IX.
DEĞİŞİK BİR TOPLANTI
Bugün,
daha önceki, yani eski geleneğe göre düzenlenen toplantılardan
farklı bir toplantı yapılması söz konusuydu. Toplantı, eski
toplantılardan farklı bir biçimde açılmıştı. Şimdiye
değin toplantılar şöyle yapılıyordu: Yaşlı başlı kişiler bir araya
gelir, ortalarında da bir hacı hoca grubu yer alırdı. İçlerinden
Behuko Hacı'nın sarığı ile Alıko'nun kaliteli Buhara kalpağı
görünürdü. Diğerleri karmaşık bir biçimde bu ikisinin gerisinde
yer alırlardı. Çoluk-çocuk ve gençler ise, onların arasına
girmezdi, çıksa bile onlara konuşma hakkı tanınmazdı. Kadınların
ise, ortalıkta hiç görünmezdi. Konuşan ya da karar verici olanlar
da önde gelen birkaç yaşlı başlı kişi olurdu. Yaşlılara karşı
çıkılması durumları ise, köyün ikiye ayrılıp karşı karşıya geldiği
çatışma anlarında görülebilirdi.
Bugün farklı bir gündü. Köy Sovyeti (Sel'sovet/Сельсовет) binası
koridorundaki yüksek masaya, kor gibi, kocaman bir kızıl örtü
serilmişti. Masanın gerisinde süslenmiş bir dizi sandalye
sıralanmıştı. Masanın karşısında oldukça geniş boş bir alan
bırakılmıştı, boş alanın çevresi insanla dolmuştu. İnsan yığınları
arasında boş bir aralık, bir koridor uzanıyordu, koridor
kadınlarla erkekleri ayırmaktaydı. Kadınlar, gizlendikleri
köşelerden, alaca bulaca elbiseler giyinmiş halde meydanın bir
kenarında durmakta olan kızların gerisine, Amdehan
tarafından getirilmişlerdi, getirildikleri bu yerde de ürkmüş bir
ceylan sürüsü gibi sırtlarını ağaç çitlere verecek biçimde yığılıp
kalmışlardı, korku ve utanç duyguları içinde kendilerini gizlemeye
çalışıyorlardı. Erkekler ise ısırmaya hazır sarıca arı, birer
heykel gibi duruyorlardı, kadınları görmezlikten geliyor, durumdan
hoşnut olmadıklarını da belli ediyor gibiydiler.
Amdehan dışında, kızlar arasında kızıl başörtülü iki üç kız daha
seçilebiliyordu. Bunlardan biri de Nafset'ti.
Nafset sessizce ve fark ettirmeden Sovyet Binası'nın (Sel’sovet)
üzerinde boylu boyunca asılı duran kırmızı bez şeride bakıyordu.
Bu kızıl bez gözlerinden adeta kıvılcımlar saçıyor gibiydi,
üzerinde Arap harfleriyle (*) eğri büğrü yazılmış olan yazılar ise
Nafset’e güzel görünüyordu, bunları yazmayı becermiş olmasına bir
türlü inanamıyor gibiydi. Köylünün karşısına çıkarılmış olan bu
düzgün yazıyı kendisinin yazmış olmasına akıl erdiremiyor gibiydi.
"Benim yazdığım yazı bu mu acaba?" diye kuşkulandı, hafifçe bir
yan bakışla ikinci üçüncü kez yazıya art arda baktı. Evet, bu,
kesinlikle kendi yazdığı yazıydı. İşte, eğri büğrü yazmaya
başladığı için dedesinden zılgıt yediği kısım da oradaydı. Bu
yazıyı kendisinin yazmış olduğunu artık herkesin bilmesini arzu
ediyordu, ama övünüyor demelerinden çekiniyor ve utanıyordu.
Şimdiye değin görmediği bir sevinçle dolmuştu içi, başını daha dik
olarak yukarıya kaldırıyordu.
Yanındaki kızın kulağına fısıldadığını duydu:"Nafset, bu yazıyı
senin yazdığın söyleniyor. Ne mutlu sana böyle bir yazı
yazabildiğin için!" Bu sözler Nafset'in içini ateş gibi ısıtmış,
kanını adeta tutuşturmuştu, yüzü de kızıl başörtüsü gibi
kızarmıştı.
