VI.
YAŞLI (ЖЪЫГЪЭР)
Bahardı. Günlerden Cuma idi.
Sabah vakti, sanki üzerlerinden bir ak koyun sürüsü geçmiş
gibi, duru gökyüzünde, birer ak koyunmuş gibi, beyaz bulutlar
öteye beriye asılmış duruyorlardı. Bunlar
uzaklardan görünen sivri yeşil dağ doruklarından zincirleme halde,
acele etmeden ve yüzerek bu yana doğru geliyorlardı. Gölgeleri
ürkmüş koyun sürüsü gibi, kırlarda koşuşturmakta ve Vıstanekoların
bahçesine değin uzanmaktaydı. Güneşlenmek üzere dışarı çıkmış olan
Karbeç kürküne iyice sarınmıştı. Gagalanma sonucu kanayan zayıf
mandanın sırtında ise kargalar koşuşuyor, hayvanı bu
soğukta titretiyorlardı. Bahçelerde yeni büyümeye başlamış olan
nisan otları üzerinden geçmekte olan bulutların
gölgeleri havaya daha bir kasvet katıyorlardı.
Giderek öğle üzeri güneş havayı oldukça ısıtmıştı. İlkbahar
güneşinin ısıtmaya başladığı bahçelerden sıcak ve iç açıcı bir
buhar kokuları yayılmakta, insanın içini gönendirmekte, yeni duygu
ve özlemler insanın içini tatlı bir sis gibisine doldurmaktaydı.
Karbeç'in küçük evinin sağ tarafında çitlerle çevrilmiş küçük bir
bahçe bulunuyordu. Karbeç, Abzeghlerin (Абдзах) eski bahçe
kültürlerinin bir kalıntısı olarak bahçesini seviyordu. Bahçeyi
kuran, etrafını çitle çeviren de kendisiydi. Bahçeye çoluk çocuk
ve tavuk sokmuyor ve temiz tutuyordu.
Bu küçük bahçede bir kayısı ağacı vardı. Ağacı dikerken Karbeç,
kendisine küçücük bir kız olarak yardım eden Nafset'in adını
vermişti: "Bu ağaç senin, benim şaşım (güzel kızım), bu ağaç,
senin mutluluk ağacın olsun. Tanrı geleceğini o ağacın
çiçeklerinin güzelliği ölçüsünde güzel kılsın!" diye Nafset'e
söylemişti. O andan başlayarak kayısı ağacının çiçek açmasını her
bahar özlemle bekler olmuştu Nafset de.
Şimdi küçük kayısı ağacı diğer ağaçlardan önce çiçeklenmiş ve
üzerine közler dökülmüş gibi güneşe karşı parıldıyordu.
Tomurcuklanıp çiçek açmaya hazırlanan bahçedeki diğer ağaçlardan
da tatlı bir zamk (kitre) kokusu yayılmaktaydı. Toprak, çimen ve
ağaçlar, her şey baharın tazeliğine kapılmış yaşamın
doyumsuzluğuna kendilerini bırakmışlardı. Bu arada sıcak hava,
Karbeç'in oturduğu evin yanında, önemsiz sayılıp bahçenin kenar
bir köşesine itilmiş olan eski erik ağacını bile etkilemiş, o da
çiçeklerle bezenmişti.
Yaşlıların gençlik günlerini özleyerek iç geçirdikleri, gençlerin
de mutlu bir geleceğin umudu peşinde koşuşturdukları güzel günler,
yılın en güzel bir dönemi yaşanıyordu.
Hımsad, görülmekten kaçınarak büyük evin küçük kapısından dışarıya
dikkatle bir baktı. Kol yenleri yukarıya çekikti, hamur yoğurduğu
kollarına bulaşmış unlardan belli oluyordu. Ardında da büyük evin
içinde, mavi bir ejderha gibi sarılıp yükselmekte olan ocağın
dumanı görünüyordu.
Hımsad bahçeyi dikkatle bir süzdü. Üzerinde titrediği hindi
yavruları "pıv-pıv-pıv, pa-pav" diyerek at ahırının önünde
otlamaktaydılar. Ancak ana hindi bir şeyden kaygılanmış olmalı ara
yerde duruyordu. Başını göğe doğru kaldırmış, gözünü dört açmış
bir yere bakmaktaydı.
