X. KIZIN EVİNDE
Yusıf, köyde güzel kızı olup da o tür
ailelerle yakın ilişki kurmayacak biri değildi. Vıstanekoların
evine de sık sık girip çıkardı. Bu nedenle Vıstankoların evine
geldiklerinde, Yusıf’ı kızlara haber vermesi için
Vıstanekolara gönderdiler. Kendileri ise adımlarını
yavaşlattılar ve bahçe kapsının yanında beklemeye başladılar.
Vıstanekoların
bahçesini çeviren çitler adeta kale duvarlarını andırmaktaydı.
Yüksek ve dikenli çalılarla çevrili, içeri bakılması olanaksız
büyük bir kara saray duvarı gibiydi, emeği ile geçinen ailelerin
bahçe çitleri zaten öyleydi. İçeriye ancak ağaçtan yapılma bahçe
kapısından bakılabilirdi. Ayrıca gecenin ilerleyen karanlığı
bahçeyi görmeyi de olanaksızlaştırmış, her şeyi gizlemişti adeta.
Bahçedeki bazı eşya ve araçların üst tarafları, bir arada bir
köşeye toplanmışlar gibi, ancak karlatıları görünebilecek bir
biçimde sessizce sinip oturmuşlardı sanki. Ana odadan sadece cılız
bir lamba ışığı yansıyordu. Buraya pek de uzak olmayan başka bir
odadan, kapalı bir perdeden de kılıç ağzı gibi incecik bir ışık
geliyordu. Bu arada açılıp kapatılan kapıların sesleri duyuluyor,
telaşlı kız sesleri de fısıltı biçiminde uzaktan duyulabiliyordu.
Nafset’in yaşadığı
ev işte bu evdi.Böylesine karanlığa gömülü bir yaşam içinde
yeryüzüne gelmişti zaten o da…
Nafset’i
anımsayınca Bibolet’in içinde ılık bir kıpırdanma oluştu. Ondaki
insanca özlemleri, aydınlığı arayan biri olmasını anımsadı bir
anda, kimsesiz, bir başına çırpınmakta olmasından duyduğu
üzüntüyü, kızın temiz duygularını, geleceğe yönelik umutlarını
yeniden anımsadı, bütün bunlar onu kıza daha da bir yakınlaştırdı.
İnsanın içine umutsuzluk zehri akıtan bu yabanım dünya
karanlığının içinde adeta kulaç atıyor olsalar da, Nafset’i
göreceği için,içini bir sevinç duygusu kaplamıştı. Nafset’in
görüntüsü, kağnı arabasındaki oturuşu, şalının uçlarından tutmuş,
gözlerini aşağıya doğru mahzun bir biçimde indirmiş duruşu,
kendisini korumaya çalışması ve dudaklarını bitiştirmiş oturmakta
olması, bütün bunlar gözlerinin önünde yeniden canlanıvermişti.
Gençlerin bulunduğu
yere uzakça olmayan bir yerden,karanlık bir sokaktan, sanki
görünmeyen bir gece kuşu sesi imiş gibi,bir kapı gıcırtısı sesini
duydular. Yanlarına doğru iki kişi gelmekteydi. Birisinin giyimi
kuşamı yerindeydi. İşlenmiş kuzu derisinden kalpağı vardı,tsıyesi
de (pardösüsü) (1) bedenine göreydi, görünümüyle bu kişi
iyi bir at binicisi olmalıdı. Ağzındaki sigarası karanlığı delip
de kendilerine tam görünebilen tek şeydi. Gruba yaklaştıklarında
adam,kıvılcımlar saçtırarak sigarasını yere attı.
Adamın yanındaki
kişi ise daha geniş yapılı, yayvan,bol giyimli ve kısa boylu
biriydi.
- Kim o, diyerek, sormaktan çok bakarak seslendi uzunca boylu
olanı.
- İsmahil! (Исмахьил) Sen de güzel kızı gözüne kestirmiş
olmalısın, diyerek şakayla karışık yanıtlamıştı onu Mıhamet de.
