V.
BİR KADININ YAŞAM ÖYKÜSÜ
- Bak
hele, gece yarısının kaçkın atlısı gibi nereden çıktın böyle!
Geceleri dolaşıp duran atlılara mı katıldın yoksa, diye geniş
ağzını, üst dudağı burnuna değecekmiş kaldırarak ve şakalar
yaparak, fırtına gibi giriverdi içeri Yusıf.
- Biz de
biraz süvaricilik oynayalım, ötekilerin dönemi tamam, kapansın
artık dedik, diyerek şakayla karışık ayağa kalkarak
karşılayıvermişti onu Bibolet.
- Vallahi bilemem, sen haydutlara katılırsan, ben de komünistlere
katılırdım! O zaman ben de seni köpekler tarafından sürülen
kurtlar gibi kovalar dururdum! Yahu diyorum, siz komünistler bu
Adige haydutlarına bir yaşam hakkı olsun tanımayacak mısınız,
büsbütün silip süpürüyorsunuz zavallıları?
Yusıf laflarını ağzından avuçla döker gibi şakayla karışık
konuşuyordu. Bibolet’in Adige giysilerine bir baktı; sarımtırak
Buhara kalpağını iterek başının tepesine oturttu, tanıyamamış
gibi uzaktan bir bakıp sordu.
- Vallahi yaman bir atlı gibi giyinmişsin gerçekten! Haydutlar
boşuna yakınıp durmuyorlar anlaşılan! Herkesi korkutacak gibi bir
görüntün var.
-Haydut olarak hiç karşıma çıkma sakın! Komünistler de Adige
elbiseleri giyebiliyorlar, haydutların kökünü kurutabileceklerini,
çok şeyi başarabileceklerini insanlara kanıtlamış oluyorlar,
diyerek şaka ile karışık yanıtlar veriyordu Bibolet de.
- Ben de fark etmemişim şimdiye değin. Sahi, Let, sana ne kadar da
yakışmış bu Adige giysileri. Senin mi, yeni mi diktirdin yoksa,
diye sordu Ayşet, Bibolet’in elbisesinde elini gezdirerek.
- Adige giysileri giymemi babam ile komşu yaşlılar istediler, çok
da zorladılar bunun için beni. Moskova’dan yeni dönmüştüm,
komşumuz yaşlı Hacemet (Хьэджэмэт) bize uğradı. Elini
tutmak için kendisini karşılamıştım. Ancak elini uzatmadı, kızmış
gibi bana bir baktı. Niye bana karşı kırgınsın böyle, dediğimde
de, İyi bir çocuksun, gelmene de sevindim ama bu başındaki kasket
de ne demek, hiç yakıştıramadım sana. Bir Adige kalpağı (па1о)
bulamamışsan al benim kalpağımı, diyerek bastonunun ucuyla kepimi
başımdan düşürdü. O andan beri okul kepim sandıkta kilitli. Buraya
gelirken de bulup buluşturup bu emanet elbiseleri bana
giydirdiler.
- Çok iyi yapmış sana Hacemet, bir daha kep giymiş dönmemelisin
köye artık, diyerek azarladı kardeşini Ayşet.
- Otursana, niye ayaktasın böyle. Yusıf konuğun ayakta kaldığını
fark etmişti. Komünist de olsan konuksun. Anlat bakalım haberleri.
Gerçekten ciddi biçimde haydutların peşine düşmüşsünüz anlaşılan,
iyi de oldu, herkesi rahatsız ediyorlardı! Dışarıda bir buzağı
bile bırakamaya gelmiyordu, şeytan alıp götürüyordu. Çok iyi
yaptınız. Şimdi biraz sinmişler gibi ama fırsat bulur bulmaz
yeniden ortaya çıkarlar. Köyünüzde büyük bir çatışma olduğu
söyleniyor? Nasıl olmuş bu şey, anlatırsan dinleriz.
- Şöyle oldu. Krasnodar’dan üç kişi köyümüze geldi, güvenilir
birkaç genci de yanlarına alıp haydutların ormandaki yuvalarını
buldular ve yok ettiler. Haydutların birini öldürdüler, birkaçını
da yaraladılar ama başlarındaki Darhoko (Дархъокъо) ile
birlikte öbürleri kaçtılar. Yakalananların verdiği bilgiler
üzerine, haydutlara yardım ve yataklık yapan birkaç kişi daha
yakalanıp köyden götürüldü.
- Doğrusu yaman kişilermişsiniz. Sen de var mıydın o yakalayanlar
arasında?
- Vardım.
- Peki, Darhoko ne oldu? Vallahi tam da azılı biri o!
- Darhoko’nun günleri sayılı, adamın peşine Bolşeviklerin düştüğü
görülmesin bir, fazla adım attırmazlar adama.
- Sende de Bolşevik cesareti oluşmuş anlaşılan! Zavallı Adige
aptalları da Darhoko’yu bir şey sanıp peşinde dolanıyorlar, kurşun
işlemezmiş diyorlar, çok şey anlatıyorlar onun için.
