...................
...................

MUTLULUK YOLU      2.BÖLÜM -07

K'ERAŞ Tembot
Çeviri: HAPİ Cevdet Yıldız
Orijinal Adı:
К1ЭРЭЩЭ Тембот; Насыпым игъогу

                         
...................
...................

VI. YAŞLI (ЖЪЫГЪЭР)

Bahardı. Günlerden Cuma idi.

Sabah vakti,  sanki üzerlerinden bir ak koyun sürüsü geçmiş gibi, duru gökyüzünde,  birer ak koyunmuş gibi, beyaz bulutlar öteye beriye asılmış duruyorlardı. Bunlar uzaklardan görünen sivri yeşil dağ doruklarından zincirleme halde, acele etmeden ve yüzerek bu yana doğru geliyorlardı. Gölgeleri ürkmüş koyun sürüsü gibi, kırlarda koşuşturmakta ve Vıstanekoların bahçesine değin uzanmaktaydı. Güneşlenmek üzere dışarı çıkmış olan Karbeç kürküne iyice sarınmıştı. Gagalanma sonucu kanayan zayıf mandanın sırtında ise kargalar koşuşuyor, hayvanı bu soğukta titretiyorlardı. Bahçelerde yeni büyümeye başlamış olan nisan otları üzerinden geçmekte olan  bulutların gölgeleri havaya daha bir kasvet katıyorlardı.

Giderek öğle üzeri güneş havayı oldukça ısıtmıştı. İlkbahar güneşinin ısıtmaya başladığı bahçelerden sıcak ve iç açıcı bir buhar kokuları yayılmakta, insanın içini gönendirmekte, yeni duygu ve özlemler insanın içini tatlı bir sis gibisine doldurmaktaydı.

Karbeç'in küçük evinin sağ tarafında çitlerle çevrilmiş küçük bir bahçe bulunuyordu. Karbeç, Abzeghlerin (Абдзах) eski bahçe kültürlerinin bir kalıntısı olarak bahçesini seviyordu. Bahçeyi kuran, etrafını çitle çeviren de kendisiydi. Bahçeye çoluk çocuk ve tavuk sokmuyor ve temiz tutuyordu.

Bu küçük bahçede bir kayısı ağacı vardı. Ağacı dikerken Karbeç, kendisine küçücük bir kız olarak yardım eden Nafset'in adını vermişti: "Bu ağaç senin, benim şaşım (güzel kızım), bu ağaç, senin mutluluk ağacın olsun. Tanrı geleceğini o ağacın çiçeklerinin güzelliği ölçüsünde güzel kılsın!" diye Nafset'e söylemişti. O andan başlayarak kayısı ağacının çiçek açmasını her bahar özlemle bekler olmuştu Nafset de.

Şimdi küçük kayısı ağacı diğer ağaçlardan önce çiçeklenmiş ve üzerine közler dökülmüş gibi güneşe karşı parıldıyordu.

Tomurcuklanıp çiçek açmaya hazırlanan bahçedeki diğer ağaçlardan da tatlı bir zamk (kitre) kokusu yayılmaktaydı. Toprak, çimen ve ağaçlar, her şey baharın tazeliğine kapılmış yaşamın doyumsuzluğuna kendilerini bırakmışlardı. Bu arada sıcak hava, Karbeç'in oturduğu evin yanında, önemsiz sayılıp bahçenin kenar bir köşesine itilmiş olan eski erik ağacını bile etkilemiş, o da çiçeklerle bezenmişti.

Yaşlıların gençlik günlerini özleyerek iç geçirdikleri, gençlerin de mutlu bir geleceğin umudu peşinde koşuşturdukları güzel günler, yılın en güzel bir dönemi yaşanıyordu.

Hımsad, görülmekten kaçınarak büyük evin küçük kapısından dışarıya dikkatle bir baktı. Kol yenleri yukarıya çekikti, hamur yoğurduğu kollarına bulaşmış unlardan belli oluyordu. Ardında da büyük evin içinde, mavi bir ejderha gibi sarılıp yükselmekte olan ocağın dumanı görünüyordu.

Hımsad bahçeyi dikkatle bir süzdü. Üzerinde titrediği hindi yavruları "pıv-pıv-pıv, pa-pav" diyerek at ahırının önünde otlamaktaydılar. Ancak ana hindi bir şeyden kaygılanmış olmalı ara yerde duruyordu. Başını göğe doğru kaldırmış, gözünü dört açmış bir yere bakmaktaydı.
 Kurrt, kurrt! (Къуррт1, къуррт1!)

