III. ADAMIN ÜZÜNTÜSÜ
Kulats’ın kaçması sonrasında, iki üç ay geçer geçmez, bir sürü
delikanlı Nafset’in peşine düşüvermişti. Ablası gidince,
delikanlıları ağırlama görevi Nafset’e kalmış ve bunun için
bir oda ayırmıştı. Delikanlılar kızı bellemişler ve hemen
her akşam ona yıkılmaya başlamışlardı.
Evlenme ve iyi bir kısmet dışında derdi olmayan kızlar açısından,
böylesine bir “pseluh/yavuklu bolluğu” arzulanan bir şeydi.
Ablasının evlenmesi geciktiği için yakınmakta olan kız sayısı da
az değildi.
Ancak Nafset’in durumu farklıydı. Eve gelip gidecek olan onca
gençle ilgilenmek şimdiye değin Kulats’ın görevleri arasındaydı;
Nafset, ablasının gölgesinde kalıyordu ve oldukça rahattı. Adige
gençlerinin uluorta konuşmalarını şimdiki gibi dinleyip oturmak
zorunda kalmıyordu. Daha akılca ve daha bilinçli konuşmalar
yapıldığında, küçük divanın yanında dikilir, bir küçük kız kardeş
olarak, konuşmaları sessizce dinlemekle yetinirdi. Canı
sıkıldığında odadan ayrılabiliyordu. Çoğunca da öyle yapıyordu.
Kitaplarından birini alır, evin ana odasına gider, anası azarlasa
ve iş buyursa bile, fazla gücenmez, solgun lamba ışığı karşısında
okumaya dalardı. Yüklenmesi gereken işleri ve nerede oturmakta
olduğunu unutur, kitaba dalar, okumasına devam ederdi.
Ocak başında, lamba ışığı karşısında, değişik insanların yaşam
biçimlerini ilgiyle öğrenmenin yolunu bulmuş olurdu. Sanki iki
ayrı dünya yan yana gibiydi. Biri kendisi de içinde doğmuş olduğu
dünya, diğeri kitapların anlattığı bir imrenilesi dünya. Kendi köy
ve çevresi dışında bir dünya tanımıyorum derken, kitapları
okudukça bilincine erdiği mutlu bir dünya, kendini ve kalbini o
dünyaya ait saymaya başlamıştı. Bu koca dünya karşısında, kendisi,
içinde yaşamış olduğu bu dünya karşısında bir avuç yer bile
kaplamazdı. Nice kara ve denizler, ormanlar, dağlar, susuz ovalar,
bozkır ve çöller, sıralanıp gidiyorlardı bu dünyada. İnsan her
yerde bir uğraş, bir yaşam kavgası veriyordu, ama bir türlü mutlu
bir yaşama kavuşmayı başaramıyor, durmadan ormanları yağmalıyor,
tahrip ediyor, dağları parçalıyor, ücra vadileri bile talan
ediyordu. Nafset de, okuduğu kitapta anlatılan kişinin peşine
takılmış, koca dünyayı arşınlıyormuş gibi oluyordu, değişik
yolculuklarda yer alıyor, okyanusları ve çölleri aşıyor, tropik
ormanları geçiyor, değişik insan toplulukları ve değişik yaşam
biçimleri ile tanışmış gibi oluyordu. Köle/ırgat olan insanların
zavallılığını, güçlü/varlıklı kesimin sömürü ve zulmünü her yerde
görüyor, bütün bunları kitaptan okuyordu. Mutluluğa nasıl
ulaşılacağını bilemeyen ve boyuna didinip duran değişik insan
topluluklarının çektiği sıkıntıları anlıyor ve onların özlemlerine
arka çıkıyordu Nafset de. Kitapların bazıları yüzyıllar öncesi
olaylarına uzanıyor, o çağlarda olup bitmiş olayları
anlatıyorlardı; bunlar geleceği ve bundan sonrası için izlenmesi
gerekli olan yolu aydınlatıyorlar; oradan günümüz dünyasına dönüş
yapıp çok yönlü bakış olanağı sunuyorlardı kişiye.
Böylece çok değişik konularla tanıştıkça, Nafset’in bilinci de
gelişmeye ve bir kuş gibi kanatlanmaya başlamıştı. Kitabın tadına
varmıştı ve kitap okumaktan zevk duyar olmuştu.
Okumaya yeni başladığı sıralarda Nafset’in Rusçası zayıftı, çoğu
şeyi anlayamıyordu. Kitaplardaki ilginç noktaları, yani şifreleri
çözemiyor, bazı sözcüklerin anlamlarını bilemiyor, bunlar birer
kara perde gibi görüş ufkunu kesiyorlardı. İşte bunun kaygıları
içindeydi. Rusça okumakta zorlanınca, Adigece kitapları aramaya
başlamıştı. Ancak Adigece yayınlanmış kitap sayısı henüz çok azdı.
