...................
...................

MUTLULUK YOLU      1.BÖLÜM -04

K'ERAŞ Tembot
Çeviri: HAPİ Cevdet Yıldız
Orijinal Adı:
К1ЭРЭЩЭ Тембот; Насыпым игъогу

                         
...................
...................

MEŞE TOMRUKLARI

Bibolet'le Mıhamet Behukoların bahçesinden çıkıp köy yürütme komitesi binasına gitmek için yola çıktıklarında henüz öğle üzeriydi. Bibolet'e haber getiren çocuk, sokak tozunu kaldırarak önden koşup gitmişti. Behukoların evine uzanan sokağın her iki yanında, sanki ormandan kesilmiş birer şerit parçası imişler gibi söğüt ve akasya ağaçları,  köy meydanına değin dümdüz uzayıp gidiyorlardı. Bakıldığında, uzakta kalan  köy meydanında güneşin sıcak esintileri bir süt-dumanına  dönüşmüş ve göğe doğru taşmış bir semiş gibi yerin hemen üzerinde oynaşıyor, kırlara dağılmış otlamakta olan at ve hayvanlar da, karınları sarkmış biçimde, sanki güneş rüzgarlarının  içinde yüzüyorlarmış gibiydi. Sokağı karşıdan karşıya geçen tek tük tavuk ve köpekler de bu güneş selinin altında kulaç atıyorlarmış gibi görünüyorlardı.

Sonbahar sonu  (бжьыхьэк1э) güneşi, erimiş bir kurşun gibi, göğe yüksekten asılı duran mavi bir çüveni andırıyordu. Bu son sıcak günler, sonbahar sonu güneşinin bu tatlı sıcaklığı toprağı, kırları ve köyü sarmış,  her yeri ısıtıp kurutmaktaydı. Köyden bir çıt sesi bile yükselmiyordu. Durmadan havlayan çenesi düşük köy köpekleri bile ağızlarını açmıyorlardı, yerlere uzanmış, ağızlarıyla sinekleri yakalayaraktan sessizce güneşlenmekteydiler.

Kırlardan taşınmış ot yığınları yüksekçe birer kör köstebek yuvası imişler gibi üst üste konup yükseltilmişler ve köyün dört bir yanına yayılmışlardı. Evlerin bahçelerinde uzayıp salınmış ve saç gibi püskülleri sarkmakta olan tek tük mısır ağaçları görülebiliyordu; bahçelerden yansıyan beyaz kabaklar da birer dazlak kafa imişler gibi güneşin altında parıldıyorlardı. Saman ve sap artıkları, üstlerine altın tozu dökülmüşler gibisine sokakları, harman yerlerini ve bahçeleri kaplamıştı. Ürünlerin artık kaldırılmış, hasat işlerinin tamamlanmış olması,  köye ayrı bir ferahlık ve dinginlik getirmişti.

Yine de, her şeye karşın burası, yoksul bir Adige köyüydü: Her yer ota boğulmuş, bahçe çitleri yıkılmış, bütün evlerin bahçelerine öte beri dağılmış ve şimdilik toparlanamamış duruyordu. Köyün bu perişan hali, iç savaştan (1) ve kıtlıktan yeni çıkılmış olması nedenine de bağlıydı. Yokluk ota bürünmüş bahçelerden sırıtıyor, çökmüş bacalar da bunu kanıtlıyordu.

Mıhamet'le Bibolet giyinmişler ve atlarına binerek sokağın ortasından gitmek üzere yan yana yola koyulmuşlardı. Mıhamet, saygı gereği sağ tarafı konuğa bırakmış,  onun solunda yer almıştı. Uzun Adige paltosunun (цые) etekleri ayak bileklerine değin iniyor ve eteklerini hafifçe toplamış halde, yumuşak mestleri ile de nerede yere bastırıyormuş görünümündeydi. İki genç çaktırmadan etrafı süzüyorlardı. Kapı aralarından kızların kendilerine baktıklarını da fark ediyorlardı.