Karşı çitin önünde yaşlılar toplu bir halde durmaktaydılar. En
arkada Behuko Hacı ile Alıko bulunuyordu. Başları
eğikti, toz topraktan çıkmışa benziyorlardı. Kendilerini
kimselerin itekleyip geçemeyeceği dönemlerdeki eski güvenleri
kalmamıştı. Gücenmiş ve kızgın bir biçimde, durumla dalga geçer
gibi, aralarında yakışıksız aflar ediyor, kudurmuş gibi tuhaf
tuhaf bakınıp duruyorlardı. Toplantının hazırlanışı sırasında
komsomolların kendilerine karşı yürütmüş oldukları bilgilendirme
(ajitasyon) kampanyasından haberdardılar. Değotluk ile
Halaho önderliğinde düzenlenmiş olan bu toplantıda kendilerine
bir görev düşmeyeceğini de biliyorlardı. Onlar iyi bir niyetle
buraya gelmiş kişiler değildiler. Aralarında gizli kararlar almış
ve kötü amaçlarla toplantıya gelmişlerdi: Yeni yaşam döneminde
yaşlı başlı kişilerin iteklenmekte olduğunu, kendileri gibilerine
artık değer verilmediğini köylüye göstermek, fırsat çıkacak olursa
sorun yaratmak ve ortalığı karıştırmak, köydeki devrimci kişilere
karşı bir nefret dalgası oluşturmak amacıyla buraya gelmişlerdi.
Ancak şimdiye değin bir fırsat yakalayamamışlardı, kendilerini
önemseyen de yoktu, bu nedenle bir kenarda durmuş bekleşiyorlardı.
Köydeki yaşlı başlı ve kaba kıllı kalpaklar taşıyan emekçiler ise,
eski dönemin saygın kişilerini atlayıp en ön saflara
dizilmişlerdi. Eski dönemin saygın kişileri, onurlarına dokunulmuş
ve incinmişler gibi yapıyor, öne geçmek isteyenlere de, alçak
gönüllü davranıyorlarmış gibi yaparak geri çekiliyor ve yol
veriyorlardı:"Yürüyün bakalım, sizi gidi Müslümanlar sizi!
Yaşlıların, thamadelerin (önderlerin) artık sayılmadığı günleri de
gördük, dünyanın sonu da bu olmalı!" der gibi davranışlar
içindeydiler.
İshak, Behuko-Alıko grubunun içinden henüz ayrılmamıştı,
onlarla berabermiş gibi davranıyor, ama kalbi Değotluk-Halaho
grubundan yana çarpıyordu ve bu iki düzenbaz yaşlının arasında
kalmıştı. Behuko Hacı ile yan yana geldiğinde de, üzülüyormuş
gibi davrandı:
- Hacı, niye buradasın, öne geçsen ya!
- Zararı yok, burada dursak da olur, ileriye geçmek için can
atanlar var, onlar ileriye geçsinler. Azarlıyormuş gibi, gözlerini
kaçırarak karşılık vermişti Behuko Hacı.
Köyde her iki grubun gizli bir çekişme içinde olduğunu, Behuko'nun
üzüldüğü konuda yapılacak bir şey kalmadığını İshak da biliyordu.
Behuko Hacı'nın halkın gözünden bu denli düşmüş olmasında,
kuşkusuz kendi yapmış olduğu yanlışlıkların da payı vardı. Ancak
Hacı'yı incinmiş ve en arkalara itilmiş halde görünce, biraz da
olsa ona acımıştı. Ne diyeceğini bilemeden bir süre durdu.
- Olur mu hiç burada durman, en öne geçmen gerekir, der gibi yapıp
ilerledi ve en öne geçti.
Sıraların en gerisinde bir grup kızlı erkekli Rus ırgatı (batrak)
duruyordu. Köy dışından ve yabancı sayılan, hiçbir hakları da
olmayan bu grup her zaman olduğu gibi, yine en arkalara itilmiş
durumdaydı. Köyde olup bitenlerle ilgilenmeyen ve bir yabancı
ülkeden gelmiş olan kişilere benziyorlardı, toplantı ile bir
ilgileri yokmuş gibiydi. İvan da başındaki kaba yün şapkasıyla
ırgat grubunun arasındaydı.
Toplantının açılışı sırasında, Değotluk Başkanlık Masası yanına
geldi ve etrafına bir bakındı: Meydanın ötesindeki sokaktan çıkmış
olan Karbeç meydana ulaşmak üzereydi. Yuvarlak biçimde
sarmalanmış bir yün yumağı andırıyordu, öne eğilmişti, kamburu
çıkmıştı, çok ağır, ama iri adımlarla geliyordu. Uzun beyaz
sopasını önünde tutuyordu. Sakalı ve bıyığı, gümüş gibi, ilkbahar
güneşi altında parıldıyordu.
Karbeç'in gelişini herkes görmüştü, kendisini ilgiyle ve
şaşkınlıkla izlemekteydiler. Uzun bir zamandan beri Karbeç böyle
bir toplantılara katılmıyordu.
Değotluk Başkanlık Masası'nın başında dikilip Karbeç'in
yetişmesini bekledi.