Rusçaya dönüş yapmak zorunda kaldı. Vargücüyle uğraşıp dururken
bir çıkar yol da bulmuştu. Kitapta takıldığı sözcükleri bir
deftere yazmaya başlamıştı. Bunları Değotluk’a ve köyün bayan
öğretmenine soruyordu, böylece daha fazla sözcüğü kavrar olmuştu.
Bıkmadan uğraştıkça, karşılaştığı sözcüklerin ne anlama
geldiklerini sezgileriyle çözebilir olmuştu. Böylece bir konuyu
daha iyi kavramaya, karşılaştığı bilinmedik sözcüklerin
anlamlarını da, anlatım akışı içinde çözmeye başlamıştı. İşte bu
aşamalarda kitabın tadına da varmış oldu.
Önceleri kitaplarda yazılı olan bazı görüşlere katılmadığı, onları
tepkiyle karşıladığı oluyordu. Ancak okudukça görüş açısı
gelişmeye, köydeki öretmen bayanın da yardımıyla bilinç düzeyi
yükselmeye, kitaplarda yazılı olanları ve değişik yaşam
biçimlerini derinlemesine kavramaya başlamıştı.
Kitabı daha derinlemesine kavramaya başlaması olayında dönüm
noktası, öretmenin kendisini payladığı bir an olmuştu. Okuduğu
kitapları öğretmenden alıyordu. Kitapta işine gelen yerleri
okuyor, beğenmediği ya da anlamakta güçlük çektiği
yerleri/bölümleri atlayıp kitabı vaktinden önce bitiriyor,
ardından öğretmene geri götürmeye başlamıştı. Bir gün öğretmen
bunu fark etmiş, gelip kitapta anlatılan olayları bütünüyle
okumamasını eleştirmiş, olaylara yol açan nedenleri de öğrenmesi
gerektiğini, uyarı anlamında Nafset’e söylemişti. Nafset, önce
bunu anlayamadı. Ancak zor da olsa, içinden pek gelmiyor olsa da,
öğretmeni kıramadığı için, önceleri atlamakta olduğu bölümleri de
dikkatle okumaya başlamıştı. Ayırdına varmadan farklı düşüncelerle
tanışmaya, çok şeyi yavaş yavaş kavramaya, yaşam koşullarını,
insan özlemlerini anlatan sözcüklerin, sanki bir elmas madeni
işleniyormuş gibi ustaca dile getirilmekte olduğunu görmeye ve
bunların tadına varmaya başlamıştı. Yemyeşil yapraklardan öte bir
şeyi olmayan bir gül fidanında açan bir goncanın farklı güzelliği
gibi, kitapta anlatılan şeyler de, güzel örülmüş, yazılmış, derin
görüş ve üstün bir bilinç anlayışının yansıtıldığı yerlerdi,
onları bir gül ağacındaki gonca gibiymiş gibi görmeye ve
algılamaya başlamıştı. Bunları defterine yazmaya ve onları
yapraklar arasındaki kurutulmuş çiçekler gibi taşımaya başlamıştı.
Okuma süreci içinde, böylece Rusça’sını da ilerletmiş ve
güçlendirmiş oldu.
Okumanın tadına tam vardığı bir sırada, delikanlılar da, gelenek
gereği yanına oturmaya gelmeye başlamışlar, Nafset de onları
karşılamak ve onları dinlemek/katlanmak zorunda kalmıştı. Ev
işleri okumasını engellediği gibi, akşamları oturmaya gelen
gençler de, ayrılmalarına değin onu bağlıyorlar ve okumasını
engelliyorlardı. Yeni yaşamın ne anlama geldiğini ilk kavrayan,
ama eski geleneğin yükünü taşımak zorunda kalan Adige kadınları
arasında Nafset de bulunuyordu. Eski Adige kızlarına ait bağlardan
boşanıp özgürleşememiş olan Nafset, bu durumuyla uzakları görmeye
ve bir genç Adige kızından kolay beklenemeyecek olan bir bilinç
düzeyine erişmeye başlamıştı. O artık daha iyi bir yaşam ve mutlu
bir gelecek özlemi taşıyordu. Eski Adige yaşamı ona yetersiz, dar
gelmeye, bir pranga gibi kendisini boğmaya başlamıştı. İnsan gibi
yaşamak istiyor, kitaplardan öğrendiği değişik yaşam biçimlerini
karşılaştırıyordu, bunların içinde Sovyet diyarının özgür
insanlarını seçiyor/beğeniyor, kendi de onlardan bir olmak için
elinden geleni yapıyordu. Özlemi de, kadın erkek herkesin eşit,
insanlığın en yüce değer olduğu, herkesin uyumlu ve birbirine
saygılı olacağı bir toplum düzenine ulaşmak idi.