Alacalı şallarına sarınmış üç kadın, rüzgara kapılmış da koşuşturuyorlarmış gibi, hiç beklemedikleri bir anda, önlerindeki çitin gerisinden önlerine çıkıverdiler. Gelen atlıları görünce de, önlerini kesmemek için hemen geri çekilip başları eğik hafif yan durdular.
- Biz Adigelerde aptalca şeyler  az değil, dedi Mıhamet hızını artırarak.
- Aptallıkları terk etmemiz gerekir!
- Öyle ama bir başına ve kendi kendine akıllı olmak da olanaksız. Okulunu bitirip gel ve sen bu işlere önderlik et, biz seni destekleriz. Ancak kardeşim, her şeyi bir anda yapmaya kalkışıp insanları sakın ürkütme, Adigeliğe ve insanlığı asla göz ardı etme. Nitekim ara sıra bize bazı görevliler geliyorlar, bunlar kendileri dışında kimsenin bir şey bilmediğini sanıyorlar,  burunları çok yüksekte. Zorla ya da korkutarak her şeyi yaptırmaya kalkışıyorlar... Benim hiç sevmediğim kişiler de  işte bu tipten kişiler,  diyerek içinden geçenleri ortaya  döküyordu Mıhamet.

Köyün yönetim binası (muhtarlığı), iç savaş sonrasında hiç el değmemiş, terkedilmiş ve bakımsız kalmış büyük bir viran bahçenin içinde bulunuyordu. Daha ilerilerde büyük bir ahşap ağıl,  iri ve yarı yıkık haliyle görünmekteydi; eski hapishane binası da, ağıla yakın bir yerdeydi ve soğuk bir in, ıssız bir mağara gibi, pencerelerinden karanlığı yansıtıyordu. Yürütme komitesi binası ise, diğer köy evlerinden farklıydı,  daha modern ve yeni bir yapıydı, yola koşuttu ve önünde bir koridor da (veranda) bulunuyordu. Bir hektar (on dönüm) büyüklüğündeki yürütme komitesi bahçesi çitle çevrilmişti. Bahçede isterseniz at bile otlatabilirdiniz, tamamen terk edilmiş bir haldeydi.

Bahçeye ve meydana gelen yollar birer büyük damga işareti (2) imişler gibi eğri büğrüydüler. Meydanın ortasında, Adigelerin eski gelenekleri uyarınca at bağlama yerleri (шыш1о1у) bulunuyordu. At bağlama yerlerinin etrafları koyunlara tuz yedirilen yalaklar gibi atların tırnaklarıyla çiğnenip çukurlaştırılmışlardı.  Bahçe çitinin bir kenarında yumurtasını gagalayan bir civciv gibi küçücük bir kasap dükkanı görünmekteydi, karşı çitin yanında NEP (Yeni Ekonomi Politikası) gereği oluşmuş başka bir küçük dükkan daha bulunuyordu. Dükkanın yanında birkaç kuru meşe tomruğu istiflenmişti. Dükkan sahibi bu tomrukları, kendi özel korusunu satışa çıkaran bir toprak ağasından satın almıştı, epeydir de o yerde durmaktaydılar. Tomruklar aylak köylülerin bir oturma ve söyleşi yeri olmuştu.

İç savaş sırasında birbirini izleyen taze haberler köye gelmekteydi. Haberler ve onlara bağlı olarak oluşan kaygılar yürütme komitesi (köy muhtarlığı) toplantılarında sık sık ele alınıp konuşulmaktaydı. Yürütme odası önünde tütün, çay ve şeker gibi şeylerin satıldığı küçük bir dükkandan daha bulunuyordu. Meşe tomrukları üzerine tüneyip gelecek haberleri beklemek ve bu arada söyleşilerde bulunmak köy erkekleri için bir alışkanlık haline gelmişti. Bütün bir gününü tomrukların üzerinde geçiren kişiler çıkıyordu.