- Neredeydin böyle gece yarılarına değin, diyerek konuşmayı
değiştirdi ve Yusıf’a bir soru yöneltti Bibolet. Sen de öyle bir
Adige yiğitliği peşinde olmayasın sakın?
- Benim aptallıkları bıraktığım çok oldu. Senin adamlarınla işim
yok benim, bana bir şey yapamazlar. Köyde daha büyük bir sorunumuz
var: Köyümüzde ç’apşe (kırığı olan birini, eğlenti düzenleyerek ve
lafa tutarak uyutmamak biçiminde bir Adige tedavi yöntemi. -HCY)
yapıyoruz, bütün köy sırt sırta vermiş bu işle uğraşıyoruz.
- Ç’apşeden bu kadar erken ayrıldığına göre bir kusur işlemiş
olmalısın, oraya bir gidersek seni yargılatırım!
- Adige ilişkileri konusunda bende kusur bulamazsın, sen asıl bizi
eğitim ve bilim konularında aydınlatmıyorsun bir türlü. Ç’apşede
karşıma çıksaydın seninle baş ederdim! Adige kemendi ile seni seni
bağlar ve umarsız bir duruma düşürürdüm.
- Orada da sana kolay bir lokma olmazdım, dedi Bibolet.
- Dışeşıv, sen niye erken ayrıldın oradan ç’apşeden, hiç böyle
yapmazdın da? Let’in geldiğini mi öğrendin yoksa?
- Erken dönmeyi düşünmüyordum ama Yedıg Vıstaneko’nun (Устанэкъо
Едыдж) oğlu bir delikanlı konuğumuz olduğunu söylediği için
geldim. Yahu senin Vıstanekolarla ne gibi bir işin olur ki?
Yusıf merakla Bibolet’e bakmış, acaba ortalıkta anlayamadığı bir
gizli şey mi varmış gibi bakmıştı.
Bibolet, yolda başından geçenleri anlattı.
- Vot Çert! (Bak hele!), diyerek Yusıf kendi baldırına bir vurdu.
Çarçabuk cebine elleyip gümüş cıgara tabakasını çıkardı. Sözlerini
birbirinin ardından sıralayarak, kız konusuna girmiş olmasına
sevindi ve büyük bir dikkatle. Kağnıdaki kız büyüğü idiyse
yöremizin en güzel kızıyla yan yana oturmuşsun demektir! Köy
gençleri aç kurt gibi kapısını aşındırıp duruyorlar onun, sense
kendiliğinden onunla birlikte olma şansını yakalamışsın. Çert
znaet (vay canına), nasıl oluyor, anlayamıyorum bir türlü, nerede
bir güzel varsa, hep seni bulur!
Yusıf tütününü sarıp dudakları arasına yerleştirdi, ardından
yakmak için lambanın üzerine uzattı.
Cigarasını yakmak üzere lambaya iyice sokulduğunda, Yusıf’ın
yüzünü daha yakından görmüş ve şaşırıp kalmıştı Bibolet. Yusıf’ın
yüzünden birbiriyle çelişen görüntüler yansıyordu. Saçları ve
kaşları simsiyahtı, tıraşlı bıyık ve sakalı ateş saçıyormuş gibi
kızıla çalıyordu, uzamıştı ve sıktı; çene ucu inatçı özelliğini
yansıtıcı bir genişlikteydi; dudakları tatlı ve sabırcı olmayan
kişilere özgü kalın ve geniş görünümlüydü; gözleri uzayıp
giden mavi gökyüzünü yansıtıyorlarmış gibisine yumuşak, güzel ve
mavi görünümlüydüler. Yüzüne bakıldığında, onun sabırsız ve
kararsız biri olduğu anlaşılabiliyordu. Kişiliği ve fiziki yapı
olarak, en çok da bu özellikleri yansıyordu. Akılsız biri değildi,
köyündeki sorunları bilmiyor da değildi. Ancak bunlardan birini
olsun iş edinecek kararlı ve tutarlı bir yol tutturacak bir yapıda
da değildi. Dudaklarını şişiren, eğlence ve zevk içinde yaşamak
dışında bir amacı olmayan, giyim kuşamına düşkün, vaktini
böylesine şeylerle geçirip duran biriydi. Okumak istemiş,
Bibolet’le birlikte stanitsada (belde) üç ay kalmıştı, ama
sonunda bıkıp köyüne dönmüştü. Karşılaştığı her güzel kızı
kaşen (arkadaş, yavuklu) yapıp oyalanıyordu.
Cıgarasını tüttürdü, derinden bir iki nefes çekti, burnundan ve
ağzından dumanları bir bir savurup yeniden konuşmaya başladı:
- Ne güzel, ince uzun boylu bir kız değil mi?
- Hayır, o olmamalı, benim gördüğüm çok genç bir kız. Adı da
Nafset.
- Ya,
öyleyse o kızın küçüğü, benim sözünü ettiğim kız değil. O da güzel
sayılır… Öyleyse sen, asıl güzel olanı görmemişsin, benim ilk
kaşenim o. Gidelim, sana göstereyim onu.
