IV.
DERTLİ KEMENÇE
(ПХЪЭПЩЫНЭР
ЗЫК1ЭТХЬАУСЫХЭЩТЫГЪЭР)
Geceler uzamaya, gündüzler de kısalmaya başlayınca, havanın
soğumasına koşut olarak yağmur yağışları da artmaya
başlamıştı.Ardından,
fazla bir süre geçmeden yağmur yerini lapa lapa kar yağışlarına
bırakmıştı. Giderek de her taraf karla kaplanmıştı. Esmekte olan
soğuk rüzgarlar da karın gelişi ile birlikte ne yapacaklarını
şaşırmışlar gibi duraklamışlardı. Gökyüzü kaşlarını iyice çatıp
yeryüzüne doğru iyice çökmüş, iri iri taneler biçiminde kar
dökmeye başlamıştı. Evlerin damları, ağıllar ve her taraf kalın
kar tabakalarıyla örtülmüştü, ağaçların üzerleri kargaları bile
dondurmuş gibi kar kaplıydı. Akşama değin, kümese dönmesi gereken
tavuklar karı aşamayarak, gıdaklıyorlar, ahırların siperlerine
doğru uçuşuyorlardı. Gökyüzü kaşlarını henüz indirmeden gece
karanlığı da bastırmıştı, durmadan kar yağmaktaydı.
Henüz
karanlık tam bastırmadan Nafset, soğuktan korunmak için üzerine
aldığı küçük bir şal ile bahçedeki karları yararak ilerlemeye
başladı. İnce pabuçları ıslanıp su almaya ve ayakları donmaya
başlamıştı. Ayrıca üstüne yağmakta ve yüzünde erimekte olan karlar
yüzünü gıdıklıyorlardı. . .
Nafset,
karları yararak Karbeç'in evine giden ince bir yol açmış oldu
sonunda.
Karbeç
odun ateşi başında, kemençesini acıklı bir biçimde çalıp
duruyordu. Kürkünü giymiş, koyun derisinden kalpağını iyice başına
geçirmişti, sakal ve bıyığı ise üzerine kar yağmış gibi
bembeyazdı. Daha da bükülmüş, kamburlaşmış biçimde gözleri
ocaktaki korlara dönük kemençesinin sesini dinlemekteydi. Gözleri
yaşarmış, üzerlerine avuç avuç kırmızı yıldızlar serpilmiş gibi
ateşin karşısında parıldıyorlardı.
İçeri
girmiş olan Nafset'e bakmadı ve bir şeycikler olsun söylemedi.
Böyle durumlarda dedesini üzmemesi gerektiğini biliyordu Nafset,
konuşmadan gidip divanın bir köşesine ilişti.
Nafset
kemençe sesini pek sevmezdi. Bir yakınma sesini andırıyor ve
insanın içini burkuyordu. İçindeki ve yaşadığı ortamdaki bitmez
tükenmez yakınmalar gibi, içinde bir sürü soru yaratıyordu. Ancak
içinde barındığı toplumun özlem, sevinç ve üzüntülerine alışmış
olduğu gibi, dedesinin kemençesinden yayılan dertli şarkıları
oturup dinlemeye alışmıştı.
Nafset
hala içinde yaşadığı koşulları derinlemesine kavramaktan ve onlara
akılcı çözümler getirmekten uzaktı. Düşünmekte olduğu şeyler ise,
kemençenin söyledikleri gibi, belirginleşmemiş düşünce ve özlemler
gibisine şeylerdi, kendisini çevreleyen insanların yaşamlarında
oluşmakta olan düşünce ve özlemlerle sınırlıydı. Ancak en çok da
üzerinde durduğu şeyler, kendi pek farkında olmasa da, içinde
yaşadığı umutsuz ortamdan bir çıkış yolu bulma üzerine olan
şeylerdi.
Bütün gün
Meleçhan’ın (Мэлэчхъан/Melekhan) başına geleni düşünmekten
kendini alıkoyamamıştı. Bu komşu kız geçen yıl kocaya varmıştı.
Şimdi dün tışase (тыщасэ) olarak baba evine ilk kez ziyarete
gelmişti. Komşu kızları içinde Nafset’in en sevdiği ve en fazla
ilişki içinde olduğu kız da oydu. İçinde yaşadığı topluma
eleştirel bir gözle bakmayan, üzücü bir durumla karşılaşıp, keyfi
kaçsa bile, küçücük bir mutlu duruma tanık olduğunda çocuk gibi
sevinen ve derinlemesine düşünmeyen neşeli küçük bir kızdı. Ancak
bir yıl içinde ne hale gelmişti şimdi. Sisten, toz dumandan yeni
çıkmış biriymiş gibi, görüntüsü Nafset’in karşısında duruyordu.