Kurrt, kurrt! (Къуррт1, къуррт1!)
Hımsad, yazmasından taşmış saçlarını hemen topladı. Karbeç bahçede
mi diyerek, bahçeyi yeniden gözden geçirdi, ormandan çıkmış ürkek
bir orman tavuğu gibi, sakınarak sundurmanın altından çıktı. Elini
alnının üzerine getirerek ana hindinin baktığı yana, gökyüzüne
doğru baktı. Gökyüzünde tek başına kalmış ve göbek kısmı siyah bir
küçük bulut parçası bulunuyordu. Bulutun altında da kanatlarını
açmış ama sallamayan büyük bir kartal yavaşça süzülmekteydi.
- Seni gidi imansız seni! diyerek kartala doğru bir yumruk salladı
Hımsad.
Hindi yavruları Hımsad'ı görür görmez koşmaya ve uçuşmaya
başladılar. Ana hindi de düşmanı fark etmiş olmanın gururu
içindeymiş gibi, verk (оркъ/zadegan) adımı atarmış gibi
büyüklenerek ince bacaklarıyla adım atmaya başladı. Ancak
Karbeç'in küçük evi ile at ahırı arasına ulaştığında, hemen
duruverdi, ince boynunu bükerek, ürkek biçimde geriye doğru
çekilmeye başladı.
- Kurrrrt, kurt, kurt!
At ahırının gerisinden bir çitin gıcırtı sesi geldi. Arsız bir
köpeğin hindilere saldırmasından kaygılanan Hımsad, dikkatli bir
biçimde eğilip sesin geldiği yere doğru yürüdü. Ancak at ahırının
ardında görmüş olduğu durum karşısında çakılıp kaldı. Yere bir
sopa saplanmıştı, tepesinde de Karbeç’in kalpağı vardı. Karbeç’in
kendi de çit kazıklarından birine asılmış doğrulmaya çalışıyordu.
Ancak bir deri bir kemik kalmış olan vücudunu kaldıramıyor, zayıf
kolları ile çite asılmış bekliyordu, hem gülünecek ve hem üzülecek
bir manzara vardı karşısında. Asılı biçimde biraz durup dinlenmeye
çalıştı Karbeç. Seyrelmiş ve aklaşmış saçları esen hafif yele
uyumlu bir biçimde dalgalanmaktaydı. Uçuşan kıvırcık ak
sakallarıyla Karbeç’in görünümü Hıristiyanların yaptıkları Tanrı
resimlerine benziyordu. Birazdan ayağa kalkmak için yeniden bir
hamlede bulundu ama güçsüz bacakları bu işi başaramadı ve yeniden
yere çöktü. Bir süre derin bir nefes aldı. Bir hırsız, suç işlemiş
biriymiş gibi sessizce etrafını gözden geçirdi, acaba düştüğü bu
durumu gören biri etrafta var mı ki, der gibi. Ardından
kamburlaşmış belini daha da bir eğerek yere çakılı sopasına doğru
ilerledi…
- Çok kötü, çok yaşlı biri bu, yazık ‘’yaşlılık kimsenin
isteyeceği bir şey değil’’ diye üzüntülerini kendi kendine
sıraladı Hımsad. Hemen oradan uzaklaştı ve büyük evin kapı
aralığına saklandı. Gözlerinden yaşlar döküldü, büyük bir üzüntü
içinde Karbeç geri dönene değin onu izledi.
Karbeç sopasını ilkin bahçe çitine dayadı. Geri çekilip bir süre
durdu, zor dönüş yapan bir at gibi zar zor bir dönüş yapıp
sopasını çitin öbür yanından beriki yana geçirmeyi başardı. Bir
kedi suratı gibi kıllı olan yüzünü ayarlayıp yukarıya, güneşe
doğru bir baktı. Halsiz bir yaşlı haykırmasıyla seslendi:
- Kızım! (Сищащ!)
- Ne oldu, baba? Geliyorum!
Yeni değişime uğramış bir genç kız sesi, Nafset’in sesi bahçeden
duyuldu.
- İbriğime su dolduruver, kızım!
- Hemen, baba!
