IX.
DEĞOTLUK (ДЭГЪОТЛ1ЫКЪУ)
Son
bahar sonuydu ve akşam hızla bastırmıştı. Gökyüzü yere doğru
adeta çökmüş, kara bir çüven gibi yeryüzüne abanmış ve ortalık
zifiri bir karanlığa boğulmuştu. Yıldızlar
da daha aşağılara inip yeryüzüne yaklaşmışlar, sığ, seyrek ve
küçük ışık parçacıkları biçiminde gökyüzüne dağılıp tutuşmuşlar,
adeta birer ateş parçacığı gibi parıldamaya başlamışlardı.
Kırdan köye dönen hayvanların bağırtı ve böğürtü sesleri de
kesilmiş, ortalığı bir sessizlik almış, siyah bir gelin örtüsü (1)
gibi ortalığı saran karanlık içinde, köy adeta gizlenip
sessizleşmişti. Lambalar henüz yakılmamıştı, gaz yağı kıtlığı
vardı ve gaz, çok sakınılarak kullanılıyordu. Ortalık iyice zifiri
karanlığa gömüldüğünde, karanlık gündüzün izlerini iyice
bastırdığında, işte ancak o zaman lambalar yakılırdı. Nitekim ayrı
ayrı, birer ikişer dağılmış, üstlerinde haç gibi çapraz tahtaları
bulunan küçük Adige evlerinin çarpık çurpuk pencerelerinden,
birbiri ardından ışıklar görünmeye başlamıştı. Orman içindeki bir
çayırlıkta yakılmış ateşlerden sızan ışıklar gibi, söğüt ağacı ve
bahçelerdeki mısır yaprakları arasından bazı cılız ışıklar solgun
ve sararmış bir görünümde yansıyorlardı. Köy, gecenin karanlığında
silinip yok olmuş gibi köyde bir çıt bile çıkmıyordu, ortalığı
insanın ruhunu daraltan bir sessizlik kaplamıştı…
-
Hoşgeldin, konuğumuz!
- Sağ ve
salim misiniz?
-
Hoşgeldin, Bibolet, tam bir er kişi imişsin gerçekten!
- Bizi
unutmamış olman bile yiğit biri olduğunu kanıtlamaya yeter, diye
selamlar vererek, karanlığı sırtlarından atıp silkiniyorlarmış
gibi, birbiri ardından gençler haç'eşe (konuk evine) gelmeye ve
Bibolet’e hoş geldin demeye başlamışlardı. Genellikle kara gözlü
ve kara yağız kişilerdi bu gençler. Gecenin karalığından da daha
karaydılar, içlerinde, tam bir karşıtlık oluştura mavi gözlü ve
kızılca saçlı olanları da vardı; sakalı bıyığı tıraşlı olanlar
yanında, bıyık ve sakalı yeni yeni terlemeye başlamış olanlar,
sivri çeneli ve uzunca yüzlüler yanında, yayvan çeneli ve genişçe
yüzlü olanlar da aralarında vardı.
En genç olanları, sanki birer delikanlı olmuşlar da konuğun yanına
geliyorlarmış gibi, seslerini yükseltmeden ama tekerleme gibi
Adige selamı veriyor, elini tutuyorlar, ardından da geri çekilip
duvar dibinde ayakta dikiliyorlardı. Yaşça daha büyükçe olanlar
ise kapı önünde bir duraklıyor, yere inmiş bir kartal gibi konuk
odasını bir süzüyor, önce konuğu saptamaya çalışıyor, ardından
güvenli bir biçimde ve dimdik yürüyerek konuğun yanına
varıyorlardı. Bibolet'i tanıyanlar, gelenek gereği bir selamla
yetinmeyip selamlarına tatlı espriler de ekliyorlardı; kendisini
daha yakından tanıyan ve ona karşı sempatisi olanlar, onu
omuzlarından tutup şakacıktan bir güç denemesi yapıyor, sonra da
onu kucaklıyorlardı:
- Kent
yaşamı seni güçsüzleştirmiş mi, Bibolet, bir bakayım hele? Yo,
hala gücün yerinde, hala bir delikanlı sayılırsın…
-
Bibolet’in içini bilemem ama dışı ile kente yenik düşmüş birine
benzemiyor, diyor gelenlerden biri.
