1
Akşam
vakti iki karaltı köyden dışarıya yola koyuldu. Rayon (ilçe)
merkezine giden yoldan ilerlemeye başladılar. Hayli yol
aldıktan sonra küçük bir dere yatağına ulaştılar. Önden
giden Değotluk, hemen yoldan ayrılıp öndeki ırmağın (çay) yatağına
girdi. T'ıhuts'ık'u da onu izledi. Irmak yatağında bir süre
ilerledikten sonra, kısa yoldan sola doğru bir dönüş yaptılar.
Kurt yürüyüşünü adırır biçimde T'ıhuts'ık'u geriden olmak üzere
ilerliyorlardı. Başlarını biraz eğmiş halde, kendilerini dere
yatağına gizleyerek ilerliyorlardı.
Terk ettikleri yoldan gelen bir atın ayak seslerini duydular. İki
genç ırmağın yamacına uzandılar. Değotluk dikkatle ırmak
yatağından yola doğru baktı. Akşamın alaca karanlığı içinde bir
atlı karaltısı gördü. Rayon merkezine giden yolu izliyordu.
Değotluk atlının anormal bir davranışının bulunmadığını da görmüş
ve şaşırmıştı: Eşkıyalar belirdiğinden beri sıradan atlılar
geceleri yola çıkmıyorlardı. Köyden rayon merkezine gidecek
birinin bulunduğunu duymamıştı.
Neye yoracağını bilemeden atlının geçmesini bekledi, bir süre onu
geriden izledi, kendileri de ırmak yatağı boyunca ilerlediler.
Karanlığın bastırdığı bir sırada ırmağın üst yamacına yayılmış
söğütlüğe girdiler. Gündüzleri, korkusuzca ırmak yatağına inmek
gibi değildi, şimdiki durum, farklıydı. Şimdi kapkara görünümü ve
ortalığı inildeten gürültüsüyle ırmak hızla ve çağıldayarak
akıyordu. İki gence korku üfürmek istiyormuş gibi, gu-guv, vu-vuv-vu-vuv-vu
seslerini yaymaktaydı coşkulu ırmak.
Geldikleri yerde ırmak birkaç kola dağılıyordu. Su ile çevrelenmiş
ve dolanılmış adacıklara, haydutlar belirdiğinden beri, insan ve
hayvan ayağı basmaz olmuştu, ortalık da çalı ve dikenlerle
kaplanmıştı. Tehlikeden kaçıp gizlenmişler gibi, sinmiş, bir sürü
orman parçacığı ırmak boyunca sıralanan adacıkları kaplamış
durumdaydı. Uzakta, derenin öte yakasında bulunan koca orman da,
korku uyandırır bir biçimde, karanlığa boğulmuşlardı. Bu ormanda
bir ejderha barındığı biçimde anlatımlar da yayılmıştı.
T'ıhuts'ık'u buna inanmıyor, haydutların oralarda saklanmakta
olmaları nedeniyle, böyle şeylerin uydurulduklarını söyleyen
Değotluk'a katılıyordu. Oysa şimdi, bütün bu anlatılanların doğru
olduğuna inanası geliyordu.
Çoluk çocuğun yabani elma ve ahlat toplamaya gittiği orman, şimdi
insanların ürktüğü ve terk ettiği bir yere dönüşmüştü.
İki genç, artık, insanların izlediği yolların uzağında ırmak
sırtında bir yerdeydiler. Irmak, yüzünü buruşturmuş, kızıp deliye
dönmüş bir ejderha gibi, karşılarında gümbürdeyerek akmaktaydı.
İçine girdikleri orman, sarmaşıklarla geçilmez hale dönüşmüş olan
ırmağın öte yakasındaki orman gibi ürküntü vere derin bir
sessizlik içindeydi. Azılı eşkıya, kim bilir bu ormanların
hangisinde saklanıyordu? Yalnız mıydı? Yardımcıları var mıydı?
Yandaşları varsa, sayıları çok muydu?
T'ıhuts'ık'u ansızın korkuya kapıldı, içine girdikleri bu orman,
henüz insan ayağı basmamış bir ıssız vadi imiş (тау-таш) gibi
geldi kendisine. Birden birçok şey içinde belirmeye başlamıştı.