Karbeç kaygılı bir biçimde ayaklarını sağa sola oynatarak bir süre
ayakta dikildi, ardından sopasını yukarı kaldırarak, loş ve soğuk
bir hava yansıyan oda kapısını açıp içeri girdi. Şiş göbekli küçük
ibriğini dışarı çıkarıp kapı önüne koydu.
Nafset kovayı almak için büyük eve gitti. Annesinin kapıda
dikildiğini görünce bir anlam veremeyerek olduğu yerde durakladı.
Hımsad’ın yüzünde kaygılı bir ifade vardı, namaza durmuş gibi
ellerini göbeğinin üstünde bağlamıştı, yanıp tutuşmuş gibi üzgün
üzgün oda içinde dikilmekteydi. Annesi, evde ağır bir hastalık
durumu belirdiğinde böylesine umarsız ve şaşkın durumlara düşerdi…
- Dedenin ibriğini olsun zamanında götürmüyorsun! diye söylendi
Nafset’e annesi.
- Ne oldu, anne, çok kaygılısın, diye söze başladı Nafset. Ancak
çok sinirlenmiş olan annesi kızının sözünü sert bir biçimde kesti.
- Ne mi olmuş? Bir şey olmadı. Zavallı yaşlı deden güçsüz düştü,
bir başına kaldı. Ona gerektiği gibi bakamıyoruz!
Nafset bu sözleri neye yoracağını kestiremedi ve sesini keserek
bir kova alıp dışarı çıktı.
Ancak annesi Nafset’in üzüntüden moraran küçük dudaklarının ve
gözlerinden okunan keyifsiz görünümün farkına vardı. Bir suçu
olmayan kızını böylesine azarlamış olmasından pişmanlık duydu.
Bir yıldır Nafset’e karşı gösterdiği sert davranışlarından ötürü
anne pişmanlıklar duymaya başlamıştı. Küçüklüğünden bu yana küçük
kızına karşı sert davranışlarını inatla sürdürüyordu. Üstelik
nedensiz yere kızını sık sık azarlıyordu. Kız da gözlerinden
yansıyan zekice, ama üzgün bakışlarıyla annesine keyifsiz bakıyor,
iç çekiyor, ama annesine bir karşılık da vermiyordu. Annesi ise,
şaşırmış ve ne diyeceğini bilmez durumda kalıyordu, suçsuz birini
azarladığından dolayı kınanıyormuş gibi, zor işitilecek bir sesle,
kızından hoşnut olmadığını belli eden bir homurtu ile yetiniyordu.
Ancak bir süre sonra yeniden Nafset’e kızar ve bu kez daha sert
davranırdı. Küçüklüğünde, onu dövdüğündeki gibi üstüne yürüdüğü de
olurdu, böylece kızını terbiye etme hakkının kendinde olduğunu
kızına göstermek isterdi. Ancak bundan da bir şey çıkmazdı. Kızın
üstüne her yürüdüğünde, Nafset’in üzüntülü gözlerinden dökülen
yaşları görür, kızının kendisini suçlarmış gibi olan sessiz ama
üzgün bakışları ile karşılaşırdı.
Sonunda, kızının çocukluk çağını aştığını ve onun bir genç kız
olduğunu Hımsad da görmüştü. Ancak aralarında az da olsa, bir
mesafe, bir yabancılık izi kalmıştı.
Kızı yanından ayrıldığında, kızının alışık olunmayan bir yola
koyulduğunu, sözünü ve otoritesini ona pek duyuramadığını,
kızının artık elden gitmekte olduğunu anlamış olması, anneyi
ciddi bir biçimde kaygılandırıyordu. Erişkinliğe ilk adımını atmış
olan kızına, yaşam yolunda nasıl yardımcı olabileceğini
bilemiyordu. Kızına bir yardım eli uzatmak, onu tehlikelerden
uzaklaştırmak, tökezlediğinde ona dayanak olmak, yaşamın
zorlukları karşısında ona kendisini köprü etmek, sevgili çocuğunun
yaşam yolunu kolaylaştırmak, zor duruma düştüğünde onu sevgiyle
kucaklayıp bağrına basmak, onu olası tehlikelerden uzak tutmak,
annenin istediği şeyler işte bunlardı. Ancak bunları
gerçekleştiremiyordu. Yumuşak davranmayı gelenekten dışlamış olan
sert ve eskimiş Adige geleneğine uygun bir biçimde ve Adige
utangaçlığının deliliğine takılı kalarak, çocuğunu kalben
kendisinden uzaklaştırmış oldu. Şimdi kızına yaklaşmaya, okşayıcı
sözlerle onunla konuşmaya çalışıyor, sırlarını kendisi ile
paylaşmayı istiyordu ama bunu nasıl gerçekleştirebileceğini de
bilemiyordu.