- "Semiz
et" mi yemiş bilemeyiz ama yayladan yeni inmiş birine benziyor,
diyor, gülümseyerekten bir başkası.
Behukoların haç'eşi sonunda iyice doluvermişti. Soylu üstünlüğünün
verdiği gururla ve sakınarak Hacıret Şıvmıl da (Шыумыл1
Хьэджырэт) masaya Bibolet'in karşısına kuruluvermişti.
İri kıyım ve koca kalpaklı Şumafej de (Шумаф ya da Шумэфэжъ;
Uğurlu atlı) Bibolet'e yakın bir yerde oturuyordu. Kendisi iri
kıyım, bindiği ise küçük cüsseli ve göbekli atın biri olduğundan,
kendisine ilişkin espriler dolaşıp gezinmekteydi köyde: Şumafej,
atıyla katıldığı bir yarışta geride kalınca, atına bir tekme
sallayıp kendi koşmaya başlamış ve herkesi geçmişti, diyorlardı
makaraya sararak.
Kel Şuhayıb da (Щухьаиб) konuşmadan ve bıkıp usanmadan,
sessizce Bibolet’e sokulmuş, ona yakın bir yerde oturmaktaydı.
Bütün bir gece oturmuş olsa da ağzından tek bir sözcük dökülmezdi.
Bazen daldığı derin bir düşünce içinden yeni uyanmış biri imiş
gibi, yanındakine dönüp: ”Kalej (Къэлэжъ), bir duman
tüttürelim bari”, der ve dumanı içine çekip salar ve öylece
oturduğu yerde oturur dururdu. Sessiz bir gölgeymiş gibi
haç’eşleri bir bir dolaşır, hangisini beğenirse oraya girer
oturur, akşamları haç’eş haç’eş köyü arşınlar dururdu. Girdiği bir
yerde az ya da çok, bir süre oturur, o akşam orada dinlediği her
şeyi birden yanıtlıyormuş gibi bir sözcük söyler, kalkar, başka
bir haç’eş aramak üzere bulunduğu yerden ayrılırdı.
Mıhamet de evine bir gidip dönmüş orada oturmaktaydı. Daha başka
Hatıv ( Хьатыу), Titıv (Титыу), Cançat (Джанчат
), Vezermes (Озэрмэс ) ve Karbeç (Къарбэч ) gibi
kendini delikanlıdan saydırmaya çalışan yeni yetmeler de haç’eşte
oturuyorlardı.
Önce kimin ne diyeceğini bilemeden ve konuşmadan bir süre sessizce
oturdular. Cıgaraları birbirlerinden alıp tutuşturuyor, yaşça
büyükçe olanlar ise konuğun paketinden yakıyorlardı.
- Bizim
komünistimiz de bu, Değotluk (Дэгъотл1ыкъу)! dedi Hacıret,
içeri yeni giren genci pek bir sevmiyormuş gibi bir tavırla.
- Komünist
mi dedin, diyerek kalbi bir çarpmıştı Bibolet’in.
- Kayıtlı
mı değil mi, bilemem ama Tanrı ve Adigelik gibi şeyleri takmayan
köydeki yeni türemelerden biri…
Oldukça genç biriydi Değotluk, henüz yeni sürmüş bir fidan gibi de
incecikti. Ancak davranış ve görünümü, onun yaman ve cesur
yürekli biri olduğunu belli ediyordu, bunun için ona bir bakmak
bile yeterdi. Uzun siyah kirpikleri arasından süzülerek bakan
gözleri, oturanların üzerinden geçerek ta uzaklara uzanıyorlar
gibiydi. Sanki bir şeyi aramaya ve bulmaya çıkmış biri sanırdın
onu. Kalınca kaşlarından öfke yayılıyor, kişide herkesle boy
ölçüşmeye hazır biriymiş izlenimi yaratıyordu, kendisine bakanlar
üzerinde.
Hacıret’in dokundurucu sözlerine aldırış etmedi bile, hafiften bir
gülümseyerek onun yanından geçti ve Bibolet’in yanına geldi.
