MEŞE
TOMRUKLARI
Bibolet'le
Mıhamet Behukoların bahçesinden çıkıp köy yürütme komitesi
binasına gitmek için yola çıktıklarında henüz öğle üzeriydi.
Bibolet'e haber getiren çocuk, sokak tozunu kaldırarak önden
koşup gitmişti. Behukoların
evine uzanan sokağın her iki yanında, sanki ormandan kesilmiş
birer şerit parçası imişler gibi söğüt ve akasya ağaçları, köy
meydanına değin dümdüz uzayıp gidiyorlardı. Bakıldığında, uzakta
kalan köy meydanında güneşin sıcak esintileri bir süt-dumanına
dönüşmüş ve göğe doğru taşmış bir semiş gibi yerin hemen üzerinde
oynaşıyor, kırlara dağılmış otlamakta olan at ve hayvanlar da,
karınları sarkmış biçimde, sanki güneş rüzgarlarının içinde
yüzüyorlarmış gibiydi. Sokağı karşıdan karşıya geçen tek tük tavuk
ve köpekler de bu güneş selinin altında kulaç atıyorlarmış gibi
görünüyorlardı.
Sonbahar sonu (бжьыхьэк1э) güneşi, erimiş bir kurşun gibi, göğe
yüksekten asılı duran mavi bir çüveni andırıyordu. Bu son sıcak
günler, sonbahar sonu güneşinin bu tatlı sıcaklığı toprağı,
kırları ve köyü sarmış, her yeri ısıtıp kurutmaktaydı. Köyden bir
çıt sesi bile yükselmiyordu. Durmadan havlayan çenesi düşük köy
köpekleri bile ağızlarını açmıyorlardı, yerlere uzanmış,
ağızlarıyla sinekleri yakalayaraktan sessizce güneşlenmekteydiler.
Kırlardan taşınmış ot yığınları yüksekçe birer kör köstebek yuvası
imişler gibi üst üste konup yükseltilmişler ve köyün dört bir
yanına yayılmışlardı. Evlerin bahçelerinde uzayıp salınmış ve saç
gibi püskülleri sarkmakta olan tek tük mısır ağaçları
görülebiliyordu; bahçelerden yansıyan beyaz kabaklar da birer
dazlak kafa imişler gibi güneşin altında parıldıyorlardı. Saman ve
sap artıkları, üstlerine altın tozu dökülmüşler gibisine
sokakları, harman yerlerini ve bahçeleri kaplamıştı. Ürünlerin
artık kaldırılmış, hasat işlerinin tamamlanmış olması, köye ayrı
bir ferahlık ve dinginlik getirmişti.
Yine de, her şeye karşın burası, yoksul bir Adige köyüydü: Her yer
ota boğulmuş, bahçe çitleri yıkılmış, bütün evlerin bahçelerine
öte beri dağılmış ve şimdilik toparlanamamış duruyordu. Köyün bu
perişan hali, iç savaştan (1) ve kıtlıktan yeni çıkılmış olması
nedenine de bağlıydı. Yokluk ota bürünmüş bahçelerden sırıtıyor,
çökmüş bacalar da bunu kanıtlıyordu.
Mıhamet'le Bibolet giyinmişler ve atlarına binerek sokağın
ortasından gitmek üzere yan yana yola koyulmuşlardı. Mıhamet,
saygı gereği sağ tarafı konuğa bırakmış, onun solunda yer
almıştı. Uzun Adige paltosunun (цые) etekleri ayak bileklerine
değin iniyor ve eteklerini hafifçe toplamış halde, yumuşak
mestleri ile de nerede yere bastırıyormuş görünümündeydi. İki genç
çaktırmadan etrafı süzüyorlardı. Kapı aralarından kızların
kendilerine baktıklarını da fark ediyorlardı.
Alacalı şallarına sarınmış üç kadın, rüzgara kapılmış da
koşuşturuyorlarmış gibi, hiç beklemedikleri bir anda, önlerindeki
çitin gerisinden önlerine çıkıverdiler. Gelen atlıları görünce de,
önlerini kesmemek için hemen geri çekilip başları eğik hafif yan
durdular.