Anne, Kulats’ı, büyük kızını daha iyi anlıyordu, onunla bir
iletişimi vardı. Kulats’ın bir bakmasıyla ve bir davranışıyla,
onun düşüncelerini okuyabiliyordu. Kulats’ın yaşama bakış
biçimini daha iyi kavramıştı Hımsad: Kulats, annesinin ve bütün
Adige kadınlarının geleneksel olarak izlediği yoldan yürüyordu.
Kızının karşılaşabileceği tehlikeleri az çok kestirebiliyordu.
Kulats’ın aklından geçenleri, isteklerini, huyunu, özelliklerini
ve buna benzer şeyleri biliyordu.
Nafset ona benzemiyordu. Onun kişiliğini ve seçtiği yolu hiç
beğenmiyordu. Nafset’in kendisini dinlememesi ananın canını
sıkıyordu. Nafset’in yeni huy ve özellikleri anneyi korkutuyordu.
Değotluk’un kızı ile içtenlikli bir arkadaş olması, bu son dönemde
köy okulunda çocukları okutan öğretmenin kızını sık sık ziyaret
etmesi, sonunda da, inatla okumakta olduğu kitapların gün geçtikçe
daha da çoğalmış olması, bütün bunlar anayı korkutuyordu. En çok
da bu son yıl içinde Nafset’in seçmiş olduğu yolda inatla
ilerlemekte olması anayı üzüyordu. Ancak bir ikna ve çözüm yöntemi
de bulamıyordu. Sopayı ele alıp kızını zorla kendi istediği yöne
çekmeye de cesaret edemiyordu, kızını büsbütün yitirmekten
korkuyordu.
Nafset’in huy ve davranışlarının bu son bir yıl içinde değişim
geçirdiğinin ana farkındaydı. İnsanın yüreğini hoplatan kızının
tok sesi gitmiş, şen şakrak hali ve kahkahaları pek duyulmaz
olmuştu. Eski eğlence biçimleri ile de fazla ilgilenmiyordu,
ayrıca ilgilendiği şeyleri hoş görmüyorlar diye, Kulats ve oğlan
kardeşi ile eskiden olduğu gibi fazla dalaşmıyordu. Gün geçtikçe
düşüncelere dalıp gidiyor, çoğunca da yüzünden üzüntülü ifadeler
okunuyordu.
Nafset’teki bu değişimin nedeni konusunda annede bazı kuşkular
belirmişti. Kağnı arabaları batağa saplandığı sıradave orada
Mezokoların oğluyla karşılaştıklarında, oğlanın Nafset’e söylemiş
olduklarını unutmuyordu Hımsad, okuma işi ötesinde, çocuğun kızına
ayrı bir değer vermiş ve onu yönlendirmek istemiş olması da
gözünden kaçmamıştı. Ertesi akşam, Bibolet evlerine geldiğinde,
konuğu en iyi bir biçimde ağırlamak için Nafset’in didinip
durduğunu, kızın her iki yanağının da ateşten birer kor gibi
tutuşmuş olduklarını fark etmişti…
Ayrıca bu son dönemde köyün en gözde gençlerinin ciddi bir biçimde
Nafset’in peşine düşmüş olduklarının da farkındaydı Hımsad.
İsmahil’in de şakaya vurdurarak, gizli bir kaşenlik (evlenme)
arzusuyla kızının peşinde olduğunu da biliyordu.
Ana İsmahil’i daha beğeniyor, Bibolet’den ise çekiniyordu,
Bibolet’in seçtiği kuşkulu yeni yol anayı ürkütüyordu. Bibolet’in
uzakta olması ve iletişim yokluğu ana için tek teselli idi. Ancak
bazen yemek yeneceğinde, Nafset’in uysal ve yumuşak bir sesle ama
üzgün bir biçimde “yemek yiyemeyeceğim, anne” demesi, annenin
yüreğine, bir eşek arısı sokmuşçasına, çok acı bir biçimde
batıyordu.