Yalancıktan da olsa tatlı dilini hala yitirmemişti, ancak kızlığı
dönemindeki umursamazlığının ve neşeli havasının zerresi bile
kalmamıştı. Yalancıktan gülümsemesinin ardından yatan derin
umutsuzluğu görmek zor bir şey değildi. Gülümsediğinde bile,
umutsuzluğu gözlerinden okunuyordu. Kanı son damlasına değin
çekilmiş gibi benzi sapsarıydı, yaşlı suratlarda görmeye alışkın
olduğumuz özellikler, şimdi, bir zayıflık belirtisi olarak,
yüzünden yansıyordu. Büyük bir belanın içinden çıkmış, yeniden o
belanın içine düşme korkusu içinde imiş gibi bir görüntü veriyor,
bu korku yüzünden taşıyordu. Kızlığındaki karşılıklı güvene
dayanarak sorduğunda bile, kadın, Nafset’i yabancı bir imiş gibi
yanıtlamaktan kaçınmıştı. Gittiği yerde mutlu olduğunu söylüyordu,
ama sözlerinde söylemekten kaçındığı yanlar bulunduğu seziliyordu.
Korktuğunu ve korkutulmuş olduğunu, zavallılığını başkalarından
saklarmış gibi bir hali vardı. Bu durum her halinden
anlaşılıyordu.
Bir
canlının öldürülüşüne tanık olmak ne denli iğrenç bir şey ise ve o
tür görüntülerden korkuluyorsa, Meleçhan’nın bu duruma düşmüş
olmasını görmek Nafset’i ürkütmüştü. ”Başka bir aileye katılmak o
denli bir belaya mı yol açıyor?” der gibisine bir kaygı doğmuştu
içinde.
Sorusuna
verilmiş bir yanıt gibi Darihan’ın (Дарихъан) görüntüsü de
Nafset’in karşısında canlanmıştı. Bir deri bir kemik kalmıştı
Darihan ama vücuduna elini dayayarak dik durmaya çalışıyordu.
Yumuşak adım atıyor ama gücüne hala güveniyor olmalı, ayaklarını
yere sağlam basıyordu. Sevecen ve iyiliksever bir yaşlı kadın
olarak hala dimdik ayaktaydı. Tek oğlunu yitirmiş, kocası ile bir
başına kalmıştı, Vıstanekoların hemen bitişik komşusuydu.
Yitirdiği çocuğu yerine koyup Nafset’e kol kanat geren tek kişi de
oydu. Yaşlı kocası karabiber gibi ateş saçan aksi biriydi, içi
sıkıntı ve kaygıdan geçilmiyordu, ama artık kanı çekilmiş yaşlı
bir adamcağızdan başkası değildi, bağırma sesi konu komşu ve bütün
bir mahalleye yetiyordu. Yaşamlarını yoksulluk içinde
geçirmişlerdi. Yoksulluğa ve aksi kocasının bağırma ve
azarlamalarına katlanarak ömrünü tamamlamaktaydı Darihan.
”Darihan’daki bu sabır” diye köyde adı söylenen biri olmuştu. Bir
at ya da arabaları olmadığından, kendileri o işi yüklenmiş, bir
yükü koltuğuna almış ya da omzuna atmış gitmekte olduklarını köyde
ya da kırda olsun herkes görmeye alışmıştı.
Devrimden
önce hasta olup yatağa düştüğü sürece çekmiş olduğu acıları
Nafset’in unutması olanaksızdı. Üç yıl boyunca ağzından küller
savrularak ocak başında yatmış, iniltisi üç yıl boyunca köyde
duyulmuştu. Sancısı tuttuğunda, artık dayanamıyor, inildiyor,
bağırıyor, evin toprak tabanını tırnaklarıyla tırmıklıyor ve odayı
adeta eliyle kazıyordu. Uzaktaki kent hastanesine götürülmesi için
gerekli parayı bulamıyorlardı, elde avuçta olanı yitirip bulmaktan
da korkuyor, kendi ailesi ve kocası çektiği onca acıya karşın
durumu üç yıl boyunca seyretmekle yetinmişlerdi. Sonunda kocası
dayanamadı ve tek ineğini satıp karısını kente götürüp tedavi
ettirmiş ve iyileştirilmesini sağlamıştı.