- Biz Adigelerde aptalca şeyler az değil, dedi Mıhamet hızını
artırarak.
- Aptallıkları terk etmemiz gerekir!
- Öyle ama bir başına ve kendi kendine akıllı olmak da olanaksız.
Okulunu bitirip gel ve sen bu işlere önderlik et, biz seni
destekleriz. Ancak kardeşim, her şeyi bir anda yapmaya kalkışıp
insanları sakın ürkütme, Adigeliğe ve insanlığı asla göz ardı
etme. Nitekim ara sıra bize bazı görevliler geliyorlar, bunlar
kendileri dışında kimsenin bir şey bilmediğini sanıyorlar,
burunları çok yüksekte. Zorla ya da korkutarak her şeyi
yaptırmaya kalkışıyorlar... Benim hiç sevmediğim kişiler de işte
bu tipten kişiler, diyerek içinden geçenleri ortaya döküyordu
Mıhamet.
Köyün yönetim binası (muhtarlığı), iç savaş sonrasında hiç el
değmemiş, terkedilmiş ve bakımsız kalmış büyük bir viran bahçenin
içinde bulunuyordu. Daha ilerilerde büyük bir ahşap ağıl, iri ve
yarı yıkık haliyle görünmekteydi; eski hapishane binası da, ağıla
yakın bir yerdeydi ve soğuk bir in, ıssız bir mağara gibi,
pencerelerinden karanlığı yansıtıyordu. Yürütme komitesi binası
ise, diğer köy evlerinden farklıydı, daha modern ve yeni bir
yapıydı, yola koşuttu ve önünde bir koridor da (veranda)
bulunuyordu. Bir hektar (on dönüm) büyüklüğündeki yürütme komitesi
bahçesi çitle çevrilmişti. Bahçede isterseniz at bile
otlatabilirdiniz, tamamen terk edilmiş bir haldeydi.
Bahçeye ve meydana gelen yollar birer büyük damga işareti (2)
imişler gibi eğri büğrüydüler. Meydanın ortasında, Adigelerin eski
gelenekleri uyarınca at bağlama yerleri (шыш1о1у) bulunuyordu. At
bağlama yerlerinin etrafları koyunlara tuz yedirilen yalaklar gibi
atların tırnaklarıyla çiğnenip çukurlaştırılmışlardı. Bahçe
çitinin bir kenarında yumurtasını gagalayan bir civciv gibi
küçücük bir kasap dükkanı görünmekteydi, karşı çitin yanında NEP
(Yeni Ekonomi Politikası) gereği oluşmuş başka bir küçük dükkan
daha bulunuyordu. Dükkanın yanında birkaç kuru meşe tomruğu
istiflenmişti. Dükkan sahibi bu tomrukları, kendi özel korusunu
satışa çıkaran bir toprak ağasından satın almıştı, epeydir de o
yerde durmaktaydılar. Tomruklar aylak köylülerin bir oturma ve
söyleşi yeri olmuştu.
İç savaş sırasında birbirini izleyen taze haberler köye
gelmekteydi. Haberler ve onlara bağlı olarak oluşan kaygılar
yürütme komitesi (köy muhtarlığı) toplantılarında sık sık ele
alınıp konuşulmaktaydı. Yürütme odası önünde tütün, çay ve şeker
gibi şeylerin satıldığı küçük bir dükkandan daha bulunuyordu. Meşe
tomrukları üzerine tüneyip gelecek haberleri beklemek ve bu arada
söyleşilerde bulunmak köy erkekleri için bir alışkanlık haline
gelmişti. Bütün bir gününü tomrukların üzerinde geçiren kişiler
çıkıyordu.
