VIII. YAŞLILARIN HÜKMÜ
Yürütme
komitesi (muhtarlık) binasında hayli insan toplanmıştı. Bir
grup yaşlı duvar boyunca uzanan ince uzun bir tahta sedirde
oturuyordu. Bunların çoğu tüylü kalpaklar ve koyun
pöstekisinden adi kürkler taşıyorlardı.
Daha şık
giyimli olan birkaç yaşlı başlı kişi ise baş sıralara
kurulmuşlardı. Kaba sakallı ve bıyıklı kişiler arasında, kırpık
sakallı ve bakımlı olanları da vardı, bunlar arada bir parıldayan
gümüş dişler gibi yaşlıların arasından seçiliyorlardı.
Koyun pöstekisinden kaba kalpaklar taşıyanlar dışında, tek tük
Buhara işi işlenmiş kaliteli kalpaklı olan kişiler bulunduğu da
görülebiliyordu. Çarşı ekmeği gibi dolanık sarılmış sarıklı bir
kişi de vardı aralarında.
Giyim kuşamları gibi, yaşlıların yüz hatları ve dış görünümleri de
farklıydı. Rahat bir yaşamları olmasından olmalı, sarıklı ve
Buhara kalpaklı yaşlıların yüz hatları daha tazece ve daha
düzgündü. Kendilerinden daha emin ve çok şeyi bilen kişilermiş
gibi oturuyorlardı, dizginleri elden bırakmak istemedikleri de her
hallerinden anlaşılıyordu. Bu gibi kişiler en baş köşeye, yönetim
masasının başına kurulmuşlardı.
Tüylü kocaman kalpaklarının altından bakmakta olan yaşlıların
görünümü diğerlerinden farklıydı:Onların yüzleri kavrulmuştu,
yüzlerinde yer yer güneş yanıkları vardı, yaşlılıktan ötürü
belleri de bükülmüştü; zorlu yaşam koşulları ve yokluk, onları bu
hale getirmişti, yaşamları boyunca sırtlarından kalkmamış olan
onca zorluk, yüzlerine de yansımıştı, buruşup küçülmüş ve dişsiz
kalmış ihtiyar yüzleri kocaman kalpaklarının altından zar zor
seçilebiliyordu. Bunlar, öteki varlıklı kişilerin alt taraflarına,
kapı eşiğine yakın yerlere sıralanmışlar, oralara oturtulmuşlardı.
Kürek sapını sağlam tutmaya alışmış olmalılar, bastonlarını da sap
kısımlarından sıkıca avuçlamışlar, boyunduruğa koşulu öküz misali,
koşulu olmanın dayattığı bir eziklik ve boyun eğmişlikliğe koşut
biçimde boyunları da büküktü; içeri alınmaya değmezlermiş ama her
ne hikmetse yaşlılar meclisine alınmışlarmış gibi ezik ezik
oturmaktaydılar. Gençler ise duvarlara omuz vermiş, kapının iki
yanına yığılmışlardı.
Bibolet içeri girdiğinde, yaşlılar bu girişin ne anlama geldiğini
anlayamamış olmakla birlikte, yine de kendisi için ayağa kalktılar.
- Buyurun, oturun, diyerek en baştaki kişi kendisini güler yüzle
karşıladı. Siyah abası, altın saati ve Buhara işi kalpağından,
onun köy imamı (ефэнды) olduğunu hemen anlamıştı Bibolet.
- Otur (т1ыс), dediler öteki yaşlılar da.
- Ayakta kalabilirim, sorun değil, dedi Bibolet.
- Otur, henüz çocuksan da konuksun! diyerek imam kendi yerine
oturdu.
Adige geleneğinde yaşlıların yanında ayakta dikilmenin daha uygun
düşeceğini Bibolet de biliyordu. Ancak onun bir de ayrı bir
komsomol (*) anlayışı vardı. Nezaket gereği de olsa, gelen
birbirine oturması için yer gösterildiğini, bunun bir Adigelik ve
insanlık geleneği olduğunu çok iyi biliyordu. Ancak sınıf
üstünlüğüne, verk ve varlıklıya saygı anlamında ayakta kalmayı da
uygun bulmuyordu. Birçok oturulacak yer varken sap gibi orta yerde
dikilmenin de bir anlamı yoktu. Etrafına bir bakındı, boş bir
tabure (пхъэнт1эк1у) gördü ve oraya oturdu.
