I.
SOVYET KONGRESİ DELEGESİ
Küçük haç'eşlerindeki tahta divanın üzerinde uzanmış yatıyordu
Bibolet. Kapalı pencere kepengindeki (къэбэкъ) aralıklardan
güneş ışıkları sızıyor, gümüşi görünümlü bir sıcaklık, gözle
görülür biçimde içeriye doluyordu.Gittikçe
büyüyüp genişleyen ışık, keskin bir bıçak gibi karanlığı yarıyor,
küçücük toz zerrecikleri de, gümüşten birer toz imişler gibi yavaş
yavaş boşlukta yüzüyorlardı. Duvarın bir köşesinde (пл1эныб)
örümcek ağına yakalanmış bir sinek de vızıldayıp duruyordu. Hayır,
bu bir sinek sesi değil, bu bir eşek arısı vızıltısıydı. Esintisiz
ve bunaltıcı bir yaz sıcağı vardı ortalıkta. Hayır, Bibolet
haç’eşte değil, sırtüstü uzanmış bir çayırlıkta yatıyor; boynu da
otlardan gıdıklanıyordu. Başucunda ise, kımıldamaksızın eşek arısı
duruyordu. Bir pervane gibi durmadan dönen, ama dönüş hareketini
göremediği arının kanat vızıldamaları, dağlara doğru incecik bir
çizgi biçiminde uzanıyor ve dağları delip gidiyormuş gibi
kulağında yankılanıyordu.
Eşek arısı
kımıldayamıyordu, gözle görülemeyen bir ipliğe takılmış da kalmış
gibi durduğu yerde duruyordu. Ancak beklenmedik bir anda başka bir
yöne doğru hızla kaçıyor, birkaç saniye için ortalıktan yok
oluyor, ardından da başka bir yerden ortaya çıkıyordu. Bibolet
dikkat kesilmiş eşek arısına bakıyordu, hızlı kaçışı sırasında
gözleriyle yakalamak istiyor gibiydi onu. "Buğdayları biçmek
gerekiyor, kimden ikinci koşum atını ödünç alabiliriz, kime
yalvarsak ki. Dizgin-koşum takımlarını onarmak, tırpan ve
tırmıklar da bulmak gerekiyor. Babası bunları bulmak, bir araya
toplamak için kaygılı bir biçimde bahçede koşuşturuyordu. Kendi
ise yatmış uyuyordu!"
Artık kıra
çıkmış, tarlada çalışmaya başlamışlar. Babası güçsüz bir yaşlı,
kendi önünde, ot biçiyor. Tırpanı zor çekiyor, bacaklarını ise
zar zor sürüklüyor. Omuzlarına taşıyamayacağı bir yük yüklenmiş
anlaşılan. Babası artık çok yaşlanmış. Ona tarifsiz acıyor
Bibolet. Ancak kendi ot biçmesini, tırpan çekmesini beceremiyor,
henüz çok genç. Babasını izliyor ve ancak bağ yapabiliyor. Babası
arada bir arkasına dönüp bakıyor. Yorgun ve güçsüz sesiyle,
kendisini hafifçe bir azarlıyor:"Buğdayı öteye beriye böyle
savurup dağıtman yakışır mı, a evladım. "Bu sözleri söylerken,
babasının alnından ter boşalmakta olduğunu ve terin babasının
aksakalına karışmakta olduğunu görüyordu Bibolet.
Hayır, bu
babası değildi. Sakalları da birbirine karışmamıştı. Keçi sakalı
gibi ince ve şık tıraş edilmişti bu sakal. Ayrıca beli de
bükülmemişti, dimdik ve kendinden emin biçimde ayakta durmaktaydı.
Önem vermiyormuş gibi, soğuk soğuk Bibolet'e sesleniyordu:"Evet,
molodoy çelovek (genç adam), yine bir kez daha sınav için gelmen
gerekecek". Evet, karşısındaki kendi profesörüydü. Bibolet sınavı
başaramamıştı. Utancından yanakları kıpkırmızı tutuşmuş yanıyordu,
gururu ayakaltı olmuştu.
Buram
buram ter içinde Bibolet uyanmıştı. "Peki, neredeyim şimdi ben?".