Bugün de yaşlılar ve gençler ayrı ama yan yana, birer kabarmış
siyah hindi gibi meşe tomrukları üzerine tünemişlerdi. Tomrukların
kalın ve yere yakın olanları yaşlılara bırakılmıştı. Büyük
sayılmanın gururu içinde, yüzlerini güneşe çevirmiş, sanki
üşeniyorlarmış gibi alçak bir sesle yavaş yavaş kendi aralarında
konuşmaktaydılar. Delikanlılar ve daha genç olanlar ise,
ihtiyarlardan biraz uzağında, tomrukların daha ince olanları
üzerine, haksızlığa uğramış birer siyah karaltı gibi tünemişler,
kulaklarını dört açmış uzaktan yaşlıların konuşmalarını
dinlemekteydiler.
- Vallahi, düşünüyorum da geçirdiğimiz dönemin çalkantıları yüzünden ne de
zor şeyler çekmişiz! diyerek geçmişi yeniden anımsamıştı Halaho
(Хьэлахъо).
Halaho köyün ufak tefek yaşlılarından biriydi. Şakacı ve ilginç
şeyler anlatabilen sempatik bir yaşlıydı. Her şeyi şaka yollu,
kişiyi kırmadan anlatmaya çalışırdı. En kırıcı ve berbat durumları
bile şakacı kişiliğinin sağladığı bir tatlılıkla yumuşatabilirdi.
Kendisiyle yaşlılığına yaraşır bir biçimde şakalaşılırdı, Halaho
köyde herkes tarafından sevilir, sayılırdı.
Halaho’nu başka bir yanı daha vardı. Haberleri dikkatle izler,
araştırırdı. Tek oğlu biraz büyüyünce, evi ona bırakıp köy
sorunları ile ilgilenen yaşlıların arasına katılmıştı.
Köyde, karar alıcı durumundaki hacı-hocaların ve varlıklı
yaşlıların karşısına dikilir; emekçi ve umarsız köylülerin
haklarını savunur, bu tür kişilerin yoksullara karşı
tezgahladıkları oyunları bir bir açığa çıkarırdı. Sözün kısası
köydeki düzgün yaşlılardan biriydi. Bu nedenle, kendisi ile
şakalaşılırken bile saygıda kusur edilmezdi. Behuko Hacı’nın
grubundan biri Halaho’yu kötülemeye kalkışacak olursa, sert
biçimde karşılanıp hemen susturulurdu, yani emekçiler Halaho’yu
sever ve desteklerdi. Halaho’nun kendisi de elinde bastonu bütün
gün, olup bitenin peşinde köyde dolanıp dururdu.
Halaho’daki bu özellikler, onun görünümünü de farklılaştırmıştı:
kıvırcık kuzu derisinden kalpağını her zaman yana eğmiş biçimde
başına geçirir, sanki bir şeyleri dinlemek istermiş gibi bir
kulağı, daima kalpağının dışında kalırdı.
- Halaho, anlatır mısın seni Kazakların neden asmaya kalkışmış
olduklarını, diyerek çok dinlemiş oldukları bir olayı yeniden ona
anlattırmak istemişti içlerinden bir yaşlı.
- Hey gidi hey, Allah insanı o duruma düşürmesin! dedi ve olayın
anımsatılmasından hoşlanmadığını belli etti. Gözleri hafiften
yaşardı, kendi kendisine dalga geçen yaramazın biri imiş gibi
hafiften bir gülümsedi ve gözleri hafiften bir parıldadı.
- Kimdi onlar, sakın beyazlardan (3) olmasınlar, diyerek üstüne
gelmekteydi öbürü de.
- Beyazlardı tabii o edepsiz kişiler, askerler olacak değiller ya!
Beyazlarla birlikte olan, sonradan da kaçmış olan Kazaklar idiler
onlar.
- Şansın varmış ki, tam zamanında Mıhamet yetişmişti, nasıl oldu
da gelmişti oraya?
- Daha vadem dolmamıştı anlaşılan.
- Kazaklar kaç kişiydiler?
- İki.
- Tüfek mi vardı ellerinde, niçin karşı koymadın onlara?
- Vardı tabii. Saldırgan köpekler gibi tepeden tırnağa
silahlıydılar.
- Şanslısın yine, Tanrı esirgemiş seni, yoksa çoktan ölüp gitmiş
olacaktın.
