VIII.
MAYIS'IN İLK GÜNÜ
İlkbahar güneşi henüz iki söğüt ağacı boyu yükselmişken,
oldukça erken bir saatte, köylü, Köy Sovyeti binası (sel’sovet)
önünde toplanmış haldeydi. Geç kalmış
çoluk çocuk ise, etrafına bakınarak, başını aşağıya eğmiş ve kimi
de koşuştururcasına toplantı yerine doğru gelmekteydi. Gençleri,
daha geriden, ayaklarına bukağı (zincir) vurulmuş gibi,
utanmakta, ezilip büzülmekte olan bir iki kız izliyordu. Onlar
Sovyet binasının arka tarafında oyun oynanmakta olan yere (gegu’ya)
doğru gitmekteydiler.
Oyun (gegu) yerinden mızıka ve el çırpması sesleri, sanki ilkbahar
kuşlarının ötüşleriymiş gibi geliyor ve sesler bütün bir alana
yayılıyordu. Tören vaktini beklemeden, çoluk çocuk kendiliğinden
eğlentileri başlatmıştı. Oyuncuların her biri birer hindi gibi
kabarmıştı, elbiselerinin etekleri de rüzgardan uçuşup balon gibi
şişmişti, hızlı dönüşlü danslarıyla gençler neredeyse bütün bir
meydanı doldurmuş gibiydiler.
Köy Sovyeti binası önü ile bahçe çiti arasındaki bir köşeye,
ürkmüş bir koyun sürüsü gibi bir kadın grubu yığılmış duruyordu.
Onlar buraya Değotluk ile komsomolların yoğun çabaları sonucu
gelmiş olan bir bölüm kadındı. Onlar yeraltından yeryüzüne çıkma
özgürlüğünden yoksun olarak yeraltında barınmak zorunda olan
Gnomelere (*) benziyorlardı ve onlar eski gelenek uyarınca büyük
evlerin karanlık dehlizlerine tıkılmış kadınlardı ve şimdiye değin
de, karanlıktan bir çıkış yolunu bulamamış bir topluluk durumunda
kalmışlardı. Onları tıkıldıkları karanlık dehlizlerinden çıkarmak
hiç de kolay olmamıştı. Onları o yerlerden çıkartıp köydeki
toplantıya katmak için komsomollar (**), molla ve yaşlıların
önlerinde sıraladığı yüzlerce engeli aşmak zorunda kalmışlardı.
Bugün bu yere ilk kez gelmiş olan bu kadınlar, daha çok, yaşam
karşısında umutlarını iyice tüketmiş ve darbeler altında ezilmiş
olan kadınlardı. Bunlar evliliklerine ilişkin bütün umutlarını
yitirmiş durumdaydılar. Bunlar, eskimiş katı geleneksel yaşam
nedeniyle içleri yanıp kavrulmuş olan bahtsız kadınlardı, bunlar
içlerindeki bu yangınlık nedeniyle, tanrının adaletinden medet
umma umudunu da yitirme durumuna düşmüş olan kadınlardı. Yeni
yaşamın (devrimin) doğmakta olan parlak güneşi, onların karanlık
dehlizlerini, dünyalarını bir ucundan henüz aydınlatmaya
başlamıştı. Gelen yenidünyanın doğmaya başlayan bu güneşi, onların
barındığı karanlık dehlizleri, azıcık da olsa, ışıldatır olmuştu.
