...................
...................

MUTLULUK YOLU      2.BÖLÜM -01

K'ERAŞ Tembot
Çeviri: HAPİ Cevdet Yıldız
Orijinal Adı:
К1ЭРЭЩЭ Тембот; Насыпым игъогу

                         
...................
...................

I. SOVYET KONGRESİ DELEGESİ

Küçük haç'eşlerindeki tahta divanın üzerinde uzanmış yatıyordu Bibolet. Kapalı pencere kepengindeki (къэбэкъ) aralıklardan güneş ışıkları sızıyor, gümüşi görünümlü bir sıcaklık, gözle görülür biçimde içeriye doluyordu.Gittikçe büyüyüp genişleyen ışık,  keskin bir bıçak gibi karanlığı yarıyor, küçücük toz zerrecikleri de, gümüşten birer toz imişler gibi yavaş yavaş boşlukta yüzüyorlardı. Duvarın bir köşesinde (пл1эныб) örümcek ağına yakalanmış bir sinek de vızıldayıp duruyordu. Hayır, bu bir sinek sesi değil, bu bir eşek arısı vızıltısıydı. Esintisiz ve bunaltıcı bir yaz sıcağı vardı ortalıkta. Hayır, Bibolet haç’eşte değil, sırtüstü uzanmış bir çayırlıkta yatıyor; boynu da otlardan gıdıklanıyordu. Başucunda ise, kımıldamaksızın eşek arısı duruyordu. Bir pervane gibi durmadan dönen, ama dönüş hareketini göremediği arının kanat vızıldamaları, dağlara doğru incecik bir çizgi biçiminde uzanıyor ve dağları delip gidiyormuş gibi kulağında yankılanıyordu.

Eşek arısı kımıldayamıyordu, gözle görülemeyen bir ipliğe takılmış da kalmış gibi durduğu yerde duruyordu. Ancak beklenmedik bir anda başka bir yöne doğru hızla kaçıyor, birkaç saniye için ortalıktan yok oluyor, ardından da başka bir yerden ortaya çıkıyordu. Bibolet dikkat kesilmiş eşek arısına bakıyordu, hızlı kaçışı sırasında gözleriyle yakalamak istiyor gibiydi onu. "Buğdayları biçmek gerekiyor, kimden ikinci koşum atını ödünç alabiliriz, kime yalvarsak ki. Dizgin-koşum takımlarını onarmak, tırpan ve tırmıklar da bulmak gerekiyor. Babası bunları bulmak, bir araya toplamak için kaygılı bir biçimde bahçede koşuşturuyordu. Kendi ise yatmış uyuyordu!"

Artık kıra çıkmış, tarlada çalışmaya başlamışlar. Babası güçsüz bir yaşlı, kendi önünde,  ot biçiyor. Tırpanı zor çekiyor, bacaklarını ise zar zor sürüklüyor. Omuzlarına taşıyamayacağı bir yük yüklenmiş anlaşılan. Babası artık çok yaşlanmış. Ona tarifsiz acıyor Bibolet. Ancak kendi ot biçmesini, tırpan çekmesini beceremiyor, henüz çok genç. Babasını izliyor ve ancak bağ yapabiliyor. Babası arada bir arkasına dönüp bakıyor. Yorgun ve güçsüz sesiyle, kendisini hafifçe bir azarlıyor:"Buğdayı öteye beriye böyle savurup dağıtman yakışır mı, a evladım. "Bu sözleri söylerken,  babasının alnından ter boşalmakta olduğunu ve terin babasının aksakalına karışmakta olduğunu görüyordu Bibolet.

Hayır, bu babası değildi. Sakalları da birbirine karışmamıştı. Keçi sakalı gibi ince ve şık tıraş edilmişti bu sakal. Ayrıca beli de bükülmemişti, dimdik ve kendinden emin biçimde ayakta durmaktaydı. Önem vermiyormuş gibi, soğuk soğuk Bibolet'e sesleniyordu:"Evet, molodoy çelovek (genç adam), yine bir kez daha sınav için gelmen gerekecek". Evet, karşısındaki kendi profesörüydü. Bibolet sınavı başaramamıştı. Utancından yanakları kıpkırmızı tutuşmuş yanıyordu, gururu ayakaltı olmuştu.