Yaşlılar Bibolet’in oturmasından hoşlanmamışlardı. Ayıplamışlar
gibi yüzlerini ondan çevirip başka yönlere döndürdüler.
Bu arada içeriye Halaho girdi.
- Selamünaleyküm!
- Ve Aleykümselam, Halaho! diyerek, onun için de ayağa kalktılar.
- Siz konuk olmalısınız, dedi, içeridekileri de umursamadan
Bibolet’in yanına gelip. ''Hoş geldin, konuğumuz!'' diyerek elini
ona uzattı Halaho.
İhtiyar, nasırlı elleriyle Bibolet’in elini bir okşadı.
Halaho kabarık tüylü kalpaklı yaşlıların gerisinde bir yere,
küçücük cüssesiyle ilişiverdi.
- Bu konuk da kim ola ki, çıkaramadım bir türlü, diye sordu
yaşlılardan biri. Soru sorma biçiminden yaşlının Bibolet’in
oturmuş olmasından hiç hoşlanmamış olduğunu, bir gencin öyle
davranmaması gerektiğini, bunu yakışıksız bulduğunu, açıkçası
belli ediyordu.
- Mezokoların oğlu, bir öğrenci, dedi Mıhamet.
- Okuyorsa, çok iyi, Tanrı kendisine bilimin yolunu açsın, dedi
bir hacı.
- Okusun, yeter ki aslını unutmasın, yadsımasın halkını, diye
eklemede bulundu İshak da.
- Bu genç konuğumuzun iyi bir eğitim aldığını, birçok kitap okumuş
olduğunu duydum, diyerek bir tek Halaho, Bibolet’e arka çıktı.
Halaho öteki yaşlılar gibi gizli kapaklı, kinayeli konuşmayan,
içindekini dolandırmadan söyleyen biriydi.
- İyi bir adam olacaksa, yarıştığı kişilerden geri kalmasın, kendi
toplumunu da (ылъэпкъ) utandırmasın yeter ki.
- Tanrı diye bir şey yoktur diyenlerden olmadığı sürece okumasında
bir sakınca yok, iyi de olur, diyerek, tatlı bir dille eklemede
bulundu bir önceki hacı.
- O konuda,az da olsa ortama uymak gerekir, ”Kimin arabasına
biniyorsan onun türküsünü söyle” (Зику уисым иорэд 1о) dememişler
boşuna, diye laf attı giyimi kuşamı yerinde ve gıcır gıcır bir
Buhara kalpağı da taşıyan başka bir yaşlı olan Alıko Yeteğan (Алыкъо
Етэгъэн).
- Öyle tabii, ”Pisliğe abanmış olsan bile sıkı tutun” (бзаджэм
ухэ1абэми, пытэу убыт) dememişler boşuna, dedi daha homurtulu bir
biçimde köy imamı da.
İmamın sözü odada soğuk bir rüzgar esmesine neden oldu, bir süre
bir sessizlik yaşandı.
- Vallahi de hoca, o sözü söyleyen tam da yerinde söylemiş,
diyerek kahkahayı bastı Alıko.
Bir eski araba gıcırtısı gibi, ihtiyarların kahkahaları, baş
taraflarda daha yoğun bir biçimde başladı ama sıranın aşağı
tarafların, pek hoşlanılmamış gibi,ses tonu düşerek sürdü.Bu
sözlerin kime bir dokundurma olduğunu herkes anlamıştı.