Bugün de yaşlılar ve gençler ayrı ama yan yana, birer kabarmış siyah hindi gibi meşe tomrukları üzerine tünemişlerdi. Tomrukların kalın ve yere yakın olanları yaşlılara bırakılmıştı. Büyük sayılmanın gururu içinde, yüzlerini güneşe çevirmiş, sanki üşeniyorlarmış gibi alçak bir sesle yavaş yavaş kendi aralarında konuşmaktaydılar. Delikanlılar ve daha genç olanlar ise, ihtiyarlardan biraz uzağında,  tomrukların daha ince olanları üzerine, haksızlığa uğramış birer siyah karaltı gibi tünemişler, kulaklarını dört açmış uzaktan yaşlıların konuşmalarını dinlemekteydiler.
 - Vallahi, düşünüyorum da geçirdiğimiz dönemin çalkantıları yüzünden ne de zor şeyler çekmişiz! diyerek geçmişi yeniden anımsamıştı Halaho (Хьэлахъо).

Halaho köyün ufak tefek yaşlılarından biriydi. Şakacı ve ilginç şeyler anlatabilen sempatik bir yaşlıydı. Her şeyi şaka yollu, kişiyi kırmadan anlatmaya çalışırdı. En kırıcı ve berbat durumları bile şakacı kişiliğinin sağladığı bir tatlılıkla yumuşatabilirdi. Kendisiyle yaşlılığına yaraşır bir biçimde şakalaşılırdı, Halaho köyde herkes tarafından sevilir, sayılırdı.

Halaho’nu başka bir yanı daha vardı. Haberleri dikkatle izler, araştırırdı. Tek oğlu biraz büyüyünce, evi  ona bırakıp  köy sorunları ile ilgilenen yaşlıların arasına katılmıştı.

Köyde, karar alıcı durumundaki hacı-hocaların ve varlıklı yaşlıların karşısına dikilir; emekçi ve umarsız köylülerin haklarını savunur, bu tür kişilerin yoksullara karşı tezgahladıkları oyunları bir bir açığa çıkarırdı. Sözün kısası köydeki düzgün yaşlılardan biriydi. Bu nedenle, kendisi ile şakalaşılırken bile saygıda kusur edilmezdi. Behuko Hacı’nın grubundan biri Halaho’yu kötülemeye kalkışacak olursa, sert biçimde karşılanıp hemen susturulurdu, yani emekçiler Halaho’yu sever ve desteklerdi. Halaho’nun kendisi de elinde bastonu bütün gün, olup bitenin peşinde köyde dolanıp dururdu.

Halaho’daki bu özellikler, onun görünümünü de farklılaştırmıştı: kıvırcık kuzu derisinden kalpağını her zaman yana eğmiş biçimde başına geçirir, sanki bir şeyleri dinlemek istermiş gibi bir kulağı, daima kalpağının dışında kalırdı.

- Halaho, anlatır mısın seni Kazakların neden asmaya kalkışmış olduklarını, diyerek çok dinlemiş oldukları bir olayı yeniden ona anlattırmak istemişti içlerinden bir yaşlı.
- Hey gidi hey, Allah insanı o  duruma düşürmesin! dedi ve olayın anımsatılmasından hoşlanmadığını belli etti. Gözleri hafiften yaşardı, kendi kendisine dalga geçen yaramazın biri imiş gibi hafiften bir gülümsedi ve gözleri hafiften bir parıldadı.
- Kimdi onlar, sakın beyazlardan (3) olmasınlar, diyerek üstüne gelmekteydi öbürü de.
- Beyazlardı tabii o edepsiz kişiler, askerler olacak değiller ya! Beyazlarla birlikte olan, sonradan da  kaçmış olan Kazaklar idiler onlar.
- Şansın varmış ki, tam zamanında  Mıhamet  yetişmişti, nasıl oldu da gelmişti oraya?
- Daha vadem dolmamıştı anlaşılan.
- Kazaklar kaç kişiydiler?
- İki.
- Tüfek mi vardı ellerinde, niçin karşı koymadın onlara?
- Vardı tabii. Saldırgan köpekler gibi tepeden tırnağa silahlıydılar.
- Şanslısın yine, Tanrı esirgemiş seni, yoksa çoktan ölüp gitmiş olacaktın.