Hemen divanın üzerinde doğrulup hızla sağa sola bir bakındı ve
nerede olduğunu çıkardı sonunda. Moskova'daki öğrenci yurdunda
olduğunu anladı, odasında uyumakta olan öğrenci arkadaşlarını da
görüp rahat bir nefes aldı:"İyi ki bir rüya imiş. Sınav diye bir
sorunum yok zaten". Ancak sineğin ju-juju sesini yeniden duydu.
"Kış günü sinek ne arasın burada? Hayır, bu bir sinek değil,
pencere camının titreşim sesiydi. Peki, pencereyi böylesine
titreştiren şey ne olabilirdi ki?" Sonunda Bibolet'in uykusu
kaçtı.
Pencere
camları, dışarıdan gelen yoğun sesler nedeniyle gümbürdemekteydi.
Bibolet
yatağından fırlayıp pencereyi açtı. Soğuk bir hava içeri girdi,
soğuk olmasına karşın, dışarıda, oldukça uzak bir yerde bir
gösteri olmalıydı, pencereleri zangırdatan da oradan gelen
seslerdi. Büyük bir insan selinden yükselen seslere bando ve davul
sesleri de karışıyor, sesler gök gürüldemesi biçiminde
uğuldayarak, neredeyse bütün bir Moskova’yı kaplıyorlar, giderek
de yaklaşıyorlardı.
Bibolet
sesleri dinlemeye başladı:"Bir kutlama için mi, yoksa üzücü bir
olay için mi bu gösteri? Bugün için bir gösteri olsaydı, herhalde
okulda söylenirdi."
Sovyet
Devleti iç savaştan yeni çıkmıştı, bir yıldan beri de barış içinde
yaşıyordu, ama barışın bu birinci yılında yine kaygılar
bitmemişti. Lord Curzon'un (1) ültimatomu ve
Chamberlain'ın (2) notası yeni alınmıştı, Vorovski'nin
öldürülmüş olması nedeniyle de, Almanya'da devrim bekleniyor,
heyecanlı günler yaşanıyordu. Kapitalist dünya, Sovyet
Devletine "de Jure" ya da "de Facto" biçimlerinde katlanıyordu,
ama azılı bir canavar gibi ülkeyi kuşatmış, abluka içine almıştı.
Ülkeye yeni bir müdahale olması olasılığı ve Sovyetlere yeniden
çullanılması tehlikesi vardı. Moskova proletaryası (3) devrime
yönelecek her bir tehlikeyi karşılamak üzere tetikte
beklemekteydi. Hemen her gün bir sevinçli ya da üzücü olay haberi
duyuluyordu.
Bibolet de
aynı kaygıları yaşıyordu. Moskova proletaryasının sevinciyle
seviniyor, üzüntüsüyle de üzülüyordu ve her oluşumu aynen
yüreğinde duyuyordu. Sabahları Moskova'daki sesleri dinlediğinde,
o günün, üzücü ya da sevindirici geçip geçmeyeceğini artık
kestirebiliyordu. Sabahları uyanır uyanmaz, ilk iş olarak
Moskova'daki sesleri dinleme alışkanlığı edinmişti. Ardı arkası
gelmeyen tramvay sesleri, otomobil kornaları ve otobüs gürültüleri
ve bir insan selinin uğultuları, koyun böğürtüleri gibi birbirine
karışmış gidiyordu. Bazen, sabahları, davul ve bando sesleri de
insanların hep bir ağızdan söyledikleri şarkı ve marşlara
karışıyor, insan selinin “ura!” (yaşasın) sesleri Moskova’nın
bütün semtlerini çınlatıyor, sevinç çığlıkları içinde, bir insan
seli biçiminde Moskova proletaryası şahlanmış yürümekteydi.
