişmemiz için çok zaman
gerekir…
- Öyle ama, siz çiftçiler de, işçiler gibi güçlerinizi
birleştirmediğiniz ve makineli tarıma geçmediğiniz sürece, mutlu
bir geleceğe erişemeyeceksiniz.
Böylesine konuşup dönerlerken, işçiler için yapılan yeni bir
binanın önüne geldiler. Halaho durakladı ve kalpağını
düşürürcesine başını kaldırıp, uzunca bir süre apartmanın üst
katlarına doğru bakıp durdu. Gelişleri sırasında, işçilerin
eskiden yaşadığı gecekondu ve derme çatma kerpiç binalarla şimdi
işçiler için yapılmakta olan evler konusunda Bibolet’in söylemiş
olduğu sözleri bir kez daha anımsamıştı. Bu sözlerin anlamını o
zaman yeterince kavrayamamıştı. Ömrü boyunca varlıklıların iyi
evlerde oturduklarını, işçi ve ırgat tayfasının da ine benzeyen
basit kondularda barınmakta olduklarını biliyor ve bunu doğal
karşılıyor ve yadırgamıyordu. Ancak işçilerin tezgahları başında,
milimetrik hata bile yapmadan parçalar ve motorlar ürettiklerini,
o denli ustalaşmış olduklarını gördükten sonra, durumu
derinlemesine kavramıştı. Böylece eski ve yeni dünya arasındaki
farkın nedenini görmüş oldu. Şimdi Sovyet iktidarının işçiler için
inşa ettiği bu bina, bir kanıt olarak karşısında duruyordu. Bu
yeni binalarda, eski kent evlerindeki gibi süslemeler fazla
değildi, ama ötekilerin tümünü aşan zarif bir mimariyi de
yansıtmaktaydılar. Bir koca dev gibi ve geniş kayaların üst üste
bindirilmesiyle oluşmuş gibi, bina kat kat yükselmekteydi. Torna
tezgahında demirlerin tıraşlanmakta olması gibi, binaların
köşeleri ve kenarları da tornadan geçirilmiş gibi düzgündüler.
Pencereler güneşi ve temiz havayı içeri alacak biçimde yerlerine
geniş olarak yerlerine yerleştirilmişlerdi. Sanki duvardan çok
pencere vardı binalarda. Bu bina, bir başına ve kocaman, kendine
güven içinde bir insan gibi, çevredeki eski kondulardan fark
edilir bir biçimde, düzgün, yüksek ve gelecek umudunu
simgeliyormuş gibi yerli yerinde dikiliyordu.
Halaho gözlerini ayırıp öteki daracık pencerelere bir baktı. Bu
tür binalara doluşup yaşamış insanlarla kendi yaşadığı Adige köy
ırgatlarının evleri arasında pek bir fark bulunmadığını aklına
getirdi ve durumu gözlerinde canlandırdı. Toz duman içinde, kap
kacaklar, ev eşyaları, büyük küçük ev halkı bir araya yığılmış
barınıyorlardı o evlerde. Dumandan ve pis havadan bunalan çocuklar
durmadan ağlamaktaydılar; mutlu bir yaşam görmemiş ve zorluk
içinde çırpınan zavallı ve hastalıklı anneleri, gözyaşları
akıtarak ve inleyerek çocuklarını azarlıyorlar, bir yandan da
kararmış çüveni (*) temizlemeye çalışıyordu. İki daracık
pencerenin biri yarı açık, diğeri ise sürekli kapalıydı,
pencerenin birinin yarısı hamurlanmış gazete kağıdıyla yamanmış,
zar zor içeri sızabilen ışık ancak birbirini görmeye yetiyordu.
Kapı dibinden ve pencere kenarlarından kışları içeri giren soğuk,
herkesi titretiyor ve ısınmayı engelliyordu…
Halaho son kez bu yeni yapılan binayı gözden geçirip yeniden
Bibolet’in peşine düştü.
(*)
Çüven (шыуан)- Adigelerin ve
Karadeniz kıyılarında barınan insanların “kaçamak” (mamırsa/п1астэ)
pişirdikleri küçük kazan. -HCY. |