Hımsad, yazmasından taşmış saçlarını hemen topladı. Karbeç bahçede mi diyerek, bahçeyi yeniden gözden geçirdi, ormandan çıkmış ürkek bir orman tavuğu gibi, sakınarak sundurmanın altından çıktı. Elini alnının üzerine getirerek ana hindinin baktığı yana, gökyüzüne doğru baktı. Gökyüzünde tek başına kalmış ve göbek kısmı siyah bir küçük bulut parçası bulunuyordu. Bulutun altında da kanatlarını açmış ama sallamayan büyük bir kartal yavaşça süzülmekteydi.
- Seni gidi imansız seni! diyerek kartala doğru bir yumruk salladı Hımsad.

Hindi yavruları Hımsad'ı görür görmez koşmaya ve uçuşmaya başladılar. Ana hindi de düşmanı fark etmiş olmanın gururu içindeymiş gibi, verk (оркъ/zadegan) adımı atarmış gibi büyüklenerek ince bacaklarıyla adım atmaya başladı. Ancak Karbeç'in küçük evi ile at ahırı arasına ulaştığında, hemen duruverdi, ince boynunu bükerek, ürkek biçimde geriye doğru çekilmeye başladı.
- Kurrrrt, kurt, kurt!

At ahırının gerisinden bir çitin gıcırtı sesi geldi. Arsız bir köpeğin hindilere saldırmasından kaygılanan Hımsad, dikkatli bir biçimde eğilip sesin geldiği yere doğru yürüdü. Ancak at ahırının ardında görmüş olduğu durum karşısında çakılıp kaldı. Yere bir sopa saplanmıştı, tepesinde de Karbeç’in kalpağı vardı. Karbeç’in kendi de çit kazıklarından birine asılmış doğrulmaya çalışıyordu. Ancak bir deri bir kemik kalmış olan vücudunu kaldıramıyor, zayıf kolları ile çite asılmış bekliyordu, hem gülünecek ve hem üzülecek bir manzara vardı karşısında. Asılı biçimde biraz durup dinlenmeye çalıştı Karbeç. Seyrelmiş ve aklaşmış saçları esen hafif yele uyumlu bir biçimde dalgalanmaktaydı. Uçuşan kıvırcık ak sakallarıyla Karbeç’in görünümü Hıristiyanların yaptıkları Tanrı resimlerine benziyordu. Birazdan ayağa kalkmak için yeniden bir hamlede bulundu ama güçsüz bacakları bu işi başaramadı ve yeniden yere çöktü. Bir süre derin bir nefes aldı. Bir hırsız, suç işlemiş biriymiş gibi sessizce etrafını gözden geçirdi, acaba düştüğü bu durumu gören biri etrafta var mı ki, der gibi. Ardından kamburlaşmış belini daha da bir eğerek yere çakılı sopasına doğru ilerledi…
- Çok kötü, çok yaşlı biri bu, yazık ‘’yaşlılık kimsenin isteyeceği bir şey değil’’ diye üzüntülerini kendi kendine sıraladı Hımsad. Hemen oradan uzaklaştı ve büyük evin kapı aralığına saklandı. Gözlerinden yaşlar döküldü, büyük bir üzüntü içinde Karbeç geri dönene değin onu izledi.

Karbeç sopasını ilkin bahçe çitine dayadı. Geri çekilip bir süre durdu, zor dönüş yapan bir at gibi zar zor bir dönüş yapıp sopasını çitin öbür yanından beriki yana geçirmeyi başardı. Bir kedi suratı gibi kıllı olan yüzünü ayarlayıp yukarıya, güneşe doğru bir baktı. Halsiz bir yaşlı haykırmasıyla seslendi:
- Kızım! (Сищащ!)
- Ne oldu, baba? Geliyorum!

Yeni değişime uğramış bir genç kız sesi, Nafset’in sesi bahçeden duyuldu.
- İbriğime su dolduruver, kızım!
- Hemen, baba!