- Aman
Allah’ım, ne de çok kaşenin varmış senin! İçlerinden birini alıp
bize bir dinlenme fırsatı verseydin, dedi şakacıktan Yusıf’a
Ayşet.
- Ben
senin güzel dediğin kızı görmedim ama benim sözünü ettiğim küçük
kız da görülmeye değer en akıllı kızlardan biriymiş gibi göründü
bana, dedi ciddi ciddi Bibolet.
- Küçüğü,
büyüğü ile yarışamaz ama küçüğü beğendim diyorsan kabul! Onunla
konuştururuz seni, pseluh (псэлъыхъу) (1) yaparız
onu sana. Benim kaşenim de bana kalmış olur böylece. Şunun
şurasında konuksun yoksa o kızı da sana öyle kolayından
kaptırmazdım.
- Let,
sonunda bir Adige kızını beğendiysen ne mutlu bize. Biz burada
bize kentten bir Rus kızı getirip gelmenden korkup oturuyorduk,
dedi Ayşet, içinden kuşkularını atamamış bir biçimde.
- Hayır,
sizin korktuğunuz gibisine şeylere kapılıp gidecek biri değilim
ben. Benim sırf güzellik peşinde koşuşturan biri olmadığımı
herhalde biliyor olmalısınız. Kızın kendisi de henüz çok küçük.
Ben onunla kaşenlikten başka şeyler nedeniyle ilgileniyorum.
Evlendiğin kişi, peşinde koştuğun davayı anlayan ve sana destek
çıkan biri olmalı. Böyle olmadığı takdirde, böyle biriyle
karı-koca olmak dışında bir bağ kurulamaz, benim gibiler, öyleleri
ile fazla bir beraberlik sürdüremezler. Ben kızın kız yanını
değil, insanca yönlerini daha bir beğendim.
Yusıf boğulacakmış gibi tütün dumanını yutup ardından ağzından
boşalttı, Bibolet’in sözlerini onaylamıyormuş gibi yapıp konuşmak
istedi ama Ayşet sözü ondan kaptı:
- Hele bir
bekle, Let konuşsun bakalım. Kızı görmedim ama duyuyorum, çok da
beğeniyorum. Let onu nasıl buluyor, onu bir dinleyelim, dedi
Ayşet.
- Nu
(Peki), neymiş bakalım, söyle de o kızda bulduğun onca şeyi biz de
anlayalım. Ben o küçük kızı fark edip alıcı gözle bir bakmış da
değilim ama okuma-yazma gibi şeylere meraklanıyor olduğunu
duyuyorum, herhalde seni de bu yönü etkilemiş olmalı. Okumak
isteyen hevesli kızlarımız var ama Adige kadınları pek de okuyacak
kimselere benzemiyorlar, sanmıyorum da, diyerek keyfi kaçmış bir
biçimde susuvermişti Yusıf.
-
Kadınların uyanmasını beğenmemeni, karşı olmanı ve bunun
nedenlerini istersen sana bir anlatayım, yanlış davrandığını sana
göstermiş de olurum! Şimdi bu küçük kıza duyduğum ilgiyi
açıklamama bir fırsat tanıyın yeter ki, diyerek Bibolet ciddi
ciddi ayağa kalktı. İçindeki duyguları ifade edecek sözcükleri
bulmakta güçlük çekerek bir süre düşündü, ardında hiç acele
etmeden konuşmaya başladı.
İnsan ilişkileri ve gelenekleri, yaşam biçimlerine bağlıdır, o
yaşam biçiminin ürünüdür. Yaşayış biçimleri, iyi ve kötü gibi
anlayışları o yaşam biçimine dayalı olarak oluşur. İnsan
toplumunun farklı sınıf (ve katmanlara) bölündüğü dönemden
başlayarak, mülk sahibi olan, güç ve egemenlik sahibi de oldu.
Böylece mülkü ve egemenliği ele geçirmiş olan bir üst sınıf
oluşmuş oldu. Bu sınıf yasaları kendi çıkarı doğrultusunda
çıkarmaya başladı. Zorla ve güç kullanarak çıkardığı bu yasaları
topluma benimsetti, böylece insanların olayları kavrama biçimleri
de, bir tarafın yararına olacak biçimde düzenlenmeye başlandı.
Silah, kırbaç, korkutma, kandırma, din ve gelenekler, her şey,
bütün bunların hepsi yoksul ve bağımlı çoğunluğun kendi çıkarına
(sınıfına) yabancılaştırılması biçiminde uygulanmaya başlandı.