Buram buram ter içinde Bibolet uyanmıştı. "Peki, neredeyim şimdi ben?". Hemen divanın üzerinde doğrulup hızla sağa sola bir bakındı ve nerede olduğunu çıkardı sonunda. Moskova'daki öğrenci yurdunda olduğunu anladı, odasında uyumakta olan öğrenci arkadaşlarını da görüp rahat bir nefes aldı:"İyi ki bir rüya imiş. Sınav diye bir sorunum yok zaten". Ancak sineğin ju-juju sesini yeniden duydu. "Kış günü sinek ne arasın burada? Hayır, bu bir sinek değil, pencere camının titreşim sesiydi. Peki, pencereyi böylesine titreştiren şey ne olabilirdi ki?" Sonunda Bibolet'in uykusu kaçtı.

Pencere camları, dışarıdan gelen yoğun sesler nedeniyle gümbürdemekteydi.

Bibolet yatağından fırlayıp pencereyi açtı. Soğuk bir hava içeri girdi, soğuk olmasına karşın, dışarıda,  oldukça uzak bir yerde bir gösteri olmalıydı, pencereleri zangırdatan da oradan gelen seslerdi. Büyük bir insan selinden yükselen seslere bando ve davul sesleri de karışıyor, sesler gök gürüldemesi biçiminde uğuldayarak, neredeyse bütün bir Moskova’yı kaplıyorlar, giderek de yaklaşıyorlardı.

Bibolet sesleri dinlemeye başladı:"Bir kutlama için mi, yoksa üzücü bir olay için mi bu gösteri?  Bugün için bir gösteri olsaydı, herhalde okulda söylenirdi."

 Sovyet Devleti iç savaştan yeni çıkmıştı, bir yıldan beri de barış içinde yaşıyordu, ama barışın bu birinci yılında yine kaygılar bitmemişti. Lord Curzon'un (1) ültimatomu ve Chamberlain'ın (2) notası yeni alınmıştı, Vorovski'nin öldürülmüş olması nedeniyle de, Almanya'da devrim bekleniyor,  heyecanlı günler yaşanıyordu. Kapitalist dünya,  Sovyet Devletine  "de Jure"  ya da "de Facto" biçimlerinde katlanıyordu, ama azılı bir canavar gibi ülkeyi kuşatmış, abluka içine almıştı. Ülkeye yeni bir müdahale olması olasılığı ve Sovyetlere yeniden çullanılması tehlikesi vardı. Moskova proletaryası (3) devrime yönelecek her bir tehlikeyi karşılamak üzere tetikte beklemekteydi. Hemen her gün bir sevinçli ya da üzücü olay haberi duyuluyordu.

Bibolet de aynı kaygıları yaşıyordu. Moskova proletaryasının sevinciyle seviniyor, üzüntüsüyle de üzülüyordu ve her oluşumu aynen yüreğinde duyuyordu. Sabahları Moskova'daki sesleri dinlediğinde, o günün, üzücü ya da sevindirici geçip geçmeyeceğini artık kestirebiliyordu. Sabahları uyanır uyanmaz, ilk iş olarak Moskova'daki sesleri dinleme alışkanlığı edinmişti. Ardı arkası gelmeyen tramvay sesleri, otomobil kornaları ve otobüs gürültüleri ve bir insan selinin uğultuları, koyun böğürtüleri gibi birbirine karışmış gidiyordu. Bazen, sabahları, davul ve bando sesleri de insanların hep bir ağızdan söyledikleri şarkı ve marşlara karışıyor, insan selinin “ura!” (yaşasın) sesleri Moskova’nın bütün semtlerini çınlatıyor, sevinç çığlıkları içinde,  bir insan seli biçiminde Moskova proletaryası şahlanmış yürümekteydi. Böylesine kutlamalar dünya proletaryasının yeni bir başarısı ya da kazanımı ya da bir proleter bayramı anma nedeniyle yapılıyordu. O zaman bandoların ve davulların sesleri ve müzikleri başka oluyor, gösteri boyunca söylenen şarkılar, sanki birer dans müziğiymişlercesine, geleceğin dünyasına damgasını vuracak olan sınıfın sevincini duyuruyorlardı. O zaman tramvay, otomobil, motosiklet ve tüm araçlar, kendilerinden geçmişçesine korna ve düdük çalma yarışına girişiyor, gösteriye ayrı bir renk ve neşe katıyorlardı…