Çok eskiden beri birbirlerini tanıyan kişilerin yaptığı gibi,
kuvvetle ve büyük bir istekle elini uzatmış olması, Bibolet’in de
ilgisini çekmişti. ”Gerçek bir komünist ise, onu şimdiye değin
niye tanımamışım ki” diye düşündü içinden ve yanından ayrıldıktan
sonra da, onu gözleriyle bir süre izledi: Küçük ve basık bir kuzu
kalpağı vardı. Güneşte yanmış yüzü, bakıra çalıyordu. Üst
dudağında bıyıkları henüz terlemeye başlamıştı. ”Değotluk, Yusıf
söz etmemiş miydi bana ondan? O’dur herhalde! Çocuğu Yusıf’ın
kendisine anlatmış olduğunu anımsamıştı Bibolet.
Bir yetim çocuktu o (ибэ хъурай). Çocukluğu zorluk içinde
geçmişti. Bir parça ekmek uğruna nice ayak hizmetine koşmuş, bir
eski giysi ve yırtık bir ayakkabı için oradan oraya koşuşturarak
tamamlamıştı çocukluğunu. ”Baldırı çıplak” (лъапц1э) ya da
“çirkin” (1ае) gibi ek adlar takmışlardı ona, öyle çağırıyorlardı.
Yıllarca sığır ve koyun çobanlığı yapmıştı. Ancak, ne denli zor da
olsa, çocukluğu daha iyi sayılırdı. Bir şeyleri düşünme,
geleceğini planlama gibi bir derdi de yoktu o zamanlar. Koyun
çobanlığı sırasında yanında taşıdığı kavalından çıkardığı güzel
nağmeler, içinde gizli duygular uyandırmaktan geri kalmıyorlardı.
Gerek evde ve gerekse kırda bir başına yaşıyordu, bu yaşamın bir
sonucu olarak, çocuklarla oynayamadığından, kırdaki ağaçları ya da
çiçekleri çocuk yerine koyup onlarla dans ediyordu. O zamanlar aç
kalmak ve bazı aksi kişiler tarafından dövülmek dışında da bir
kaygısı yoktu.
Çocukluğunu tamamlayıp biraz büyüyünce de bir soluma olanağı
yakalayamamıştı. Az bir ücretle çalıştırılıyor, kazandığı çektiği
zahmete değmiyor, adeta köle gibi, neredeyse karşılıksız
çalıştırılıyordu.
Bir başına bir çocuk olarak, ev ve bahçe köşelerinde, adamdan
sayılmadan büyüdü, sonunda da saygılı, aklı başında, kara yağız
bir delikanlı oluvermişti. Aklı bir şeylere erip kendisini
ezdirmemeye kalkışınca da, mal ve mülk sahibi olan kişilerle
çatışma içine girmiş, onların buz gibi engellemeleriyle
karşılaşmıştı. Kendisinin alt tarafı bir yetim, bir köle çocuğu
olduğunu hiç unutmayan bu tür kişilerin çıkardığı güçlüklerle baş
başa kaldı. Bunun üzerine Değotluk, kendisini insandan saymayan ve
insan gibi yaşamasına da fırsat tanımayan bu türden kişilerle
didişmeye ve boy ölçüşmeye kalkıştı. Kendisini soylu ve üstün
sayan kişilere karşı, içindeki kin de günden güne büyümeye
başladı. Kendisini verk (soylu) ve güçlü sayanların çatıp boyun
eğdirmeye çalıştığı ama onlara meydan okuyup duran ve köyde yeni
türemiş olan bir delikanlıydı artık. Ayrıca delikanlılar arasında
yapılan kazıklı ve atlı kavgalara ve savaş sporu müsabakalarına en
ön safta katılıyor, kavgalara da sık sık karışıyordu.
Daha sonra, iç savaşın başlaması üzerine köyden geçip giden bir
kızıl birliğin saflarına katılıp köyden ayrıldı. Savaş bitinceye
değin de kendisinden bir haber alınamadı. Unutulmuş ve köyde
kendisinden hiç söz edilmez olmuştu, ancak beklenmedik bir anda,
yetişkin bir delikanlı olarak, yeniden köye geri dönmüştü. Daha
olgun, dövüşçü ve kavgacı yanını terk etmiş, yerinde ve düzgün
konuşan biri olup çıkmıştı. Yerinde konuşmaları ve haklı olanın
tarafını tutması nedeniyle başkaları da kendisinden çekinmeye ve
eski geleneğin bir özelliği olarak, artık kendisini hesaba
katmaya, saygı göstermeye başlamışlardı. . .