Kızı için üzülmek, ona acımak, bazen da kızıp onu azarlamak ve
bütün bunlar karmaşık bir biçimde ananın yüreğine yerleşmişti.
Şimdi Karbeç’in yaşlanmış ve güçsüz düşmüş hali ve bu durum
karşısında duyduğu üzüntü ve kaygı, Hımsad’a kızını unutturmuş
gibiydi. Bu kaygıyla dolu olarak kapıya yanaşıyor ve Nafset’i
arıyordu. Yapısı ve diğer özellikleri ile Nafset’in öbür insanlara
benzemediği gibisine kuşkulara kapılıyordu. Saçlarını yağlı
kocaman kuyruklu bir koyun gibi başının üst ensesinde topuz
yapmıştı, yuvarlak bir somunu andıran Rus saçına ya da sarılmış
yılana benzeyen Adige saç tipine de uymuyordu bu saz tarzı! Böyle
bir saç modelini bugüne değin sadece Nafset’in yanına gelmekte
olan köy öğretmeninde görmüştü.
Hımsad’ın en sevdiği şeyler olarak Kulats’da gördüğü yumuşak
yürüyüş ve Adige çekingenliği (utanma) gibi şeyler Nafset de
yoktu. Nafset’in yürüyüş biçimi anasının hoşuna gitmiyordu.
Kibirli ve kendine güvenli hareket ediyor, ellerini sallamıyor,
dondurulmuş bir sütun gibi, ancak ince beli biraz belli olur bir
biçimde yürüyordu.
“Köydeki onca gözde ve varlıklı genç, Kulats gibi bir kız
dururken, onu iteleyip bu dik başlı kızda ne buluyorlar ki” diye
içinden geçiriyordu ana.
Beyaz bir dil gibi akıtarak kovadan ibriğe su dolduruyordu Nafset.
İbriği doldururken bile, kız vücudunun dikliğini koruyor,
eğilmiyor, sadece ince belini aşağı doğru biraz kıvırmakla
yetiniyordu. ”Nereden çıktığı ve neye benzediği belirsiz biri!”
diye iç çekip kapıdan uzaklaşmıştı Hımsad.
Karbeç abdest için kollarını sıvadı ve ibriği Nafset’den aldı.
- İçeriden küçük taburemi getir, a benim dünyalar güzeli kızım.
Küçük tabure ve havlu ile karşısına geldiğinde, yaşlılıktan fersiz
düşmüş gözleriyle, hiç yapmadığı gibi torununa uzun uzun baktı ve
yumuşak bir ses tonuyla konuştu:
- Bahçede ne yapıyordun güzel kızım?
- İnciçiçeği (müge) diktim.
- Ne dedin, diye Karbeç kulağını açtı.
- İnciçiçeği!
- Neymiş bu inciçiçeği?
- Böyle bir çiçek var, baba, küçük beyaz çana benzeyen çiçekler
açar. Güzel kokar… Dün ormandan söküp getirdim. İlk kez öğretmenin
küçük bahçesinde bulunduğunu görmüştüm o çiçeğin, diyerek durumu
Karbeç’e açıkladı.
Ancak Karbeç, Nafset’in verdiği yanıtı önemsememiş gibi, gözlerini
ayırmadan öyle bakıyor. Ardından yanına sokulup Nafset’in yumuşak
saç tellerini kocamış ve buruşmuş ellerine yer yer takılarak,
başını okşuyor, dua eder gibi konuşuyor:
- Tanrı seni uzun ömürlü ve bahtı açık etsin, güzel kızım.
Dedesinin gözlerindeki ulaşılması olanaksız umarsızlığı fark
etmişti Nafset. Ancak bu üzüntünün nedenini anlayamıyordu,
uzaklardaki uzun ve korku dolu bir yola çıkıyormuş gibi, kendisi
için büyük bir duada bulunmuş olmasının da nedenini anlayamıyordu.