Karbeç kaygılı bir biçimde ayaklarını sağa sola oynatarak bir süre ayakta dikildi, ardından sopasını yukarı kaldırarak, loş ve soğuk bir hava yansıyan oda kapısını açıp içeri girdi. Şiş göbekli küçük ibriğini dışarı çıkarıp kapı önüne koydu.

Nafset kovayı almak için büyük eve gitti. Annesinin kapıda dikildiğini görünce bir anlam veremeyerek olduğu yerde durakladı. Hımsad’ın yüzünde kaygılı bir ifade vardı, namaza durmuş gibi ellerini göbeğinin üstünde bağlamıştı, yanıp tutuşmuş gibi üzgün üzgün oda içinde dikilmekteydi. Annesi, evde ağır bir hastalık durumu belirdiğinde böylesine umarsız ve şaşkın durumlara düşerdi…
- Dedenin ibriğini olsun zamanında götürmüyorsun! diye söylendi Nafset’e annesi.
- Ne oldu, anne, çok kaygılısın, diye söze başladı Nafset. Ancak çok sinirlenmiş olan annesi kızının sözünü sert bir biçimde kesti.
- Ne mi olmuş? Bir şey olmadı. Zavallı yaşlı deden güçsüz düştü, bir başına kaldı. Ona gerektiği gibi bakamıyoruz!

Nafset bu sözleri neye yoracağını kestiremedi ve sesini keserek bir kova alıp dışarı çıktı.

Ancak annesi Nafset’in üzüntüden moraran küçük dudaklarının ve gözlerinden okunan keyifsiz görünümün farkına vardı. Bir suçu olmayan kızını böylesine azarlamış olmasından pişmanlık duydu.

Bir yıldır Nafset’e karşı gösterdiği sert davranışlarından ötürü anne pişmanlıklar duymaya başlamıştı. Küçüklüğünden bu yana küçük kızına karşı sert davranışlarını inatla sürdürüyordu. Üstelik nedensiz yere kızını sık sık azarlıyordu. Kız da gözlerinden yansıyan zekice, ama üzgün bakışlarıyla annesine keyifsiz bakıyor, iç çekiyor, ama annesine bir karşılık da vermiyordu. Annesi ise, şaşırmış ve ne diyeceğini bilmez durumda kalıyordu, suçsuz birini azarladığından dolayı kınanıyormuş gibi, zor işitilecek bir sesle, kızından hoşnut olmadığını belli eden bir homurtu ile yetiniyordu. Ancak bir süre sonra yeniden Nafset’e kızar ve bu kez daha sert davranırdı. Küçüklüğünde, onu dövdüğündeki gibi üstüne yürüdüğü de olurdu, böylece kızını terbiye etme hakkının kendinde olduğunu kızına göstermek isterdi. Ancak bundan da bir şey çıkmazdı. Kızın üstüne her yürüdüğünde, Nafset’in üzüntülü gözlerinden dökülen yaşları görür, kızının kendisini suçlarmış gibi olan sessiz ama üzgün bakışları ile karşılaşırdı.

Sonunda,  kızının çocukluk çağını aştığını ve onun bir genç kız olduğunu Hımsad da görmüştü. Ancak aralarında az da olsa, bir mesafe, bir yabancılık izi kalmıştı.

Kızı yanından ayrıldığında, kızının alışık olunmayan bir yola koyulduğunu, sözünü ve otoritesini ona  pek duyuramadığını,  kızının artık elden gitmekte olduğunu anlamış olması,  anneyi ciddi bir biçimde kaygılandırıyordu. Erişkinliğe ilk adımını atmış olan kızına, yaşam yolunda nasıl yardımcı olabileceğini bilemiyordu. Kızına bir yardım eli uzatmak, onu tehlikelerden uzaklaştırmak, tökezlediğinde ona dayanak olmak, yaşamın zorlukları karşısında ona kendisini köprü etmek, sevgili çocuğunun yaşam yolunu kolaylaştırmak, zor duruma düştüğünde onu sevgiyle kucaklayıp bağrına basmak, onu olası tehlikelerden uzak tutmak, annenin istediği şeyler işte bunlardı. Ancak bunları gerçekleştiremiyordu. Yumuşak davranmayı gelenekten dışlamış olan sert ve eskimiş Adige geleneğine uygun bir biçimde ve Adige utangaçlığının deliliğine takılı kalarak, çocuğunu kalben kendisinden uzaklaştırmış oldu. Şimdi kızına yaklaşmaya, okşayıcı sözlerle onunla konuşmaya çalışıyor, sırlarını kendisi ile paylaşmayı istiyordu ama bunu nasıl gerçekleştirebileceğini de bilemiyordu.