- A a, Mıhamet mi o? Güzel kızı bulup da kim kaçmış ki! Şakaya
şakayla karşılık vererek gülüverdi öbürü de.
Yüksekçe bir sesle
gülüyordu adam, ama sesi yumuşakçaydı ve erkeklere özgü kalınca
sesi sanki göğsünden kopup geliyordu.Seninle şakalaşıyor ve sana
takılıyor gibiydi o, espri yanı fazlaydı, kendine güvendiği,
kendisini üstün biri olarak gördüğü de anlaşılıyordu
davranışlarından, erkek kumru sesine benzeyen sesine, kalın ve
yumuşakça bir ses de ekleyebilmekteydi, bu da kızları baştan
çıkaran erkeklere özgü özelliklerden biri olmalıydı.
- Genç bekarların kız peşinde dolanmalarını anlarım da, senin
neyin peşinde olduğunu anlayamıyorum bir türlü, Mıhamet, diyerek,
eskimiş ve yalama olmuş bir kağnı arabası gibi sesiyle güldü
İsmahil’in yanındaki de.
- Benim de bir düşündüğüm var, Lıhuj! (Л1ыхъужъ;Kahraman)
Bu dünyayı sizin gibi bekarlara öyle kolay kolay teslim etmem,
dedi Mıhamet de.
Sözlerinden üstü kapalı da olsa biraz gücenmiş olduğunu belli
ediyordu, evlenme ve yaşam gibi bir konuda Mıhamet’in duygularıyla
oynandığı ortadaydı.
- Bu akşam Mıhamet için değil, konuğumuz için bir iş peşindeyiz,
diye konuştu Şumaf (uğurlu, yaman atlı), bir ot yığını gibi
hepsini aşan uzun boyuyla.
- Konuk mu var yanınızda?
- Evet, kızlarımızı göstermeye götürüyoruz onu.
- Öyleyse buyurun, yolunuz açık olsun, biz sizin önünüzü
kesmeyelim…
- Önümüzü kesecek gibi önemli bir iş peşinde değiliz, daha
kalabalık olursak daha da seviniriz, diyerek yanındakilerin bu
iki kişiyi uzaklaştırmalarına gerek bulunmadığını ima etmişti
Bibolet.
- Burada habersiz karşılaştık diye sizin gitmeniz gerekmez,
birlikte olursak daha da güzel olur, dedi Mıhamet, Bibolet’e
destek çıkarak. ”Daha kalabalık olursak, daha neşeli oluruz” diye
düşünmüştü içinden.
- Gidelim, durmayalım böyle, diye sözlerini sürdürdü Mıhamet ve en
önden bahçeye girdi.
- Nereye gidiyorsun böyle Mıhamet, haç’eş (konuk odası) bu yanda
ya, diye peşinden seslendi Şumaf, Mıhamet’in haç’eşe
değil,kızların odasına doğru gittiğini görünce.
- Haç’eşi bekleyip mi duracağız hala, kızlar neredeyse biz de
oraya dalarız! dedi Mıhamet ve perde aralığından ışık sızan odaya
doğru yürüdü.
- Buyurun! diyerek kapıyı açtı Yusıf.
Tiyatroda perdenin
aniden kaldırılması durumunda sahnede habersiz yakalanmış bir
oyuncu gibi, birinin alelacele odada bulunduğunu gördü Bibolet.
Nafset’ti o, oyun oynayan bir çocukmuş gibi, açılmış kapıdan bir
bakıp hemen Yusıf’ın
arkasına gizlendi. Ancak odaya girdiklerinde, gülmeden ya da
gülümsemeden, Nafset’in dimdik ağaç divanın yanında ayakta
dikilmekte olduğunu yeniden gördü Bibolet.
Nafset’in ablası
Kulats (Кулац; Kulas), güzel bir genç kız idi, lambanın
konduğu masanın yanı başında ayaktaydı. Lamba ışığında batan
güneşin şavkı gibi parıldayan kıpkırmızı eşarbı başındaydı, sanki
suda yüzüyormuş gibi yere yumuşakça ayaklarını basarak konukları
karşıladı. İnsan bedeni ve ruhu bulunmayan biriymiş gibi göz
kapaklarını indirip konuğun elini hafifçe tuttu. Gelinlik çağına
geldiği için iş ve güçten uzak tutulduğu ve kendisine bir konukmuş
gibi davranılan bir kız olduğu,pamuk gibi yumuşacık ellerinden
anlaşılıyordu.