Karbeç küçük taburesine oturdu. Sallanan güçsüz kollarını
dizlerine koydu, kollarının deri üstlerine doğru çıkıntılar yapmış
olan mavi damarları, birer sülük imişler gibi kollarının dört bir
yanından adeta taşmıştı. İbriğin dik ve yüksek ağız bölümüne bir
süre baktı, ardından ibriğe söylüyormuş gibi, yere doğru bakarak
yavaş yavaş konuştu:
- Biz yaşamımızı çiçeklerin bile farkına varmadan geçirdik ve
bugünlere getirdik. Hayvan gibi ayaklarımızla toprağı teperek
dolaşıp durduk… Çok teşekkür ederim, güzel kızım. Yaşadığın sürece
yaşamını çiçek ve insanlık ile güzelleştir.
Bahçe kapısı yönünden bir gıcırtı sesi geldi. Değotluk bahçeye
girmişti. Bir asker gibi, ince vücudunu dik tutarak kendilerine
doğru geliyordu. Koltuğunun altında rule halinde kızıl renkli bir
kumaş parçası tutuyordu. Değotluk’un öğle vakti gölgesi, geniş
atletik omuzları düşümünde kalınlaşıyor, bel kısmında da iri bir
karınca gibi inceliyordu.
- Günaydın, Karbeç! (Уимафэ ш1у, Къарбэч!) diyerek saygı dolu ve
utangaç bir gençlik selamı verdi.
Değotluk, Karbeç ile her karşılaştığında, Karbeç’in yaşı ve temiz
yüreği karşısında sivri dilini geri çekiyor, dikbaşlılığını ve
kuşkucu tavırlarını bir yana bırakıyordu.
- Allah ömrünü uzun etsin, oğlum! Buyurun. Kor gibi kızıl bir
kumaş almışsın.
- Bu, 1 Mayıs Kutlaması (Мэфэк1 мафэ) için. Adigece sloganları
Nafset’e yazdırmak için ricaya geldim. Rusçalarını öğretmenimiz
yazacak.
- Yazmak mı! Ben onu yazamam ki! diye gerçekten kaygılı bir
biçimde ellerini başına götürdü Nafset.
- Ne demek bu 1 Mayıs Kutlaması, diyerek, oynaşan kirpiklerini
yukarı kaldırarak bir baktı Karbeç.
- Emeği ile geçimini sağlayan bütün insanlar 1 Mayıs Günü’nü
bayram (мэфэк1) olarak kutluyorlar. O gün bütün emekçilerin kardeş
oldukları, kendilerini sömürmekte olan sömürücülere karşı
dayanışma içinde olmaları gerektiğini vurguluyorlar.
- Onlar bizim zavallı Adige emekçilerimizi aralarına almazlar
sanırım, diye kendi kendisine söylüyormuş gibi üzüntülü konuştu
Karbeç.
- Emekçiler Adige, Rus ve Fransız gibi toplum (лъэпкъ) ayırımı
yapmıyorlar. Emekçilerin tümü kardeştir. Hepsi de her yerde aynı
zorlukları yaşadılar. Her yerde baskı altında idiler.
- Öyleyse, iyi. Tanrı ne istekleri varsa yerine getirsin.
Emekçiler birleşik hareket ettikleri sürece hep kazanırlar. Pşı-verk
Savaşı (1) (Пщы-оркъ зау) sırasında Bjedugh emekçileri acımasız
beyleri (пщы-оркъ) topraklarından kovmayı başarmışlardı.
- Nasıl yazılacak bu yazı? Korkuyla karışık yeniden sordu Nafset.
- Boya ile kumaşa yazılması gerekiyor. Karbeç sen bir marangozsun.
Biraz olsun beyaz yağlı boyan var mı?
- Bir kutuda biraz beyaz boya kalmıştı sanırım. Ararım.
- Yandım, ben onu nasıl yazayım ki! Ben öyle bir şeyi hiç yazmış
değilim, diye kaygılanmıştı Nafset.
- Yazarsın, yazarsın, güzel kızım. Emekçilerin kutlama gününe
herkes bir katkıda bulunmalı. Bir deneyimin olmadığı için bu iş
sana zor geliyor. Özenirsen başarırsın. Başlanmamış işin içinde
yılan bulunur, derler (1оф мыублэм блэ хэс). Hangi gün kutlama
yapılacak, diye konuşmasını sürdürdü Karbeç, Değotluk’a dönerek.