Karbeç sonunda yetişti ve topluluğu selamladı, yaşlıların
bulunduğu yöne doğru hareket etti. En arkaya geçmek istedi, ama
koluna girip elden ele onu en öne götürdüler ve topluluğun önüne
diktiler.
Başındaki kocaman Abzegh kalpağını zar zor çevirerek topluluğu
şöyle bir gözden geçirdi, hiçbir şey demeden sopasına dayandı,
seyrelmiş sakal ve bıyığı, kabarmış ve donup kalmış haliyle ayakta
dikili duruyordu.
Değotluk, Başkanlık Masası gerisinde duran sandalyelerden birini
koridordan aşağıya indirdi.
- Buraya otur, Karbeç, sen hepimizden daha yaşlısın, dedi.
Karbeç, Değotluk'un ne demek istediğini tam anlayamamıştı,
aksakallı bu bir avuçluk ihtiyarcık, kımıldamadan, bir heykel
gibi yerli yerinde durmaya devam ediyordu. Yakınındaki yaşlılar
uyarıp kendisine uzatılmış olan sandalyeyi gösterdiler.
- Karbeç, haydi otur, sandalye senin için getirildi, dediler.
Karbeç durumu anlayınca irkildi, utanmış ve incinmiş gibi konuştu:
- Benim için mi? Bütün köylü ayakta iken ben nasıl oturabilirim
ki?
Mıhamet gençlerin en önündeydi, meydanı koşup geçti, Karbeç'e
yaklaştı ve koluna yumuşak bir biçimde girdi. Herkesin duyacağı
biçimde, biraz da bağırarak konuştu:
- Hadi, git, Karbeç, otur, senin o kadar ayakta dikilmiş olman
yeter, diyerek onu götürdü ve sandalyeye oturttu.
Karbeç'in sandalyeye bir taş heykel gibi oturmuş olması,
ayaktakilerin de hoşuna gitmişti, hoş konuşmalar yavaş yavaş
saflara yayılmıştı.
Behuko Hacı, sinirli anlarında yaptığı gibi, yani kızgın bir koçun
topuk vurmasına benzer bir biçimde, sopasını bastırarak daha da
geriye çekildi. Yüzündeki solucanımsı küçük çapraz kabartılar,
kıvılcımlar saçan birer kızgın demire dönüşmüşler gibiydi…
Toplantıyı Değotluk açtı. Birkaç söz söyleyip seçim işine geçti.
- Komsomol örgütü (ячейка) ve Köy Sovyeti olarak, Başkanlık Divanı
için aday gösterme konusunu görüştük ve birkaç aday belirledik.
İzninizle aday adlarını açıklamak istiyorum. İsterseniz, siz de
yeni adaylar gösterebilir, bizim gösterdiğimiz adayları
seçtirmeyebilirsiniz, dedi ve adayların adlarını açıklamaya
başladı.
- Başkan adayı olarak biz, köyümüzün en yaşlısı olan ve yaşamı
boyunca kimsenin alın terine göz koymamış olan, emeği ile geçinen
ve ekmeğini alın teri ile kazanmış biri olan Vıstaneko Karbeç’i
uygun gördük.
Karbeç bu sözleri duyunca telaşeli bir biçimde ayağa kalktı.
“Hiç olmaz, ben o iş için uygun değilim!” gibisine sözler etti ama
topluluğun coşkulu alkış tufanı altında Karbeç’in sözleri
duyulmadı bile, Karbeç biraz diretir gibi yaptıktan sonra, söylene
söylene, geçip gösterilen yere oturdu.
- Ardından, köyümüz kadınlarının en eylemcisi (aktivisti) olan,
toplumsal sorunlarla ilgilenen ve bir kadın önderi de olan
Amdehan’ı divan adayı olarak gösteriyorum, dedi Değotluk. Üçüncü
aday olarak, köyümüzde bulunan ırgatlardan biri olan,
küçüklüğünden beri aramızda yaşayan, Behukoların hizmetkarı olan
İvan Suslov’u gösteriyorum…
Bu noktada toplantıya katılanlar şaşırdılar, sert itirazlar ve
mırıldanmalar yükseldi. Ancak ardından yavaş yavaş yavaş alkışlar
artmaya, en sonunda da ortalığı kaplamaya başladı.
Bu son gelişme Behuko Hacı’nın renginin iyice atmasına neden oldu.
”Ne oluyor böyle’’ diyerek bir bağırdı ve sert bir biçimde de
hapşırdı, sopasını iyice bastırarak, topluluğun içinden ayrılıp en
gerideki bahçe çitine dayandı.
Değotluk’un listesi itirazsız onaylandı. Ancak köylü böylesine bir
Başkanlık Divanı oluşturmaya alışkın değildi, topluluktan başka
adaylar da öne sürülmeye başlandı. Bir iki yaşlı ile bir yaşlı
kadını da divan üyeliği için gösterdiler, bunlar da kabul edildi.