Tarih boyunca insan toplumları, kendi yaşam biçimlerine uygun
gelenekler, insanlık anlayış ve beğenilerini üst sınıfın çıkarları
doğrultusunda düzenleyerek günümüze gelmişlerdir. Kralları (пщы)
ve hanları sıradan insanlar olarak değil, güneşten ve aydan gelme
varlıklar olarak topluma benimsetmeyi başardılar. Kadınlarını
kendileri için itaat altında tutmak için, kadının namusunu kanla
temizleyip koruyan Adigeler gibi bir toplumu bile, aldıkları
gelinin ilk gecesinin pşıya (2) ait bir hak olduğuna
inandırmışlardı ve bunu “Adigeliğe” uygun bir hakmış gibi kabul
ettirmeyi başarmışlardı. Şeveyışıj (шъэоищыжь) (3)
geleneğinde olduğu gibi, ilk gece pşı gelinin yanına giriyordu,
pşı kendine bağlı alt sınıfa bu ilişkiyi normal bir şeymiş gibi
benimsetmeyi başarmıştı. Çalışan (alt düzey) insanın gözü
(bilinci) düşman (üst) sınıfın indirdiği perdeyle (нэщыпхъо)
kapatılmıştı.
Kadının
konumu, o dönemlerde egemen olmuş olan sınıfların çıkarları
doğrultusunda biçimlendirilmişti. Sömürücü sınıfların gücü ve
egemenliği, yağmaladıkları ve ele geçirdikleri zenginliğe (mülke)
dayanıyordu. Bu mülkü yasalarla korumak için, güçlü bir özel
mülkiyet düzeni (devlet) oluşturuldu. Bu mülkün aile içinde
kalması, bir biçimde bölünüp elden gitmemesi için, yasa ve
gelenekler aileye girecek ya da aileden gidecek kadınların pay
(miras) almaları ve birçok hakları yok edildi. Ancak kadınsız
olmayacağı için, kadının da kendilerine ait bir mal olması,
hizmetlerindeki diğer köleler gibi itaat altında tutulması için
bağlayıcı yasalar oluşturuldu. Bu adaletsiz düzen, din ve
geleneklerin de yardımıyla iyice sağlamlaştırıldı, pekiştirildi,
iyi ya da kötü, buna göre bir “Adigelik” ve ahlak anlayışı
oluşturuldu. Halkın en temiz ve en insancıl kalmış olan yarısı
kölelik (унэ1ут) zincirine vuruldu. Böylece erkek, kadının
egemeni (пщы) oldu. Kadının toprak üzerinde bir hakkı, evin mülkü
ve miras üzerinde de bir hakkı yoktu, toplumsal kararlara da
katılamıyordu, kendi seçeceği biriyle olsun evlenemiyordu, boşanma
ya da erkeğe tanınmış olan talak (т1элэкъ); tek taraflı
boşanma (4) hakkı dahil hiçbir hakkı yoktu. Kadının yaşamı ve her
şeyi erkeğe bağlı kalmasını sağlayacak bir biçime dönüştürüldü.
Kadının görevi, erkeğin beğenisini kazanma anlayışına göre
ayarlandı. Başını dayayacak bir koca bulma umut ve arzusu dışında
kadına bir şey bırakılmadı. Eski zaman erkeği kendisini
dinleyecek, köle gibi hizmet edecek, karılık yapacak bir kadın
istediğinden, kadın da erkeğin beğenisine göre kendisini
hazırlıyordu.
Adige kadınının yaşam biçimi, davranışı, karakter ve özellikleri,
işte o eski dünya geleneğine uygun olacak bir biçimde
düzenlenmişti. İyi bir kocaya varmak dışında bir kadının bir umudu
kalmamıştı, istekleri kendisini geçindirecek bir koca bulma
amacıyla sınırlanmıştı. Kendisini erkeğinin arzulayacağı bir
görüntüye uydurmak zorundaydı. Buna göre, sözgelişi kendi kadın
başından utanıyormuş gibi, yabancı erkeklerin kendisini
görmelerinden kaçınmaya, deli gibi erkeklerden kaçmaya, sinik,
uysal ve yumuşak başlı olmaya başlamıştı. Kadını, erkeğin yanında
bulundurmaktan utanacağı şeylerden biri imiş gibi görmeye
başladıklarından, Adige erkekleri de kadın ile birlikte
görünmekten utanmaya, kadına pek bir değer vermiyorlarmış gibi
davranmaya başlamışlardı. Bu oluşum din, şeriat, Adigelik, Adige
geleneği ve Adigelerde bulunan uygun ya da değil kurallarla
sıkılaştırılarak pekiştirilmişti. Giderek kadın kendisi için
biçilen kölelik elbisesine (ve zincirlerine) alıştırılmıştır.