- Bak ve gör, onun ne dalgacı bir kız olduğunu! dedi Mıhamet,
espriler yaparak Kulats’ın
elini tuttu ve yüzüne bir baktı.
Kulats, utanmış
halde hafiften bir gülümsedi,ama bir şey demedi ve incecik
bedenini bir yılan gibi kıvırarak, elini Mıhamet’in elinden
kurtardı, yanıt da vermedi, Mıhamet’in sözünü üstüne almamış gibi
yaptı.
Kulats’ın
elini tuttuktan sonra Bibolet, Nafset’in yanına gitti.
- Seni gerçek bir arkadaş olarak kabul ettiğimi kanıtlamak için,
bak seni her yerde buluyorum, diyerek Nafset’in elini tuttu.
Nafset, bu
sözlerden pek emin olmamıştı, küçücük dudaklarıyla bir gülümsedi
ve gözlerini yukarı kaldırmadan elini uzattı. Elleri nasırlıydı.
Evin küçük kızı olduğu için işler şimdi onun omuzlarında
olmalıydı.
Bir şey demedi.
Birbiri ardından
kızların elleri tutulduktan sonra İsmahil, gruptan ayrılıp
Bibolet’in yanına geldi.
- Hoş geldin, konuk (Фэсапщи, хьaк1э)! Karanlıkta sana bir hoş
gedin deme fırsatımız olmadı, diyerek Bibolet’in elini tuttu.
Mıhamet’le birlikte
gündüzleyin yürütme komitesi (muhtarlık) binasına giderlerken
yolda gördükleri gösterişli atlının bu İsmahil olduğunu hemen
anlamıştı Bibolet. Mıhamet’in onun için kendisine, “Atı sürekli
eğerli olan atlılarımızın başında geleni de bu…” demiş olduğunu
anımsadı.
Bibolet dikkatlice
İsmahil’e baktı. Yakışıklı biriydi, manda boynuzu gibi iki ucu
kıvrılmış gür siyah bıyıkları vardı. Gözleri yuvalarından
fırlayacaklarmış gibisine iriydiler, bakanı alaya alır, küçümser
gibi bakıyorlardı. Çok şakacı biriymiş gibi bir görünümü de vardı,
gerçek kişiliğini gizleyen ve düşünceleri zor anlaşılabilen birine
benziyordu. Eline geçeni parçalamaktan geri kalmayacak biri
olduğunu herkes kolayca fark edemezdi. Ancak dikkatli ve bilinçli
bir bakıldığında, şakacı tavır ve davranışlarının
altında,saldırıya hazırlanan sinsi bir köpeğin benzerini onda
görmek pek de zor olmazdı. Sol kaşının üzerindeki kocaman yara
izi bile, onun bir kötülük kumkuması olduğunu anlatmaya yeterdi.
Gençler oturdular.
Kulats da normal bir kız gibi, masanın daha gerisinde, yazmasını
lamba ışığında yüzünü de kısmen kaplayacak bir biçimde örtünerek
dikilmişti. Kırmızı yazmasından yayılan kırmızımsı görüntü,
üzerinden altın huzmeleri dökülen bir kız görüntüsü veriyordu ona,
bu da kızı daha da bir güzelleştiriyordu.
Nafset de küçük kız
kardeş olduğundan divanın daha geri tarafında ablasının yanında
dikilmişti.
Adige geleneği
gereğince el tutma ve buyurma işlemi uzun uzadıya ve önem
verilerek sürdürülmüştü. Karşılamalar bitip oturduklarında ise
iyice sessizleşmişlerdi. Odadakilerin soluma sesleri zar zor
işitilebiliyordu. Şumaf’ın
tütün içişi, bir demirci körüğünü çekiyormuş gibi, diğerleri
içinden fark edilebiliyordu. Kulats, sanki utanıyormuş gibi,
kaçamak bakışlar atıyor, gözleri ile Yusıf’la bir konuşuyor, bazen
de gözlerini Mıhamet’e çeviriyordu, onları yakından tanıdığını
belli etmek istiyor gibiydi.