Her bir çalılıkta ya bir haydut barınıyorsa? Ya peşlerine
düştüklerini öğrenmişler de pusuya yatmışlarsa? Gece ırmağı geçmek
de kolay bir şey olmaz. Gündüz sığ yerleri görebiliyorsun, ırmağı
geçebilirsin ama ya gece ya derin bir yere, bir su gözüne, bir su
burgacına düşerlerse, bütün bunlar olabilirdi… Irmağı taşları
çatırdata çatırdata geçecek olurlarsa, eşkıya da bunun farkına
varmaz mıydı? Eşkıya önlem almadan gizlenmiş olamazdı. Kurt gibi
her yanı gözlüyor olmalıydı…"
T'ıhuts'ık'u iyice korkuya kapılmıştı. Değotluk'un kolundan tuttu
ve yavaş bir sesle:
- Böyle yalnız yola çıkmamalıydık. Delilik bu yaptığımız...
- Peşime takılma demedim mi sana? Hadi, sen dön. Ciddiyim.
Dönersen daha iyi olur, daha rahat hareket ederim ben, dedi
Değotluk gücenmeden, ciddi ciddi.
T'ıhuts'ık'u bir süre durdu, ardından yavaş bir sesle ama kararlı
bir biçimde konuştu:
- Tamam, yürüyelim!
Değotluk için gece ya da gündüz ırmağı geçmek pek bir anlam ifade
etmiyordu, böyle bir yerde doğmuş, ömrü de buralarda geçmişti. Zor
olsa da ırmağı geçmeyi başardılar. Geçtikleri yerlerdeki taş ve
iri çakıllar birbirine çarpmaya ve ses çıkarmaya başlayınca milli
yerleri izlediler. Irmağın karşı yakasına ulaşıp ırmak yamacına
uzandılar ve etrafı dinlediler. Hiçbir el ayak sesi gelmiyordu. Su
çağlayanının (псыхэожъ) sesi ara sıra tepelerine iniyor gibiydi.
Bir yaban ördeği sürüsü kanatlarını çarparak üstlerinden uçup
gitti.
Giyinip ormana doğru yollandılar. Şimdi daha korkunç bir ormana
girmişlerdi. Azılı ırmak, insanlardan koparmıştı artık onları.
Önlerinde, içinde ne yaşadığını bilemedikleri, karanlığın içinden
bir karaltı gibi beliren vahşi bir orman uzanmaktaydı. Ancak
ırmağı geçmeye başladıkları anla kıyaslandığında, gençlerin morali
daha yüksekti şimdi. Soğuk sudan çıkıp kuru elbiselerini
giydiklerinde içleri rahatlamış, sıcak bir eve girmiş gibisine
sevinmişlerdi.
Karşılarında belirmiş olan bu ormanın kendi köy ormanları olduğunu
unutmuş gibiydiler. Bu yerler oldum olası hayvan otlattıkları
yerler idiler. Şimdi neredeyse boyunlarına erecek denli ot ve
dikenlerle kaplanmıştı buraları. Eskiden var olmayan dikenlikler
ve çalımsı söğütler her yeri kaplamış durumdaydılar. Değotluk
köyünün kırlarını ve ormanlarını iyi biliyordu, ancak şimdi
şaşkınlık geçiriyor, sezgilerinin yardımıyla ilerlemeye
çalışıyordu. Taştığı sıralarda ırmağın yarmış olduğu, ama orman
ile otlar tarafından örtülü olan çukurlara ve dere yataklarına
yuvarlandıkları da oluyordu.
T’ıhuts’ık’u böyle korkulu gece yürüyüşlerini bilen biri değildi.
Şimdi bu içine düştüğü durum onu biraz korkutmuş, biraz da
kızdırmıştı. Telaşlanmaya ve sinirlerine hakim olamamaya
başlamıştı. Korkmuş, morali tükenmiş biri gibi, bastığı yeri bile
fark etmeden, başını kurtarmanın peşine düşmüş gibi
ilerlemekteydi.
Suratına çarpan çalı diken dallarına ve karanlığa sayıp
döktürerek, kızgın küçük bir boğa gibi de homurtular çıkararak,
bir türlü de Değotluk’a yetişemeden peşi sıra gidiyordu.
Karanlıkta kör kör ilerlerken, gümbürdeyerek küçük bir çukura
yuvarlanıvermişti T’ıhu. Değotluk hemen ellerini uzatıp onu
kaldırdı, sessizce sordu:
- Bir yerin sızladı mı?