Bu tür sorularla Halaho’yu kızıştırıp sonunda dilini çözmeyi
başardılar.
- Doğrusu, yeniden düşünüyorum da Mıhamet o gün kahramanca hareket
etmişti! diye başladı söze ama yalvartmak için olmalı, sözünü
yeniden kesti.
- Köyü toplamışlardı, peki sen niye evinde saklanıyordun öyle?
- Toplantıya katılmadığım için, beni bir ceza olarak asmaya
kalkmışlardı zaten! Aman Allah'ım, ne de aksi bir komutandı (кэмэндир)
o. Şimdi kaçmış olan Don Kazaklarının (4) komutanlarından biriydi
değil mi o? Öyleydi. Omzundaki rütbelerden daha beterini görmüş
değilim… Köyünüzdeki Bolşevikleri söyleyin diye köylüleri
sıkıştırmaya başladıklarında, ben de usulcacık sıvışıp sessizce
bahçe içlerinden geçip eve dönmüş, ambara (коны) saklanmıştım.
Köyde bir ölü sessizliği vardı, çıt pıt bile duyulmuyordu,
yönetim binası önlerinden gelen ve bir oğul arı sesini andıran
insan sesleri dışında. Bir ara komutanın çok yüksek bir sesle ve
çok kızmış bir biçimde bağırdığını duydum. Ardından da bir uğultu
yükseldi. Ben de “ne iyi yapmışım, oradan ayrılmakla!” diyerek
ambar köşesine iyice sinmiştim.
Bunları düşünür dururken, kadınların atmaca saldırısına uğramış
tavuklar gibi çırpınıp bağrışmakta olduklarını duydum. Ambarın
kapısını hafifçe aralayıp baktığımda küçük kızımın bağırarak
komşulara doğru kaçtığını gördüm… Ambardan çıkıp eve gideyim
dedim, evin eşyaları da yangından kaçırılmış mal gibi öteye beriye
dağıtılmıştı. Kıçı tulum gibi, iriyarı ve çirkin bir Kazak,
üzerine eğilmiş büyük sandığımızın içini karıştırıyordu. Başka bir
Kazak da tüfeğini doğrultmuş ve kadınları bir köşeye sıkıştırmış
duruyordu.
Benim iyi bir kalın sopam vardı, bilmem anımsar mısınız? İşte o
sopa elimdeydi. Ne oldu bilmiyorum. Korkuyu ve her şeyi birden
bire üzerimden atmışım: ”Şto vaşa, çert, nuj’na tut!” (Durun
bakalım, edepsizler, defolun!'', diyerek sandığı eşelemekte olan
Kazağın poposuna sopamı okkalıca bir indirdim.
Daha korkuncunu görmemiştim. Kocaman, her tarafı kızarmış, gözleri
kanlanmış bir yarma adam karşıma dikilmişti. Duvara dayalı
tüfeğini kaptı. Ardından da yere attı ve suratıma okkalı bir
yumruk indirdi, beni duvar dibine doğru yuvarladı. Yakamdan
yapışıp beni ayağa kaldırdı. Uzanıp evin önündeki çamaşır ipini
kopardı. ”Ya tibi pokaju, svoloç gelolobi, şto naşe nada!” diyerek
arkadaşı ile birlikte beni sürüklemeye başladılar.
O an başıma gelecek olan şeyi anlamıştım. ”Hey benim zavallı
Halahoj'ım (5), buraya kadarmış, bir peynir kalıbı
karşılığında aldığın bu iple öbür dünyaya uğurlanacaksın…”
diyordum içimden.
“Ze postoy, ninade! Vırıs, pojaluste ninade!” diyerek
yalvarıyordum. Tüm gücümle direniyordum ama bu iki koca adamı
nasıl alt edebilirdim ki? Birinin bacağı kadar bile değildim.
Korktuğum şey başıma gelmek üzereydi. Kadınları eve kapatıp beni
at ahırına doğru sürüklediler. İpin bir ucunu çatıdaki keresteden
geçirdiler. Ben de “Lailahe İllallah” diyerek sonumu bekliyordum.