Nafset.
Ancak kendisi hala eski geleneğin tutsağı durumundaydı. Saatlerin
nasıl birbirini izlemekte olduğunun farkında olmayan, insanın tek
bir yaşam yolu dışında hiç bir şey bilmediği, zengin olmanın insan
olmanın üstünde önem taşıdığı acımasız bir geçmişe ait prangalar
hala Nafset’in üzerindeydi. Kulats evdeyken, o prangalar biraz
daha gevşek konumdaydı. Şimdi, evlenme sırası kendisine gelince,
kendisini bağlayan zincirler daha bir ağırlaşmıştı. Şimdi
kitaplardaki tadı, özlemleri ve kendisi ile yeni dünya arasında
uzanmakta olan tek köprü de yıkılmaya çalışılıyordu. Kendisine
artık kitap okumak değil, bakmak için bile zaman tanınmıyordu.
Koca kalpaklı bir genç grubu geliyor ve evine kuruluyordu. ”Tüm
benliğim ve her şeyim ile en beğendiğim…” diye başlayan ve sonu
belirsiz pseluh (yavuklu) konuşmaları devam edip gidiyordu. Tüm
söyledikleri kadına karşı olan arzuları ile sınırlıydı. Bir bilinç
ve geleceğe ilişkin bir dünya anlayışı içermeyen boş sözlerden
oluşmaktaydı bu tür konuşmalar.
O tür kişilerin ne denli kıt görüşlü olduklarının farkındaydı
Nafset. Okuduklarından, içinden bilincin yansıdığı, bir
elmas/pırlanta kolyesi gibi sözcüklerden oluşma konuşmaların
bulunduğu kişiler olduğunu da bilmekteydi Nafset. Beğendiği ve
arzuladığı kadına değer veren, ona insanca yaklaşan ve onunla
anlaşma kuran başka yaklaşımlar bulunduğunu da anlamıştı. Birinin
görüşünü diğerinin paylaştığı, bilinç düzeyi yüksek konuşmalar
yapıldığını da öğrenmişti. Ortak amaca, iyiye ve insan özlemlerine
dayalı duygularla iki bireyin bir araya geldiğini, işte bu noktaya
gelmenin en iyi bir seçim olacağını fark etmekteydi Nafset. Ancak
şimdi yanına pseluh (evlilik konuşmaları yapmak) için gelen koca
kalpaklıların o tür şeylere ilişkin bir dertleri yoktu. Bilinçli
bir gelecek arayışı, birlikte bir özlem, bir arzu, insani
duygularla bir araya gelme gibisine kaygılar yoktu o gençler
arasında. Bir Adige kadını, neyi düşünürmüş, neyi özlermiş,
erkekler açısından bunların değeri yoktur, kadını her zaman için
kendilerine bağlı kalması ve karşısında sesini yükseltmemesi,
erkeğinin isteği dışına çıkmaması gereken kişiler olarak görürler,
son söz kadın hakları kısıtlanmış biri olmalıdır. Kadını, eski
Adige geleneğinin prangasına vurulmuş olarak
görmüşlerdi/bulmuşlardı ve onun öyle kalmasını istemekteydiler.
Kendisine de kadına karşı duyulan basit bir arzuyla bakılmakta,
düşüncelerine ve kişiliğine değer verilmemekte olması Nafset’i
üzüyor, kendisini aşağılanıyormuş gibi görüyordu. Yine de eski
Adige yaşam biçimini benimseyemiyor ve içine sindiremiyordu. Bir
şey de yapamıyordu. İlişkileri kendi anlayışına göre düzenlemeye
kalkışsa, Adigelik anlayışına ters düşmüş olurdu. Bilincini
erkeğin karşısına çıkaramazdı, Adige geleneğine göre, Adige erkeği
her zaman için kadının beyi (пщы) konumundaydı,
başkaldırma/diklenme yetkisi yoktu. ”Ben şimdilik evlenmeyi
düşünmüyorum, sizin boş sözlerinizi dinleyip oturamam, kendime
yeni bir yaşam yolu çizmek için uğraş veriyorum, aşmam gereken
daha birçok engel var!” diyerek görüşlerini belirtmeye kalkışırsa,
maazallah içinden çıkamayacağı ağır bir bedel ödeme durumu ile
karşı karşıya kalırdı. ”Bir kızın, evlenmek ve evlenmeyi düşünmek
dışında bir amacı olabilir miydi? Pseluhlar (istekliler) peşinden
geliyorsa, bundan mutluluk duymalı!” düşüncesindeydi koca
kalpaklılar.