Döndüğü ilk günden başlayarak köydeki emekçi, yoksul ve ırgatları
bir araya getirmeye ve onları örgütlemeye başlamıştı. Bireysel
kavgaları bırakmış, bir sınıf bilincine ulaşmış ve köydeki
sömürücülerin karşısına dikilmişti.
- Komünist
mi dedin? O zaman köyünüzdeki doğru ve düzgün kişi de o olmalı!
dedi dişleri arasından, uzaktan elini de kaldırarak, şaka
yapıyormuş gibi Hacıret’e yanıt verdi.
- Tabii,
öyle birine sahip olmak da bizim için bir şans sayılmalı!. . dedi
dişlerini gıcırdatarak Hacıret.
Hacıret’in içten pazarlıklı biri olduğu söz ve davranışından
açıkça anlaşılıyordu. Sovyet iktidarının getirdiği yasalara,
umarsız olduğu için boyun eğmiş gibi davranıyor ve muhalefetini
ise gülümsemesinde saklıyordu. İçinde yaşadığı yeni düzeni
benimsemiyor, saymıyormuş gibi iki kaşını iyice yukarıya
kaldırıyor, kaçamaklı gözlerinden de gizli bir nefret duygusu
yansıyordu. Kasılıyor ve üstün görüyordu kendisini, güzel
giyinmişti, içindekileri gizlemeye, belli etmemeye çalışıyordu,
şaka yapıyormuş gibi görünerek, kendini ortama uydurmaya
çalışıyordu. Büyük bir dükkanları vardı, ayrıca bin dönümlük (десэтнишъэ)
bir araziyi de ektiriyorlardı, köyde adı söylenen birkaç varlıklı
aileden birinin çocuğuydu. Bibolet ile Değotluk gibi aşağı
tabakadan gelen, soylu olmayan kişileri kendi egemenlik
dönemlerinde, hele kendi gibileri otururken konuşturmazlar,
konuşmalarına bile izin vermezlerdi, onlar şimdiki gibi dolu
dizgin konuşmaya kalkışacak olurlarsa, görürlerdi günlerini o
zaman!
Bibolet, Hacıret’in ne türden biri olduğunu hemen anlamıştı,
yakışıksız ve akıl satar gibi sözler ediyor, kurda ot yedirmeye
kalkışıyor gibi oturuyordu yerli yerinde, herhangi bir iddiada
bulunmak gibi bir derdi de yoktu.
Değotluk’un kendisi, Hacıret’in dokundurmasını duymazlıktan
gelmişti, gülümseyip önünden geçip gitmişti.
Bibolet ile Değotluk konuşmadan anlaşmış gibi, kalp kalbe bir
olmuşlardı sanki.
- Bize bir
şey anlatsana Bibolet, diyerek tartışma yolu açılmasını önledi
oturanlardan biri.
-
Gerçekten öyle, biz konuktan yeni bir şeyler dinlemek için
gelmiştik buraya, ama hiç konuşmuyor, diyerek Şumaf da bu öneriyi
destekledi.
- Size ne
anlatayım, bütün haberler sizde, değil mi, diyerek işi üzerinden
atmak istedi Bibolet.
- Ne
söyleyeceğini sen bilirsin, boşuna okumuş değilsin ya? Dünyada ne
olup bitiyorsa, anlat bize, diyerek lafa karıştı Hacıret.
-
Bibolet’in anlatacağı şeyler senin dinlemeyi istediğin şeyler
olamaz, diye gülümseyerek Değotluk da bir laf attı Hacıret’e.
- İsteyip
istemeyeceğimi sen mi bileceksin yoksa?! diye sert bir çıkış yaptı
Hacıret, kaşlarını iyice yukarı kaldırarak.
- Senin
beklediğin haberler olmaz onun anlatacakları…
- Benim
neyi beklediğimi biliyorsan, sen anlat da dinleyelim öyleyse!
- Bibolet
olayları, her ne ise, dosdoğru, olduğu gibi anlatır, bu da senin
işine gelmez… Sen daha başka türlü haberleri seversin…
- Haber
dedin mi kimse Halaho’yu bastıramaz, dedi oturanlardan biri, bir
tatsızlık çıkmaması için konuyu değiştirerek.
- Vallahi
de bu Halaho ilginç biri, onca haberi nerelerden bulup getirir ki,
bilemiyorum, diyerek Yusuf masaya yaklaştı ve bir sigara aldı.
