V. AK CİNLER İLE KARA CİNLER
- Selamün Aleyküm! diye
selam verdi Halaho. Karbeç başını çevirip de selama bir
karşılık vermedi, kemençesini çalmaya devam etti.
- Sela-mün Aley-küm! diye uzatarak ve
sesini iyice yükselterek yeniden selam verdi Halaho.
Karbeç yine bir yanıt vermedi, kemençesinin tellerini daha bir
gıcırdatmaya, sesini daha yüksek çıkarttırmaya başladı.
Halaho ne diyeceğini bilmeden şaşkın şaşkın bakınıp duruyordu.
Karbeç ise başını kaldırmıyor, daha da üzerine eğilmiş biçimde
çalgısını çalmaya devam ediyordu. Bir ara farkına varmadan, Karbeç
kemençesiyle ağıt çalmaktan vazgeçti, hızlı Abzegh dans
havalarından birini (Aбдзэхэ къэшъо лъатэ) çalmaya başladı. Yüzünü
neredeyse kemençeye dayamış oraya buraya sıçrar gibi yaparak
ağlama ve gülme karışık bir biçimde hızlı zıplama havasını
çalıyordu.
Fırtına içindeki hortuma yakalanmış gibi müziğin temposu ihtiyarı
sarmıştı ve adam, kendinden geçmiş bir haldeydi.
Halaho, Karbeç'in dalmışlığını ve kendinden geçmiş haldeki bu
kemençe çalışını neye yoracağını bilemeden bir süre ona bakıp
durdu, ardından, sırtındaki kepeneği çıkarıp topladı ve duvara
astı. Elindeki kağıda sarılı paketi de Nafset’e uzattı. Karbeç'in
ne demek istediğini anlamış gibi, kemençenin çaldığı havaya
ayaklarını uydurarak dans etmeye başladı.
Karbeç de Halaho’ya yanıt olarak kemençesini daha da hızlı çalmaya
başladı. Halaho durumu anlamıştı. Kıllı bir ayı gibi üstünde duran
gocuğundaki kar parçalarını yere döktürerek ve silkinerek odanın
içinde oynamaya başladı. Karbeç pşıne’sini (kemençesini) iyice
hızlandırmış çalıyordu. Halaho da ona uydurarak oyununu
hızlandırmaktaydı. Sonunda başındaki kalpağını çıkarıp eline aldı
ve son hız oynamaya devam etti…
Nafset durduğu yerde taş kesilmiş, bu iki yaşlının yaptıkları
şakalara şaşırmış, gözlerini dikmiş onlara bakıp durmaktaydı.
Kemençesinin tellerini kopartırcasına bastırarak bir süre
çaldıktan sonra Karbeç, kemençe çalmaya bir ara verdi. Halaho da
çakılmış bir kazık gibi ayakları çapraz orta yerde kalmıştı.
Daralmıştı ve sık sık soluyordu ama yenik düşmemiş birinin gururlu
bakışını andıran bir biçimde, başı dik arkadaşına bakmaktaydı.
- Halaho, ne de güzel oynuyorsun böyle! diyerek gülümseyerek
seslenmişti Nafset. Yanına yaklaşıp Halaho’nun gocuğunu aldı.
Karbeç kemençesini bir yana attı, kollarını açıp dostunu
karşıladı. Abzegh kirpik ve kaşlarından sevinç dolu parlak gözleri
fark ediliyordu.
- Aferim Halaho’m benim, aferim! Adam olan işte böyle oynar,
diyerek güçsüz kollarını açıp Halaho’yu bağrına bastı. Her
ikisinin sakal ve bıyıkları birbirine karışmıştı, Halaho’nun gür
kızıl sakalı ile Karbeç’in seyrek ve kar topu gibi ak sakalı
birbirine girmişti.
Karbeç dostluk taşan bir sevgi ve özlemle Halaho’nun ellerini
sıkıca sıkmaktaydı. Tabureyi uzatıp onu oturtmak için uzunca bir
uğraş verdi.
- Halaho, ne gibi yerleri görüp geldin böyle, diye sorularına
başladı Karbeç.
- Uzak bir yerden.
- Uzak yer neresi?