Bu tür sorularla Halaho’yu kızıştırıp sonunda dilini çözmeyi başardılar.
- Doğrusu, yeniden düşünüyorum da Mıhamet o gün kahramanca hareket etmişti! diye başladı söze ama yalvartmak için olmalı, sözünü yeniden kesti.
- Köyü toplamışlardı, peki sen niye evinde saklanıyordun öyle?
- Toplantıya katılmadığım için, beni bir ceza olarak  asmaya kalkmışlardı zaten! Aman Allah'ım, ne de aksi bir komutandı (кэмэндир) o. Şimdi kaçmış olan Don Kazaklarının (4) komutanlarından biriydi değil mi o? Öyleydi. Omzundaki rütbelerden daha beterini görmüş değilim… Köyünüzdeki Bolşevikleri söyleyin diye köylüleri sıkıştırmaya başladıklarında, ben de usulcacık sıvışıp sessizce bahçe içlerinden geçip eve dönmüş,  ambara (коны) saklanmıştım. Köyde bir ölü sessizliği vardı, çıt pıt  bile duyulmuyordu, yönetim binası önlerinden gelen ve bir oğul arı sesini andıran insan sesleri dışında. Bir ara komutanın çok yüksek bir sesle ve çok kızmış bir biçimde bağırdığını duydum. Ardından da bir uğultu yükseldi. Ben de “ne iyi yapmışım, oradan ayrılmakla!” diyerek ambar köşesine iyice sinmiştim.

Bunları düşünür dururken, kadınların atmaca saldırısına uğramış tavuklar gibi çırpınıp bağrışmakta olduklarını duydum. Ambarın kapısını hafifçe aralayıp baktığımda küçük kızımın bağırarak komşulara doğru kaçtığını gördüm… Ambardan çıkıp eve gideyim dedim, evin eşyaları da yangından kaçırılmış mal gibi öteye beriye dağıtılmıştı. Kıçı tulum gibi, iriyarı ve çirkin bir Kazak, üzerine eğilmiş büyük sandığımızın içini karıştırıyordu. Başka bir Kazak da tüfeğini doğrultmuş ve kadınları bir köşeye sıkıştırmış duruyordu.

Benim iyi bir kalın sopam vardı, bilmem anımsar mısınız? İşte o sopa elimdeydi. Ne oldu bilmiyorum. Korkuyu ve her şeyi birden bire üzerimden atmışım: ”Şto vaşa, çert, nuj’na tut!” (Durun bakalım, edepsizler, defolun!'', diyerek sandığı eşelemekte olan Kazağın poposuna sopamı okkalıca bir indirdim.

Daha korkuncunu görmemiştim. Kocaman, her tarafı kızarmış, gözleri kanlanmış bir yarma adam karşıma dikilmişti. Duvara dayalı tüfeğini kaptı. Ardından da yere attı ve suratıma okkalı bir yumruk indirdi, beni duvar dibine doğru yuvarladı. Yakamdan yapışıp beni ayağa kaldırdı. Uzanıp evin önündeki çamaşır ipini kopardı. ”Ya tibi pokaju, svoloç gelolobi, şto naşe nada!” diyerek arkadaşı ile birlikte beni sürüklemeye başladılar.  

O an başıma gelecek olan şeyi anlamıştım. ”Hey benim zavallı Halahoj'ım (5), buraya kadarmış, bir peynir kalıbı karşılığında aldığın  bu iple öbür dünyaya uğurlanacaksın…” diyordum içimden.

“Ze postoy, ninade! Vırıs, pojaluste ninade!” diyerek yalvarıyordum. Tüm gücümle direniyordum ama bu iki koca adamı nasıl alt edebilirdim ki? Birinin bacağı kadar  bile değildim.

Korktuğum şey başıma gelmek üzereydi. Kadınları eve kapatıp beni at ahırına doğru sürüklediler. İpin bir ucunu çatıdaki keresteden geçirdiler. Ben de “Lailahe İllallah” diyerek sonumu bekliyordum.

