...................
...................

MUTLULUK YOLU      2.BÖLÜM -08

K'ERAŞ Tembot
Çeviri: HAPİ Cevdet Yıldız
Orijinal Adı:
К1ЭРЭЩЭ Тембот; Насыпым игъогу

                         
...................
...................

VIII. MAYIS'IN İLK GÜNÜ

İlkbahar güneşi henüz iki söğüt ağacı boyu yükselmişken, oldukça erken bir saatte, köylü, Köy Sovyeti binası (sel’sovet) önünde toplanmış haldeydi. Geç kalmış çoluk çocuk ise, etrafına bakınarak, başını aşağıya eğmiş ve kimi de koşuştururcasına toplantı yerine doğru gelmekteydi. Gençleri, daha geriden, ayaklarına bukağı (zincir)  vurulmuş gibi, utanmakta, ezilip büzülmekte olan bir iki kız izliyordu. Onlar Sovyet binasının arka tarafında oyun oynanmakta olan yere (gegu’ya) doğru gitmekteydiler.

Oyun (gegu) yerinden mızıka ve el çırpması sesleri, sanki ilkbahar kuşlarının ötüşleriymiş gibi geliyor ve sesler bütün bir alana yayılıyordu. Tören vaktini beklemeden, çoluk çocuk kendiliğinden eğlentileri başlatmıştı. Oyuncuların her biri birer hindi gibi kabarmıştı, elbiselerinin etekleri de rüzgardan uçuşup balon gibi şişmişti, hızlı dönüşlü danslarıyla gençler neredeyse bütün bir meydanı doldurmuş gibiydiler.

Köy Sovyeti binası önü ile bahçe çiti arasındaki bir köşeye, ürkmüş bir koyun sürüsü gibi bir kadın grubu yığılmış duruyordu. Onlar buraya Değotluk ile komsomolların yoğun çabaları sonucu gelmiş olan bir bölüm kadındı. Onlar yeraltından yeryüzüne çıkma özgürlüğünden yoksun olarak yeraltında barınmak zorunda olan Gnomelere (*) benziyorlardı ve onlar eski gelenek uyarınca büyük evlerin karanlık dehlizlerine tıkılmış kadınlardı ve şimdiye değin de, karanlıktan bir çıkış yolunu bulamamış bir topluluk durumunda kalmışlardı. Onları tıkıldıkları karanlık dehlizlerinden çıkarmak hiç de kolay olmamıştı. Onları o yerlerden çıkartıp köydeki toplantıya katmak için komsomollar (**), molla ve yaşlıların önlerinde sıraladığı yüzlerce engeli aşmak zorunda kalmışlardı.  

Bugün bu yere ilk kez gelmiş olan bu kadınlar, daha çok, yaşam karşısında umutlarını iyice tüketmiş ve darbeler altında ezilmiş olan kadınlardı. Bunlar evliliklerine ilişkin bütün umutlarını yitirmiş durumdaydılar. Bunlar, eskimiş katı geleneksel yaşam nedeniyle içleri yanıp kavrulmuş olan bahtsız kadınlardı, bunlar içlerindeki bu yangınlık nedeniyle,  tanrının adaletinden medet umma umudunu da yitirme durumuna düşmüş olan kadınlardı. Yeni yaşamın (devrimin) doğmakta olan parlak güneşi, onların karanlık dehlizlerini, dünyalarını bir ucundan henüz aydınlatmaya başlamıştı. Gelen yenidünyanın doğmaya başlayan bu güneşi, onların barındığı karanlık dehlizleri, azıcık da olsa, ışıldatır olmuştu. Yeni yaşamla birlikte gelen güzel özlemler ve özgür bir yaşamın yüreklere sıcaklık veren gelecek umudu, artık onlara da ulaşır olmuştu. Mutluluğun alaca karanlığı yavaş yavaş aydınlanmaya ve onlara yeni de ufuklar açmaya başlamıştı. Ancak onlar, yine de, gelecek umudu diye bir mutluluk rüzgarını henüz yakalayamamış kişilerdi, yakalayabileceklerine ilişkin bir umut da taşımıyorlardı. Onlar mutsuzluk üzerine kurgulanmış bir yazgıyla dünyaya gelmiş kişiler olarak görüyorlardı kendilerini. Adige geleneği diye önlerine konan tutsaklık kapanlarından bir türlü kurtulamıyorlardı. Başkalarının ayıp (емык1у) demelerinden ve Tanrı’nın kendilerini cezalandırmasından  korkuyorlardı, günde beş kez cami müezzininin anımsatıp durduğu Cehennem  ateşi  içlerine korku salıyordu. Dünyalıkları olarak ellerinde kalmış tek şey olan ocak ateşlerini, yuvalarını olsun kurtarma kaygıları içindeydiler. Yeterince güvenemedikleri için, yeni yaşama ilişkin gelişmeleri izlemekle yetiniyor, olanlara bir türlü inanamıyor, özgürlük üzerine söylenmekte olan sözleri kuşkuyla karşılıyor ve bu umut ışığı kırpıntılarını özlemle içlerinde saklıyorlardı.