- Eskiden Adigelere ait bir kılı bile kargaların ulaştıramadığı
çok uzak bir yerden…
- Ne getirdin (Саугъэ).
- Az getirdim diye bana gücenme…
Halaho cebine elleyip sarı kırmızı karışık iri taneli bir namaz
tespihi çıkardı ve Karbeç’e uzattı.
- Az ya da çok önemli değil, bizi unutmadığın için teşekkür
ederim. Çok değerli bir şeymiş gibi Karbeç hediyeyi alıp avucuna
koydu.
- Çoktan beri böyle bir şey istiyordum, dedi, bir yandan tespihini
çekerken soru sormaya devam etti.
- Gittiğin yerden ne haber, diye sözünü sürdürdü Karbeç.
- Çok güzel, barış dolu…
- Ne gördün, ne duydun?
- Bu koca dünyada yeterince ilginç şey var ama en ilginci benim
gittiğim yerdekiydi, dedi Halaho, yaşlıların adeti olduğu üzere,
haberleri anlatmaya geçmeden önce.
Karbeç de bunu biliyor ve Halaho’yu acele etmesi için zorlamıyor,
yaşlılara özgü bir biçimde sabrediyordu.
- Gittiğim yerde karşılaştığım en ilginç şey, Rusların artık bizim
bildiğimiz eski Ruslardan farklı kimseler haline gelmiş olmaları,
diyerek sonunda asıl konuşmasına başladı Halaho.
Karbeç uzamış gür kaşlarını yukarıya kaldırdı. Fersiz kalmış yaşlı
gözlerini, soru ve şaşkınlık içinde Halaho’ya dikti.
- Tavuk kovalayan köpekler gibi üstümüze saldıran Ruslar kalmadı
artık. Birazı kalmış da olsa, onlar artık güçsüzler. Tanrı biz
Adigelerin dualarını kabul etmiş anlaşılan, bize kötülük yapan
Ruslar cezalarını buldular.
- Rus Rus olmayacak da ne olacak, dünyanın altı üstüne gelmedikten
sonra? Gavur yine gavurdur, dedi Karbeç, Halaho’nun söylediğine
inanmayarak.
- Benim aralarına katıldığım ve gördüğüm Ruslar arasında gerçek
bir insanlık, yeterli bir anlayış ve bizim rüyamızda bile
görmediğimiz üstün üretim ve beceriler var. Dilerim Tanrı biz
Adigeleri de o düzeye çıkarsın. Biz zavallı toprak emekçileri köy
muhtarının kapısını çalmaktan bile çekiniyorduk. Kazak beldesi (stanitsa)
atamanı ve bristafların (amirlerin) üzerimize yürüyüşleri ve bize
çektirdikleri şeylerin sözünü etmiyorum artık! Benim gibi bir
emekçi ihtiyarcığın karşılanışı ve bana verilen onca değeri
gördükten sonra! Bunu unutamam. Zavallı Lalıvıj (Лалыужъ) durmadan
anlatırdı. Birinin çaldığı atlar ve bize çektirilenler için
şikayette bulunmak için, birkaç kişi seçip, belde yöneticisinin
(ataman) yanına göndermişlerdi. Üç gün belde kapısında bekletilip
yöneticinin yanına alınmadan gerisin geri gönderilmişlerdi. Şimdi
ben, bu solmuş ve yıpranmış gocuğumla ülkenin en üst yöneticisi
olan Kalinin’le (devlet başkanı) çay içip söyleşide bulundum!
- Doğrusu, bilemiyorum, dünya daha iyiye doğru değişmiyorsa,
diyerek kuşku ve güven ifade etmeyen görüşünü belirtti Karbeç. ”A
benim kızım (А сищащ), diyerek ayakta dikilen Nafset’e döndü, ”bu
tespihi al da iyi bir yerde sakla. Bize de çay getir” dedi.
- Kalinin ilginç bir yaşlı, diye yeniden söze başladı Halaho,
seninle benim konuşmam gibi tüm içtenliğiyle, aramızda oturdu ve
bizimle söyleşide bulundu. Yaşlı ama akıllı biri o. Büyük bir
görev yüklenmiş olmak dışında, koca ülkede olup biten her şeyden
haberdar, dahası bizim köyümüzde olup biteni de hemen kavradı.