Darihan,
Nafset’in yanına her gelişinde, umarsızlığının ve ne yapacağını
bilememenin kaygısıyla, Nafset’in hala bir çocuk olduğunu
unutuyor, içini ona açıyor ve dertlerini onunla paylaşıyordu.
- A benim biricik güneş ışığı küçük kızım (сищэщэ тыгъэ нэбзый
ц1ык1у), senin de benim gibi nasipsiz olmaman için Ulu Tanrı’ya
yalvarıyorum, diyordu sık sık Nafset’e.
Ancak çoğu
zaman, hasta düştüğü günlerden beri, Darihan ellerini bacakları
üzerinde, çenesini ellerine dayamış ocak ateşinin karşısında
oturmayı, ağıtlar söyleyip kendi başına yakınıp durmayı alışkanlık
haline getirmişti. Darihan’ın ağıtlarını, dedesinin kemençesinden
dökülenlere benzetiyor, sık sık düşünüyordu bu durumu. Darihan da
dedesi de benzer biçimde ve umutsuzcasına gözlerini ateşten
ayırmıyorlardı. Onları o denli düşündüren ve umutsuzluk içine
düşüren şeylerin ne olabileceğini ise, bir türlü anlayamıyordu
Nafset…
Onlardan
ayrı olarak Nafset’i kaygılandıran köydeki yaşlanmış kızlar içinde
Ş’evel’ıların Çab’ı da vardı (Шъэол1ымэ я Чаб). Adı bir
delikanlı yüzünden kötüye çıktığından, evde kalmıştı. Kendisinin
sevebileceği gibi birisi de karşısına çıkmamıştı ondan sonra.
İsteyenleri de o beğenmemişti. Üzüntü ve durumunu düşünme
kaygıları içinde hastalık kapmıştı sonunda. Eski geleneksel
anlayışa göre, bir koca bulamadığından, artık dünyalık bir
beklentisi de kalmamıştı.
Bir kız
olduğunun görüntüsü, bir zincirden bukağı gibi kendisini
bağlamış, koca bulma umudunu da yitirmişti ve yüzünü başkalarından
saklamaya çalışıyor , ”Çabe gibi” denilerek köyde söylenen ve
fazlalık görülen bir insan gölgesine dönüşmüştü…
Dedesinin
kemençesinden dökülen nağmeler, öylelerinin yakınmaları ve
mutsuzluk içinde yitip gitmiş olanların ağıtları imişler gibi
geliyordu Nafset’e. İçi buruklaşmış, zor soluyormuş gibi,
kemençenin yaşlılara özgü çıkardığı şarkı sesleri Nafset’in
gözlerini yaşartmıştı, üzüntü ile acıma duyguları içinde, içi
eritmekteydi. Elinden gelse tüm mutsuz ve zavallılar için canını
ortaya koymaya hazırmış gibi kalbi onlar için çarpıyor, kemençe
sesi Nafset’in içini sızlatıyordu. Dans havaları çıkarırken bile,
kemençe, bitmez tükenmez arzu ve umutsuzlukları döktürmekten
eksik kalmıyordu. Kendi sorununu, umut ve özlemini kendi çözme
olanağından yoksun Adige kızları, gizli bir umut ve tatlı bir dil
biçiminde bütün bu üzüntüleri şarkılarına yansıtmışlardı…
Bunları
yeterince anlayacak bir düzeye erişmemiş olsa da, Nafset onları
içinden seziyor, bulanık ve sise gömülü umut ve arzuları beyninde
dolaşıyor, ama onlara yine bir çözüm bulamıyordu. Kendi başına
gelebilecek olan şeyleri de düşünmeye başlamıştı. Yoksul ve
sıkıntı dolu bir yaşam sürdürdüklerini biliyordu, çevresindeki
insanların bilgi ve bilinçlerinin gelişmiş olmadığını da kavramaya
başlamıştı. Yaşlı başlı ve çoluk çocuk, Adige geleneğine göre
dinlemesi ve saygı göstermesi gereken kişilerdeki eksiklikleri
görür gibi olmuştu.
Dün akşam
birkaç genç Kulats’ın yanına oturmaya gelmişti. Köydeki en
varlıklı ve en saygın, köydeki kızların varmak için can attığı
gençlerdendi bunlar. Pseluh diyerek, şakalaşarak ve eğlenerek gece
yarısına değin oturmuşlardı. İçlerinden biri Rusçaya ağırlık
veriyor, anlaşılmayan sözcükler sıralayarak oturuyordu. Aynı kişi
bir sigara paketi çıkarıp:
- Biliyor musunuz “Antik” dedikleri şey işte bu! deyip elini
paketin üzerinde gezdirdi.