İpi boynuma geçirmişlerdi ki, nereden çıkıp geldiğini bilmiyorum,
”Allah ona uzun ömürler nasip etsin”, Mıhamet, elinde kocaman ve
kalın bir kazıkla Hızır gibi yetişip içeri daldı. Mıhametıj o
korkunç gücüyle kazığı indirip elinde tüfekle bekleyen Kazak'ı
yere indirdi, tüfeklerini ellerinden alıp göbeklerine birer
dipçik vurdu. İki Kazak'ı panik içinde, elleri havada ve tir tir
titrer bir halde yemliğin önünde yan yana ayağa dikti. O an insan
benim Mıhametıj’ıme bakmaya bile korkardı, o denli kızgın ve
korkunç bir hal almıştı. Ben de kendimi toplayıp bana yumruğunu
indiren Kazak'a bir sopa çekmeye başlamıştım. ''Na tibi, suçi
sin!'' diyerek dövüyordum onu.
''Pestoy, pestoy, znakom!'' diye yalvarmaya başlamıştı öteki de,
''iibog naşe vaşe pugay khetil, ubiy ne khetil'' diyordu. Şimdi
ben 'iznakom (kendini tanıtan biri) olmuştum! Kazak'ın sözlerine
şöyle karşılık veriyordum: ''A-a, suçin sin, vaşa pestoy, koda
naşe pestoy!''
Topluluğun kahkahaları üzerine Halaho’nun konuşması kesintiye
uğramıştı.
- Vallahi yerinde demişsin Halaho. ”Vaşe pestoy, kogda naşe pestoy”
demişti biri kahkahalar içinde.
Birbirinden farklı kalın ve ince kahkaha sesleri uzunca bir süre
meşe tomruklarının üzerlerini doldurup durmuştu. Bazen kabaran bir
hindi sürüsü gibi, bazen de uçuşup kaçışan köy tavuklarının
çıkardığı sesler gibi, giderek yumuşayan gülüşme sesleri ortalığı
kaplamıştı. Gülmeyen tek kişiyse Halaho’nun kendisi idi. Topluluğu
neşelendirdiği için mutlu, gözyaşlarını silerekten oturuyordu
yerli yerinde.
İlerideki yönetim odası önünden geçmekte olan yaman bir atlı
göründü. Atlının atı, güzel ve biçimli bir doru attı, yerli yerine
sığamıyor, binicisinin altında oynuyor, dört ayağını yukarı yukarı
kaldırıyor, kendi de bir gerinerek çalım atıyor ve dans ediyordu.
Binicisi de altın ve gümüş işlemeli kaması ve kemeri, parlatılmış
hazırları ile güneşle dans ediyormuş gibiydi, hiçbir kaygısı
bulunmayan, kabına sığamayan atına yaraşır bir biçimde, güvenle ve
gururla atı üzerinde oturuyordu.
- Bu ne biçim bir atlı böyle, diyeceğim ama çıkaramadım onun kim
olduğunu, diyerek Halaho avucunu alnının üzerine getirip atlıya
bir baktı.
- At, İsmail’in (Исмахьил) atı, binicisi de İsmail’dir sanırım…
Onun atından daha fazla imrendiğim bir at yok köyümüzde, diyerek
gözünü attan ayıramadan baktı biri atlıya.
- Allah bilir bu atı nereden ve nasıl bulduğunu… Bakıyorum, bir
işte çalıştığı da yok. Yine de atı ve giyim kuşamı açısından,
köyde kimse ona yetişemiyor, atsız kaldığı da çıkmıyor…
- Öyle… Sen ve ben burnumuzdan ter toz akıtarak çalışıyoruz ama
onun eline geçenin onda biri bile elimize geçmiyor.
- Bulup buruşturuyor anlaşılan…
- Buluyor!
- Artık sonları yaklaştı, Sovyet makamları öylelerini sıkı takibe
almış durumda, bundan böyle yine “bulabileceğini” sanmam…
Atlı karşıdaki sokağı geçip gittikten sonra, tomrukların
üzerindekiler bakışlarını Mıhamet ile Bibolet’e çevirdiler.