Bu sırada Nafset odaya semaveri getirip kaynatmaya başladı, üç
ayaklı yuvarlak sofrayı da hazırlayıp getirdi. Aradan geçen uzunca
süreye karşın Halaho’nun anlatılarına yetişmeyi başarmıştı.
- Bu bizim ülkemiz çok büyük bir ülke, ucu bucağı yok gibi. Kongre
boyunca adlarını hiç duymadığım insan topluluklarından çıkmış
delegelerle karşılaştım. Sularını denetim altına almış oblastlar
(iller) da var. Kentlerde sokak ve yol boylarında su boruları
uzanıyor, her binaya su veriliyor. Bu gibi boru ve kanallarla
toprağı, tarlaları da suluyorlar. ”Упч1эр зиунэу, къымызыр зишъуат”
(konutu çadır, içkisi kımız) diye şarkılarımızda yer alan insan
topluluklarından gelme kişilerle de karşılaştım orada. Kalinin ile
görüşmemiz sırasında böyle bir ihtiyar da vardı yanımızda. İşte bu
insan topluluklarından gelme bütün delegeler bir kardeş ve
Moskova’yı da sanki köyümüz gibi sevip birbirimizi kucakladık ve
bir arada oturduk. Çarlık Rusya’sı döneminde zulme uğramış her
türlü halkın daha iyi bir yaşama kavuşturulması ve bu halkların
kalkındırılmaları konuları kongre boyunca görüşüldü.
- Meskev (Moskova) büyük bir yer mi, diye sordu Karbeç.
Karbeç göründüğü kadarıyla, Halaho’nun söylediklerinden kuşku
duymayı bir yana atmıştı ama dünyanın ve Rusların o denli değişmiş
olmalarına da bir türlü akıl erdiremiyordu, eski düşünce mantığı
ile bunları tartmaya çalışıyordu.
- Yarım gün boyunca yürüdüm, Moskova’nın kıyısına bile ulaşamadım.
Oradaki binalardan biri bütün bu köyümüzdeki insanları içine alır.
Yolları müthiş. Taşmış ırmak gibi:İnsanlar değişik araçlarla
durmaksızın yarışıp duruyorlar, caddeyi bir yandan öte yana geçmek
olanaksız.
- Eskiler dememişler boşuna: ”Çok yaşayan değil, çok gören” diye (Бэ
зыгъэш1агъэ нахьи, бэ зылъэгъугъ). Çaya yaklaş, Halaho, dedi
Karbeç, Nafset’in getirdiği sofraya dönerek. Ardından çay
bardağını bir süre karıştırdı ve düşündü, kendi kendine
konuşuyormuş gibi konuşmasını sürdürdü:
- Ruslar arasında da, cinler arasındaki ak cinler ve kara cinler
gibi, bize karşı kötü ve iyi olanlar da varmış anlaşılan. Bir
zamanlar Adigelerin el sanatlarını ve bilimi ak cinlerden almış
olmaları gibi, o Bolşeviklerin de biz zavallı Adigelere mutluluk,
güzel sanatlar ve bilim getirmelerini Tanrı'dan dileyelim, diyerek
Karbeç, eskiye uygun bir çıkış yolunu bulmuştu.
Bir süre sessizce oturdular, Halaho’nun gözlerinden meraklı bir
soru okunduğunu gören Karbeç sormadan edemedi:
- Bilmiyor musun bu işin nasıl olduğunu?
- Bize hiç anlatmadın ki, nasıl bilelim, dedi Halaho.
Karbeç bir yanıt vermedi, Halaho da bize anlat diye bir söz
söylemedi. Karbeç’in huyunu biliyordu. Kendi kendine konuşma
arasında konuyu başlatırdı, yoksa rica minnetle onu konuşturmak
olanaksızdı. Karbeç’in kendiliğinden konuşmasını bekleyerek ve
umarak, Halaho başka bir konuya atladı:
- Moskova’da yaman bir Adige delikanlısı ile karşılaştım. Ablası
Behukoların gelini, onun yanına geliyor. Moskova’daki en yüksek
okullardan birinde okuyor. Kitapları derinlemesine okumuş biri,
diyerek ayrıntı bir şeymiş gibi konuştu Halaho ilk çay bardağını
bitirdiğinde.