Divan üyelerinin yerlerine yerleşmeleri önemli bir sorun
oluşturmuştu. Önce masa başına oturacak kişiyi aralarında
kararlaştıramamış, herkes bir diğerini öne geçirmek istemişti.
Sonunda Karbeç, ”Ne olacak, bizi yiyecek değiller ya!” diye çıkıp
masanın en başına oturdu.
Değotluk, İvan’ın adını Adigece olarak ilk söylediğinde, İvan
durumu kavrayamamıştı. Kendisine yer gösterilince de, ilkin
kendisiyle alay edildiğini sandı.
- Evet, öyle, İvan da yerine oturduğunda her şey tamamlanmış
olacak anlaşılan, diyerek kendi kendisine şakayla karışık
mırıldanmıştı. Ancak Değotluk’un “İvan, Başkanlık Divanı’na gel!”
demesi üzerine, yanındakiler İvan’ın koluna girdiler. İvan’ın
rengi attı.
- Oraya gidip oturmak mı? Tanrı yazdıysa bozsun, gitmem, hiç
istemem, dedi bozuk Adigece’siyle ve gitmemek için ellerinden
kurtulmak için çabaladı.
Diretince de ırgat arkadaşlarından biri yanına geldi ve İvan’ı
azarladı:
- Aklını başına topla İvan, gidip gösterilen yere otur. Sovyet
iktidarı, emekçi insanlar, ırgatlar içindir, onlara değer vermek
üzerine kurulmuş bir iktidardır! Git de otur yerine, kızdırma
beni!
İvan şakayı bıraktı, yün başlığını çıkarıp, bir şey demeden,
sallapati yürüyüşüyle yukarı çıkıp masa başındaki boş bir
sandalyeye oturdu.
En sonunda da Amdehan yerine oturdu. Karbeç’in kocaman Abzegh
kalpağı ile Amdehan’ın kızıl yazmasını bir arada görünce, köylüyü
bir kahkaha tufanı tuttu. Amdehan köylünün güldüğü şeyin nedenini
anlamıştı, yüzünü köylüye dönerek hafifçe bir gülümsedi. Ancak
Karbeç’in gözleri, aşağıya doğru iyice sarkmış olan kaşlarından
zar zor seçilebiliyordu, insanlara değil, onların üzerinden daha
uzaklara bakıyordu. Kabarık sakalı ise rüzgarda uçuşuyor,
taşlaşmış bir heykel gibi, başı yukarıda dimdik oturuyordu.
Değotluk, Divanı Başkanlığı görevini Amdehan’a verdi. Toplantıyı
nasıl başlatacağını da ona söyledi.
Amdehan utanarak ve başaramayacağından da biraz korkarak, önce bir
duraksadı, ardından ayağa kalktı. Ancak toplantıya katılanların
ciddileştiklerini, kendisine şaşkın şaşkın baktıklarını, Behuko
Hacı’nın da incinme görüntüsünü terk ettiğini, yaz sıcağı kargası
gibi, ağzı açık kendisine bakmakta olduğunu görünce, kalın
kaşlarını sert bir biçimde çattı. Bir önceki yaşlılar
toplantısında bir Adige kadını olarak konuşmuş olduğu gibi, sanki
ateş saçar bir biçimde, yüksek sesle konuştu:
- 1 Mayıs Kutlaması için düzenlemiş olduğumuz toplantımızı
açıyorum! Konuşmayı Değotluk yapacak, sözü ona veriyorum, dedi.
Değotluk koridorun başına geldi. Halk sessizleşti.
Mıhamet, kaygı içinde, gözlerini ayırmadan Değotluk’a bakıyordu.
Düzgün bir konuşma yapamaması, olmayacak şeyler söyleyip yaşlıları
darıltması, Behuko-Alıko grubunun toplantıyı sabote etmesine
fırsat vermesi gibisine şeylerden çekiniyor ve endişe duyuyordu.
İlerleyip herkesin önüne geçmişti, bunun ayıp olacağını düşünecek
durumda da değildi. Soluk bile almadan Değotluk’a bakıp duruyordu.
Endişeli olan sadece Mıhamet değildi. Herkes, az çok aynı kaygıyı
paylaşıyordu. Köylünün böyle sessiz kesilip Başkanlık Masası
yanında birinin bir konuşma yapması alışılmış ve görülmüş bir şey
değildi, ilk kez karşılaşılıyordu böyle bir durumla. Topluluk,
har gür içindeki eski Adige toplantılarını görmeye alışmıştı,
karşılıklı olarak laf yetiştirir, karşılıklı bağırıp dururlardı.