Ancak bazen Moskova üzücü bir sabaha da uyanabiliyordu. O zaman “ura” sesleri duyulmuyordu. Sevinç ve neşe ifade eden sesler hiç duyulmazdı böylesine günlerde. İşçi gösterileri cepheye gönderilecek bir birlik gibi, yiğitçe ve kararlı tavırlar içinde, devrim uğruna canlarını vermeye hazır olarak, yollar boyunca akıp giderlerdi. Davullar ve bandolar da savaş marşları çalarlardı. Şarkılar da devrim üzerine ant içmeye ve kendilerini devrime adamaya değgin olurdu. ”Ura” sesleri mızrak gibi göğe doğru yükselirdi. Tramvay ve otomobiller de yaklaşan tehlikenin kaygı ve korkuları içine düşmüşler gibi kornalarını öttürerek birbirlerine yol verirlerdi.

O zaman da proletaryanın bir tehlike karşısında bulunduğu, Moskova emekçilerinin kaygılı günler yaşadıkları, ama yurdu korumak için proletaryanın canını vermeye hazır olduğu gösterilerle ortaya konurdu.

Ancak Bibolet, şu anda duyduğu sesleri neye benzeteceğini bir türlü kestiremiyor ve kulağını dört açmış seslerin anlamını çıkarmaya çalışıyordu.

Göstericiler yaklaşmaktaydı. Bir ara başka bir yere sapıp gidiyorlarmış gibi, sesler oldukça yavaşlamıştı, ama bir süre sonra, çok yakınlarda bir yerde, sesler gür bir patlama sesi biçiminde yeniden ortaya çıkmış, azgın bir deniz dalgası, bir ırmak seli gibi, bütün caddeleri kaplamıştı.

Bibolet hızla giyinip dışarı çıktı.

Moskova yılın soğuk günlerinden birini yaşıyordu. Caddeler, ev ve ağaçlar demir ve mavi karışımı bir görünüme bürünmüştü. Elekten dökülüyormuş gibi, incecik ve yumuşak bir kar serpiştirmekteydi. Soğuk rüzgar ise,  karları itip yuvarlıyor ve kaldırımlarda biriktiriyordu.

Bibolet, o zamanlar sayısı çok olan eğri büğrü sokak aralarından ilerleyerek Myanitski (4) caddesine ulaştı. Göstericiler bütün bir caddeye doluşmuş halde yol boyunca yürümekteydiler. Myanitski caddesini karşıdan karşıya geçmeyi engelleyen otomobiller, şimdi düz asfalttan uzaklaştırılmışlardı ve her biri kendisi için bir çıkış yolu aramaktaydı. Koca otobüsler de uğultulu korkunç yarışlarına bir ara verip uysallaşmışlar, gösteri yürüyüşünü yandan izleyerek yollarına devam etmeye çalışıyorlardı. Aradan pek fazla bir zaman geçmemişti ki,  göstericiler tramvayları durdurdular ve yola öyle devam ettiler…

Bibolet önce göstericilere bir baktı. Her zaman olduğu gibi işçi sınıfı en önde yürüyordu. Göstericilerin yüzlerinden sevinç okunmaktaydı, adımlarını uyumlu atmaya dikkat etseler bile, zaman zaman bunu coşku içinde unutuyor gibiydiler.

Bibolet’in asıl dikkatini çeken şey ise, bir topluluğun  önünde giden bir bando takımının başındaki davulcusu idi:Davulu göbeğinin üzerindeydi, sırtını da geriye doğru vermiş, hem davulunu çalıyor, hem de davuluna uygun olarak büyük adımlar atıyordu, kaygısız biriymiş gibi dudaklarından gülümseme eksik olmuyordu,  sıranın en önünde dimdik yürüyordu, çocukları eğlendirmek için  davulunu  keyifli keyifli çalıyor gibiydi. Ancak dikkatle bakıldığında, bir tehlike belirdiğinde, davul takırtısını bir yana yapıp tüfeğini kapacağı,  bambaşka ve yiğit bir kişiliğe dönüşeceği de kuşkusuzdu.