- Moskova’da okuyan bir Adige genci mi dedin, Karbeç kaşlarını
oynatıp yeniden kaşlarını yukarı dikti.
- Orada bir değil, birçok Adige genci öğrenim görüyor. En yüksek
okullarda okuyorlar. Sözünü ettiğim genç, hepsinden daha iyi ve
seçkin biri. Bizi büyük bir insanlık anlayışıyla karşıladı. Bize
Moskova’yı durmadan gezdirdi ve önemli yerleri gösterdi. A benim
güzel Nafset’im, diyerek Nafset’e döndü, bu kağıda sarılı pakette
kitaplar var. Moskova’daki Adige öğrenciler sana vermemi
söylediler. Senin okumaya çalıştığını duyduklarında çok
sevindiler.
- Vay, kitapmış, diye sevinçle mırıldandı Nafset, paketlenmiş
kitapları göğsüne bastırarak.
- Tanrı onlara sağlık versin, böyle düşündükleri için! Büyük bir
insanlık gösterdiler, bilinçli ve bilgili oldukları belli, dedi
Karbeç de.
Doldurmak için Halaho’dan aldığı çay bardağı Nafset’in elinde
titremeye başlamıştı. Soluğunu tuttu. Kıpkırmızı kesilen yüzünü
göstermemek için, sakınarak çayı dolduruyormuş gibi yaparak,
yüzünü aşağıya indirdi. Ardından bu duyduklarını önemsemiyormuş
gibi yapıp geriye doğru çekildi ve lambanın az aydınlattığı
gölgemsi bir köşede dikildi. Ancak yüreği çarpıyor, anlatılanları
da dikkatle dinliyordu. Soluğunu tutmuş, Bibolet’e ilişkin daha
başka bir haber varsa duymak istiyordu. Ancak yaşlılar Bibolet’e
ilişkin haberi orada kesmişlerdi.
Çaylar içildikten sonra, Nafset’in sofrayı kaldırması sırasında,
Halaho’nun beklediği cinlerle ilgili sözlerine yeniden başlamıştı
Karbeç:
- Köyün birinde eski bir caminin yanında, terk edilmiş bir eski
medrese varmış…
Nafset çay sofrasını alıp dışarı çıktı, Bibolet haberi yüreğini
kıpırdatmıştı, karanlık bahçeyi bir süre öylesine dolaşıp durdu.
Karbeç’in anlatacağı masal da artık umurunda değildi. Karbeç’in
odasına döndüğünde masalın ancak son ucuna yetişebilmişti.
- Dedikleri gibi de yaptılar. Marangozluk, demircilik ve altın
işçiliği gibi Adigelerde bulunan değerli sanat ve meslekler öylece
ortaya çıkmış oldular, dedi ve öyle de olduğundan kuşku duymayarak
Karbeç sözlerini tamamladı.
- Doğrusu adamın cin karısı amma da akıllı biriymiş. ”Sanat ve
bilim olmadıktan sonra, altının değeri de olmaz” (1эш1агъэрэ
ш1эныгъэрэ щымы1эмэ, дышъэми зи пк1э и1эп) dedikleri doğruymuş
gerçekten, dedi Halaho. Ardından biraz düşünüp durduktan sonra
eklemede bulundu:
Beni de onlara benzer bir biçimde Moskova’da karşıladılar. Peki,
Karbeç, cinler neye benzerdi, insan mıydılar?
- Cinler insan değildiler. Kendilerini gösterdiklerinde insan
görünümüne bürünürlerdi. Ak cinler insan dostuydular, kara
cinlerse zarar verirlerdi. Ak cinlerle kara cinler düşmandılar,
birbirleriyle savaşırlardı. Ak cinler kazandığında Adigeler barış
içinde yaşarlardı. Savaşı kara cinlerin kazandığı durumlarda da,
Adigeler sıkıntı ve darlık içine düşerlerdi, diyerek kuşkuya yer
bırakmayacak bir biçimde sözlerini tamamladı Karbeç. |