Şimdiye değin, onlar Behuko-Alıko grubunun konuşmalarını, akılcı
olmaktan çok insanları aldatmaya yönelik övgü ve dua dolu
konuşmalarını duymuşlardı!
Bugünkü toplantı farklıydı, bambaşka bir biçimde düzenlenmişti.
Övgü (хъохъу) ve dua (тхьалъэ1у) dolu yaşlı konuşmalarının
bugünün anlamına uygun düşmeyeceği biliniyordu. ”Peki günün
anlamına uygun konuşma nasıl yapılacaktı? Farklı olarak neler
söylenmeliydi? Değotluk bunu başarabilir miydi? Böylesine büyük
bir toplantıda öyle birinin konuşması durumu ile ilk kez
karşılaşıyorlardı. Doğru düzgün bir konuşma yapabilir miydi
Değotluk? Alt tarafı köylerinde büyümüş bir delikanlıydı bu çocuk,
köylünün bilemeyeceği ne söyleyebilirdi ki?”
Taşmış azgın bir ırmağın ötesindeki birini kurtarmak için
kendisini suya atmış olan birine bakıldığı gibi, sevenleri
Değotluk’a bakıyor, onun adına kaygılanıyorlardı, gösterdiği bu
cesaret ve yiğitçe davranışı nedeniyle de ona imreniyor ve onu
onaylıyorlardı. Ancak bütün bu işleri başarabilir miydi o… Ya işi
karıştırıp üzücü bir durum yaratacak olursa…
Behuko-Alıko gibi kendisini sevmeyenler de, dikkatle Değotluk’u
gözlüyorlardı. Onlar sabırsızdılar. Ancak beklentileri farklıydı.
”Bakın göreceksiniz, rezil olacak köylünün karşısında şimdi. Hak
etti bunu, önde gelen yaşlıları, hacı ve hocaları itelemeye
kalkışırsan, olacağı budur!En akıllı kişi kendisi imiş sanmasın
artık!Görsün bakalım:Köydeki yaşlı hacı hocaları yanına almadan bu
tür bir toplantıyı götürebilecek mi, anlasın dünyanın kaç bucak
olduğunu!” gibisine görüşler o gibi kişiler arasında uçuşmaktaydı.
Her iki taraf da, bu zıt görüşler nedeniyle olmalı, iyice
sessizleşmişti, uçan sineğin vızıltısı bile duyulabiliyordu.
Değotluk konuşmaya başladı. Biraz heyecanlı, biraz da kaygılı
olduğu anlaşılıyordu, ilkin, kesik kesik konuşuyordu. Ancak hemen
toparlandı. Sözcüklerini, bir tabanca mermisi, bir tornadan çıkmış
gibi düzgün olarak ve birbirinin ardından sıralamaya başladı.
İnsan toplumlarının en eski dönemlerden bu yana sınıf kavgaları
içinde olduğunu anlatmakla söze başladı.
Sayıca az olan sömürücü sınıfın büyük çoğunluğu oluşturan
emekçileri sömürmek ve onları köleleştirmek için her tür hileli
yolu denemiş olduğunu vurguladı. Halkları birbirine düşman etmek,
çatıştırmak ve aralarına nifak sokup dostluk ilişkilerini
baltalamak için sömürücülerin tüm yolları denemekten
kaçınmadıklarını anlattı. Yeryüzünün bütün emekçi ve çalışan
insanları açısından 1 Mayıs Günü’nün büyük bir önem taşıdığını
belirtti.
Değotluk’un bu çarpıcı ve yerinde konuşması karşısında toplantıya
katılanların kaygıları uçup gitti. Kaygının yerini yavaş yavaş
şaşkınlık ve hayranlık aldı:”Ne güzel bir konuşma bu böyle! Bu
genç bizim aramızdan çıktı, şimdiye değin onun bu denli bilgili
biri olduğunu anlayamamışız anlaşılan!”
Bir süre sonra şaşkınlıkları son buldu ve onu daha dikkatle
dinlemeye başladılar.
Ana babaların çocuklarını büyütürken karşılaşmış oldukları
sorunların benzeri, Değotluk için de köyde yaşanmıştı.
Bebek doğar ve büyür. Çocuk yaşamın değişik yönleriyle tanışır,
yetişme ve eğitim süresince, aldığı örnekler ve duyduğu-gördüğü
şeylerle birlikte her gün ve her saat gelişmesini sürdürür.
Gelişimi boyunca da, iyi ya da kötü, birçok özellik yetişme
süreci içinde, çocukta boy göstermeye başlar. Çocuk koşuşturma,
didinme, oyun ve eğlence içinde bir kişiliğini kazanır. Dünyayı
tanımanın da ötesine geçerek, dünya sorunları üzerinde düşünmeye
başlar, kendi yetişme biçimine uygun bir yol tutturmaya çalışır.