- Hayır, önemli bir şeyim yok. Bu içine girdiğimiz alameti bir
türlü anlayabilmiş değilim, dedi T’ıhuts’ık’u, canına tak etmiş
halde bir de öksürerek. Sözlerinde üzüntü, yakınma ve utanma,
hepsinin karmakarışık olduğu belli oluyordu.
- Hele bir otur bakalım, diyerek Değotluk, omzuna dokunup
T’ıhuts’ık’u oturttu.
Bir süre sessizce kaldılar. T’ıhuts’ık’u biraz kendine gelmişti.
Bunun üzerine Değotluk ona yönelik yumuşak bir serzenişte bulundu:
- Gece yürüyüşüne alışman gerek. Umutsuzluğa kapılır, attığın
adıma dikkat etmezsen, ya bir çukura yuvarlanır kafanı kırarsın ya
da bir dala çarpa gözünü çıkarırsın. Bu dediğim şeyler korkak
olanların başına gelir. Geceleyin çok sabırlı ve dikkatli hareket
edilmesi gerekir.
T’ıhuts’ık’u durumu kavradı. Değotluk direkt söylememişti, ama
korkakça davranmakta olduğunu sezdirmişti. Bu da içine oturdu. Çok
üzüldü ve ürperdi.
“Gerçekten aklım başımdan uçmuş gibi davranmışım! Doğru, bir
korkak gibi hareket ettim ama bundan sonrasını görürsünüz siz!”
diyerek, bir karara vardı içinden.
Kalkıp yola koyulduklarında T’ıhuts’ık’u kendine gelmiş ve daha
sakin olmuştu, küçük köstebek tümseklerine bile ayakları
takılmamaya başlamıştı.
Değotluk deneyimli biri olduğundan pek çıt çıkarmadan bir kurt
gibi iri adımlarla sessizce ilerliyordu. Değotluk, T’ıhuts’ık’u’a
adeta hiç tanımadığı yaman biri gibi görünüyordu. Hemen her gün
onunla birlikteydi, onu sayıyordu ama onun o kadar yürekli biri
olduğunu bir türlü anlayamamıştı. Gerçek Değotluk’u şimdi
tanımıştı. İçinde varolan bilinç, oracıkta birkaç kez birden
artmış oldu. Kendisiyle alay etmemişti o, bir çocuğa gösterilecek
özeni göstermiş ve kol kanat germişti, bu durum Değotluk’u daha da
büyütmüştü karşısında. İçinde büyük bir özlem ve sevinç belirdi,
sarılıp onu kucaklamak istedi. Onu örnek almaya, Değotluk gibi
davranmaya ve onu dikkatle izlemeye başlamıştı.
Ormana ulaştılar, ormanın kıyısında bir süre yürüdüler. Orman
kenarında, içeriye doğru uzanan çayır kaplı bir meydanın başındaki
bir ağacın dibine çöktüler. Bir taraflarında ırmak kıyısı boyunca
uzanan bir açıklık vardı, oradan etrafı gözetleyebilirlerdi, öbür
taraflarında da büyük bir orman uzanıyordu.
Bu yeri T’ıhuts’ık’u da tanımıştı. Ormanın içinden geçip
stanitsaya (Kazak beldesine) giden yol işte buradan geçiyordu.
- Gün ağarıncaya değin burada kalacağız, köy ile stanitsa arasında
gidip gelen olursa, onların el ayak seslerini buradan daha iyi
duyarız. Gerisine de bakarız, dedi Değotluk, koca ağacın dibine
rahat bir biçimde uzanarak.
Orman altı ıslak ve soğuktu. Orman kıyılarını kaplayan çekirge ve
böcek seslerinden başka bir ses duyulmuyordu. İnsan kulağı bu
seslere alıştığından, sonunda da duyulmaz oluyorlardı. Gece
kuşlarının sesleri ve kanat çırpışları da bu seslere karışıyordu.
Bazen da oturduğu daldan düşen kuşların kanat çırpışları
duyuluyordu.
Bir şey duymadan ve de görmeden yarım saat kadar oturmuşlardı ki,
çayırlığın öte ucundan bir kurt uluması geldi. Ardından sağ
taraflarından da bir kurt uludu. Üçüncüsü ise tam karşılarında
uludu; dördüncüsü ise arkalarından ormanın derinliklerinden uludu.
Ara veriyor, ardından yeniden başlıyor, ölü ağıdı okuyan kadınlar
gibi, biri öbürünü izleyerek bir bir ulumaya başladılar. Biri
ulumaya başladığında, on tanesi birden ulumuş gibi geliyordu
insana, değişik uluma sesleri iki genci kuşatmıştı, kadın ağıdını
andıran ulumalar sürüp gidiyordu.