Nafset, gruptan
uzak düşmüş bir taş heykel gibi kımıldamadan dikilmiş duruyordu
yerinde. Odadakilere değil, daha uzaklara bakıyor gibiydi.
Bibolet, yanında oturduğu masanın üzerinde birkaç kitap ve defter
bulunduğunu gördü. Kitapları alıp incelemeye başlayınca, Nafset,
durduğu yerden kaygılanmaya başladı. Bibolet’in kitapları
inceleyip işi defterlere getirmesine değin, Nafset yerinde durdu,
ama sıra defterlere gelince, utandığını belli eder bir biçimde
odanın bir başından gelerek defteri bir ucundan tuttu.
- Onlara bakmamalısın! dedi.
- Niye bakmayayım, sakıncalı bir şey yok ki bunlarda.
- Bir şey olduğundan değil, okuma yazma öğrenmek için yaptığım
karalamalar var bu defterlerde, bana gülmenden utanıyorum, hadi
ver onları bana.
Nafset iyice
utanmıştı, bir yandan ısrarla defterlerini almaya çalışıyor, bir
yandan da Bibolet’in yüzüne bakmaktan çekiniyor, ne yapacağını
şaşırmış gibi direnip duruyordu. Bibolet defteri vermedi, bu arada
çekiştirip dururlarken göz göze geldiler. Nafset’in gözleri bir
göz açıp kapama süresi kadar açık kaldı ve Bibolet’e baktılar.
Kızma ya da başka bir olumsuz düşünce yansıtmadan bir göz açıp
kapama süresince kendisine bakmıştı kız. Bibolet bu bakışı daha
sonraları da hiç unutamamıştı. Soru ile korkuyu birlikte yansıtan
bu bakışı neye yorumlayacağını bir türlü kestirememiş, bunu birçok
kez anımsamış ve düşünmüştü Bibolet. Nafset’in gözlerindeki o soru
ve korkunun nedenini Bibolet, birkaç yıl sonra ancak çözebilmişti.
Defterleri çekiştirip dururlarken, az da olsa, aralarında bir
yakınlaşma doğmuş olması her ikisini de sevindirmiş olmalıydı.
- Anlaşılan bana hiç güvenmiyorsun! Ver de bir bakayım bu
deftere,olmayacak bir şey görürsem hiç okumam,hemen geri
veririm,ben sadece senin nasıl bir yazı yazdığını görmek istiyorum
(2).
- Ver, dedi Nafset de gücü tükenmiş halde. Sonunda,
başaramayacağını anlayınca,defterin birini bırakıp diğer
defterleri aldı ve onları bir yere sakladı.
Nafset çok utanmış,
yanakları kızarmış ve düşünce içerisinde Bibolet’e bakaraktan
yeniden eski yerinde ayağa dikildi.
Bibolet defter
yapraklarını karıştırmaya başladı. Baş kısmında Rusça yazılmış
birkaç sözcük vardı, bunları bir yerlerden yazmış ve öğrenmek
istemiş olmalıydı, yazı yazmaya yeni başlamış olan birinin yazdığı
gibi yazılar eğri büğrüydü.Rusça sözcüklerin karşısına
Adigecelerini de yazmıştı. Bunun ardından ise, yazı yazmaya
yardımcı olan örnekler bulunuyordu.
Mıhamet bayağı bir
yüksek sesle öksürdü. Elini cebine atıp tütün tabağını çıkardı,
her zaman yaptığı gibi, hiç acele etmeden, yavaş yavaş cıgarasını
sarmaya başladı. Dudaklarındaki kurnazca gülümsemeden, bir şeyler
yapmayı planladığı ve bu şeyin kocaman bir kaya parçası gibi
yuvarlanarak gelmek üzere olduğu anlaşılabilirdi.