Özgür olmadıklarının ve kul köle gibi yaşamakta olduklarının birer kanıtı imiş gibi, ellerini göbeklerinin üzerine gelecek bir biçimde üst üste bağlamışlardı. Korku ve özlem, bu ikisi birlikte harmanlanmıştı ve görüntü yüzlerinden okunuyordu, bir köşesinden de gegu’ya (oyunlara) bakıyorlardı. Dans eden gençlerin kaygısız hallerini görüyor, onlara gıpta ile bakıyor ve kendi gençlik günlerine yeniden dönmek ister gibi oluyorlardı. Arzularını içlerine gömerek, mızıkanın (пщынэ) çıkardığı müziği dinliyorlardı. Mızıkaya da pek bir güvenleri kalmamıştı, mızıka da onlara oyun oynamıştı. Genç kızlıkları döneminde mızıka eşliğinde söylenen güzel şarkılar ve bu şarkıların onların içlerinde uyandırmış olduğu mutluluk özlemleri, meğer birer düşten, birer hayalden başka bir şey değilmiş! Bu yalancı pşıne (mızıka), onlara olmayan bir  kanat takıp onları mutluluk dünyası işte karşınızda diyerek, dönüşsüz bir düş dünyasına götürmüş, tüm umutlarını yıkmıştı! En gözde Adige oyun havaları bile, onların özlemlerini kanlı bir irine dönüştürmekten başka bir işe yaramamıştı. Adige şarkılarının hiçbiri onlara iyi bir şey getirmemiş, sadece  içlerinde birer gizli yara açılmasına neden olmuştu…

Bu mutsuz kadınların başında Darihan duruyordu. Dimdikti,. Bir deri, bir kemiğe dönüşmüştü. Yine de sürüyü peşinden sürükleyen yaşlı bir dişi manda imiş gibi, dikkatli ve öfke dolu idi, bir tehlike belirecek olursa, karşılamaya hazırmış gibi, kendinden emin kadınları arkasına almıştı.

Kadınların toplaşmış olduğu bu yerde, geçmişin prangalarından kurtulmuş olan ve özgürce hareket edebilen tek bir kadın vardı. O da Amdehan’dı.

Köy Sovyeti binasında yaşlıların kendisi hakkında verdikleri kararı duyduktan sonra, Amdehan, eski dünyada adalet diye bir şeyin kalmamış olduğunu görmüştü. Adigeliği, Adige geleneğini ve şeriatı savunduğunu ve o yolda olduklarını söyleyen yaşlı hacı-hoca takımının, sıra kadına geldiğinde, son derece acımasız kesildiklerine gözleriyle tanık olmuştu. Canını başına takmış, bu işe Adige geleneğine ve Adigeliğe aykırı düşüyor dememiş, işi Sovyet yargısına götürmeyi başarmıştı. Mahkeme Amdehan’ın boşanma talebini onaylamakla yetinmemiş, ayrıldığı eski eşinin mal varlığının yarısını Amdehan’a vermişti. Amdehan’a zorluk çıkaran hacı hoca takımını da, gözdağı anlamında köylünün karşısına dikmiş ve onlara haksızlık yaptıklarını kabul ettirmiş ve bu tür davranışları sürdürmeleri halinde cezalandırılacaklarını bildirmişti.

Amdehan umarsız ve zorlukları tek başına yüklenmiş olma durumundan kurtulmuştu. Adaleti yanında görmüş olmanın sevinciyle, adeta kanatlanmıştı, üstündeki yük hafiflemiş, başı dik olarak mahkemenin görüldüğü yerden ayrılmıştı.