Adige kadınının konuşma, davranış ve düşünüş biçimi, bilinci ve
insanlık anlayışı, bütün bunlara uygun düşecek bir hale
getirilmiştir…
Bibolet,
konuşmasına eski dönemden girerek bir başlangıç yaptı, kadın
konusunu açtı ve böylece sıra Nafset hakkındaki sözlerine geldi:
- Benim bu
küçük kızda ilginç gördüğüm şey, en başta yapmacık ve özenti bir
yanını görmemiş olmamdır. Kendi geleceğini düşünen, iyi bir amaca
yönelen, bu amacını gerçekleştirme özlemini taşıyan, önümüzde
uzanan yeni yaşama uygun bir yaşam yolu için adım atmak isteyen ve
bunları kavrayan birine benziyor. Ancak onda bir insancı yan var,
utanmazın ve uçarının biri de değil o. Onda utanma duygusu da,
güzel bir kadın olma özelliği de, ikisi de birlikte var. Ancak
utanması yapmacık değil, utanması sırf bir kadın olmasından
kaynaklanan bir utanma biçimi de değil. Güzel, temiz bir kız,
insancıl özelliği ile içindeki amacı birleştirmiş durumda. Böyle
kızlarla rasgele sözcüklerle Adige psetlıholuğu yapılamayacağı,
öylesine kişilerle bayağı davranışlara dayanan bir kaşenlik
kurulamayacağı bellidir. Bu özellik Sovyet egemenliğinin bir ürünü
ve onunla belirmiş olan yeni Adige kadının bir yeni görünümüdür,
”Ben kendimi, kadınmışım diye sana ezdirmem, benim sorumluluklarım
bir tek erkekle sınırlı değil” diyen bir karakter bu. Benim bu
küçük kıza karşı sevgimin kaynağı, onda bu özellikleri gömüş
olmamdır”, -diyerek Bibolet konuşmasını tamamladı.
- Aynen
öyle! Tam da benim düşündüğüm gibi konuştun, Let, dedi ciddi ciddi
Ayşet. Küçük kız okumak için can atıyor. Bir şeyler okumaya
çalıştığı, boşta gezen gençlere yüz vermediği için bayağı
eleştiriliyor. Kadınlar arasında o kızdan sık sık söz edilmekte
olduğunu duyuyorum. Başına bir iş açmasından kaygılandığımdan, sık
sık durumunu soruyor, öğrenmeye çalışıyorum. İlk gelişinde sana
ondan söz etmeyi düşünmüştüm ama unutmuşum, döndüğünde
anımsamıştım ancak. Zavallıcık insan olmak istiyor ama hiçbir
yardımcısı yok. Ailesi okumasına kesin karşı.
- Bütün
köy, Yusıf da aralarında olmak üzere, zavallı kızın bu güzel
isteklerini bastırmaya çalışıyorlar, diyerek Bibolet lafı Yusıf’a
dokundurdu.
- Sen
çelme atmaya çalışıyorsun, ya toje eto ponimayu! (Ben zaten bunu
biliyorum!). Ancak okumakla Adige kadını bir yere varamaz diye
beni düşündüren şeyler de var, diyerek Yusıf şaka eder biçimde
konuşmaya başladı. Bana bir akşam görülüp iletilmiş olan haberi
sen de duymuş olsaydın moral diye bir şeyin kalmazdı. Köyümüzde
pek de tanınmayan küçük bir temiz kız vardı. Rusça-Adigece okumaya
çalışıyordu. Geçtiğimiz yıl, komşu köyden bir gence zorla
verildi. Kızın güvendiği ve yardım beklediği kişilerden biri de
bendim. Kızı alan genç de ara sıra bize uğrayan bir tanıdığım idi.
Kız köyümüzden bir gençle bağlantılıydı, birbirlerini
seviyorlardı. Ancak ailesi köydeki çocuğu beğenmediğinden kızı
zorla öbür çocuğa verdi. Ancak çocuk bulaşıcı bir hastalık
taşıyordu. Doğrusu ben de bilmiyordum öylesine kötü bir
hastalığının olduğunu. Arkadaş olarak bana geliyor, kıza ilişkin
olarak içini bana açıyor, bana güveniyordu. Bu nedenle engel olmak
istememiştim. Bir gün çocuğa hastalığı ile ilgili bir soru
sormuştum, iyileştiği gibisine sözlerle konuyu değiştirmiş, doğru
dürüst benimle konuşmaktan kaçınmıştı. İyileşmediğini anlamıştım.
Sonuç olarak zavallı kızı o hastalıklı gence verildi. Sonunda bir
akşam kızın öldüğünü haber aldım… Ölümünden önce haber gönderip
beni çağırmıştı, son kez görmüştüm. Zavallı kız, o güne değin
köydeki sevdiği genci aklından çıkaramamıştı. Yalnız kaldığımızda:
”Şumafe’yi (uğurlu süvari) severek hadırıhe’ye (хьадырыхэ)
(5) gittiğimi ona iletiver… Aileme de… Kendi elleriyle beni
ölümün kucağına attıklarını söyleyiver. Pşıkan (Пщыкъан)
artık rahat etsin! Pşıkan kızın ağabeyiydi, köydeki gence
verilmesini asıl engelleyen oydu. Bütün bunları gördükçe, okumanın
da kadınlar için çözüm getirebileceğinden kaygılanıyorum. O kız da
okumak, bir şey olmak istiyordu ama insana hiç fırsat tanırlar mı?
-
Kalekuteko’nun (Къэлэкъутэкъо;Kale yıkan) kızı olmalı. Küçük
bir kız, temiz bir kadındı zavallıcık, diyerek Ayşet de bir iç
çekti üzgün üzgün.