Anne, Kulats’ı, büyük kızını daha iyi anlıyordu, onunla bir iletişimi vardı. Kulats’ın bir bakmasıyla ve bir davranışıyla,  onun düşüncelerini okuyabiliyordu. Kulats’ın yaşama bakış biçimini daha iyi kavramıştı Hımsad: Kulats, annesinin ve bütün Adige kadınlarının geleneksel olarak izlediği yoldan yürüyordu. Kızının karşılaşabileceği tehlikeleri az çok kestirebiliyordu. Kulats’ın aklından geçenleri, isteklerini, huyunu,  özelliklerini ve buna benzer şeyleri biliyordu.

Nafset ona benzemiyordu. Onun kişiliğini ve seçtiği yolu hiç beğenmiyordu. Nafset’in kendisini dinlememesi ananın canını sıkıyordu. Nafset’in yeni huy ve özellikleri anneyi korkutuyordu. Değotluk’un kızı ile içtenlikli bir arkadaş olması, bu son dönemde köy okulunda çocukları okutan öğretmenin kızını sık sık ziyaret etmesi, sonunda da, inatla okumakta olduğu kitapların gün geçtikçe daha da çoğalmış olması, bütün bunlar anayı korkutuyordu. En çok da bu son yıl içinde Nafset’in seçmiş olduğu yolda inatla ilerlemekte olması anayı üzüyordu. Ancak bir ikna ve çözüm yöntemi de bulamıyordu. Sopayı ele alıp kızını zorla kendi istediği yöne çekmeye de cesaret edemiyordu, kızını büsbütün yitirmekten korkuyordu.

Nafset’in huy ve davranışlarının bu son bir yıl içinde değişim geçirdiğinin ana farkındaydı. İnsanın yüreğini hoplatan kızının tok sesi gitmiş, şen şakrak hali ve kahkahaları pek duyulmaz olmuştu. Eski eğlence biçimleri ile de fazla ilgilenmiyordu, ayrıca ilgilendiği şeyleri hoş görmüyorlar diye, Kulats ve oğlan kardeşi ile eskiden olduğu gibi fazla dalaşmıyordu. Gün geçtikçe düşüncelere dalıp gidiyor, çoğunca da yüzünden üzüntülü ifadeler okunuyordu.

Nafset’teki bu değişimin nedeni konusunda annede bazı kuşkular belirmişti. Kağnı arabaları batağa saplandığı sıradave orada Mezokoların oğluyla karşılaştıklarında, oğlanın Nafset’e söylemiş olduklarını unutmuyordu Hımsad, okuma işi ötesinde, çocuğun kızına ayrı bir değer vermiş ve onu yönlendirmek istemiş olması da gözünden kaçmamıştı. Ertesi akşam, Bibolet evlerine geldiğinde, konuğu en iyi bir biçimde ağırlamak için Nafset’in didinip durduğunu, kızın her iki yanağının da ateşten birer kor gibi tutuşmuş olduklarını fark etmişti…

Ayrıca bu son dönemde köyün en gözde gençlerinin ciddi bir biçimde Nafset’in peşine düşmüş olduklarının da farkındaydı Hımsad. İsmahil’in de şakaya vurdurarak, gizli bir kaşenlik (evlenme)  arzusuyla kızının peşinde olduğunu da biliyordu.

Ana İsmahil’i daha beğeniyor, Bibolet’den ise çekiniyordu, Bibolet’in seçtiği kuşkulu yeni yol anayı ürkütüyordu. Bibolet’in uzakta olması ve iletişim yokluğu ana için tek teselli idi. Ancak bazen yemek yeneceğinde, Nafset’in uysal ve yumuşak bir sesle ama üzgün bir biçimde “yemek yiyemeyeceğim, anne” demesi, annenin yüreğine, bir eşek arısı sokmuşçasına, çok acı bir biçimde batıyordu.

Kızı için üzülmek, ona acımak, bazen da kızıp onu azarlamak ve bütün bunlar karmaşık bir biçimde ananın yüreğine yerleşmişti.