Bibolet de durumu görmüş,iyice sinirlemiş ve kanı beynine
sıçramıştı. İlkin, kendisine yöneltilen bu aşağılayıcı sözleri
aynen, gerisin geri yüzlerine çarpmayı, köy imamı da aralarında
olmak üzere kendini bilmez bu tür arsız kişiler yüzünden Adige
emekçilerinin neler çekmiş olduklarını açık açık yüzlerine vurmayı,
artık böyle sırıtıp,böbürlenip oturamayacaklarını ve keyif
çatamayacaklarını, bu dönemin artık kapandığını, Sovyet
iktidarının bu tür kişilere çok yakında gereken dersleri
vereceğini, onlara sert ve kesin bir dille anımsatmayı içinden
geçirdi. Ancak öyle yaptığı takdirde,büyük bir yanlış yapmış
olacağını hemen anladı. Bunu herkes yakışıksız bulacaktı,sonuçta
kimseyi kınayamamış, amacına da ulaşamamış olacaktı.Böyle
uygunsuz davrandığında,davranışı budalaca ve edepsizce bulunacak
ve bundan asıl karşı taraf yararlanmış olacaktı. Ayrıca buradaki
emekçi insanları da kendisinden soğutmuş ve
uzaklaştırmış,kendisinden destek uman zavallı kadına da yardım
etmemiş olacaktı.Yaşlıları yasa ve yargı sözleriyle korkutmak
sorun değildi, ama onlar, yine de kendi aralarında gizlice anlaşıp,
kadını da ürkütüp sindirir, onu daha da zor bir duruma düşürmüş
olurdu.
Nasıl bir yanıt vermesi gerektiğini düşünüp dururken, kendisine
beklenmedik yardım köy imamından geldi.
- Konuğun kalbini kırmışım galiba, dedi sahte bir gülümseyişle
imam.
- Hayır, kalbim kırılmış değil.Yeni iktidar sayesinde,köylü emekçi
ailelerinin çocuklarının okullarda parasız olarak okutulmakta
olmalarını kötü bir şeymiş gibi algılayanların içimizde
bulunduğunu biliyorum. Hela çukurunda barınan kurt ve solucanlar
için, içinde yaşadıkları pislik en lezzetli yiyecektir, buna
benzeyen kişilerin,eski yaşam biçimini en iyi bir yaşam biçimi
imiş gibi algılamaya devam eden kişilerin hala aramızda
bulunduğunu da biliyoruz, diyerek yaşlıların yaptığı gibi
gülümseyerek yanıt verdi Bibolet de imama.
Bu karşılıklı sert atışmanın kötüye varmasından çekinen yaşlılar
sessizleştiler ve bir süre bekleştiler. Olumsuz havayı şakaya
getirip dağıtma görevi yine Halaho’ya düştü:
- Vallahi de hoca, o benim gördüğüm çocuk, senin öyle hafife
alacağın birine,hiç de kolay bir lokmaya benzemiyor.
- Hak ettiğim yanıtı verdi bana! İmam,kızmanın kendisi için çıkar
bir yol olamayacağını anlamıştı.
- Öyle tabii, çocukla laf yarıştırırsan olacağı budur, dedi eski
bir kırık bir araba gıcırtısı gibi sesler çıkaran başka bir yaşlı.
Yaşlının konuşma biçiminden onun kendisine karşı çok kızgın biri
olduğunu fark etmişti Bibolet. Ayrıca karısının durumu görüşülecek
olan ihtiyarı anımsayarak, ”O kişi acaba bu mu?” diye düşünerek
ihtiyara yeniden bir kez ve daha dikkatlice bir baktı. Bu kişiden
daha berbatını, parayla arasan bile bulamazdın: Bir deri bir kemik,
kupkuru ve ölü gibi sararıp solmuş biriydi. Sıcaktan bunalmış bir
karga nasıl ağzını açıp solarsa, o da öyle ağzından ağır ağır solumaktaydı.
Canlı kalan tek varlığı gözleriydi: Ateşte pişip kızarmışlar gibi
parlıyorlar, baktığı yerlere batıyorlarmış gibi kızgın kızgın
bakıyorlardı. Yaşlıyı asıl çirkinleştiren şeyse,içinin de bozuk
olduğunun açıkça anlaşılmakta olmasıydı, onu asıl sevimsizleştiren
özellik de buydu.
İhtiyar, Bibolet’in kendisini süzerek bakmakta olduğunu anladı ve
ona iğneleyici gözleriyle bir kez daha sert sert bir baktı.
İhtiyar ayrı bir yerde yalnız başına oturuyordu. Bakışından ve
ayrı oturmasından onun söz konusu kadının kocası olabileceğini
aklından geçirdi. Mıhamet’e doğru imalı imalı bir baktığında
yanılmadığını onun göz kırpmasından anlamıştı.