- Ben de
biraz önce Halaho’nun bana söylediği bir konuda konuğa soru
sormayı düşünüp duruyordum. Stanitsada (Kazak kasabasında)
duyduğunu söyleyip Halaho’nun bize anlattığı bir haber bu:
Bolşeviklerle komünistler karşı karşıya gelip çatışmışlar, şimdi
çarpışmalarından korkuluyor, iç savaşın yeniden başlayacağı
söyleniyor. Olabilir mi böyle bir şey Bibolet, diye ciddi ciddi
bir soru yöneltti Şumaf.
- O zaman
Halaho ilginç bir haber getirmiş olmalı size, diyerek gülümsedi
Bibolet.
Konuşma ortamı doğunca Bibolet sözü aldı ve bazı şeyler anlattı.
Bolşeviklerle komünistlerin farklı değil, aynı kişiler olduğunu,
Sovyet ülkesinin başka ülkelerle olan ilişkilerini ve kapitalist
dünyasında neler olup bittiğini açıkladı. Bunları dinleyerek
oturmakta olan kişiler ise, görünüşe göre yetişkin ve insanca
duygular taşıyan büyük adamlar gibi, anlatılanlara dikkat
kesilmişlerdi, ama köyü çevreleyen çitleri aştıklarında, ne olup
ne bitmekte olduğundan habersizdiler, anlatılan her şeyi
kulaklarını açmış dinliyorlardı.
- Peki,
Bibolet, Sovyet yönetiminin dini yok edeceği söyleniyor, bu doğru
mu, diye yeniden söze karıştı
Hacıret, konuşmanın aralandığı bir sırada.
- Sovyet
iktidarının kendisi dini yok edecek değil ama dinin insanları
uyuttuğunu, onun aslında ne anlama geldiğini emekçi insanlara
kavratmaya çalışacak, dedi ve işin içine pek girmeden sorulan
soruyu yanıtladı Bibolet.
-
Rahatlattın onu, Bibolet, ona olacak şeyi dosdoğru söylemek
gerekir! Sovyet iktidarı dini yok etmeyecek ama, din uzun süre
yaşayamayacak, kendi kendine yok olacak, diye diklendi Değotluk,
sözlerini direkt Hacıret’e yönelterek.
- Vay,vay,
bu Değotluk büsbütün de gavur olup çıkmış anlaşılan!diye söze
karıştı Değotluk’un yanında oturan kişi, Değotluk’un yüzüne
bakarak.
- Gavur
oldu tabii, diyerek, Değotluk’a bakmaya bile gerek görmeden
eklemede bulundu ve gitmek üzere ayağa kalktı Hacıret de.
Hacıret dışarı çıktı. Büyüklenerek, verkliğine yaraşır bir
biçimde, içini yakan nefret ateşini gizleyerek, başını alıp gitti.
Sakınarak konuştuğu gibi, sakınarak hareket ediyordu. Kuşkulu
kuşkulu, ağır ağır yere basıyordu, ama yiğitliğe de toz
kondurmuyor, hiç de acele etmeden atıyordu adımlarını.
Şuhayıb da kalktı.
- Değotluk
göğe boynuz atıyor (уашъом бжъакъок1э едысы), dedi ve bıyığını
yukarı kaldırıp odayı terk etti.
Haç’eştekilere ters düşen bu iki kişi ayrılınca, geride kalanlar
daha rahat ve daha uyumlu bir topluluk (cemiyet) oluşturmuşlardı.
- Bu
Şuhayıb da artık genç biri sayılmaz, ne diye gençlerin arasına
katılıyor böyle, neyin peşinde, anlayamadım bir türlü! Niye çoluk
çocuğu ile birlikte oturmuyor ki, dedi Şuhayıb’ın arkasından
oturan gençlerden biri.
- Otursun,
ne kaybeder ki? Canı sıkılıyor zavallının… Şuhayıb’ın haç’eşleri
dolaşma nedenini biliyormuş gibi konuştu Mıhamet de.
-
Anlattığın şeylerle Hacıret’in dünyasını yıkmış oldun Bibolet.
Kendisi “ötekilerin” (2) döneceği günü dört gözle bekliyor, sen de
Sovyet iktidarının güçlendiğini ve ileriye doğru yeni adımlar
attığını söyleyerek umutlarını yıktın zavallının, diye bıyıkları
arasından alaylı bir gülümseyiverdi Şumaf da.