Ancak, yargı sonrasında eskinin acımasız geleneği yeniden peşine düşmüş ve onu tedirgin etmeye başlamıştı. Üstünden zar zor atabildiği prangaları, yeniden kendisine takmak için sinsi oyunlar oynanmaya başlanmıştı. Nereye baksa kendisini kınayan soğuk ve nefret dolu bakışlarla karşılaşıyor, arkasından kötü kötü konuşuluyordu. Akşamın bir karanlığında yolunu kesip ölüm tehditleri savuranlar da oluyordu: ”Senin gidi ipsiz kancık bir köpeği, seni, bu köyde senin gibileri yaşatmayacağız. Kadınsan kadınlığını bil, yerinde dur, aksi takdirde seni bir böcek gibi ezer, bir kedi gibi gebertir geçeriz!”.

“Utanıp, arlanıp” boyun eğme biçimindeki ve  eski dünyaya ait  son esaret halkalarını, Amdehan, o an, üzerinden atmıştı: Kendisini tehdit edenleri hemen Sovyet yargısına bildireceğini söyleyerek ürkütmüş ve kaçırtmıştı. Ancak bu tür kötü insanların kendisi için oyun tezgahlamaktan vaz geçmeyeceklerini de biliyordu, bu nedenle geceleri işittiği seslerden ürperir olmuştu. Geceleri, ölüm korkuları içinde bir cehennem yaşamına dönüşmüştü. Ninesinin köyün bir ucundaki evinde kalmayı göze alamamış, gece boyu kalabileceği yerler bulma arayışları içine girmişti.

İt-puşt takımının kendisi için oyunlar tezgahladığı yakınmasıyla, Köy Sovyet’ine başvurularda bulunuyordu. Ancak, gizlice Amdehan’ın karşıtlarını kollamakta olan Köy Sovyet’i Başkanı kendisine yüz vermemiş, onu başından atmıştı. Ölüm kemendinden kaçış umudunu tüketmiş bir halde,  Değotluk’un içinde yer aldığı köy komsomoluna gitmişti sonunda. Komsomolun okuma salonuna kadın olarak gidip oturmaya,  bir başına ve hiçbir şey demeden üzgün üzgün konuşmaları izlemeye başlamıştı. Çalışmaktan çatlamış ve nasırlaşmış elleriyle masa üzerindeki eski gazeteleri elleriyle yeniden düzeltiyor,  düzenliyor, konuşulanlara da kulak misafiri oluyordu. Ancak sorunların özüne inemiyor, gerçeği kavrayamıyor, yine de üzerinde durduğu konular konuşulurken, daha dikkatle kulak misafiri oluyor ve konuşulanları anlamaya çalışıyordu.

Amdehan kendi seçtiği bu yolda bir başınaydı ve köydeki ilk eylemci kadındı. Yalnız kalmış olmak ona ağır geliyor ve çok üzülüyordu. Kendisi gibi birçok kadın vardı bu köyde, onların kendi yanına gelmelerini bekliyordu, onlarla birlikte olmak, onların insanca desteğini ve sıcaklığını paylaşma özlemi içindeydi. Kendisi gibi kadınlarla birlikte, kendisine onca yıl irin içirmiş olan eski düzenin acımasız geleneklerine karşı savaş açmak istiyordu. Bunun için hazırlanıyor, için içine sığmıyordu, bir yandan da korkuyor ve kaygılı anlar yaşıyordu. İşe neresinden başlanılması gerektiğini de bilmiyordu. Komsomola güveniyordu, ama komsomolların hızlı hareket etmediklerini görüyor ve onlara da kızıyordu. Bazen konuşmalarına karışıyor, ağzından ateş saçılırcasına çocukları azarlıyor, onları Adige kadınlarının özgürleştirilmeleri işine  daha etkin biçimde omuz vermeye çağırıyordu.

Bazen tek bir kadın olarak aralarında bulunduğundan, çocukların konuşmalarını ve yapacakları işleri engelliyormuş sanısına kapılıyor, içinde bir üzüntü beliriyor, durumu daha da zora koşmamak için kalkıp gidiyordu.