Bir çocuk içeri girdi:
- Amdehan (Амдэхъан) geldi, bekliyor diye imama haber verdi.
- Öyleyse, gençler dışarıya çıksınlar! diye buyurdu imam.
Gençler isteksizce de olsa dışarı çıktılar. Mıhamet gibi yaşı
ilerlemiş bir iki genç içeride kaldı. Bibolet’se yerinden
kımıldamadı. Bibolet’in oturmasına ne diyeceklerini bilemeden hacı
ile imam bir süre birbirlerine bakıştılar ve konuğun kendiliğinden
dışarı çıkıp gitmesini beklediler. Konuğun çıkmayacağını anlayınca
da imam sözü başlattı:
- Haydi, çağırın kadını da bu işi bir an önce bitirelim. Konuk
içeride kaldı ama zararı yok... Ne de olsa, o da bir Adige çocuğu.
Ayakları çıplak, üstü başı perişan, sanki cansız bir gölge gibi
bir kadın içeri girdi. Gözleri aşağıya bakar biçimde, sessizce
duvar dibine dikildi. Üstündeki ipekli şalının iki ucunu çekmiş,
sıkıntısından şalının uçlarını çekiştirmeye başlamıştı.
Buğday tenli, genç bir kadındı. Kalın kaşları aşağıya sarkmış,
sanki gözlerine batacakmışlarmış izlenimini veriyorlardı. Bir hata
işlemekten çekiniyormuş gibi dudaklarını kapatmış sessizce oluğu
yerde duruyordu.
İçeridekiler ayağa kalktılar.
- Otur, dedi imam.
- Otur, diyerek hacı da ona katıldı.
Ancak kadın Adige geleneği gereği konuşmadı, tek sözcükle de olsa
bir karşılık vermedi. Adigelik gereği denilerek kendisinin
aleyhinde baştan alınmış olan hükmü biliyormuş gibi sessizce
duruyordu.
Nefretini de içine atmış ayakta durmaktaydı.
Bibolet ayağa kalkıp oturduğu tabureyi ona uzattı.
- Hayır, sağol, oturmayacağım!diyerek sert ve soğuk bir ifadeyle
tabureyi gerisin geri itti. Ardından bir baktığında tabureyi
uzatanın Bibolet olduğunu anladı, gözlerindeki kızgınlık geçti,
yumuşamış bir ses tonuyla:
- Siz oturunuz,dedi.
Yaşlılar da kadının kendilerine karşı duyduğu bu soğuk yaklaşımın
farkına varmışlar ve hiçbir şey demeden kendi yerlerine
oturmuşlardı. Konuşmadan bir süre beklediler. Öncesinden verilmiş
olan bir kararı nasıl açıklayacaklarının yolunu düşünüyor
olmalıydılar.Yeryüzünün tüm yükünü sırtlanmışlar gibi, başlarını
hep bir ayar yana eğmiş ve göğüslerini de bastonlarına dayamış
oturuyorlardı.
İçlerinde kaygısız, kendine güvenli ve başı dik durumda olanı ise
sadece köy imamı idi. Elindeki “Tanrı’nın kutsal kitabına”
dayanarak geçmişi, geleceği ve her şeyi kavradığını, bu kadının
yargılanması işini, en iyi bir biçimde ancak kendisinin yerine
getirebileceğini bilmekte olduğu havasını basıyordu. Sıradan
kişilerin göremediği şeyleri kendisinin gördüğünü, basit
insanların aklının ermediği şeyleri kavrayan bir bilgiye sahip ve
çok yetkin biri olduğunu bilen biri imiş gibisine baş köşeye
kurulmuştu.
“Adaleti ve merhameti temsil eden, görmediği, duymadığı ve
erişmediği bir yer ve varlık bulunmayan, başlangıcı, sonu ve
benzeri olmayan Ulu Tanrı, olacağı, ölümü ve alın yazısını
öncesinden belirlemiştir… İnsan, hayvan ve bitki, yeryüzündeki her
canlının geleceği, kaderi ve her şey Kuran’da yazılıdır…
Kuran’daki bilgi ve bilimin ucu ve bucağı yoktur.