- Minyon
yüzü şişmiş, gözlerinde fer kalmamış halde, “Şumafe’ye ilet…”
dediğindeki yüz ifadesi hala gözümün önünden silinmiyor. Gözleri
bana bile bakmıyorlardı, dünyaya küsmüştü, yaşam, üzüntü ve sevgi
duygusuyla dolu, bu dünyadan göçüp gitmişti, diyerek eklemede
bulunmuştu Yusıf içerlenerek.
Konuşma
kesintiye uğradı. Yaşama doyamayıp vakitsiz ayrılan kızın hayaleti
oda içine gelip karşılarına dikilmiş gibi bir süre susup
oturdular.
- Ne diye
şimdi böyle üzülüyorsun ki, dedi Bibolet, Yusuf’a haksızlığa
karşı çıkmadığı için .
- Buna
üzülmeyip de neye üzüleceğim ki, demişti Yusıf. Bibolet’in
sorusundaki inceliği anlayamadığından, şaşırmış halde başını
kaldırıp Bibolet’e bir baktı.
- Erkekler
olarak birleşip kızcağızın başını yaktınız, şimdi üzülmüşsün ne
yazar?
Yusıf, sonunda Bibolet’in ne demek istediğini, kendisini kınamakta
olduğunu anlamış, susmuştu. Bir süre yan tarafa bakıp durdu, çok
alçak sesle, kendini adamakıllı haksız görerek, üzgün bir biçimde
sözünü devam ettirdi:
- Peki, ne
yapsaydım, po-tvoemu (tuhafsın), ne yapmamı bekliyordu? Bana
güvenip sırrını bana açmış olan bir gence ihanet edip işi bozmaya
kalkışsaydım yakışır mıydı, Adigelik ve insanlık ölmüş mü ki, öyle
mi yapmalıydım?
- Ben de o
söylediğin gibi davranmış olmanı Adigeliğe uygun bir şey olarak
görmüyorum ama sen, sana öğretilmiş olan Adigelik gereği nasıl
davranılması gerekiyorsa öyle davrandın, ”adammış gibi” sana
güvenip sırrını açan adama karşı görevini yerine getirdin, kadın
konusunda ise “erkeğin yüzüne” kara çaldın! Adigeliğe uygun
hareket ettiğini, Adige “insanlığını” yerine getirdiğini düşündün.
Ancak gerçek insanlığı öne çıkarıp daha farklı hareket etmen
gerekirdi: Küçücük ve masum bir kızı Adigelik tutkun için kurban
verdin, bunu önlemeliydin.
Başına bela örülen o masum kıza arka çıkman, onu bu beladan
kurtarman gerekirdi. Bu kötü hastalığı taşıdığı halde evlenmeye
kalkışan o edepsize de haddini bildirmeliydin.
Kendinden geçerek Bibolet sesini yükseltmişti.
-Yargı önüne çıkarmalıydın onu! Gerçek bir insanlık bilincin
olsaydın, işi o noktaya vardırmazdın, ses tonunu düşürerek
konuşmasına devam etti Bibolet, kızı zorla ona vermelerini
engelleyebilirdin. O masum kıza yardım eder, Sovyet yönetiminin
ona sağladığı hakları anlatır, zorbalığa karşı çıkma hakkı
bulunduğunu ona kavratırdın, onu uyandırır, son çare olarak da
anasını, babasını ve o çok akıllı ağabeyini yargıya teslim
edebilirdin. Ancak öyle yapacak olsaydın, sana kuşkusuz Bolşevik
damgasını yapıştırırlardı. Omuzların herhalde bu yükü taşıyacak
güçte değildi.
- Nu
(peki), Adigelik ve insanlık anlayışımız tükenmişse, artık
bilemem, dedi Yusuf başka diyecek bulamayınca.
-
Anlayamadın mı hala, Adige geleneği denen şeyin kadına ilişkin
konularda nasıl uygulanmakta olduğunu! Görüyorsun işte, kadının,
Adigelik denerek, erkeğe itaat eden, onun sözü dışına çıkamayan,
kul köle olması istenen, hiçbir hakkı bulunmayan biri haline
getirildiğini. Ağabeyinin elinden tutup kız kardeşini kendisine en
fazla başlık verene sunma hakkı Adigeliğe ters değil. Dünyası
sevdiği ile sınırlı olan genç bir kızın dünyasını yıkmak, onu
sevdiğinden koparıp sevmediği birine vermek Adigeliğe uygun. Erkek
olma dışında özelliği olmayan, pislik içinde yüzen bir delikanlıya
kızı vermemek de Adigeliğe aykırı. Kızın güvendiği bir erkek
arkadaşı olarak sana bağladığı umudunu, onun temiz duygularını,
güzelliğini, tek aşkını ve küçücük yaşını, her şeyi, Adige
“delikanlılığı” adına kurban edip bunların hepsini o pis kişiye
yedirdin. Örnek bir Adige delikanlısıymışsın gerçekten!