Şimdi Karbeç’in yaşlanmış ve güçsüz düşmüş hali ve bu durum karşısında duyduğu üzüntü ve kaygı,  Hımsad’a kızını unutturmuş gibiydi. Bu kaygıyla dolu olarak kapıya yanaşıyor ve Nafset’i arıyordu. Yapısı ve diğer özellikleri ile Nafset’in öbür insanlara benzemediği gibisine kuşkulara kapılıyordu. Saçlarını yağlı kocaman kuyruklu bir koyun gibi başının üst ensesinde topuz yapmıştı, yuvarlak bir somunu andıran Rus saçına ya da sarılmış yılana benzeyen Adige saç tipine de uymuyordu bu saz tarzı! Böyle bir saç modelini bugüne değin sadece Nafset’in yanına gelmekte olan köy öğretmeninde görmüştü.

Hımsad’ın en sevdiği şeyler olarak Kulats’da gördüğü yumuşak yürüyüş ve Adige çekingenliği (utanma) gibi şeyler Nafset de yoktu. Nafset’in yürüyüş biçimi anasının hoşuna gitmiyordu. Kibirli ve kendine güvenli hareket ediyor, ellerini sallamıyor, dondurulmuş bir sütun gibi, ancak ince beli biraz belli olur bir biçimde yürüyordu.

“Köydeki onca gözde ve varlıklı genç, Kulats gibi bir kız dururken, onu iteleyip bu dik başlı kızda ne buluyorlar ki” diye içinden geçiriyordu ana.

Beyaz bir dil gibi akıtarak kovadan ibriğe su dolduruyordu Nafset. İbriği doldururken bile, kız vücudunun dikliğini koruyor, eğilmiyor, sadece ince belini aşağı doğru biraz kıvırmakla yetiniyordu. ”Nereden çıktığı ve neye benzediği belirsiz biri!” diye iç çekip kapıdan uzaklaşmıştı Hımsad.

Karbeç abdest için kollarını sıvadı ve ibriği Nafset’den aldı.
- İçeriden küçük taburemi getir, a benim dünyalar güzeli kızım.

Küçük tabure ve havlu ile karşısına geldiğinde, yaşlılıktan fersiz düşmüş gözleriyle, hiç yapmadığı gibi torununa uzun uzun baktı ve yumuşak bir ses tonuyla konuştu:
- Bahçede ne yapıyordun güzel kızım?
- İnciçiçeği (müge) diktim.
- Ne dedin, diye Karbeç kulağını açtı.
- İnciçiçeği!
- Neymiş bu inciçiçeği?
- Böyle bir çiçek var, baba, küçük beyaz çana benzeyen çiçekler açar. Güzel kokar… Dün ormandan söküp getirdim. İlk kez öğretmenin küçük bahçesinde bulunduğunu görmüştüm o çiçeğin, diyerek durumu Karbeç’e açıkladı.

Ancak Karbeç, Nafset’in verdiği yanıtı önemsememiş gibi, gözlerini ayırmadan öyle bakıyor. Ardından yanına sokulup Nafset’in yumuşak saç tellerini kocamış ve buruşmuş ellerine yer yer takılarak, başını okşuyor, dua eder gibi konuşuyor:
- Tanrı seni uzun ömürlü ve bahtı açık etsin, güzel kızım.

Dedesinin gözlerindeki ulaşılması olanaksız umarsızlığı fark etmişti Nafset. Ancak bu üzüntünün nedenini anlayamıyordu, uzaklardaki uzun ve korku dolu bir yola çıkıyormuş gibi, kendisi için büyük bir duada bulunmuş olmasının da nedenini anlayamıyordu.

Karbeç küçük taburesine oturdu. Sallanan güçsüz kollarını dizlerine koydu, kollarının deri üstlerine doğru çıkıntılar yapmış olan mavi damarları, birer sülük imişler gibi kollarının dört bir yanından adeta taşmıştı. İbriğin dik ve yüksek ağız bölümüne bir süre baktı, ardından ibriğe söylüyormuş gibi, yere doğru bakarak yavaş yavaş konuştu:
- Biz yaşamımızı çiçeklerin bile farkına varmadan geçirdik ve bugünlere getirdik. Hayvan gibi ayaklarımızla toprağı teperek dolaşıp durduk… Çok teşekkür ederim, güzel kızım. Yaşadığın sürece yaşamını çiçek ve insanlık ile güzelleştir.