Gösterinin bir kutlama nedeniyle yapılmakta olduğunu kavramakta gecikmemişti Bibolet. Şimdi işçi sınıfının bir başarısı kutlanıyor, bu kutlamaya ve davulcuya, her ikisine de seviniyordu, davulcuyu ardından bakarak uzun uzadıya izlemişti. Daha sonra kendi de genel havaya kapılıp bandonun çaldığı marşa ayak uydurdu ve sonunda yürüyüş kolunun kenarından yürümeye başladı. Hızlı akışlı bir ırmak gibi adeta koşar adım ilerleyen yürüyüş kolunu yarıp karşıya geçmek için bir fırsat yakalayamadı, böylece Lubyanski Meydanı’na vardı. Orada Kitayski duvarının bir geçidinden geçip Sverdlov Meydanı’na doğru kıvrıldı.

Meydan karınca yuvası gibi insanla kaynıyordu. Tramvay yolları birer boz yılan görünümünü almıştı, bunlar birbirine çapraz biçimde meydana uzanıyor, orada yerlerini alıyorlardı. Tramvaylar da bir dizi, bir konvoy halinde insan selinin içinden sıyrılıp ağır ağır ilerlemekteydiler. Gösteri yürüyüşü Lubyanski Meydanı’nı geçmiş,  tramvay yolunun kenarından ileriye doğru yürümekteydi. Yürüyüş kolu şimdi Malıy Tiyatro yerinden dönerek Bolşoy Tiyatrosu’nun önünden geçmiş, Ohotnıy denilen yere ulaşmış durumdaydı. Kitlelerin “Ura!” sesleri, bir top gürüldemesini andırarak, Bolşoy Tiyatrosu’nun önünde göğe yükselmekteydi.

Pervopeçatnik anıtını (pamyatnik) geçmişken, bir baktığında Bibolet, meydanda kaynaşmakta olan insan seli içinde, deri montlu zayıfça birinin hızla caddeyi geçmekte olduğunu gördü ve dikkat kesildi. Yatağından taşmış bir ırmağı bir başına geçmeye çalışan bir atlı gibiydi o:Bazen önünü otomobil ve tramvaylar kesiyor, bazan da sele kapılmış gibi oluyor, bazen da geriye doğru kaçtığı da çıkıyordu. Korku içinde, şimdi bir otomobile ezilecek derken, deri montlu kuru kişi Vtoroy Dom Sovet’den (5) geçip Malıy Tiyatrosu önündeki kalabalığı aşmaya çalışıyordu. Belinden kemerli montu, bodur, ama telaşeli yürüyüşü, küçük tüylü kalpağı ve başını eğiş biçimi ile bu kişi Bibolet’e yabancı gelmemişti, onu bir yerlerden tanıyor olmalıydı.

Deri montlu kişi, uzun yürüyüş kolunun bir ara boşluğunu fırsat bilip caddenin öbür tarafındaki kaldırıma ulaştı. Zor yeri aşınca, geçmeyi başardığı elli metrelik caddeye, geri dönüp bir daha şaşkın şaşkın bir baktı. Biraz bekledi, başını salladı, boynunu bir döndürdü, tilki gibi montunun ucunu toplayıp Malıy Tiyatrosu köşesine saptı ve gözden kayboldu.

“Halaho bu! Nereden çıkmış ki? Kuşkusuz o olmalı!” diye düşündü Bibolet. İyi bir kayıkçının yolunu bulması gibi, otomobil ve tramvayları dinlemeden, hızla caddeyi geçti ve deri montlu zayıf kişinin peşine düştü Bibolet.

Malıy Tiyatrosu’nu dönünce montlu kişiyi Mostorg’daki vitrinlerde sergilenen ev eşyalarına bakar halde gördü. Yaklaştığında, ”yanılmış olmayayım” diye kuşkulu kuşkulu, yanından dolanıp bir daha baktı, gerçekten Halaho idi bu. Duyduğu sevinçle adeta dili tutuldu, zorlukla konuşabildi:
- Hoş geldin, Halaho!