Oturanlardan biri “İsterse antik olsun, isterse olmasın, ver
bakalım biz onu şimdi antik yaparız!” diyerek elini uzattı. Aynı
biçimde diğerleri de ellerini uzattılar.
- Olmaz, o sizin içtiğiniz tütünlerden değil, siz kendi
tütünlerini içebilirsiniz, ben onu Amerika’dan, Paris’ten
getirttim, diye karşı çıktı.
Aralarındaki tartışma tam bir saat sürmüştü. Ancak Paris’in
Amerika’da değil, Fransa’nın başkenti olduğunu bileni yoktu
içlerinde. Nafset ise, Adige gazetesinden okumuştu ve durumu
biliyordu, ama bilgisizliklerini başlarına vurmayı uygun bulmamış,
önemli de bulmayarak ve içinden onları ayıplayarak ayakta
dikiliyordu.
Kulats’ı,
sonunda içlerinden biriyle evlenmeye razı ettiklerini belirterek
ayağa kalkmışlardı.
- Haydi, gerçekten bana varmayı istiyorsan hemen gidelim, diyerek
çocuk Kulats’ın elini tutmuştu.
- Niye olmasın, istiyorsan ben dünden hazırım! diyerek Kulats da
onunla birlikte gitmeye başlamıştı.
Bahçe
kapısına ulaştıklarında Kulats elini kurtarıp geriye kaçmıştı.
Öbürleri de tabancalarını çıkarıp üç el havaya ateş açıp
gitmişlerdi. Onların bu silah sıkma gösterileri Nafset’e gülünç
gelmişti…
Bir akşam
komşu bir köyden başka bir genç, pseluh için Kulats’ın yanına
gelmiş oturuyordu. Kendini üstün biriymiş gibi göstermeye
çalışıyor, övünüp duruyordu. Oldukça güzel giyinmişti, ama
giydikleri kendisinin değilmiş de emanet imiş gibiydi, vücuduna
tam oturmamıştı. Yalancılığını gösterir gibi gözleri fıldır fıldır
dönüyor, dudaklarından da sahtekarca gülümsemeler dökülüyordu,
sözlerini bir köstebek zinciri gibi birbirine bağlayıp oturuyordu.
Bir süre öyle oturdu, sonra elini cebine sokup birkaç anahtar
çıkardı.
- Bak hele, ben ne yapmışım! diye büyük bir üzüntüyle karşılaşmış
gibi yapıp söze başladı, sonra da sustu.
- Ne yapmışsın ki, diye sordu yanındaki arkadaşı.
- Vallahi de büyük bir hata işlemişim. Dükkanın anahtarlarını
bilmeden yanımda getirmişim…
- Açamazlar mı artık dükkanı?
- Büyük bir kilidi var, kocaman bir demirden, asla açamazlar.
Babamız bizi adamakıllı azarlayacak anlaşılan… Ancak ondan da
önemli olanı Kulats’ı yeterince görmeden ayrılacak duruma düşmüş
olmamız…
Daha sonra, birine sorduklarında bir dükkanlarının olmadığını,
yalan söylediğini öğrendiler. Kulats’ı kandıramayacağını anlayınca
da, köyden başka bir kızı kandırıp götürmüştü.
Bir tek
Değotluk onlara benzemiyordu. Bir yere gideceğinde o tür
güvenilmez kişileri yanına almazdı. Çoğunca bir başına Nafset’lere
gelirdi, ağır bir iş yüklenmiş de düşünceye dalmış gibi, gizlice
üzülmekte olduğu yüzünden okunarak, fazla konuşmadan otururdu.
Yorgun argın, derdini dökecek birilerini arıyormuş gibi, çok
kalmaz kalkıp giderdi. Kızların her zaman yaptıkları gibi, Kulats
da evlenme ve yuva kurma benzeri işlerine daldığında, Değotluk
böyle şeyleri dinlemeyi pek sevmezdi. Kulats’ın beğenip övdüğü
kişileri ise Değotluk soğuk karşılıyor, öylelerini iteleyip alaya
alıyordu. Değotluk kimi sevdiğini ve kimin peşinde olduğunu açıkça
söylemezdi. Büyük bir iş peşindeymiş, sırrını içinde saklıyormuş
gibi konuşuyordu. Kulats’ın ciddi biçimde söylediklerini ise
şakaymış gibi karşılıyor ve geçiştiriyordu. İçindekini Kulats’a
dosdoğru söylemiyordu bir türlü. Bu durum Kulats’ın da merakına
yol açıyor, erkeklerin arzulu bakışlarına alışık olan bu güzel kız
duruma üzülüyor, dudaklarını ısırıyor ve kibirle karışık kendini
tutmaya çalışıyordu. Birbirlerine açılamamış bir biçimde Değotluk
da çıkıp gidiyordu.