Değotluk kurt ulumalarını ilk kez duyuyor değildi, ama ne zaman
duysa, ilk kez duyuyormuş gibi ilginç geliyordu bu sesler ona.
”Bunların bu denli yakınmakta olmaları niye acaba? Sanki kendileri
hiç zarar vermiyorlar da, herkes kendilerine karşı acımasız imiş
gibi, çok zorda olduklarını sanırsın bunların…” biçiminde şeyler
düşünüyordu.
T’ıhuts’ık’u da dikkat kesilmiş, adeta soluk almadan kurt
seslerini dinlemekteydi. Kurt ulumalarını ilk kez böylesine
yakından duyuyordu. Uzaktan çok duymuştu ama uzak ile yakın
farklıydı. Uzaktan duyulduğunda köpek havlamasına benzer. Şimdi
çok yakındalar, başucundalar, hiç de köpek gibi havlamıyor,
bambaşka uluyorlar. Yakınmayı andıran uzun uzun uluma sesleri
içinde hırlaşmayı andıran vahşi sesler de duyuluyordu. Bazan ince
uluyor, bazen da kalın olarak uzatıyor; bazen sesini çok
yükseltiyor, bazen da hırlıyor ve yavaş yavaş sesini azaltıyordu.
Ardından aç bir yırtıcı yaratık biçiminde, havlama, hırlama ve
uluma karışık, dişlerini gıcırdatarak yeniden ulumasına
başlıyordu.
T’ıhuts’ık’u saçları diken diken olmuş yerinde oturuyordu…
Arkadaşının durumunu gören Değotluk, onun bir dost yardımı alması
gerektiğini fark etti. Ağzını T’ıhu’nun kulağına dayayıp
fısıldadı:
- Kurtlar sakin sakin uluyorlar, etrafta insan yok demektir bu.
Bir insan kıpırtısı belirir belirmez kurtlar ulumaya son
verecekler…
T’ıhuts’ık’u bir karşılık vermedi, ama bir insan sesi duymuş
olması onu rahatlatmıştı. Rahat (гусэфэу) bir nefes aldı ve huzura
kavuştu.
Geceyi ağaç dibinde geçirdiler. Sabah erkenden av peşine düştüler.
Avları da bilinen vahşi hayvanlar değil, insanlıktan çıkıp vahşi
hayvana dönüşmüş olanlar olacaktı. İzledikleri yaratıklar, aslan
ve kaplanlardan daha korkunç olan yaratıklardı. Bunların her biri,
gördüğünü gözünden vuran birer keskin nişancıydı.
Değotluk bir silahlı çatışma istemiyordu, çünkü karşısına çıkacak
olanların kaç kişi olacağı bilinemezdi. İkisinde de fazla mermi
yoktu. Vahşi yırtıcıları kendi taktikleriyle avlamayı düşünüyordu.
Çok dikkatli hareket etmelerinin nedeni de buydu.
Çıt çıkarmadan sessizce koca ormana daldılar. Hemen her tarafı
gözen geçirdiler, ama hiç kimseye ve hiçbir ize rastlamadılar. At
bağlanan ya da insan izi olan bir yer de göremediler. Bir patika
üzerinde birkaç at ayağı izi gördüler, ancak izler sağa sola
sapmadan dosdoğru gitmişti. Çayırlı alanlar tırpancı ve hayvan
uğramadığından gürleşmişti. Çalı ve sarmaşıklar nedeniyle orman
geçit vermiyordu.
Güneş hayli yükselmişken, ormanın içinden akan bir küçük dereye
ulaşıp geçtiler, güzel bir gürgen (пхъэшъабэ) ormanına ulaştılar.
Burası tek tük kavak ve söğüt ağaçları da bulunan, dibi çalı çırpı
ile kaplı bir yerdi. Taban zencay (зэнджай), kızılcık (зэешъоч),
kızılağaç (ек1апц1э), haçı (хьачы) ve benzeri değişik ağaççıklarla
sık bir biçimde kaplanmıştı. Yerleri gür otlar ve dikenli
böğürtlenler (мэрк1уапц1э) sarmıştı, iki adım ötesini görmek
olanaksızdı.