Kıvırcık saçlı ve sakallı biri olan Halaho hemen arkasına döndü. Bir süre, bu kişinin kim olduğunu çıkarmak için olmalı, ne diyeceğini bilemeden bekleyip durdu. Ardından kuşkulu,  inanamayarak ve de sevinerek, bunların hepsini ifade eder bir biçimde haykırdı:
- Vay, vay, vay, bu dünyada bir Adige de kalmış mıydı! Gerçekten şanslıymışım ki seni gördüm, diye atılıp nasırlı elleriyle Bibolet’in elini tuttu. Tuttuğu eli bırakmadan öteki eliyle de Bibolet’e bir sarıldı.
- Burada  bir Adige ile karşılaşmak bir yana, bir daha köyüm görmekten bile umudumu kesmiştim!. . Ne de farklı bir şey bu içine düşmüş olduğumuz şey! Burada olup bitenleri, buradan yapılan şeyleri Allah bile bilir bilmez desem yeri var… Burada mı oturuyorsun böyle, diye sevinçten sözlerini sıralamaktaydı ihtiyar.
- Ben burada okuyorum.
- Çok iyi, çok güzel, böyle büyük bir yerde okumakta olman. Yaşlanmış biri olduğumuz halde, buradaki üç günümüz boyunca, dünya kadar bilmediğimiz şeyler gördük, çok şeyi de öğrendik. Burada bir yıl kalmak ise ömre bedel olmalı! Seninle karşılaşmış olduğum için gerçekten şanslıyım. Burada bir Adige’nin bile bulunması çok güzel bir şey!
- Halaho, burada bir değil, çok Adige var. Yüksek okullarda okuyan hayli Adige öğrenci var. Biz Adige öğrencilerin bir toplanma yerimiz bile var, her hafta büyük bir grup halinde orada bir araya geliyoruz.
- Çok güzel şey bu gerçekten! Bizim Adige çocuklarımız öyle yerlerde okumaya başlamışlarsa, ne güzel bir gelişme bu. O Adige çocuklarını görseydim çok sevinirdim. Döndüğümde anlatırdım herkese. Su akıntısına kapılmış gibiyiz, nereye sürüklendiğimizi ve nereye gideceğimizi bilmeden şaşkın şaşkın gidiyoruz. Hey gidi, hey, burada ne ilginç ve değişik şeyler oluyor böyle! Bu kadar çok insan, bu kadar çok gösterinin bu dünyada olabileceğine rüyamda görsem inanmazdım, diyerek, bir yandan da hayret içinde meydanda olup bitenlere bakıp duruyordu Halaho.
- Bizim burada olmamız ilginç şey değil aslında, Halaho, ilginç olanı senin buraya gelmiş olman, bizim Adige yaşlıları köy dışına çıkmayı pek sevmezler, sahi sen niye geldin buraya?
- Biz de geldik işte, evladım… Biraz önce çok sevinmiş olması,  yaşlılığını bir kez olsun kendisine unutturmuştu, hemen bu durumdan sıyrılıp kendisini topladı ve konuşmasını sürdürdü Halaho: Birkaç kişi Sovyet Kongresi’ne geldik.

Bibolet gerisine dönüp baktı, Sovyet Kongresi’nin toplandığı Bolşoy Tiyatrosu görevlilerce koruma altına alınmıştı. Yürüyüşçüler işte bu görevlilerin arasından yürüyüp geçiyor, Bolşoy Tiyatrosu önünden de kıvrılarak ilerliyorlardı. ”Ura” sesleri, sevinçle Moskova semalarında yükselmekte ve yankılanmaktaydı.




DİPNOTLAR:
1)
İngiliz devlet adamı.
2) İngiliz dışişleri bakanı.
3)
Proletarya-Devrimci işçi sınıfı.
4)
Şimdiki Kirov Caddesi.
5)
İkinci Sovyet Evi (Sarayı).   

 
1. Parti    
1. Bölüm 4. Bölüm 7. Bölüm
2. Bölüm 5. Bölüm
3. Bölüm 6. Bölüm    
            
2.
Parti  
 
1. Bölüm 7. Bölüm 13. Bölüm
2. Bölüm 8. Bölüm 14. Bölüm
3. Bölüm 9. Bölüm 15. Bölüm
4. Bölüm 10. Bölüm 16. Bölüm
5. Bölüm 11. Bölüm 17. Bölüm
6. Bölüm 12. Bölüm    
           
3.
Parti  
            3. Baskı Önsözü  >>>
1. Bölüm 5. Bölüm 9. Bölüm
2. Bölüm 6. Bölüm 10. Bölüm
3. Bölüm 7. Bölüm 11. Bölüm
4. Bölüm 8. Bölüm    
           
4.
Parti  
 
Son