- Değotluk,
ne diye Hacıret’le bu kadar birbirinize karşınız, niye sık sık
çatışıyorsunuz? diye anlamlı anlamlı gülümseyerek sordu Mıhamet.
-
Davranışlarını beğenmiyorum. Kaşları göğe tırmanıyor sanki, o
kaşlarda kötülük ve insanlık dışı olmaktan öte bir şey bulamazsın…
İsteksizce ama lafını dolandırmadan yanıtını verdi Değotluk.
Gözleri, gitmiş olan Hacıret’in ardında, karanlığa açılan açık
kapıya doğru bakıyordu. ”Sanki onun ne denli Müslüman olduğunu
bilmiyor muşuz gibi bize dinin yok olacağından kaygılandığını
söylüyor! Ancak adamı, bir fırsat bulup da bir ele geçirdi mi,
hiç bakmaz çiy çiy yer. Onun gibilerin yağmacılığı döneminde nice
umarsız kişi zor durumlara düşmüştür. At hırsızlığı yapıp, sürü
halinde atlar çalınırken, nice emekçi de tek bir atla ne denli
umarsız durumlara düşmüştür!
- Öyle de
olsa, Değotluk, Tanrıya inanmadığını yadsıyamazsın, diye şakamsı
bir söz attı ortaya Şumaf.
Tanrı!nın olup olmadığı konusunu, önemli bir şey değilmiş gibi
şakaya getirmeye çalışıyordu Şumaf ama bir yandan da kaygılanmakta
olduğunu belli ediyordu.
- Aynen
senin inanmadığın gibi, ben de inanmıyorum. Sana Tanrı vardır
demiş olmalarından öte, seni kaygılandıran ne olabilir ki,
diyerek, şaka yollu bir yanıt verdi Değotluk da.
- Savaşa
katılmakla yazık ettin kendine, gavur olup dönmüşsün büsbütün!
-
Gerçekten Değotluk, neye inandığını eğirip bükmeden dosdoğru
söyler misin Değotluk?Tanrı var mıdır, yok mudur? Burada
kendisinden çekineceğin kimse de yok, diyerek ona döndü ve ciddi
bir biçimde sordu Mıhamet.
- Mıhamet,
senin Tanrıya inandığını biliyorum, diye konuşmaya başladı
Değotluk ciddi ciddi, ama bu senin inanma biçiminde bir
sahtekarlık, başka bir amaç yok, sadece inandığın şeyleri yerine
getiriyorsun. İnanmazsan bırakırsın, yalancıktan inanıyormuş gibi
de yapmazsın. Senin dini inancını Hacıret’in ki gibi görmüyorum.
Tanrı konusunda ne düşünüyorsam, sana da aynen söyleyeyim. İçime
ilk kuşkunun düşüşü şöyle oldu: Rusların da ayrı bir Tanrıları
var, biz onlara nasıl gavur diyorsak, onlar da bize gavur
diyorlar. Bizim gibi Müslüman olanların Cehennem odunu
olacaklarını söylüyorlar. Cephede ve daha başka yerlerde değişik
bazı adamlarla karşılaştım. Onların da daha başka Tanrıları var,
onlar, bizi ve Rusları da imansız, Cehennemlik olarak görüyorlar.
Bunun üzerine düşündüm: ”Nasıl oluyor bu böyle diye? Allah
hepimizi yarattı, herkesin başına gelecek olanı alnına yazdı,
hepsinin kalbine değişik dinler yerleştirdi. Herkes inandığı dine
göre yaşıyor, kendi dinine inanmayanı gavur görüyor. Öyleyse Tanrı
onlara, niçin öbür dünyada azap çektirsin ki? Onları öyle
yarattıktan, kalplerine değişik inançlar yerleştirdikten sonra,
onları niçin Cehennem’de yaksın ki!? O zaman daha adili olmadığı
söylenen Tanrının adaleti mi kalırmış?” Daha başka yerlerde de
Tanrının adaletini aradım ama hiçbir yerde bulamadım onu… Böylece
yavaş yavaş bir Tanrı olmadığı kanısına vardım, dedi Değotluk.
- Vallahi,
Değotluk, Tanrı günah yazmasın, her şeyi gerçekmiş gibi
anlatıyorsun ama, diye bir iç çekti Mıhamet kuşku içinde.