İstedikleri zaman gelirlerdi, kızın bir derdi var mı, içinden ne
geçiyor, durumu uygun mu, diye hiç düşünmezler, gelişi güzel
konuşup otururlardı, eğer kız yatmış ise kaldırırlardı, bu
Adigeliğe aykırı bir şey değildi. Kız biraz ters davranacak
olursa, bunu çok uygunsuz bir şey olarak karşılarlardı. Peki
Nafset ne yapsındı, Adige geleneğinin kalın ipleriyle bağlanmış
halde şimdi tam karşılarındaydı, aralarında sinir bozucu biri
varsa şayet, ona da katlanmak zorundaydı. Sadece, ”Evlenecek çağa
gelmiş olsaydım, o zaman size bir yanıt vermeye çalışırdım…” türü
sözlerin ardına gizlenmeye çalışıyordu. Yavaş yavaş, farkına
vardırmadan konuşmaları düşünce alışverişi platformuna çekmek için
didindiği oluyordu.
Bilime ilgi duyan, bilinci uyanmaya başlamış olan gençlerin
bulunduğu söyleşilerde, Nafset o olanağı yakalayabiliyordu. Basit
konuşmalar dışına çıkılıyor, bilinç içerikli konuşmalara başlıyor,
kitaplar ele alınıyor, gençlerin “Canla ve başla…” diyerek
başlattıkları pseluh konuşmaları bırakılıyor, Nafset’in de bir
kadın olduğu unutuluyor, anlattıkları yerinde bulunarak, onu
dinleyip gece yarılarına değin oturdukları oluyordu.
Ancak koca kalpaklılar, verk (оркъ/soylu) kökenliler, parlak
çizmeli ve gümüş kemerli olanlar çoğunlukta olduklarında, durum
karışıyordu. Onlar, Adige geleneğine uygundur, uygun değildir dar
görüşü dışına çıkamamış, çıkmak da istemeyen kimselerdi. Onlar
eski Adigelik anlayışına bağlı kalmış ve onun ötesine uzanmayı
istemeyen kişiler idiler. Onlar kendi kavlaşmış beyinlerinin
almadığı şeyleri delilikmiş gibi görüyorlardı, onun dışında bir
şey bilmiyorlar, bilmek de istemiyorlardı. Verk kaşlarını çatmış
halde otururlardı. Gümüş kemerleri ve pırıl pırıl çizmelerinden
daha değerli bir şey, insanlar bulunabileceğini düşünmek bile
istemiyorlardı. İşlerine gelmeyen şeyler söyleyen Nafset de
umurlarında değildi onların:”Kadı kız (ukala), Adigelik, insanlık
gibi şeylerden nasibini almamış küçük bir kız. Bir kız imam/hatibe
(ефэнды) vaazı dinlemeye gelmediğimizi anlayamıyor bir türlü!”
diyerek içlerinden Nafset’i çekiştiriyorlardı. Pseluh
konuşmalarını durduruyor, erkek bir hindi gibi kabararak, ,
burunları havada, pek de konuşmadan, bir süre oturup kırılmış
halde kalkıp gidiyorlardı…
Böylelerinin gitmeleri Nafset’i sadece sevindiriyordu, ancak o tür
kişilerin hoş olmayan birtakım sözleri köye yaymış olduklarını da
duyuyordu.
Sonunda köydeki gençler Nafset konusunda ikiye bölünmüştü. Bir
grup Nafset’in bilincine ve insanca davranışlarına değer
veriyordu. Akşamları yanına gidip konuk olduklarında, Nafset ile
söyleşi yapıyor, daha da bilinçleniyorlardı. Onlar pseluh için
değil, düşünsel platformda söyleşilerde bulunmak üzere Nafset’in
yanına gelmeye başlamışlardı. Bu gelenler arasında ikomsomol
olanlar çoktu. Onlar kültürel konularda konuşma amacıyla Nafset’in
yanına gelmekteydiler, giderek de Vıstanekoların evine gelmeyi
alışkanlık haline getirmişlerdi.
Öbür koca kalpaklı grup ise, ”Sıradan bir kadı (gevze/bilgiç
geçinen) kız diyerek, beğenmiyorlarmış gibi yaparak, sonunda
Nafset’den uzaklaşmıştı.
Koca kalpaklı gruptan olup Nafset’den kopmayan ve gelmeye devam
eden tek kişi kalmıştı. O da İsmahil idi. |