- Vallahi
siz komünistler yaman adamlarmışsınız doğrusu, ancak dediğiniz
gibi eskimiş geleneği ve yaşam biçimini değiştirebilirseniz tabii!
Ancak hiç sanmıyorum, üzülmüş gibi lafı geveledi Yusıf.
- Senin
gibi üzülmekle kalsaydı herkes, dünya arabasının peşine takılıp
kalmış olsalardı, bugün gelmiş olduğumuz yere asla gelemezdik.
Yusıf’ın anlattığı sözlerin bulandırdığı ortam o akşam durulmadı
bir türlü. Dostça, arkadaşça bir söyleşi olanağı kalmamıştı artık.
Vakitsiz yaşama göz yuman o genç kadının üzüntüsü herkesi derinden
etkilemişti. Yusıf bir iki kez atılıp konuşmak istedi ama
başaramadı, sonunda sustu. Bir şey söyleyemeden konuşmalara ara
sıra bir iki söz söyleyip katılmakla yetindi.
Ayşet, Bibolet ile Yusıf’ın birbirlerini kırmalarından korkmuş,
kaygı içinde oturuyordu. Bir iki kez her ikisinden de yana tavır
alıp konuyu değiştirmek istedi.
Ayşet’in üzüldüğü başka bir konu vardı daha. Hepsinden çok tek
dayanağı ve güvencesi olan biricik kardeşini yitirme kaygısını
taşıyordu. Şimdi bu kaygı, büyüyerek içine yerleşmiş umarsız bir
düşünceye dönüşmüş, evin içinde, başucunda pırpırlayıp kanat
çırpan bir kırlangıç gibi uçuşuyordu: ”Bibolet-komünist…” bu iki
sözcük içine işlemiş, oturmuştu, bir türlü de çıkmak
bilmiyorlardı. Bu akşamki ateşli konuşmalardan, Bibolet’in henüz
aralarına katılmamış da olsa, kalbinin komünistler için çarpmakta
olduğunu Ayşet, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde anlamıştı. Onu
azarlamak, canını ve her şeyini ortaya koyarak, onlara katılmasını
önlemek için yalvarmayı bile düşünüyordu: ”Katılma onlara, biricik
güneşim, katılma komünistlere, acı bize!” Ancak bunu söylemeye
dili varmıyordu. Olmayacak bir sözcük, inada vardıracak bir sözle
Bibolet’i kendinden uzaklaştırmaktan da korkuyordu. Komünistlerin
gerçekleştirmek istedikleri şeyleri, Adige geleneğinin kadınları
ezmek biçiminde uygulandığını anlıyor, Bibolet’e hak vermiyor da
değildi. ”Söylediklerinin hepsi de doğru, söylediklerin biz Adige
kadınlarının çektiği yanında az bile, üçte bir bile değil. Ben
sana daha fazlasını da anlatabilirim…” diyordu içinden ama bunun
bir işe yaramayacağını anlıyor ve susuyordu. Bir yandan da
kardeşinin ele aldığı derin konular, güzel ve akıcı bir Adigece
ile bütün bunları anlatması, düşüncelerinin çok derinlere
inebilmesi, Ayşet’in içini ısıtıyor, kaşlarını gururla
kaldırmasını sağlıyordu. Ancak yine de kişisel kaygıları ağır
basıyordu: ”Gerçek orada kalsın, zavallılık biz kadınların kaderi,
yaşamımız bu bizim, çekeceğiz bu çileyi, hep çektik zaten. Let de,
komünistler de bunu değiştiremezler, dünyaya başka düzen getirmeye
kimsenin gücü yetmez. Yeter ki, Let, komünistler arasında yitip
gitmesin, insanların nefretini de üzerinde toplamasın, bu kadarı
bize yeter. Kendi başını kurtarsın, iş güç sahibi olsun” gibisine
bir görüşte karar kılıyor. Bunu Bibolet’e de kabul ettirmeyi, ona
yalvarmayı düşünüyor ama içindeki düşünce çatışmalarını geçemiyor
ve başladığı yere geri dönüyordu: Kişisel kaygıları ile Bibolet’i
kendinden soğutmadan onu gittiği yoldan döndürmeyi hedefliyordu.
Bibolet, sözlerinin çok sert kaçtığını ve Yusıf’ı hedef alarak
üzdüğünü anlamıştı. Ancak pişman da değildi. Yusıf’ın tutum ve
davranışını beğenmemişti. Yusıf aptalın biri değildi. Onu iyi bir
yola çekebileceğini, onun önemli görevler yüklenecek biri olduğunu
sanıyordu. Onu kendi saflarına katabilirse, yararlı olabileceğine
inanıyordu. Ancak baş başa kalana değin o konuya değinmekten
kaçınmıştı.
Birbirlerine mesafeli bir biçimde birlikte haç’eşe gittiler.
Soyunma sırasında ilk konuşmayı Bibolet başlattı.
-
Nafset’in ailesinin adı için “Vıstanekolar” mı demiştin?
Yusıf suratı asık çizmelerini çıkarıyordu.