Mıhamet’le Bibolet önce yönetim odasına doğru yöneldiler ama hemen
geri dönüp tütün almak üzere bakkalın önünde durdular.
- Kimmiş bu, Mıhamet’in gezdirdiği bu kişi, diyerek sabırsızca
sordu yine Halaho.
- Kimi gezdirdiğini bilmiyorum ama bir prens (пщы) gibiymiş gibi
gezdiriyor, ona karşı çok saygılı davranıyor, dedi bir ağaç dalını
bıçağıyla soymakta olan biri.
- Mıhamet’in iyi bir yanı da bu. Yaşı ilerlemiş bir delikanlı,
canı burnunda çalışıyor ama yine de insanlığı elden bırakmıyor.
- Kimse Mıhamet’in helalinden çalışmadığını ve helal ekmek
yemediğini söyleyemez!
- Öyle tabii, insan olduğun sürece, başını pislikten uzakta
tutarsın.
- Şık giyinmek
yetmez, asıl iş, kişinin içinin de temiz olması. Mıhamet,
temizlik yönünden de eşsiz biri, dedi Halaho da.
Bibolet
oturmakta olanların yanından geçerken eliyle onları selamladı.
- Ve
aleykümselam! diyerek grup ayağa kalkıp karşılık verdi.
- Kim ki bu
çocuk, diye sabırsızca ve fısıltı halinde yeniden sormuştu Halaho.
- Behukoların
konuğu. Moskova’da okuyor. İyi eğitim almış yaman biri olduğu
söyleniyor, dedi çocuklardan Bibolet’i tanıdığı anlaşılan biri.
- Yürütme
Komitesi binasına niye gidiyor ki o konuk, diye sordu yine Halaho.
- Gitsin,
yeter ki sorun çıkarmasın tek, dedi oturan yaşlılardan biri.
- Her gelen
yaşlı, yönetim yerine yöneldiğine göre, orada bir şeyler olmalı…
- Orada ne var
ki bugün? Bazı yaşlı-başlı kişiler ha bire oraya yollanıyorlar…
Halaho’nun içi içine sığmamaya başlamıştı. Fazla oturamadı ve
ayağa kalktı. Sopasıyla toprağı burgu gibi bir delerekten bir süre
bekledi, ne yapacağını bilemedi, öylece de duramadı, ağır ağır
yürümeye başladı. Biraz uzaklaştırdıktan sonra adımlarını
sıkılaştırdı, adeta koşarcasına yönetim odasına doğru yollandı.
Tomrukların üzerindekiler dağılmaya başladılar, bazıları da
Halaho’nun peşinden gittiler.
DİPNOTLAR
1) İç Savaş-Sovyet yönetimi üzerine ayaklanan ve Batılı
ülkelerden yardım alan karşıdevrimci beyaz güçlerle Bolşevik
(kızıl) güçler arasında süren savaş. -HCY
2) Damga (Тамгъэ)- Adigelerde her aileye ait işaretler
vardı ve bu damgalar hayvanlara da vurulurdu. Adige köy yollarının
eğri büğrü olmaları savunma amaçlıydı, düşman atlılarının hızlı
hareket etmelerini önlemek ve Adigelerin kendileri açısından zaman
kazanmak içindi. -HCY
3) Beyazlar-Bolşeviklere karşı çarpışan ve Batıdan destek
alan karşıdevrimciler
idiler. -HCY
4) Don Kazakları-Toprak zengini oldukları için Bolşeviklere
karşı ayaklanmış olan bu Kazakların ayaklanması Bolşevik
birliklerince bastırılmış, bu vahşi, gerici, saldırgan ve yarı
anarşik Kazakların birçoğu çarpışmalar sırasında Bolşeviklerce yok
edilmiş, sağ kalanların bir çoğu da Batılı ülkelere (ABD, Kanada,
Fransa vb) sığınmışlardır. -HCY
5) Halahoj-Buradaki “j” (жъы) eki “garip”, ”zavallı”,
”arkasız kişi” gibi anlamlar
vermektedir. -HCY |