Ancak ana ve baba bunu anlayamaz. Doğduğu ilk günden başlayarak,
çocuğu için gelecek hazırlamaya ve bu yolda özlem duymaya başlar.
Çocuğun izleyeceği yolu da, kendi istedikleri biçimde çizip çocuğa
gösterirler. Çocuğu ellerinde büyütürken yaptıkları gibi, onun
yaşam yolunu da kendileri çizmek, çocuğu kendilerinin belirlemiş
oldukları yol üzerinde yürütmek isterler. ”Kendileri daha yaşlı,
büyük kişiler, yaşamı tanıyorlar, daha da akıllılar ya, çocuğun da
büyüklerinin sözünden çıkmaması gerekir” derler. Ancak büyüdükçe,
çocuğun bilincinin gelişmeye başladığını, onun için belirlemiş
oldukları ölçüleri, kalıpları aştığını, gezip dolaştığı, oynadığı
ve arasına katıldığı toplumdan, üstünde yer aldığı dünyadan,
oralardaki insanlardan daha fazla etkilendiği gerçeğini bir türlü
kabullenemezler. Bir ayrı birey olarak çocuğun kendi yaşam yolunu
kendisinin çizmeye başladığını, ana ve babalar çoğunca
kavrayamazlar. Çocuğun sadece bir aile bireyi olarak kalmadığını,
bir toplum bireyine dönüşmekte olduğunu da bir türlü
algılayamazlar.
Ancak, sonunda yalın gerçekle karşılaşırlar: Çocuğun bir anlama
yetisi bulunduğu, kendisine bir yaşam yolu çizmiş olduğu gerçeği
ortaya çıkar, ama bu yol ana babanın gösterdiği yoldan bir sapma,
bir başkaldırı olarak görülür. Çocuğun istediği ve istemediği ya
da sevdiği ya da sevmediği şeylerin olduğu, kendi farklı
kişiliğinin oluştuğu görülür. ”Böyle bir şey olamaz: El üstünde
tutup büyütmüş olduğumuz çocuğumuz bizi dinlemeli, bizim
gösterdiğimiz yolda da yürümeli!” diyerek çocuğu seçmiş olduğu
yoldan döndürmeye çalışırlar, çocuğun kendine özgü düşünceleri
olmasını değil, kendilerine sadık kalmasını isterler, ama
başaramazlar. Çocuk yaşamı süresince kendi seçmiş olduğu yolda
yürümeyi sürdürür. Anne ve baba bu duruma üzülür, içlerinde bir
sızı oluşur: ”Nasıl olurmuş bu böyle: Daha düne değin ellerinden
tutup büyütmüş oldukları çocuk artık kendilerini dinlemiyor!
Görülmüş, duyulmuş şey mi bu!” Çocukları ne denli zeki biri olursa
olsun, ona güvenmez, çocuğun seçtiği yol, doğru bile olsa, bir
türlü kabullenmek istemezler. Çocuklarının büyümüş, kendisinin
belirlediği farklı bir yaşam yolunda yürümesini, ana babalar bir
türlü hazmedemezler, çocukları çekiştirip dururlar. Ancak,
sonunda, onlar da yavaş yavaş çocuklarının seçmiş olduğu yola
saygı göstermek zorunda kalırlar. Çocuklarını, iyi ise iyi
görmeye ve çocuğun başarısına saygı göstermeye başlarlar. Ancak
onu büyütmüş olduklarını da bir türlü unutmazlar…
Köylü Değotluk’u buna benzer bir biçimde karşılamıştı. Bir yetim
çocuğu olarak gözlerinin önünde büyümüştü. Yaşamını sığır ve koyun
çobanlığı yaparak geçirmişti. Varlıklı ve soylu olmanın önde gelen
biri olmak için yettiği bir dünyada, adam yerine konulmayan bir
çoban parçası olarak yaşamını sürdürmüştü. Ancak Değotluk boyun
eğme üzerine bir yaşam yolunu benimsememiş, karşısına çıkan
engelleri aşmaya, önünü kesenlerle mücadele etmeye başlamıştı.
Kendilerini üstün, emekçileri aşağı gören ailelerin çocuklarıyla
sık sık çatışıyordu. Çocuklar arasında kazıklı ve bıçaklı kavgalar
çıktıkça, Değotluk emekçi (фэкъол1) ve köle (пщыл1ы) çocuklarının
başında yer alıyordu. İşini hilesiz yapıyordu, ama düzeni adil
bulmuyordu. Kendisine kapı dibinde (en aşağı bir mevkide) yer
gösterilmesini ise, onur kırıcı buluyordu. Ancak çıkar yolu da
bulamıyordu. Yoksul bir emekçinin soluk almasına fırsat tanımayan
çok sayıda yük vardı ortalıkta, Değotluk’un da sırtına yığılmıştı
onca şey. Eski dünyaya özgü yasa, din ve gelenek kuralları, uygun
ya da değil, bunların hepsi yoksulu boyunduruk altında tutma
üzerine ayarlanmıştı.