Böylesine kutlamalar dünya proletaryasının yeni bir başarısı ya da
kazanımı ya da bir proleter bayramı anma nedeniyle yapılıyordu. O
zaman bandoların ve davulların sesleri ve müzikleri başka oluyor,
gösteri boyunca söylenen şarkılar, sanki birer dans
müziğiymişlercesine, geleceğin dünyasına damgasını vuracak olan
sınıfın sevincini duyuruyorlardı. O zaman tramvay, otomobil,
motosiklet ve tüm araçlar, kendilerinden geçmişçesine korna ve
düdük çalma yarışına girişiyor, gösteriye ayrı bir renk ve neşe
katıyorlardı…
Ancak
bazen Moskova üzücü bir sabaha da uyanabiliyordu. O zaman “ura”
sesleri duyulmuyordu. Sevinç ve neşe ifade eden sesler hiç
duyulmazdı böylesine günlerde. İşçi gösterileri cepheye
gönderilecek bir birlik gibi, yiğitçe ve kararlı tavırlar içinde,
devrim uğruna canlarını vermeye hazır olarak, yollar boyunca akıp
giderlerdi. Davullar ve bandolar da savaş marşları çalarlardı.
Şarkılar da devrim üzerine ant içmeye ve kendilerini devrime
adamaya değgin olurdu. ”Ura” sesleri mızrak gibi göğe doğru
yükselirdi. Tramvay ve otomobiller de yaklaşan tehlikenin kaygı ve
korkuları içine düşmüşler gibi kornalarını öttürerek birbirlerine
yol verirlerdi.
O zaman da
proletaryanın bir tehlike karşısında bulunduğu, Moskova
emekçilerinin kaygılı günler yaşadıkları, ama yurdu korumak için
proletaryanın canını vermeye hazır olduğu gösterilerle ortaya
konurdu.
Ancak
Bibolet, şu anda duyduğu sesleri neye benzeteceğini bir türlü
kestiremiyor ve kulağını dört açmış seslerin anlamını çıkarmaya
çalışıyordu.
Göstericiler yaklaşmaktaydı. Bir ara başka bir yere sapıp
gidiyorlarmış gibi, sesler oldukça yavaşlamıştı, ama bir süre
sonra, çok yakınlarda bir yerde, sesler gür bir patlama sesi
biçiminde yeniden ortaya çıkmış, azgın bir deniz dalgası, bir
ırmak seli gibi, bütün caddeleri kaplamıştı.
Bibolet
hızla giyinip dışarı çıktı.
Moskova
yılın soğuk günlerinden birini yaşıyordu. Caddeler, ev ve ağaçlar
demir ve mavi karışımı bir görünüme bürünmüştü. Elekten
dökülüyormuş gibi, incecik ve yumuşak bir kar serpiştirmekteydi.
Soğuk rüzgar ise, karları itip yuvarlıyor ve kaldırımlarda
biriktiriyordu.
Bibolet, o
zamanlar sayısı çok olan eğri büğrü sokak aralarından ilerleyerek
Myanitski (4) caddesine ulaştı. Göstericiler bütün bir caddeye
doluşmuş halde yol boyunca yürümekteydiler. Myanitski caddesini
karşıdan karşıya geçmeyi engelleyen otomobiller, şimdi düz
asfalttan uzaklaştırılmışlardı ve her biri kendisi için bir çıkış
yolu aramaktaydı. Koca otobüsler de uğultulu korkunç yarışlarına
bir ara verip uysallaşmışlar, gösteri yürüyüşünü yandan izleyerek
yollarına devam etmeye çalışıyorlardı. Aradan pek fazla bir zaman
geçmemişti ki, göstericiler tramvayları durdurdular ve yola öyle
devam ettiler…
Bibolet
önce göstericilere bir baktı. Her zaman olduğu gibi işçi sınıfı en
önde yürüyordu. Göstericilerin yüzlerinden sevinç okunmaktaydı,
adımlarını uyumlu atmaya dikkat etseler bile, zaman zaman bunu
coşku içinde unutuyor gibiydiler.
Bibolet’in
asıl dikkatini çeken şey ise, bir topluluğun önünde giden bir
bando takımının başındaki davulcusu idi:Davulu göbeğinin
üzerindeydi, sırtını da geriye doğru vermiş, hem davulunu çalıyor,
hem de davuluna uygun olarak büyük adımlar atıyordu, kaygısız
biriymiş gibi dudaklarından gülümseme eksik olmuyordu, sıranın en
önünde dimdik yürüyordu, çocukları eğlendirmek için davulunu
keyifli keyifli çalıyor gibiydi. Ancak dikkatle bakıldığında, bir
tehlike belirdiğinde, davul takırtısını bir yana yapıp tüfeğini
kapacağı, bambaşka ve yiğit bir kişiliğe dönüşeceği de
kuşkusuzdu.