Uzun uzadıya hararetli ha’çeş konuşmaları sürerken Şumaf yine lafa
karıştı:
- Yeter
artık, konuğun kafasını şişirdiğimiz, onu kızların yanına
götürelim.
Hepsi içtenlikle Şumaf’a katıldı.
- Hangi
kızın yanına götürsek daha uygun olur ki? diye sordu Mıhamet.
-
Konuşmasını bilen, Bibolet’i alt edecek gibi bir kızın yanına
götürelim onu.
- Güzel
kızlardan birinin yanına götürelim onu, başka türlüsü olmaz!
Kulats’ın (Кулацэ) yanına götürelim.
- Onun
kimi isteyeceğini biliyorum ben. Kulats’ın yanına gideceğiz, dedi
Yusıf, bıyık altından gülümseyerek.
- Kızı
pseluh (псэлъыхъу) (3) yapmam için ısrar etmeyeceğinize söz
verirseniz giderim, diye bir koşul öne sürdü Bibolet.
- Kararını
gittiğimiz yerde verirsin, henüz görmemişken pseluh yapıp
yapmayacağına karar verme, dedi Mıhamet bıyık altından
gülümseyerek.
- “Ayıyı
bala götürmek isterlerken kulağını koparmışlar”
(Мышъэр шъоум ралъэшъул1эзэ, ытхьак1умэ пачыгъ) dedikleri gibi
olacak Bibolet, Kulats’ı bir gördükten sonra…
- Haydi
gidelim, Kulats’ın yanına götürmek gerek konuğu!Kulats’tan çok kız
kardeşi, Bibolet’in ilgisini çekecek biri…diye, gizli kuşkusunu da
belirterek ayağa kalktı Mıhamet.
Dar ve sönük sokaklardan ilerleyerek kızın evine doğru gitmekteydi
grup. Kötü insanlarla arsız mandaları engellemek için çakılmış
dikenli çalılara takılıyorlardı karanlıkta; kazık tepelerinden
uçuşan kuşların ses ve kanat çırpışları da tepelerinde
beliriyordu. Göz gözü göremeyecek gibi bir karanlık vardı. Ev
içlerine alınmakta olan leğenlerin sesleri ara sıra çan sesi imiş
gibi duyuluyor, ahırlardan işitilen hayvan solumaları da,
uzaklardan geliyorlarmış gibi karanlıktan süzülü gelmiş gibi
duyuluyorlardı. Ara sıra insan el ayak ve konuşma sesleri de
alçaktan, fısıltı biçiminde duyulabiliyordu. Gece, adete bir korku
gibi köyü sarmıştı. Köy, ne de olsa, geçmişten bugüne uzanmış
gelen güçsüz düşmüş bir yerdi…
- Bibolet,
sana bazı şeyler söylemek istiyordum, dedi Değotluk, solundan
Bibolet’e yanaşarak.
Bibolet hızını azaltarak grubun biraz gerisinde kaldı.
- Komsomol
(4) hücre örgütlenmesinin nasıl oluşturulacağını soracaktım sana.
Komsomola katılmak isteyen gençler var köyde, ama nasıl
katılacağımızı bilmiyoruz.
- Çocuklar
sağlam ve güvenilir kimseler mi?
-Hepsi
değil, ama içlerinde düzgün, yoksul ve ırgat gençler de var köyde.
- Komsomol
örgütlenmesi kurması zor olan bir şey değil, ama uygun
olmayanların komsomol örgütüne katılmaması için çok dikkatli olmak
gerekir. Sadece silah taşıma izni koparmak için katılmak isteyen
sakat kişiler de çıkacaktır. Buna dikkat edilmeli.
- O konuda
ödün verecek kimselerden değiliz.
- Öyleyse
bu konuyu şimdi burada görüşemeyiz. Yarın benimle buluşabilir
misin? Ben yarın akşam gideceğim, ona göre.
- Yarın
gelirim yanına.
- Öyleyse
yarın sabah düzgün bir iki geç de yanına alıp Behukolara gel.
Orada konuşma fırsatımız olmazsa, başka bir yere gideriz. Olmaz
mı?
- Olur.
- Ben de
bir konuda senden yardım isteyeceğim. Harun’un karısının boşanma
işinden haberdar mısın?
-
Haberdarım, yaşlılar önüne geçmişler nefes aldırmıyorlar
zavallıya. Bugün yürütme komitesine gittiğini ve konuştuğunu da
duydum.