Yine de komsomolların işleri ağırdan aldıklarını görüyor ve onlara kızıyordu, bu arada yapılması gereken işleri onlara anlatmak gerek diyerek uzunca bir süre boyunca oyalanıp durmuştu. Ardından komsomollarla pek bir şey yapamayacağını anladı ve bir başına mücadele etme kararı aldı. Kendisine cehennem hayatı yaşatmış, sıkıntı çektirmiş ve içinde kapanmaz yaralar bırakmış olan geçmişin karanlık dünyasından,   Adige kadınlarını çıkarmak için, onlara yapılan baskılara karşı amansız bir savaş açtı. Sonunda kendi gibi özgürleşmek isteyen kadınların yakınmalarını Sovyet yargısına iletmeye başladı. Anaç tavuğun kartala karşı dikilişi gibi, çoğunca duyarsız Köy Sovyet’i Başkanına karşı dikleniyor, yardım arayışı içinde sık sık Değotluk’un yanına koşuyordu. Çok geçmeden Amdehan köy kadınlarının bir kurtuluş umudu haline geldi. Kadınlar kendisine güvenmeye, dert ve sırlarını ona açmaya başladılar. Amdehan, giderek kadınlara baskı uygulayan köydeki Adige erkeklerinin korkulu rüyası  oldu.

Gün geçtikçe ve güçlendikçe, Amdehan’ın düşmanları da çoğalıyordu; düşmanları, dillerini sarkıtmış birer zehirli kobra yılanı gibi onu sokmaya çalışıyor, Amdehan aleyhinde uydurulmuş bin türlü fitne-fesat, yalan ve dolan evden eve gezinip duruyordu. Amdehan, öylesine kişileri yola getirmenin olanaksızlığını biliyor ve mücadelesini sonuç alacağı alanlara yönlendiriyordu, kötülerinin karşısına ise, en katı ve en sert bir biçimde dikiliyor, asla geri adım atmıyordu. Onlara karşı edilgen davranmıyor, başını daima daha dik tutuyor ve karşılarında kalın kaşlarını daha sert bir biçimde çatıyordu.

Bugün Amdehan daha şık giyinmiş, başına da kızıl bir yazma bağlamış bir biçimde Köy Sovyeti binasının koridorunda koşuşturmaktaydı: Toplantı için gerekli Başkanlık Divanı masasını hazırlıyor, sandalyeleri diziyor, direklere sarılmış olan sivri söğüt dallarını eliyle temizliyor ve düzeltiyordu. Solgun ve zayıf yüzü kızıl başörtüsü altında daha da görünür olmuştu. Dost ve düşmana inat başını daha da yukarı kaldırıyor, kaşlarını daha sert biçimde çatıyordu. ”İstediğinizi söyleyin, umurumda değilsiniz, ben kendi yolumu seçtim!” der gibi bir hali vardı.

Yaşlılar biraz uzakta, küme küme meydanın orta yerine dağılmış oturuyorlardı. Eskimiş Sovyet binası, hiç görülmemiş bir biçimde yenilenmiş, badanası yapılmış, döşeme tahtalar bile yıkanıp temizlenmişti, en önemli şey de bugün kadının -Amdehan’ın- yönetici konumuna erişmiş olmasıydı, bu yüzden yaşlılar ürkmüşler ve Köy Sovyeti binasından uzak durmayı yeğlemişlerdi.

Behuko-Alıko grubu da, meydanın biraz daha ötesinde oturuyordu. Onlar bugünü hafife almıyorlardı, aralarında şakalaşmıyor ve önderlik taslama gibisine işlere de kalkışmıyorlardı.  Umursamadan böyle bir günün hazırlanmış olması onları iyice ürkütmüştü. Toplantı boyunca ne tür bir yol tutturacaklarını, nasıl bir mücadele yürüteceklerini de bilemiyor, karamsar bir biçimde oturmuş bekliyorlardı. Aralarında pek konuştukları da görülmüyordu. Günü sabote için çevirecekleri entrikaları, akıtacakları zehri, bir fırsatını yakalayıp Halaho-Değotluk grubuna fırlatmak için, birer ejderha gibisine sivri dillerini çıkartmış beklemekteydiler.

Köy Sovyeti binasının sol tarafında ağaçtan bir çit boyunca eğerli atlar dizilmişti. Ayrıca at bağlama yerlerine de atlar bir daire oluşturacak biçimde bağlanmıştı. Oraya uzak olmayan başka bir yerde de Adige giysileri içinde ve bellerinde kamalar, bir grup delikanlı ayaktaydı. Aralarından devasa boyu ile Şumaf’ın başı seçilebiliyordu. Şumaf, Muştak adlı küçük göbekli atının dizginini gemi hizasından tutuyordu. Grup onu kuşatmış, ciddi bir biçimde onunla şakalaşmaktaydı. Şumaf’ın sesi bir gök gürüldemesini andırır bir biçimde  hemen fark edilebiliyordu:
- Hey-hey-hey bu benim Muştak’ım, onun böyle çelimsiz göründüğüne aldanmayın, yaman bir at bu benim atım! Bu benim gördüğünüz Muştak’ım Kuyjıy (Къуйжъый;Keloğlan) gibi: Gücüyle başaramadığını, zekasıyla başarır. Muştak için bu eskimiş kalpağımı ortaya koyarım, demiş ve ardından bir kahkaha patlatmıştı Şumaf.
- Senin beş para etmez kalpağın neye yarar ki? O, ancak hindi yumurtalarını koymak için yuva yapmaya yarar. Gerçekten çok büyük ve çok da yünlü, dedi o sıra yanlarına gelmiş olan İsmahil.