- Kulats, konuk bir kitap buldu ya, hiçbirimiz artık onun umurunda
değiliz,anlaşılan sana bizden başkasından hayır yok, ona bakıp
boşuna bekleme. Sonunda yine bize kalacağın anlaşılıyor… Bayırdan
kocaman bir taş yuvarlanmış gibi patlatıvermişti sözünü Mıhamet.
Kurnaz kurnaz gülümsemeleriyle de Bibolet’e değil, Kulats’a
bakıyordu.
Bibolet hemen
kendisini toparladı. Bir grup içinde iken kitap okuyup durmanın
uygun düşmeyeceği kendisine bir güzel anımsatılmış ve Bibolet de
şaşırıp kalmıştı. Mıhamet, havaya karışıp giden konuşma sesini
sadece kendi dinliyormuş gibi, başını eğip yandan da Bibolet’e bir
bakıp sustu.
- Ne yaparsa yapsın,öncelik konuğun,o dururken,bizim kendimizi
düşünmemiz uygun düşmez, konuk nasıl istiyorsa biz de öyle
yaparız, diye hafiften bir gülümseyerek karşılık verdi Kulats da
Mıhamet’e.
Bibolet, kızla
pseluh (псэлъыхъу;yavuklu) konuşması yapmamak için diretyordu.
Ancak Mıhamet durmadan kendisini buna zorluyordu, sonunda bir
yanıt vermesi kaçınılmaz olmuştu.
- Mıhamet,bak bilmiyordum , sen gerçekten bir yalancı imişsin,
diyerek bir yanıt verirken,bir yandan da elini sallayarak
gülümsüyordu Bibolet. Ardından ciddi bir tavır takınarak konuştu:
“Burada bir topluluk içinde kitap okumakla hata ettiğimi kabul
ediyorum. Ancak sen de, Behukoların haç’eşinde bana vermiş olduğun
sözünü tutmayarak benden daha fazla hata etmiş oldun, arkadaş isek
bunun cezasını görüşmemiz gerekir. Bu da benim sana bir yanıtım
olsun. Bu arada beni gözetecek biçimde hareket etmeyi kabul
ettiğini söyleyen Kulats’a da çok teşekkür ederim. Ancak asıl
niyetimi söylemeye kalkışırsam, pişman olacağından korkarım…”
- Bibolet, dilin hiç de yumuşak bir dil değil, çok sivri dilli
birisin anlaşılan!. . Bu son konunun dışındaymış gibi yavaş bir
sesle konuştu Mıhamet.
- İki keskin dil, iki keskin kılıç gibi karşı karşıya gelmiş
anlaşılan… kendi kendisine söylenirmiş gibi konuştu Şumaf da.
Başlanmış olan esprili konuşmayı dinlemek için hazırlanmak
istiyormuş gibi bir cıgara sarmak istedi, elini Mıhamet’e doğru
uzatıp “Ver bakalım bir nefeslik” dedi.
- Sözümüzü yerine getirmeyeceğimizi sanıyorsa konuğumuz, bizi
kenttekilere benzetmiş olmalı. Ancak ben sözümü geri çekmek için
söylemedim, diyerek Kulats Bibolet’e arka çıktı. Bunu söyledikten
sonra da bir göz kırparak Yusıf’a baktı. Öbürü de göz kırpmayla
karşılık vererek,Bibolet’i konuşmaya zorlamasını kızdan istedi.