Bahçe kapısı yönünden bir gıcırtı sesi geldi. Değotluk bahçeye girmişti. Bir asker gibi, ince vücudunu dik tutarak kendilerine doğru geliyordu. Koltuğunun altında rule halinde kızıl renkli bir kumaş parçası tutuyordu. Değotluk’un öğle vakti gölgesi, geniş atletik omuzları düşümünde kalınlaşıyor, bel kısmında da iri bir karınca gibi inceliyordu.
- Günaydın, Karbeç! (Уимафэ ш1у, Къарбэч!) diyerek saygı dolu ve utangaç bir gençlik selamı verdi.

Değotluk, Karbeç ile her karşılaştığında, Karbeç’in  yaşı ve temiz yüreği karşısında sivri dilini geri çekiyor, dikbaşlılığını ve kuşkucu tavırlarını bir yana bırakıyordu.
- Allah ömrünü uzun etsin, oğlum! Buyurun. Kor gibi kızıl bir kumaş almışsın.
- Bu, 1 Mayıs Kutlaması (Мэфэк1 мафэ) için. Adigece sloganları Nafset’e yazdırmak için ricaya geldim. Rusçalarını öğretmenimiz yazacak.
- Yazmak mı! Ben onu yazamam ki! diye gerçekten kaygılı bir biçimde ellerini başına götürdü Nafset.
- Ne demek bu 1 Mayıs Kutlaması, diyerek,  oynaşan kirpiklerini yukarı kaldırarak bir baktı Karbeç.
- Emeği ile geçimini sağlayan bütün insanlar 1 Mayıs Günü’nü bayram (мэфэк1) olarak kutluyorlar. O gün bütün emekçilerin kardeş oldukları, kendilerini sömürmekte olan sömürücülere karşı dayanışma içinde olmaları gerektiğini vurguluyorlar.
- Onlar bizim zavallı Adige emekçilerimizi aralarına almazlar sanırım, diye kendi kendisine söylüyormuş gibi üzüntülü konuştu Karbeç.
- Emekçiler Adige, Rus ve Fransız gibi toplum (лъэпкъ) ayırımı yapmıyorlar. Emekçilerin tümü kardeştir. Hepsi de her yerde aynı zorlukları yaşadılar. Her yerde baskı altında idiler.
- Öyleyse, iyi. Tanrı ne istekleri varsa yerine getirsin. Emekçiler birleşik hareket ettikleri sürece hep kazanırlar. Pşı-verk Savaşı (1) (Пщы-оркъ зау) sırasında Bjedugh emekçileri acımasız beyleri (пщы-оркъ) topraklarından kovmayı başarmışlardı.
- Nasıl yazılacak bu yazı? Korkuyla karışık yeniden sordu Nafset.
- Boya ile kumaşa yazılması gerekiyor. Karbeç sen bir marangozsun. Biraz olsun beyaz yağlı boyan var mı?
- Bir kutuda biraz beyaz boya kalmıştı sanırım. Ararım.
- Yandım, ben onu nasıl yazayım ki! Ben öyle bir şeyi hiç yazmış değilim, diye kaygılanmıştı Nafset.
- Yazarsın, yazarsın, güzel kızım. Emekçilerin kutlama gününe herkes bir katkıda bulunmalı. Bir deneyimin olmadığı için bu iş sana zor geliyor. Özenirsen başarırsın. Başlanmamış işin içinde yılan bulunur, derler (1оф мыублэм блэ хэс). Hangi gün kutlama yapılacak, diye konuşmasını sürdürdü Karbeç, Değotluk’a dönerek.
- Yarından sonra.
- Vay, sadece bir gün kalmış! Nafset’in morali iyice çökmüştü.
- Evet, fazla zaman kalmadı. Yine de az zaman değil. Ciddi olarak işe koyulursan bitirirsin, diyerek Karbeç, Nafset’e moral vermeye çalıştı. Büyük evin kapısından Hımsad’ın bakmakta olduğunu görünce de (Nafset’e karşı hırçın olduğundan dolayı, Karbeç biraz da olsa Hımsad’a karşı bir soğukluk duyuyordu), sözlerine eklemede bulundu:”Yazıyı burada benim odamda yaz, yoksa o anlayışsızlar yazı yazmana da engel olurlar…