Gruptan yükselen kahkaha sesleri yakın yerdeki bağlanmış atları ürkütmeye yetmişti. Şumaf’ın Muştak’ı da, sahibine sataşılmasına kızmış gibi, kuyruğunu sallayarak gerisin geri çekilmeye başlamıştı.
- Vay anasını, bu senin Muştak’ın yaman mıdır, nedir bilemem ama sonunda bizi çiğnettireceksin, uzaklaştır onu buradan, diye kaçıverdi atın gerisinde duran delikanlı.

Atı çevreleyen kişiler de korkup uzaklaştılar.

Şumaf İsmahil’e dönüp şakayla karışık bir yanıt verdi:
- Kalpağa biçilen  değer, bilmiyorsan hadi öğren, kalpağın güzelliğine  değil, kalpağı taşıyana göre  değişir!Boş kafaya en güzel kalpağı geçirsen bile beş para etmez, şakadan da anlamaz, ona başka bir  şeymiş gibi gelir!

Şumaf’ın sözlerinden bir tatsızlık çıkmaması için, oradakiler işi şakaya vurdurmak istediler ama pek de başarılı olamadılar.

İsmahil de önce morardı, ardından yüzüne kan sıçradı, ama işi ileriye götürmenin doğru olmayacağını anladı. Yalancıktan şakaya vurdu:
- Kalpağı iri olanın kafası çok şey alıyorsa, senin kafanda da  çok şey olmalı, dedi.
- Senin Muştak’ın çok iyi bir at, ama önden ya da arkadan yaklaşmaya gelmiyor, dedi Mıhamet, gruptan ayrılmak üzereyken kendi kendine söyleniyormuş gibi. Sözlerinde sıcak ve içten gelen yumuşaklık, aynı zamanda şakayla karışık tatsız bir hava vardı. Şumaf’ın göbekli atına ilişkin yapmış olduğu şakanın ardında gizli bir amaç bulunduğunu çok iyi biliyordu Mıhamet.
- Mıhamet, diye peşinden seslendi İsmahil.

Mıhamet durdu.
- Birlikte almış olduğumuz sözün hala geçerli mi? Atını yarışa sokacak mısın?

Konuşma biçiminden, İsmahil’in atına ve kendine çok güvenen biri olarak bir laf atmış olduğunu anlamıştı Mıhamet. Hemen dönüp soğuk bir tavırla yanıtını vermekte gecikmedi:
- Benim sözüm, çit kazığı tepesindeki saksağan kekelemesi değildir! Sana karşı bir söz öne sürdüysem, bu sözüm  geçerlidir!



DİPNOTLAR:
(*)
Gnome- Bir Karlik insan topluluğu olup yer altındaki hazineleri koruma göreviyle yükümlü olarak, köstebekler  gibi  yer altında yaşamak zorunda olan ve Kuzeybatı Avrupa mitolojisinde yer alan  cüce ve kamburumsu insanlar.
(**) Komsomol- Komünist gençlik örgütü ve bu örgüt  üyesi olan kişi.

 
1. Parti    
1. Bölüm 4. Bölüm 7. Bölüm
2. Bölüm 5. Bölüm
3. Bölüm 6. Bölüm    
            
2.
Parti  
 
1. Bölüm 7. Bölüm 13. Bölüm
2. Bölüm 8. Bölüm 14. Bölüm
3. Bölüm 9. Bölüm 15. Bölüm
4. Bölüm 10. Bölüm 16. Bölüm
5. Bölüm 11. Bölüm 17. Bölüm
6. Bölüm 12. Bölüm    
           
3.
Parti  
            3. Baskı Önsözü  >>>
1. Bölüm 5. Bölüm 9. Bölüm
2. Bölüm 6. Bölüm 10. Bölüm
3. Bölüm 7. Bölüm 11. Bölüm
4. Bölüm 8. Bölüm    
           
4.
Parti  
 
Son