Böylece Bibolet
giderek pseluh işinin içine yuvarlanmış oldu. İsmahil ile Şumaf da
bir iki genci daha yanlarına alıp pseluh işine katıldılar. Bu
gençler kendi köylüleri olan kıza arka çıktılar ve onun
aldanmasını istemediklerini, en iyisi, bilmedikleri bir yabancıya
gideceğine, kızın kendi köylerinden bir gençte karar kılmasının en
isabetli karar olacağı görüşünü savundular. Ardından İsmahil’i de
yavaş yavaş ayrı bir rakip pseluh olarak Bibolet’in karşısına
çıkardılar. Bibolet’in bir pseluh konuşması yapması için çift
yönlü bastırmakta olan Mıhamet de sonunda Bibolet’i destekler bir
pozisyon aldı. Böylece Bibolet,Kulats üzerine bir pseluh
konuşmasının içine çekilmiş oldu,yanıt verme işinde Kulats ileri
gitmeye ve bastırmaya başlayınca, Bibolet de bir ileri adım daha
atarak konuşmalara taraf olarak iyice katıldı. Böylece pseluh
konuşmalarına dalıp uzunca bir süre konuşup durdular. Sonunda
Kulats, dünyanın bir ucuna gitse bile,oraya Bibolet’le birlikte
gitmeye hazır olduğunu,bir tek Bibolet’e varmayı kabul ettiğini
söyledi.
- Vallahi de Kulats, böyle bir karar vereceğini bilseydim eğer,
dünyada Bibolet’e arka çıkmazdım! Yaktık kendi kendimizi.
Köyümüzde güzel mızıka (пщынэ/pşıne) çalan tek kızımızdan da olduk
anlaşılan, diyerek Mıhamet, söyleşiyi sonunda şakaya bağladı.
”Haydi bize bir mızıka çal da, bizdenden henüz ayrılmamışken,son
bir kez bize bir oyun oynama fırsatı ver bari.Ondan sonra ikinize
de Tanrıdan iyi yolculuklar diyelim, dileriz birlikte uzun ve
mutlu bir yaşam sürdürürsünüz…
Kulats mızıkayı
eline aldı, başını güzel bir biçimde öne eğip, parmaklarını
mızıkanın tuşlarına yerleştirdi. Çok ayaklı bir böceğin yürüyüşü
gibi, Kulats, önce yumuşak beyaz parmak uçlarını tuşların üzerinde
bir gezdirdi. Kumru sesi gibi kalınca sesler de çıkaran ve
dalgalanan bir sığırcık (пчэндэхъу) sürüsünü andıran sesler de
döktüren bir akordenon sesiyle, Adige dans havalarını çalmaya
başladı. Mıhamet de ayağa kalkıp kuzu kapıp kanatlanmak üzere olan
bir kartal gibi, omuzlarını yukarı kaldırarak dans etmek üzere
ayağa kalktı.
Bibolet de sıranın
kendisine gelmesi üzerine Nafset ile oynayıp yerine oturdu.
Nafset bütün bir
akşam ve bütün bir gece boyunca, adeta bir başına dikilmiş,
şakalaşma ve gülüşmelere katılmadan kendi yerinde ayakta durmuştu.
Yapılan espri ve şakaları da beğenmiyormuş gibiydi. Bir tür kaygı
içindeydi,ara sıra Bibolet’e bir baktığı da oluyordu. Ancak
Bibolet’in bakışı ile karşılaştığında, soğuk ve ani bir tavırla
gözlerini ondan kaçırıyordu.
Nafset’in içinde
bir sıkıntı olduğunu ve kalbinin de güp güp attığını
bakışlarından anlamıştı Bibolet. Ancak bunu neye yoracağını
bilemiyordu. Bibolet’in farkına vardığı tek şey, şimdiki bakışı
ile kağnı arabasında, birlikte oturdukları zamanki bakışının çok
farklı olduğu idi. Kağnı arabasındaki karşılaşmalarında, Nafset’in
gözlerinden kendisine karşı sıcak bir duygu yansıyordu. Kendisini
kınıyormuş gibi olan şimdiki soğuk bakışına Bibolet, bir türlü bir
anlam veremiyordu. Kulats ile şakacıktan da olsa bir pseluh
konuşması yapmış olması, Nafset’i incitmiş olmalıydı. ”Sen sonunda
kendi yolunu kendin çizdin, artık ben senin için bir anlam ifade
etmiyorum!. . Bundan böyle, benim de kendi yolumu çizmem gerekir…”
dermiş gibi bir anlam sezinliyordu Bibolet, Nafset’in
bakışlarından. Onu böyle üzdüğü için bu küçük kıza acımaya,
kendisine de kızmaya ve kendini ona daha da yakın görmeye
başlamıştı Bibolet. Kızın okuması, onun yeni dünya düzeni içinde
saygın bir yer edinmesi için yardımcı olması gerektiğini şimdi her
zamankinden daha fazla önemsemesi gerektiğini kavramaya
başlamıştı. Elinden geldiğince onu gözetmeyi ve desteklemeyi
içinden kararlaştırdı sonunda.