Son peygamber olan Muhammed Peygamber dışında, Kuran’da yazılı
olanları bütün yönleriyle ve tam olarak anlayan ve anlatabilecek
olan biri günümüze değin yeryüzüne gelmemiştir, bundan sonra da
gelmeyecektir. Bu nedenle Kuran’da yazılı olan şeyleri Adigece'ye
çevirmeye kalkışanlar gavur olacaklardır. Kuran’da yazılı olanları
yorumlayabilecek ve bu yorumlara dayanarak hükümler çıkarabilecek
olan kişiler ise,sadece imamlardır (ефэндыхэр). Tanrı, dünya hükmü
olan şeriatı imamların eline teslim etmiştir, bu nedenle ölüm,
yani hesap günü ile baş başa kalacak olan ölümlü insanın imamların
sözünden asla dışarı çıkmaması gerekir…”
İmamın düşünceleri bu ve buna benzer şeylerdi, gurur ve böbürlenme
kaynağı da bu düşüncelerde yatıyordu.
Öbür yaşlılar da imamın yüzündeki bu bilge ifadeyi saygıyla
karşılıyor, onun bu konuda ne diyeceğini merakla bekliyorlardı.
- Hoca sen ne diyeceksin, diyerek yumuşak bir ses tonuyla
sordu hacı.
- Hacı, ne dememiz gerektiğini sen de biliyorsun… Elbette şeriatın
dışına çıkarak bir şey söylemeye yetkimiz yoktur, dedi imam da.
- Bilmem, Harun bir şey söylemek ister mi, diye sordu hacı, o
çirkin ihtiyara dönüp.
Üzerinden ağır bir vasıta geçmiş de, o yüzden karton gibi ezilip
kalmış biri gibi,bastonuna dayanıp zar zor ayağa kalktı Harun.
Gözleri ile odayı şöyle bir gözden geçirdi, sesi az çıktığından,
göğsünden parça parça kopup geliyormuş gibi zorlana zorlana sesini
duyurmaya çalışarak konuşmaya başladı:
- Siz pek bir farkında değilsiniz ama, artık günlerim sayılı benim.
Bu yaşlı başımın geleceğini sizin elinize, vereceğiniz hükme
bırakıyorum şimdiden,hükmünüzü aynan kabul etmeye hazırım.Zahmet
buyurup buraya kadar gelmiş olan yaşlı başlı kişilerden, hacı ve
hocalardan tek bir dileğim var, o da bu yaşlı halimle beni bir
başıma ve umarsız bir durumda bırakmamanız ve bana yardım elinizi
uzatmanızdır.
Yaşlı kişi öksürüğe tutulduğundan daha fazla konuşamadı.
Yırtılan bir paçavranın çıkardığı sesler gibi sesler çıkaran
ihtiyar,aynı zamanda hırıltılı bir biçimde öksürmekteydi. Öksürük
sesleri ve saçtığı tükürükler arasından sarı ve kırmızı karışık
irice bir balgam da çıkardı,balgam biraz ilerisinde yere düştü.
Harun, sıkıntı veren balgamını attıktan sonra rahatlamıştı,nitekim
rahat ve sessiz bir biçimde yerine oturdu.
- Amdehan, sen ne diyeceksin bu duruma? Ne diye kocanı
dinlemiyor,onu böylesine yakınmalarına neden oluyorsun? Sana ne
gibi bir kötülük yapmış olabilir kocan?
- Bana kötülük yapıp yapmadığını tartışmak için buraya
gelmedim,artık ben onu istemiyorum.Ayrıca isteyerek de evlenmiş değilim
onunla,zorla verdiler beni ona. Şimdi ondan ayrılmak ve ayrı
yaşamak istiyorum, diyerek ezilip büzülmeden ve çekinmeden
içindekini aynen söyledi Amdehan.
- Bugüne değin kendisiyle geçinmişsin de artık neden geçinmek
istemiyorsun, diyerek, kutlu (mübarek) biri imiş de kadını
kınıyormuş gibi bir çalım takınarak sormuştu hacı Amdehan’a.
”Eşini bu yaşlı haliyle bir başına bırakıp gitmeye kalkışmanı
nasıl açıklayabiliriz?