- Yarından sonra.
- Vay, sadece bir gün kalmış! Nafset’in morali iyice çökmüştü.
- Evet, fazla zaman kalmadı. Yine de az zaman değil. Ciddi olarak
işe koyulursan bitirirsin, diyerek Karbeç, Nafset’e moral vermeye
çalıştı. Büyük evin kapısından Hımsad’ın bakmakta olduğunu görünce
de (Nafset’e karşı hırçın olduğundan dolayı, Karbeç biraz da olsa
Hımsad’a karşı bir soğukluk duyuyordu), sözlerine eklemede
bulundu:”Yazıyı burada benim odamda yaz, yoksa o anlayışsızlar
yazı yazmana da engel olurlar…
O akşam gecenin ilerlemiş saatlerine, büyük evin ateşi külle
örtülene değin, küçük kandil söndürüldükten sonra bile, Karbeç’in
evinde iki kişi var güçleriyle çalışmaktaydılar. Yere yaydıkları
kırmızı bez şeridin köşelerine çekiç, balta ve diğer demir
ağırlıkları koymuşlardı. Her iki kişi de bezin başına çökmüş
çalışıyorlardı. Karbeç, bir puhu kuşu gibi kurulmuş ve gölgesi
duvara düşecek biçimde tabure üzerinde oturuyor, Nafset’in
yaptıklarını dikkatle izliyordu. Nafset dizleri üzerinde oturup
kumaş üzerine eğilmişti, küçük fırçayı acemice kullanıyor ve kızıl
kumaşın üzerinde gezdiriyordu. Fırça darbeleri sonucu, eğri büğrü
Adige harfleri (2) kumaş üzerinde beyaz renkli boya lekeleri
bırakıyordu.
Çok geçmeden Karbeç öne atıldı, ciddi ve içinden kopup gelmiş gibi
Nafset’e seslendi:
- Öyle yapmaman gerektiğini sana söylemedim mi?Yazıları birbirine
uygun ve düzgün yazmıyorsun, güzel kızım!
- Kızma bana, baba. Ben bunu ilk kez yazıyorum. Ağlamaklı bir
sesle yalvarır gibiydi Nafset. Başını kaldırıp eğri gitmekte olan
yazı dizesini gözden geçirdi.
- Sana kızmıyorum, ama böyle hatalı da yazılır mı hiç! Bütün bir
köy halkı görecek bunu. Biraz aksi davrandığını anlayıp pişman
olmuş ve yeniden yumuşamıştı Karbeç.
- Peki dizeleri nasıl düzgün yazabilirim? Dizeleri aynı hizada
götüremiyorum, diyerek yakınmaya başlamıştı Nafset.
- Hele bir bekle, güzel kızım. İşin burasında benim marangozluğum
işe yarayacak. Karbeç bir şeyi anımsayıp ayağa kalktı. Divanını
altındaki küçük bir kutudan bir kurşun kalem, yastığının altından
da marangoz cetvelini çıkarıp Nafset’e verdi.
- Önce cetvelle bir çizgi çek, ardından çizgi doğrultusunda
harfleri düzgün çiz, sonra boyalarını üzerlerinden geçersin. İşte
böyle yapılır bu tür işler! diyerek yol göstermeye başladı Karbeç.
Aynı sıralarda Hımsad, gece yarısında Karbeç’e ilişkin
gördüklerini kocasına anlatmaktaydı.
- Hey gidi, hey, dedi kocası Yedıg, her baharın gelişinde onu hep
öyle görüyorum. Çok yaman bir yaşlı o:Pes etmeye niyetli değil,
gücünü sınıyor…
DİPNOTLAR
1) Pşı-verk Savaşı-1796
yılında zalim derebeylerine karşı ayaklanan Bjedugh emekçileri
(serbest köylü/фэкъол1 ve köleler/пщыл1ы), Ruslardan destek alan
köy derebeylerini yenip topraklarından kovmuşlardı. Büyük Adige
halk ozanı Tsığo Tevçoj’un (Тэуцожъ Цыгъу) aynı adlı
şiirsel bir destanı vardır. -HCY.
2) Adigece o sıralar (1927 yılına değin) Arap harflerinden
geliştirilmiş Adige alfabesiyle yazılıyordu. -HCY.
|