İpi boynuma geçirmişlerdi ki, nereden çıkıp geldiğini bilmiyorum, ”Allah ona uzun ömürler nasip etsin”, Mıhamet, elinde kocaman ve kalın bir kazıkla Hızır gibi yetişip içeri daldı. Mıhametıj o korkunç gücüyle kazığı indirip elinde tüfekle bekleyen Kazak'ı yere indirdi,  tüfeklerini ellerinden alıp göbeklerine birer dipçik vurdu. İki Kazak'ı panik içinde, elleri havada ve tir tir  titrer bir halde yemliğin önünde yan yana ayağa dikti. O an insan benim Mıhametıj’ıme bakmaya bile korkardı, o denli kızgın ve korkunç bir hal almıştı. Ben de kendimi toplayıp bana yumruğunu indiren Kazak'a bir sopa çekmeye başlamıştım. ''Na tibi, suçi sin!'' diyerek dövüyordum onu.
''Pestoy, pestoy, znakom!'' diye yalvarmaya başlamıştı öteki de, ''iibog naşe vaşe pugay khetil, ubiy ne khetil'' diyordu. Şimdi ben 'iznakom (kendini tanıtan biri) olmuştum! Kazak'ın sözlerine şöyle karşılık veriyordum: ''A-a, suçin sin, vaşa pestoy, koda naşe pestoy!''

Topluluğun kahkahaları üzerine Halaho’nun konuşması kesintiye uğramıştı.
- Vallahi yerinde demişsin Halaho. ”Vaşe pestoy, kogda naşe pestoy” demişti biri kahkahalar içinde.

Birbirinden farklı kalın ve ince kahkaha sesleri uzunca bir süre meşe tomruklarının üzerlerini doldurup durmuştu. Bazen kabaran bir hindi sürüsü gibi, bazen de uçuşup kaçışan köy tavuklarının çıkardığı sesler gibi, giderek yumuşayan gülüşme sesleri ortalığı kaplamıştı. Gülmeyen tek kişiyse Halaho’nun kendisi idi. Topluluğu neşelendirdiği için mutlu, gözyaşlarını silerekten oturuyordu yerli yerinde.

İlerideki yönetim odası önünden geçmekte olan yaman bir atlı göründü. Atlının atı, güzel ve biçimli bir doru attı, yerli yerine sığamıyor, binicisinin altında oynuyor, dört ayağını yukarı yukarı kaldırıyor, kendi de bir gerinerek çalım atıyor ve dans ediyordu.  Binicisi de altın ve gümüş işlemeli kaması ve kemeri, parlatılmış hazırları ile güneşle dans ediyormuş gibiydi, hiçbir kaygısı bulunmayan, kabına sığamayan atına yaraşır bir biçimde, güvenle ve gururla atı üzerinde oturuyordu.

- Bu ne biçim bir atlı böyle, diyeceğim ama çıkaramadım onun kim olduğunu, diyerek Halaho avucunu alnının üzerine getirip atlıya bir baktı.
- At, İsmail’in (Исмахьил) atı, binicisi de İsmail’dir sanırım… Onun atından daha fazla imrendiğim bir at yok köyümüzde, diyerek gözünü attan  ayıramadan baktı biri atlıya.
- Allah bilir bu atı nereden ve nasıl bulduğunu… Bakıyorum, bir işte çalıştığı da yok. Yine de atı ve giyim kuşamı açısından, köyde kimse ona yetişemiyor, atsız kaldığı da çıkmıyor…
- Öyle… Sen ve ben burnumuzdan ter toz akıtarak çalışıyoruz ama onun eline geçenin onda biri bile elimize geçmiyor.
- Bulup buruşturuyor anlaşılan…
- Buluyor!
- Artık sonları yaklaştı, Sovyet makamları öylelerini sıkı takibe almış durumda, bundan böyle yine  “bulabileceğini” sanmam…

Atlı karşıdaki sokağı geçip gittikten sonra, tomrukların üzerindekiler bakışlarını Mıhamet ile Bibolet’e çevirdiler. Mıhamet’le Bibolet önce yönetim odasına doğru yöneldiler ama hemen geri dönüp tütün almak üzere bakkalın önünde durdular.
- Kimmiş bu, Mıhamet’in gezdirdiği bu kişi, diyerek sabırsızca sordu yine Halaho.
- Kimi gezdirdiğini bilmiyorum ama bir prens (пщы) gibiymiş gibi gezdiriyor, ona karşı çok saygılı davranıyor, dedi bir ağaç dalını bıçağıyla soymakta olan biri.
- Mıhamet’in  iyi  bir yanı da bu. Yaşı ilerlemiş bir delikanlı, canı burnunda çalışıyor ama yine de insanlığı elden bırakmıyor.
- Kimse Mıhamet’in helalinden çalışmadığını ve helal ekmek yemediğini söyleyemez!
- Öyle tabii, insan olduğun sürece, başını pislikten uzakta tutarsın.