Kulats bir
kaygı duymadan Değotluk aleyhinde ileri geri sözler edebiliyordu,
ama onun sözlerinden de çok çekiniyordu. Değotluk’un Kulats
aleyhinde konuştuğu hiç duyulmamıştı, ama yine de Kulats’ta güven
yaratacak bir davranışta da bulunmuyordu. Bundan dolayı Kulats
biraz kaygılıydı, korkuyor ve Değotluk’tan çok çekiniyordu. Bir
araya geldiklerinde şakayla karışık, ama inatçı bir biçimde
birbirleriyle karşılıklı lafa tutuşuyorlardı.
Nafset,
karşılaştığı gençlerden en çok Değotluk’a değer veriyordu. Kulats
ile yaptığı tartışmalarda, anlamını pek anlayamasa da içten
Değotluk’u destekliyordu. Değotluk’un kendisi de Nafset’in
kendisini desteklemekte olduğunu biliyormuş, sanki iki kişi adına
konuşuyormuş gibi Kulats’ın karşısına dikiliyordu. Ancak Değotluk
Nafset’e ilişkin bir kaşen (evlenme amaçlı arkadaş seçme) ve
pseluh (evlenme amaçlı sohbet) davranışı içine girmiyordu.
Nafset’in birçok kişide görmüş olduğu arzulu bakışlar Değotluk’da
yoktu. Okuma ve yazma gibi işler peşinde olması, diğerleri gibi
Değotluk’un canını sıkmıyordu. Tam aksine iş edinip yanına
oturuyor ve Rusça sözcüklerin anlamını Nafset’e açıklıyordu.
Beldeye (stanitsa) indiğinde de Nafset’e defter ve kitap getirdiği
oluyordu.
- Nafset, sen okuma yazma işinden geri kalma, yoksa Kulats’ın
kocaya varmak dışında okumak gibi bir niyeti yok, diye ara sıra
takılıyor ve Kulats’ı korkutuyordu.
Değotluk
ile Bibolet’in huyları birbirine çok benziyordu…
Bu sözler
üzerine Nafset, Bibolet’i anımsadı ve içi cız etti. Bibolet’e
karşı duyduğu duygudan korkmuş gibi, anımsamakla bir kusur işlemiş
ve bunu düşünmeyi bile istemiyormuş gibi, kendisini bir silkeledi
ve başını yukarı kaldırdı. Tüm kanı, sanki yüzüne doğru yükselmiş
gibi iki yanağına vurmuş, kızıla dönüştürmüştü. Arkasına dönüp
dedesine yardım etmek istermiş gibi bir baktı. Karbeç, sırtı
kendisine dönük, kemençesini çalıp ocaktaki korlara bakıp
oturuyordu… Odaya karanlık basmak üzereydi. Gaz lambası ocağın
altında, ocak başında bir raf üzerinde duruyordu, bacanın
üzerindeki geniş davlumbaz büyük bir gölge oluşturuyordu, bu gölge
yüzünden çatı direkleri görünmez olmuştu. Evin içine kar düşüyor
ve soğuk odayı sarıyordu.
Odadaki
kış soğuğu ve sessizlik, umutsuzcasına Bibolet’i anımsamış olması,
bütün bunlar birbirine karışmış bir halde, içinde bir sıkıntı
duydu. Dedesi ona bir yabancı imiş gibi gelmeye başlamıştı artık…
Fazla
oturamadı, gitmek üzere kapıya yöneldiğinde eve doğru gelmekte
olan bir ayak sesini işitti. Ayak sesi evin köşesini dönüp karları
yara yara kapıya ulaştı. Kapıyı açtı, ama dar kapıyı geçmekte
zorlandı, üstündeki kepenek (кlакlо) ve başındaki başlığı (шъхьарыхъон)
ile içeriye bir karaltı biçiminde girdi. İçeri girer girmez
silkinmeye ve üstündeki karları dökmeye başladı. Yüzünü çevirir
çevirmez Nafset Halaho’yu tanımıştı. |