Bu tür bir dünya düzeni Değotluk’u da etkilemeye başlamıştı, biraz
büyüyünce kavga ve yağmacılığa kalkıştı. Köyün önde gelenlerinin
nefret duyduğu bir kişiye dönüştü. Ne kadar yakışıksız ve kötü
olay olursa, hepsi ona yıkılmaya ve ona karşı bir toplumsal nefret
oluşturulmaya başlandı.
Öbür emekçiler ise, Değotluk gibi, dünya olanaklarından yoksun
tutulmakta olduklarının bilinci içinde değildiler. Zor koşullar
altında bir yaşam sürdürüyorlardı. Yoksulluğun ağır yükü ve zulüm,
onların da isteyerek katlandıkları bir şey değildi. Kendilerinin
de karşı çıktıkları durumlar oluyordu, ancak başaramıyorlar ve
sonunda boyun eğmek zorunda kalıyorlardı.
Değotluk’un bir başına zalimlere karşı koyduğunu görüyorlardı.
Ancak öylelerinin nasıl tepelendiğini biliyor ve korkuyorlardı.
Bütün mücadele yollarının tükendiği, morallerinin sıfıra indiği,
iyice ezilip sindikleri, yaşam umutlarının bittiği ve tam boyun
eğdikleri bir dönemde Değotluk dünyaya gelmişti. ”Çalışıp az da
olsa yiyebiliyorsan, başında dert yoksa bu yaşam biçimine
katlanmalısın…” gibisine sözler edildiği zorlu bir dönemde,
Değotluk, kabına sığmayan ve bir başına mücadele yürüten biri
olarak ortaya çıkmıştı. Böylelerinin yok edildiğini, başka
benzerlerinin de yok edilmiş olduğunu, Değotluk’un başına da aynı
şeylerin gelebileceğini biliyorlardı, Değotluk’un alnına, umarsız
bir ölüm yazgısı yazılmış olduğunu düşünüyorlardı. Doğumundan önce
mezar taşı dikilmiş biri gibiydi Değotluk.
Bu nedenle, hakkında ölüm kararı verilmiş kişiler için duyulan
duygular, Değotluk için de duyuluyordu. Ölüme mahkum kişilerden
uzak durma, biraz korku ve biraz da çekingenlik vardı
duygularında.
Değotluk’a da öyle bakılıyordu, uzunca bir süre bu bakış açısını
sürdürmüşlerdi. Yeni yaşamın Değotluk’un kişiliğinde yaratmış
olduğu değişikliklerin henüz farkında değillerdi. Yeni dünya
anlayışı doğrultusunda ve bu yeni yolda yürüdükçe, Değotluk’un
yağmacı yapısının değişmeye başladığının da henüz farkına
varmamışlardı. Değotluk, her zaman için “yaramaz ve uğursuz” bir
yetim çocuğudur görüşü beyinlere kazınmıştı. Adam yerine
konulmama, tiksinti ve nefret, kalplerden henüz silinmemişti.
Ancak hesaba katılmayan bir şey vardı, o da Değotluk’un gece ve
gündüz demeden değişmekte ve bilinçlenmekte olmasıydı. Kızıl Ordu
saflarından dönüşü sonrasında, kabadayılığın yerini düzgün
konuşmalar ve yerinde sözler almıştı. Soy-sop (лъэпкъ) kavgasını
bırakmış, sınıf bilinci doğrultusunda hareket etmeye başlamıştı.
Çocukça inatlarının yerini, artık tutarlı ve doğru görüşler
almıştı. Sorunları daha derinlemesine düşünmeye, görüşlerini daha
tutarlı ortaya koymaya başlamıştı. Köydeki haksızlıkların
karşısında geçilmez bir engel gibi dikiliyordu. Sezgileri ve
kavrama yeteneği güçlüydü, toplantılarda sözünü dinletebiliyordu.
Emekçi yığınlarının sorunlarının çözümünün, Sovyet iktidarının
başarısına bağlı olduğu yavaş yavaş anlaşılmaya başlanmıştı.
Değotluk, giderek köyde yürütülmekte olan sınıf kavgalarının bir
emekçi önderi oldu. Keskin kavrama gücü ve yerinde sözleri
karşısında sınıf düşmanları ondan korkmaya, emekçi insanlar da
onunla gurur duymaya başlamışlardı.
Gün geçtikçe Değotluk’un sözleri ve öngörüleri daha da güçleniyor
ve gelişiyordu.