- Şık giyinmek yetmez, asıl iş, kişinin  içinin de temiz  olması. Mıhamet, temizlik yönünden de eşsiz biri, dedi Halaho da.


Bibolet oturmakta olanların yanından geçerken eliyle onları selamladı.

- Ve aleykümselam! diyerek grup ayağa kalkıp karşılık verdi.

- Kim ki bu çocuk, diye sabırsızca ve fısıltı halinde yeniden sormuştu Halaho.

- Behukoların konuğu. Moskova’da okuyor. İyi eğitim almış yaman biri olduğu söyleniyor, dedi çocuklardan Bibolet’i tanıdığı anlaşılan biri.

- Yürütme Komitesi binasına niye gidiyor ki o konuk, diye sordu yine Halaho.

- Gitsin, yeter ki sorun çıkarmasın tek, dedi oturan yaşlılardan biri.

- Her gelen yaşlı, yönetim yerine yöneldiğine göre, orada bir şeyler olmalı…

- Orada ne var ki bugün? Bazı yaşlı-başlı kişiler ha bire oraya yollanıyorlar…

Halaho’nun içi içine sığmamaya başlamıştı. Fazla oturamadı ve ayağa kalktı. Sopasıyla toprağı burgu gibi bir delerekten bir süre bekledi, ne yapacağını bilemedi, öylece de duramadı, ağır ağır yürümeye başladı. Biraz uzaklaştırdıktan sonra adımlarını sıkılaştırdı, adeta koşarcasına yönetim odasına doğru yollandı.

Tomrukların üzerindekiler dağılmaya başladılar, bazıları da Halaho’nun peşinden gittiler.



D
İPNOTLAR

1)
İç Savaş-Sovyet yönetimi üzerine ayaklanan ve Batılı ülkelerden yardım alan karşıdevrimci beyaz güçlerle Bolşevik (kızıl) güçler arasında süren savaş. -HCY
2) Damga (Тамгъэ)- Adigelerde her aileye ait işaretler vardı ve bu damgalar hayvanlara da vurulurdu. Adige köy yollarının eğri büğrü olmaları savunma amaçlıydı, düşman atlılarının hızlı hareket etmelerini önlemek ve Adigelerin kendileri açısından zaman kazanmak içindi. -HCY
3) Beyazlar-Bolşeviklere karşı çarpışan ve Batıdan destek alan karşıdevrimciler
idiler. -HCY
4) Don Kazakları-Toprak zengini oldukları için Bolşeviklere karşı ayaklanmış olan bu Kazakların ayaklanması Bolşevik birliklerince bastırılmış, bu vahşi, gerici, saldırgan ve yarı anarşik Kazakların birçoğu çarpışmalar sırasında Bolşeviklerce yok edilmiş, sağ kalanların bir  çoğu da Batılı ülkelere (ABD, Kanada, Fransa vb) sığınmışlardır. -HCY
5) Halahoj-Buradaki “j” (жъы) eki “garip”, ”zavallı”, ”arkasız kişi” gibi anlamlar
vermektedir. -HCY

 
1. Parti    
1. Bölüm 4. Bölüm 7. Bölüm
2. Bölüm 5. Bölüm
3. Bölüm 6. Bölüm    
            
2.
Parti  
 
1. Bölüm 7. Bölüm 13. Bölüm
2. Bölüm 8. Bölüm 14. Bölüm
3. Bölüm 9. Bölüm 15. Bölüm
4. Bölüm 10. Bölüm 16. Bölüm
5. Bölüm 11. Bölüm 17. Bölüm
6. Bölüm 12. Bölüm    
           
3.
Parti  
            3. Baskı Önsözü  >>>
1. Bölüm 5. Bölüm 9. Bölüm
2. Bölüm 6. Bölüm 10. Bölüm
3. Bölüm 7. Bölüm 11. Bölüm
4. Bölüm 8. Bölüm    
           
4.
Parti  
 
Son