Değotluk, köylünün yakacak odununu aldığı o yeri çok seviyordu,
arkadaşı Ahmed’le birlikte oraya gelmeyi alışkanlık haline
getirmişlerdi. Şimdi de korkulu ve karanlık ormanı terk edip güneş
ışınlarının oynaşarak yere yansıdığı bu yere ulaştığında,
arkadaşını yitirmiş olmanın dayanılmaz acısı yeniden içine
oturmuştu. Yaşam sevinci uyandıran bu güzel orman köşesine
ulaştığında, artık yanında olmayan arkadaşının acısını biraz olsun
unutur olmuştu, dudaklarında biraz bir gülümseme , ama alnı acıyla
kaplanmış durumda, bulunduğu yerde sanki donup kalmıştı.
Değotluk’un iç acısını T’ıhu fark etmişti, ona başka bir konu açıp
onu acısından çıkarmak istedi:
- Burada biraz olsun kurulanalım.
- Olur, dedi Değotluk, önemsememiş gibi, yumuşak ve üzgün bir
sesle.
İki genç yürüyüşlerine ara verdiler, çiy içinde yürüdüklerinden
oldukça ıslanmışlardı, durup güneşte kurulandılar. Biraz emek,
biraz da peynir yediler. Yeniden dere ve sel yarıklarından, kurt
ve tavşan yollarından ilerleyerek, öğleden sonraya değin ormanı
taradılar. Tek tük at izlerini daha sıkça görmeye başladılar.
Yanında yanık kağıt parçaları kalmış birkaç sönmüş ateş iziyle de
karşılaştılar. Ancak hiçbir insan ve at sesi duymadılar…
Artık umutları tükenmiş, dönmeyi düşünür oldukları bir sırada taze
bir at ayağı iziyle karşılaştılar. Terk edilmiş eski bir patika
üzerinde bir süre taze izlerin peşinden yürüdüler. Ardından izler
saptı ve yandan orman içine doğruldu. Ezilmiş otlardan atın bir
süre önce buradan geçmiş olduğu anlaşılıyordu. Gençler izleri
izleyerek epeyce yürüdüler, ormanın derinliklerine ulaştılar.
Ansızın Değotluk elini kaldırıp durdu. T’ıhuts’ık’u da yerine
mıhlandı.
- Bir at puflaması kulağıma gelmiş gibi oldu, dedi Değotluk, çok
alçak bir sesle.
Sessizce ve dikkatlice bir süre dinlemede kaldılar. Oldukça
uzaktan bir at puflaması sesini ikisi de duydu. Patikadan ayrılıp
tabancalarını çekmiş halde at puflamasının geldiği yere doğru
ilerlemeye başladılar.
İlerledikçe at puflamalarını daha yakından gelmeye başladı, biraz
daha ilerleyince, atın ayaklarıyla yere vurma sesleri de duyulmaya
başladı. İki genç yürümeyi bırakıp sürünerek ilerlemeye
başladılar.
Ses çıkmaması için dikenli ormanda ilerlerken hayli de
zorlandılar. Güneş alan boş bir küçük çayırlığa ulaştılar. Atın
geviş getirme sesi de artık duyuluyordu.
Değotluk çok dikkat ederek ot ve yaprakları araladı, bir
baktığında, karşısında bir çayırlık (гъэхъунэ) alan gördü. Alanın
ortasında uzun bir iple çok güzel bir kıratın (пц1эгъоплъ)
bağlanmış olduğunu gördü. Başka bir şey görmedi.
Değotluk’un o yerden ayrılmaması üzerine telşa kapılan
T’ıhuts’ık’u, kendi de bir yer aralayıp baktı. Atı görür görmez
kendinden geçti ve hızla Değotluk’un elini yakaladı.
- Darhoko’nun atı bu!. . der demez Değotluk hemen abanıp eliyle
T’ıhuts’ık’un ağzını kapadı. İkisi de ürkmüş durumda, yeniden
gözlerini çayırlık alana çevirerek, birileri duymuş olmasın
diyerek, kımıldamadan bir süre beklediler… Ancak hiçbir kıpırtı
olmadı. At yalnızdı. Rahat bir soluk alıp bulundukları yerden
ayrıldılar. Değotluk gözleriyle sorarak T’ıhuts’ık’u’a baktı.
T’ıhuts’ık’u çok yavaş bir sesle, ama heyecanla soluyarak,
Değotluk’un kulağına fısıldadı:
- Darhoko’nun atı bu, o! Görür görmez tanıdım. Köyü bastığında
bindiği at buydu. |