- Ben onunla isteyerek evlenmedim, şimdiye değin umarsızdım. Bana
talak (boşanma) hakkı da tanımadı bir türlü. Katlanmak zorunda
kaldım… Üstelik o benden daha yalnız olan biri değil, çoluk çocuğu,
bakacak bir sürü kimsesi var. O beni sadece bir köle (унэ1ут/vıneut)
gibi kullanmak, kendisine hizmet ettirmek için istiyor…
Eski yaraları deşilmiş de yılların içinde biriktirdiği onca acı
dolu birikimi dışarıya atıyormuş gibi ağır ağır konuşuyor, bu
çileye artık daha fazla katlanamayacağını belli ediyordu Amdehan.
- Peki, şimdi kocan sana talak hakkı tanıyor mu?
- Onun bana talak hakkı tanımasına gerek kalmadı,yasalar bana
boşanma hakkı tanıyor artık!
Kadının sözleri, hiç beklemedikleri bir anda tepeden içeriye
düşen bir kum yılanı gibi odadakileri çarpmış, herkesi ürkütmüş ve
şaşkına çevirmişti. Hacı da, dili dibinden kopup düşmüş gibi, göz
kapaklarını aşağıya indirmiş, bir süre önüne bakıp kalmıştı.
- Bak, güzel kızım, senin o gibi sözler söylemen sana hiç
yakışmıyor, dedi hacı bir süre sonra, adaleti arayan bir kişi
postuna bürünerek. ”Bak burada oturanlar arasında seni sevmeyen ve
sana zarar vermek isteyen kimse yok. Biz Adigeler olarak bugüne
değin bir toplumsal geleneği izlemiş, ilişkilerini de ona göre
düzenlemiş olan insanlarız, böylesine bir toplum olarak bugünlere
geldik.Yani insanlığa, utanma ve arlanma duygularına değer vererek
bugünlere geldik. Başka toplumlar tarafından Adige adının kötüye
çıkarılmaması, kirletilmemesi için elimizden gelen her şeyi yaptık.
Bu güzel geleneklerimizi, insanlığımızı yitirmezsek çok daha iyi
olur. Sen de dost bir Adige yüzü ile karşı karşıya yaşamak
istiyorsan, Adigeliği ve Adigelere özgü olan saygı anlayışını
yitirmemen, dışlamaman gerekir. Senin sözünü ettiğin yeni yasalar
kadınlarla ilgili olan şeylerden değil,ayrıca yasalar bizi
bağlamaz. Herkes her aklına geleni yapamaz. Tanrı alnına ne
yazmışsa o olur, buna katlanman, bir Müslüman olduğunu da asla
unutmaman gerekir. Er geç gideceğin yer olan hesap gününü (ahreti)
aklından çıkarma. İnsanların ve Tanrı'nın ilencini (nefretini) de
üzerine çekme, kal kaldığın yerde kadın olarak! Burada toplanmış
hacı, hoca ve yaşlılar olarak sana söyleyeceğimiz son söz budur!
diyerek, bir sarıklıdan beklenmeyecek sert ifadelerle, kararlı ve
içindeki kızgın ateşi ortaya döker bir biçimde hükmünü belirterek
konuşmasını tamamladı hacı.
Hacının hemen ardından imam da uzun uzadıya bir konuşma (vaaz, уаз)
yaptı, kıyamet günü ile şeriatın hükümlerini bir bir
anlattı,yalancı dünya nimetlerine aldanıp Cehennemin yolunu
tutacak olanları bekleyen azaplardan söz etti. Sözlerinin daha
etkili olması için Kuran’dan Arapça sureler okudu, böylece Arapça
bilmeyen oradaki kişileri korkutmaya çalıştı,yer yer Arapça
sözcükleri sesini yükselterek Adigece'ye çevirdi ve kendince de
yorumladı.
Amdehan başı öne eğik ve sessiz bir biçimde ayakta duruyordu.
Ancak göğsünün kalkıp inmekte olmasından içindeki sıkıntıyı fark
etmemek de olanaksızdı.
- Hoca, hele bir dur, diyerek, imamın konuşmasına ara verdiği bir
anda Bibolet konuşmaya müdahale etti. ”Burada aklımın yatmadığı
bir şey var:Sizin insanlık, Adigelik ve Müslümanlık anlayınız çok
sığ ve sınırlı,her nedense,sizing dünyanızda kadına kendi
geleceğini özgürce düzenleyebilmesi için hiçbir yer bırakmamış
olduğunuz anlaşılıyor!