Yine de, geçmişin bazı olumsuz tortuları insanların yüreklerinden
sökülüp atılmamış, uzun bir süre silinmemişti. Değotluk’un
sözlerini dinliyorlardı, doğruluk payını da yadsıyamıyorlardı.
Yardımına gereksinim duydukça onu yanlarında buluyorlardı. Yine de
“Değotluk uğursuzu bu alt tarafı!” demekten de geri kalmıyor ve
ona karşı olumsuz düşünceler taşımayı sürdürüyorlardı.
Ancak olumsuz yargılar da, eski yaşamın ürünü olan yanlış
düşünceler de, sonunda silinmeye, onların yerini yeni yaşama
ilişkin yeni umutlar almaya başlamıştı. Dünyaya bakış biçiminin
değişmiş olması gibi, Değotluk’a ilişkin olan olumsuz düşünceler
de silinmeye başlamıştı: ”Fena çocuk değil, köyde bulunması bir
şans, kafalı bir çocuk, ama biraz sinirlice” gibisine sözler
etseler de kendisini artık beğenir olmuşlardı.
Değotluk’u bugün tanımış değildiler ama onu ilk kez gördükleri bir
kişiymiş gibi gıpta ile ona bakıyorlardı. Kullandığı sözcükler
arasında kaba ve uygunsuz olanlar yoktu. Bütün bir dünyayı ele
alıyor, her şeyi emekçi insanların yaşamı, mücadeleleri ve çıkarı
ile ilişkilendiriyor, Adige emekçilerinin sorunlarının çözümünü de
bu bağlamda ele alıyordu. Herhangi bir kişiyi ad öne sürüp
eleştirmiyor, kimseleri de ad söyleyerek kınamaya kalkışmıyordu.
Ancak köydeki sömürücü sınıftan kişileri “işte onlardır” diye
tanımlayacak bir biçimde, onların vahşi yanlarını, kötü
niyetlerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermekten de
kaçınmıyordu. Kendilerine karşı bir sınıf mücadelesi verilmesi
gereken kişileri ad olarak söylemiyordu, ama onların kimler olduğu
da yeterince anlaşılıyordu. Bu açıklamalarla birlikte, sınıf
düşmanlarının hilebazlıklarını, insanları nasıl yanıltıp
gerçeklerden saptırdıklarını haykırıyor, bunu köyde gerçekleşmekte
olan olaylarla ilişkilendiriyor ve yeniden gözler önüne seriyordu.
Bilinç düzeylerini düşüren birer kemiriciler biçiminde kalmış olan
kurt ve hamam böceklerini temizlemedikleri, olaylara dar
pencerelerden baktıkları için emekçileri eleştiriyor, oldukça sert
bir biçimde kınıyor ve uyarıyordu.
Ancak bu sert sözler, kişi olarak herhangi bir kimseye yönelik
değildi, sorun birilerini değil herkesi ilgilendirmesi gereken bir
sorundu. Kınamaları da bireysel anlamda kişilere değil, toplumsal
ve yaşamsal temellere dayandırıyordu. Değotluk, kendisini de
eleştiri dışı tutmuyor, kusurlarını bir bir sayıyor, diğerleri
gibi kendisini de kınıyor ve özeleştiride bulunuyordu. Mutlu bir
gelecek için, sömürücü sınıflarla daha bilinçli mücadele
verilmesi için kitleleri uyarıyordu.
Değotluk dışındaki bir genç, köylünün karşısına böylesine dikilip
azarlayıcı sözler söylemeye kalkışsaydı, onu hemen susturur,
sözlerini uygunsuz ve deli saçmalaması olarak karşılarlardı. Ancak
Değotluk, kendisini ayrı tutmadan, doğru olanı, içinden geldiği
gibi söylüyordu. Sadece insanların iyiliği için çalışılmasını
istediği belliydi, gerçekleri dile getirmesi sözlerine ikna gücünü
katıyor, toplumu derinlemesine etkiliyordu. Dudaklarından dökülen
gerçekçi ve ateşli sözcükler, dinleyicilerin buzlaşmış haldeki
güvensizliklerini ve umutsuzluklarını eritiyordu. Konuşan kişinin
köylerinden biri olduğu gerçeğini adeta unutmuş gibiydiler,
içlerindeki kuşkular yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Değotluk’un
sözleri insanların özlemekte olduğu mutluluk yolunu gösteriyordu.
Değotluk büyük bir beğeni ve takdir kazanmış halde konuşmasını
tamamlayıp kürsüden indi ve topluluk içindeki eski yerine geçti.
Köylü, artık kendisine bambaşka bir gözle bakmaya başlamıştı.
(*) Adige
resmi alfabesi o sıralar Arap harfleri üzerinden düzenlenmişti. -HCY |