- Evet,
Vıstanekolar, dedi isteksiz ve soğuk su altında imiş gibi, çok
yavaş bir sesle.
- Nasıl
bir aile onlar?
- Küçük
bir emekçi fekotl (фэкъол1) (6) ailesi, çalışıp
geçiniyorlar.
- O zaman
o senin kaşenin için karşı karşıya gelebiliriz! Kaşenini senden
kapmayı düşünmüyor da değilim, dedi Bibolet, ortamı şakaya vurup
biraz olsun yumuşatmak için.
- Seni
rakip görmüyorum. Senin hiç istemeyeceğin kızlardan biri o. Eski
Adige kızı olarak senin kınamakta olduğun bütün özellikler onda
bir araya gelmiş durumda.
- Nafset
de öyle mi?
- Hayır, o
şimdilik, verk ve pşıtl (köle) gibi şeyler peşinde değil.
- Onun
pselıhoları yok mu, diye sordu Bibolet, kendisini hesaba katmadan,
biraz da kaygılı bir biçimde.
-
Delikanlılık taslayan bir iki kişinin kızın peşinde dolandığını
biliyorum. Öyle ama onlarla konuşmayı kabul etmedi bile. Ancak kız
bir bellendi mi kurtulması olanaksız, fazla bekletmezler. Bilirsin
biz Adigeler: Bir kız kendini belli eder etmez onu yalnız
bırakmazlar, hemen peşine düşerler, şöyle ya da böyle, evlenmediği
sürece de peşinden ayrılmazlar. Senin Nafset’in de öylelerinin
elinden kurtulup hiçbir yere kaçamaz, okuma derdi de oracıkta
biter, diyerek şakadan değil, ciddi olarak konuştu Yusıf.
Bibolet de böyle bir yanıt beklediğinden, hemen lafı değiştirip
Yusıf’a sokulup sordu.
- Gerçek
niyetin nedir: Böyle kalmak, nereden bir mızıka sesi gelse oraya
koşup oturacak mısın köyde böyle?
- Ne
yapmamı bekliyorsun? Sovyet Parti Okulu’na yazılayım desem, senin
deyiminle kulak (7) ailesi çocuğu derler ve beni okula
almazlar. Kendi kendime okuyacak da değilim ya.
- Köyde
bir iş tutsan!
- Köyde ne
gibi bir iş bulabilirim ki?
- Nu (ne),
sen şimdi köyde yararlı olabileceğin bir iş bulamıyorsan, ne
diyeceğimi bilemem, diyerek sözünü geri aldı Bibolet. Yusıf’a olan
güveni yavaş yavaş erimeye başlamıştı.
Yattıktan sonra da, iki yaşıt genç, karanlıkta tütünlerinin ateşi
görünür biçimde uzun süre yatakta konuşmalarını sürdürdüler.
Dip
Notlar
1.
Pseluh-Genç kız ve genç erkekler, kendi aralarında arkadaş olmak
ve giderek de evlenmek için konuşurlar. Buna pseluh denir.
Pseluhlar birbirlerine değer verir, bir arada iken başkaları ile
pseluh anlamında konuşmazlar. Bunu dışında pseluh’un bir
bağlayıcılığı yoktur.
2.
Pşı- Derebeyi, prens, kral, hükümdar karşılığı soyluluk unvanı.
3.
Şeveyışıj-Kız kaçıran bir delikanlı başka bir ailenin, bir
tanıdığının evinde düğün bitimine değin konuk ve evinden uzakta
olarak kalır. Düğünden sonra bir eğlence düzenlenir ve delikanlı
arkadaşları tarafından evine uğurlanır. Buna “şeveyışıj “-damadı
konuk olarak bulunduğu evden kendi evine, karısının yanına
götürme, denir.
4.
Talak-Kur’an’da, Talak Suresinde kadına tek taraflı boşanma yolu
da açılmış olmasına karşın, sonradan düzenlenen şeriat, yani İslam
hukuna göre, kadına tanınan hakların birçoğu geçersiz sayılmış,
talak, yani tek yanlı boşanma hakkı, istisnalar dışında, erkeğe
bırakılmıştır.
5.
Hadrıhe-Adige mitolojisinde “Ölüler Ülkesi”, Hıristiyan ve İslam
dönemlerinde de “Ahret”-“Öbür Dünya” karşılığı anlam kazanmıştır.
6.
Fekotl-Köle olmayan köylü sınıfı. Derebeyi (pşı) olmayan Adige
toplumlarında, fekotl sınıfı özgür ve egemendir, kimseye vergi
vermez; derebeyi olan Adige toplumlarındaki fekotl sınıfı
derebeyine bağlıdır, ona vergi verir, onun konuklarını zorunlu
olarak ağırlar ve onun komutası altında savaşa katılır, ancak
derebeyini terk edebilir ve istediği yere göç edip yerleşebilir.
7.
Kulak-Sovyetler döneminde zengin köylü sınıfı. Stalin bu sınıfı
ortadan kaldırmıştır. |