Gösterinin
bir kutlama nedeniyle yapılmakta olduğunu kavramakta gecikmemişti
Bibolet. Şimdi işçi sınıfının bir başarısı kutlanıyor, bu
kutlamaya ve davulcuya, her ikisine de seviniyordu, davulcuyu
ardından bakarak uzun uzadıya izlemişti. Daha sonra kendi de genel
havaya kapılıp bandonun çaldığı marşa ayak uydurdu ve sonunda
yürüyüş kolunun kenarından yürümeye başladı. Hızlı akışlı bir
ırmak gibi adeta koşar adım ilerleyen yürüyüş kolunu yarıp karşıya
geçmek için bir fırsat yakalayamadı, böylece Lubyanski Meydanı’na
vardı. Orada Kitayski duvarının bir geçidinden geçip Sverdlov
Meydanı’na doğru kıvrıldı.
Meydan
karınca yuvası gibi insanla kaynıyordu. Tramvay yolları birer boz
yılan görünümünü almıştı, bunlar birbirine çapraz biçimde meydana
uzanıyor, orada yerlerini alıyorlardı. Tramvaylar da bir dizi, bir
konvoy halinde insan selinin içinden sıyrılıp ağır ağır
ilerlemekteydiler. Gösteri yürüyüşü Lubyanski Meydanı’nı geçmiş,
tramvay yolunun kenarından ileriye doğru yürümekteydi. Yürüyüş
kolu şimdi Malıy Tiyatro yerinden dönerek Bolşoy Tiyatrosu’nun
önünden geçmiş, Ohotnıy denilen yere ulaşmış durumdaydı.
Kitlelerin “Ura!” sesleri, bir top gürüldemesini andırarak, Bolşoy
Tiyatrosu’nun önünde göğe yükselmekteydi.
Pervopeçatnik anıtını (pamyatnik) geçmişken, bir baktığında
Bibolet, meydanda kaynaşmakta olan insan seli içinde, deri montlu
zayıfça birinin hızla caddeyi geçmekte olduğunu gördü ve dikkat
kesildi. Yatağından taşmış bir ırmağı bir başına geçmeye çalışan
bir atlı gibiydi o:Bazen önünü otomobil ve tramvaylar kesiyor,
bazan da sele kapılmış gibi oluyor, bazen da geriye doğru kaçtığı
da çıkıyordu. Korku içinde, şimdi bir otomobile ezilecek derken,
deri montlu kuru kişi Vtoroy Dom Sovet’den (5) geçip Malıy
Tiyatrosu önündeki kalabalığı aşmaya çalışıyordu. Belinden kemerli
montu, bodur, ama telaşeli yürüyüşü, küçük tüylü kalpağı ve başını
eğiş biçimi ile bu kişi Bibolet’e yabancı gelmemişti, onu bir
yerlerden tanıyor olmalıydı.
Deri
montlu kişi, uzun yürüyüş kolunun bir ara boşluğunu fırsat bilip
caddenin öbür tarafındaki kaldırıma ulaştı. Zor yeri aşınca,
geçmeyi başardığı elli metrelik caddeye, geri dönüp bir daha
şaşkın şaşkın bir baktı. Biraz bekledi, başını salladı, boynunu
bir döndürdü, tilki gibi montunun ucunu toplayıp Malıy Tiyatrosu
köşesine saptı ve gözden kayboldu.
“Halaho
bu! Nereden çıkmış ki? Kuşkusuz o olmalı!” diye düşündü Bibolet.
İyi bir kayıkçının yolunu bulması gibi, otomobil ve tramvayları
dinlemeden, hızla caddeyi geçti ve deri montlu zayıf kişinin
peşine düştü Bibolet.
Malıy
Tiyatrosu’nu dönünce montlu kişiyi Mostorg’daki vitrinlerde
sergilenen ev eşyalarına bakar halde gördü. Yaklaştığında,
”yanılmış olmayayım” diye kuşkulu kuşkulu, yanından dolanıp bir
daha baktı, gerçekten Halaho idi bu. Duyduğu sevinçle adeta dili
tutuldu, zorlukla konuşabildi:
- Hoş geldin, Halaho!