- O halde,
durumu biliyorsan, o kadına yardım etmek, bir dilekçe yazıp
savcılığa vermek gerekir. Bu iş sadece basit bir boşanma işi
değil, politik anlamı da olan bir sorun. İhtiyar, kadını boşamayı
kabul etse bile, Sovyet yargısının bir kararı olmadığı sürece,
yıllardır ona yaptığı köleliğin, hizmetin karşılığını alamamış
olur. Yarın beni o kadınla görüştürebilseydin iyi olacaktı.
- Olur,
seni o kadınla da görüştürürüm.
- Bibolet,
yolu şaşırmadan gelebiliyor musun, diye seslendi Mıhamet.
- Evet,
yarın!. . diyerek son sözünü söyledi Değotluk’a, ardından da
adımlarını hızlandırdı Bibolet. ”Şaşırmadım, senin izinden
ilerliyorum, diye yanıtladı Mıhamet’i.
Önlerindeki bir çitten çı-çı-çıç diye korkunç bir ses geldi, sanki
köyün bütün çitleri bir ir, art arda devrilmişler gibiydi.
- A,
imansız. Bu bizim arsız mandamız olmalı, diyerek Mıhamet koştu ve
karanlığın içine daldı.
- Mandan
da senin gibi bir azman anlaşılan! diye kahkahayı bastı gruptan
biri Mıhamet’in arkasından.
- Vay,
vay, sizi gidi arsızlar sizi! diyen Mıhamet’in bağırma sesi,
ardından da manda solumaları karanlık içinden duyuldu.
Biraz sonra birbiri ardından topağı bastırarak yürüyen birkaç iri
mandanın karaltıları ve onların ayak sesleri karanlığın içinden
belirir gibi oldu. Burun deliklerinden fışkıran soluma sesleri ise
tren cuf cuflamalarını anımsatıyordu.
-
Bunlardan daha adisi yeryüzüne gelmemiştir!. . Zavallı Halaho’nun
bahçesine dadanmışlar, çitlerini yıkıp duruyorlar. Onları
durdurmak için dikenli çalılarla çitleri örüyoruz, ama onlar bunu
sırtlarını kaşımada kullanıyorlar, diye sızıldanarak sonunda
Mıhamet de gruba katıldı.
Mıhamet’in Halaho demesi üzerine, onun evini ve ev düzenini bir
görmek için Bibolet hemen bir baktı oraya doğru. Ne yazık ki
Halaho’nun bahçesi karanlığa gömülmüş durumdaydı. Sadece bahçe
kenarlarındaki budanmış ve bodurlaşmış söğüt ağaçları esen rüzgara
uymuş sesler çıkarıyor, yıldızlarından yansıyan cılız ışıklar
yardımıyla karaltıları ancak seçilebiliyordu…
DİPNOTLAR:
1)
Eskiden Adigelere gelin örtüsü olarak, karaçarşafa benzeyen siyah
örtüler kullanırlardı. -HCY.
2)
Öteki’den kasıt beyazlar, yani karşıdevrimcilerdir.- HCY.
3)
Pseluh (псэ+лъыхъу;pse=can/yavuklu+tlıxhu=arama; yavuklu
arama)-Bir delikanlı beğendiği bir kızı evlenebileceği bir aday
olarak seçmek ister, kız da bunu isteyerek ya da nezaketen kabul
eder. Kız, o delikanlı, toplumca aşağılanmış biri değilse,
delikanlının pseluh önerisini, nezaketen de olsa reddetmez, en
kötü olasılıkla “düşünmeliyim” biçiminde bir yanıt verir. Bu bir
evlilik kararı değildir ve evlenmeyi kabul anlamında bir
bağlayıcılığı yoktur. Ancak, delikanlı pseluh kızın bulunduğu bir
yerde başka bir kızı pseluh yapmaz, aynı biçimde bir kız da
pseluhu delikanlının bulunduğu bir yerde başka bir delikanlı ile
pseluh anlamında konuşmaz. Bu gibi incitici olabilecek durumlardan
kaçınılır. Bunun dışında her ikisi de sınırsız sayıda pseluh
edinebilir. -HCY.
4)
Komsomol-Rusya’da Komünist partisi gençlik örgütü ve bu örgüt
üyesi genç. -HCY. |