O akşam gecenin ilerlemiş saatlerine, büyük evin ateşi külle örtülene değin, küçük kandil söndürüldükten sonra bile, Karbeç’in evinde iki kişi var güçleriyle çalışmaktaydılar. Yere yaydıkları kırmızı bez şeridin köşelerine çekiç, balta ve diğer demir ağırlıkları koymuşlardı. Her iki kişi de bezin başına çökmüş çalışıyorlardı. Karbeç, bir puhu kuşu gibi kurulmuş ve gölgesi duvara düşecek biçimde tabure üzerinde oturuyor, Nafset’in yaptıklarını dikkatle izliyordu. Nafset dizleri üzerinde oturup kumaş üzerine eğilmişti, küçük fırçayı acemice kullanıyor ve kızıl kumaşın üzerinde gezdiriyordu. Fırça darbeleri sonucu, eğri büğrü Adige harfleri (2) kumaş üzerinde beyaz renkli boya lekeleri bırakıyordu.

Çok geçmeden Karbeç öne atıldı, ciddi ve içinden kopup gelmiş gibi Nafset’e seslendi:
- Öyle yapmaman gerektiğini sana söylemedim mi?Yazıları birbirine uygun ve düzgün yazmıyorsun, güzel kızım!
- Kızma bana, baba. Ben bunu ilk kez yazıyorum. Ağlamaklı bir sesle yalvarır gibiydi Nafset. Başını kaldırıp eğri gitmekte olan yazı dizesini gözden geçirdi.
- Sana kızmıyorum, ama böyle hatalı da yazılır mı hiç! Bütün bir köy halkı görecek bunu. Biraz aksi davrandığını anlayıp pişman olmuş ve yeniden yumuşamıştı Karbeç.
- Peki dizeleri nasıl düzgün yazabilirim? Dizeleri aynı hizada götüremiyorum, diyerek yakınmaya başlamıştı Nafset.
- Hele bir bekle, güzel kızım. İşin burasında benim marangozluğum işe yarayacak. Karbeç bir şeyi anımsayıp ayağa kalktı. Divanını altındaki küçük bir kutudan bir kurşun kalem, yastığının altından da marangoz cetvelini çıkarıp Nafset’e verdi.
- Önce cetvelle bir çizgi çek, ardından çizgi doğrultusunda harfleri düzgün çiz, sonra boyalarını üzerlerinden geçersin. İşte böyle yapılır  bu tür işler! diyerek yol göstermeye başladı Karbeç.

Aynı sıralarda Hımsad, gece yarısında Karbeç’e ilişkin gördüklerini kocasına anlatmaktaydı.
- Hey gidi, hey, dedi kocası Yedıg, her baharın gelişinde onu hep öyle görüyorum. Çok yaman bir yaşlı o:Pes etmeye niyetli değil, gücünü sınıyor…


DİPNOTLAR
1)
Pşı-verk Savaşı-1796 yılında zalim derebeylerine karşı ayaklanan Bjedugh emekçileri (serbest köylü/фэкъол1 ve köleler/пщыл1ы), Ruslardan destek alan köy derebeylerini yenip topraklarından kovmuşlardı. Büyük Adige halk ozanı Tsığo Tevçoj’un (Тэуцожъ Цыгъу) aynı adlı şiirsel bir destanı vardır. -HCY.
2) Adigece o sıralar (1927 yılına değin) Arap harflerinden geliştirilmiş Adige alfabesiyle yazılıyordu. -HCY.

 
1. Parti    
1. Bölüm 4. Bölüm 7. Bölüm
2. Bölüm 5. Bölüm
3. Bölüm 6. Bölüm    
            
2.
Parti  
 
1. Bölüm 7. Bölüm 13. Bölüm
2. Bölüm 8. Bölüm 14. Bölüm
3. Bölüm 9. Bölüm 15. Bölüm
4. Bölüm 10. Bölüm 16. Bölüm
5. Bölüm 11. Bölüm 17. Bölüm
6. Bölüm 12. Bölüm    
           
3.
Parti  
            3. Baskı Önsözü  >>>
1. Bölüm 5. Bölüm 9. Bölüm
2. Bölüm 6. Bölüm 10. Bölüm
3. Bölüm 7. Bölüm 11. Bölüm
4. Bölüm 8. Bölüm    
           
4.
Parti  
 
Son