Bundan başka
Nafset’e ilişkin daha ağır bir kaygı kaplamıştı Bibolet’in içini.
İsmahil’in bir iki kez arzular bir biçimde Nafset’e baktığını
görmüştü. İsmail dışında, odadaki gençlerden bazılarının da
istekle Nafset’e bakmakta olduklarını fark etmişti. Ancak
diğerlerinden çok İsmahil’in bakışları Bibolet’in içine bir kurt
düşürmüştü. İsmahil’in ne tür bir insan olduğunun, o yapıdaki
kişilerin kadınlara masumane gözlerle bakmayacaklarını biliyordu,
Nafset’in böyle birinin eline düşmesi demek, onun yeni dünyaya ve
tüm umutlarına veda etmesi demek olacaktı. Henüz çok düşük
düzeyde bir bilinçlenme içinde olan Adige kadınlarının İsmahil
gibilerine kolayca yem olabileceklerini de biliyordu. Bu nedenle
İsmahil’in bakışlarını beğenmemiş ve buna Nafset’in geleceği
kaygısı da eklenmişti.
Çay tepsisi içeri
getirildi ve danslara bir ara verildi. Çaylar içildikten
sonra,daha fazla oturmadılar ve ç’apşeye (к1апщэ) (3)
gitmek üzere ayağa kalktılar. Dışarı çıkacakları bir sırada
Bibolet Nafset’e yanaştı ve ciddi olarak:
- Nafset, sen bana hiç güvenmiyorsun, ama sana söylediğim gibi
okuman için her zaman beni yanında bulabilirsin. Kimseyi dinleme,
oku. Rusça olsun, Adigece olsun, hangisi kolayına gelirse o dilde
yazışalım, olmaz mı?
- Olur, dedi Nafset. Kuşkulu ve güvenmiyormuş gibi. Bakmadan da
Bibolet’in elini tutmuştu.
- Vallahi, konuk, öyle de olmaz ki, iki kız kardeşin ikisini de
sana bırakamayız ki!. . dedi İsmahil, yalandan ve şaka yapar gibi.
Ancak İsmahil’in bu şakasının arkasında çok ciddi şeyler
bulunduğunu sonradan öğrenecekti Bibolet.
KİTABIN BİRİNCİ BÖLÜMÜNÜN SONU
DİPNOTLAR
1) Tsıye (цые), Adigelerin ve Kafkas halklarının giydiği uzun
elbise, yabancılar Çerkeska derler. Bugün Adıgeler cekete tsıye,
pardesü ya da paltoya da “tsıye k’ah” (цые к1ахь, цые к1ыхь;uzun
ceket) derler. -HCY
2) 1927 yılına değin Adigece Arap harfleriyle yazılıyordu.
O yıl Latin harflerine geçildi, 1937’de de Adigey’de
şimdiki Kiril (Rus) harfleri kabul edildi. Kabardey-Balkarya
ve Karaçay-Çerkesya’da ise 1924 yılına değin Arap,
1924-1936 arası Latin, 1936’dan sonra da Kiril (Rus) harfleri
kabul edildi. Shapsughya’da ise aynı sıra izlendi, ancak
1943’te fiilen, 1945’te de resmen özerkliğe son verildi, Adigece
yazı ve eğitim
kaldırıldı. -HCY
3) Ç’apşe (к1апщэ), kemiği kırık olan kişinin kemiği
kaynayıncaya değin uyutulmaması biçiminde Adigelerce uygulanan
eski bir tedavi yöntemi. Aralıksız eğlenilerek ve hasta lafa
tutularak uyutulmazdı. Bu, aynı zamanda insana verilen değeri de
gösteriyordu. -HCY |