Bibolet’in konuşmasını tamamlamasına fırsat vermeden,Amdehan,
durduğu yerden ileriye doğru bir iki adım attı, canını dişine
takarak konuşmaya başladı:
- Anlaşılan asıl sizler Allah’tan hiç korkmuyorsunuz! Ben Tanrı'ya
karşı ne gibi bir günah işlemişim de bu durumlara düşmüşüm? Bakın
bir bana,bakın bir de beni birlikte yaşamaya zorladığınız o
kişiye! Ben onun gibi birisiyle nasıl olur da ortak bir yaşam
sürdürebilirim!
Amdehan şalını sırtından atıp sıkılmayı ve darlanmayı bir yana
atıp yaşlıların karşısına dikildi. Görmediği dünya nimetlerini ve
kendisi için insanlığı arayan bir kadının gencecik vücudu
çıkıvermişti ortaya.
-Sizin adalet ve Müslümanlık anlayışınız bu kadarlık mı?!
Bu acı sözleri söyledikten sonra Amdehan, insanın sadece görmekle
bile içini karartacak bir biçimde, eliyle yüzünü kapatıp
ağlayarak dışarı çıktı.
Yaşlılar, dilleri tutulmuş gibi bir süre sessizce oturdular.
- Vallahi, çok doğru söyledi! Harun, çok yaşlı biri, zorlamasın
kadını,çekilsin kendi köşesine! Kendi kendisine söylüyormuş gibi
konuşarak sessizliği ilk bozan yine Halaho oldu.
Ardından Bibolet ayağa kalktı ve konuşmaya başladı:
- Hiç kimse darıldım marıldım demesin,sizin hüküm verme biçiminiz,
her şeyiyle yanlış ve yasa dışı, bizim görüşümüze göre,sizin hüküm
verme biçiminiz,bizim yeni anlayışımıza ve yasalara aykırı,ayrıca
hiç adil değil. Boşanma davalarında karar verme yetkisi,sadece
Sovyet yargısına bırakılmıştır.Devlete bırakılmış olan bir yetkiyi,
siz, “şeriat, hüküm, Adigelik ve Adige ayıbı gibi” gibi adlara
sığınarak gasp edemezsiniz; kadına böylesine dayatmada bulunnayı
sürdürür ve yasaları çiğnemeye devam ederseniz, er geç bunun ucu
size de dokunabilir, hepiniz yaptıklarınızdan sorumlu
tutulabilirsiniz! Yaşlılar karşısında Adige gençlerinin
takındıkları eziklik duygularını bir yana atmış ve şimdiye değin
kimsenin göze alamadığı bir biçimde, şakaya da vurdurmadan ya da
kızmadan konuyu ciddi olarak ortaya koymuş oldu Bibolet…
- Vallahi de Bibolet, hocaya hak ettiği yanıtı aynen verdin! dedi
Mıhamet, toplantıdan ayrılıp dönerlerken yolda, ”ama yaşlıları da
adamakıllı öfkelendirmiş olduğunu artık bilmelisin”.
- Öfkelenmişlerdir ama hepsi değil. Bana kızmayan, benden yana
çıkmaya hazır yeteri sayıda insan da vardı orada.
- Behuko Hacı, böyle bir toplantıya nasıl oldu da gelmemiş ki,
ilginç değil mi sence? Senin toplantıda olacağını anlamış olmalı o
arsız hacı, diye sözlerini sürdürdü Mıhamet.
- Başkan (Председател; Muhtar) yok muydu, niye hiç görünmedi ki?
- Yoktu, ama gelse bile fark etmezdi. O, yaşlıların çizdiği çizgi
dışına çıkabilecek biri değil.
- Böyle bir başkanlık (muhtarlık) olmaz, durumu hemen ilgili yere
bildiririm ben. Kadının durumunu ise savcılığa bildirmek, o yaşlı
başlı kişileri
de
yargı önüne çıkarmak
gerekir,
dedi Bibolet.
(*)
Komsomol- Komünist Gençler Birliği. -HCY |