Kıvırcık
saçlı ve sakallı biri olan Halaho hemen arkasına döndü. Bir süre,
bu kişinin kim olduğunu çıkarmak için olmalı, ne diyeceğini
bilemeden bekleyip durdu. Ardından kuşkulu, inanamayarak ve de
sevinerek, bunların hepsini ifade eder bir biçimde haykırdı:
- Vay, vay, vay, bu dünyada bir Adige de kalmış mıydı! Gerçekten
şanslıymışım ki seni gördüm, diye atılıp nasırlı elleriyle
Bibolet’in elini tuttu. Tuttuğu eli bırakmadan öteki eliyle de
Bibolet’e bir sarıldı.
- Burada bir Adige ile karşılaşmak bir yana, bir daha köyüm
görmekten bile umudumu kesmiştim!. . Ne de farklı bir şey bu içine
düşmüş olduğumuz şey! Burada olup bitenleri, buradan yapılan
şeyleri Allah bile bilir bilmez desem yeri var… Burada mı
oturuyorsun böyle, diye sevinçten sözlerini sıralamaktaydı
ihtiyar.
- Ben burada okuyorum.
- Çok iyi, çok güzel, böyle büyük bir yerde okumakta olman.
Yaşlanmış biri olduğumuz halde, buradaki üç günümüz boyunca, dünya
kadar bilmediğimiz şeyler gördük, çok şeyi de öğrendik. Burada bir
yıl kalmak ise ömre bedel olmalı! Seninle karşılaşmış olduğum için
gerçekten şanslıyım. Burada bir Adige’nin bile bulunması çok güzel
bir şey!
- Halaho, burada bir değil, çok Adige var. Yüksek okullarda okuyan
hayli Adige öğrenci var. Biz Adige öğrencilerin bir toplanma
yerimiz bile var, her hafta büyük bir grup halinde orada bir araya
geliyoruz.
- Çok güzel şey bu gerçekten! Bizim Adige çocuklarımız öyle
yerlerde okumaya başlamışlarsa, ne güzel bir gelişme bu. O Adige
çocuklarını görseydim çok sevinirdim. Döndüğümde anlatırdım
herkese. Su akıntısına kapılmış gibiyiz, nereye sürüklendiğimizi
ve nereye gideceğimizi bilmeden şaşkın şaşkın gidiyoruz. Hey gidi,
hey, burada ne ilginç ve değişik şeyler oluyor böyle! Bu kadar çok
insan, bu kadar çok gösterinin bu dünyada olabileceğine rüyamda
görsem inanmazdım, diyerek, bir yandan da hayret içinde meydanda
olup bitenlere bakıp duruyordu Halaho.
- Bizim burada olmamız ilginç şey değil aslında, Halaho, ilginç
olanı senin buraya gelmiş olman, bizim Adige yaşlıları köy dışına
çıkmayı pek sevmezler, sahi sen niye geldin buraya?
- Biz de geldik işte, evladım… Biraz önce çok sevinmiş olması,
yaşlılığını bir kez olsun kendisine unutturmuştu, hemen bu
durumdan sıyrılıp kendisini topladı ve konuşmasını sürdürdü
Halaho: Birkaç kişi Sovyet Kongresi’ne geldik.
Bibolet gerisine dönüp baktı, Sovyet Kongresi’nin toplandığı
Bolşoy Tiyatrosu görevlilerce koruma altına alınmıştı.
Yürüyüşçüler işte bu görevlilerin arasından yürüyüp geçiyor, Bolşoy
Tiyatrosu önünden de kıvrılarak ilerliyorlardı. ”Ura” sesleri,
sevinçle Moskova semalarında yükselmekte ve yankılanmaktaydı.
DİPNOTLAR:
1) İngiliz devlet adamı.
2) İngiliz dışişleri bakanı.
3) Proletarya-Devrimci işçi sınıfı.
4) Şimdiki Kirov Caddesi.
5) İkinci Sovyet Evi (Sarayı). |