Yeni yaşamla birlikte gelen güzel özlemler ve özgür bir yaşamın
yüreklere sıcaklık veren gelecek umudu, artık onlara da ulaşır
olmuştu. Mutluluğun alaca karanlığı yavaş yavaş aydınlanmaya ve
onlara yeni de ufuklar açmaya başlamıştı. Ancak onlar, yine de,
gelecek umudu diye bir mutluluk rüzgarını henüz yakalayamamış
kişilerdi, yakalayabileceklerine ilişkin bir umut da
taşımıyorlardı. Onlar mutsuzluk üzerine kurgulanmış bir yazgıyla
dünyaya gelmiş kişiler olarak görüyorlardı kendilerini. Adige
geleneği diye önlerine konan tutsaklık kapanlarından bir türlü
kurtulamıyorlardı. Başkalarının ayıp (емык1у) demelerinden ve
Tanrı’nın kendilerini cezalandırmasından korkuyorlardı, günde beş
kez cami müezzininin anımsatıp durduğu Cehennem ateşi içlerine
korku salıyordu. Dünyalıkları olarak ellerinde kalmış tek şey olan
ocak ateşlerini, yuvalarını olsun kurtarma kaygıları içindeydiler.
Yeterince güvenemedikleri için, yeni yaşama ilişkin gelişmeleri
izlemekle yetiniyor, olanlara bir türlü inanamıyor, özgürlük
üzerine söylenmekte olan sözleri kuşkuyla karşılıyor ve bu umut
ışığı kırpıntılarını özlemle içlerinde saklıyorlardı.
Özgür olmadıklarının ve kul köle gibi yaşamakta olduklarının birer
kanıtı imiş gibi, ellerini göbeklerinin üzerine gelecek bir
biçimde üst üste bağlamışlardı. Korku ve özlem, bu ikisi birlikte
harmanlanmıştı ve görüntü yüzlerinden okunuyordu, bir köşesinden
de gegu’ya (oyunlara) bakıyorlardı. Dans eden gençlerin kaygısız
hallerini görüyor, onlara gıpta ile bakıyor ve kendi gençlik
günlerine yeniden dönmek ister gibi oluyorlardı. Arzularını
içlerine gömerek, mızıkanın (пщынэ) çıkardığı müziği
dinliyorlardı. Mızıkaya da pek bir güvenleri kalmamıştı, mızıka da
onlara oyun oynamıştı. Genç kızlıkları döneminde mızıka eşliğinde
söylenen güzel şarkılar ve bu şarkıların onların içlerinde
uyandırmış olduğu mutluluk özlemleri, meğer birer düşten, birer
hayalden başka bir şey değilmiş! Bu yalancı pşıne (mızıka), onlara
olmayan bir kanat takıp onları mutluluk dünyası işte karşınızda
diyerek, dönüşsüz bir düş dünyasına götürmüş, tüm umutlarını
yıkmıştı! En gözde Adige oyun havaları bile, onların özlemlerini
kanlı bir irine dönüştürmekten başka bir işe yaramamıştı. Adige
şarkılarının hiçbiri onlara iyi bir şey getirmemiş, sadece
içlerinde birer gizli yara açılmasına neden olmuştu…
Bu mutsuz kadınların başında Darihan duruyordu. Dimdikti,. Bir
deri, bir kemiğe dönüşmüştü. Yine de sürüyü peşinden sürükleyen
yaşlı bir dişi manda imiş gibi, dikkatli ve öfke dolu idi, bir
tehlike belirecek olursa, karşılamaya hazırmış gibi, kendinden
emin kadınları arkasına almıştı.
Kadınların toplaşmış olduğu bu yerde, geçmişin prangalarından
kurtulmuş olan ve özgürce hareket edebilen tek bir kadın vardı. O
da Amdehan’dı.
Köy Sovyeti binasında yaşlıların kendisi hakkında verdikleri
kararı duyduktan sonra, Amdehan, eski dünyada adalet diye bir
şeyin kalmamış olduğunu görmüştü. Adigeliği, Adige geleneğini ve
şeriatı savunduğunu ve o yolda olduklarını söyleyen yaşlı
hacı-hoca takımının, sıra kadına geldiğinde, son derece acımasız
kesildiklerine gözleriyle tanık olmuştu. Canını başına takmış, bu
işe Adige geleneğine ve Adigeliğe aykırı düşüyor dememiş, işi
Sovyet yargısına götürmeyi başarmıştı. Mahkeme Amdehan’ın boşanma
talebini onaylamakla yetinmemiş, ayrıldığı eski eşinin mal
varlığının yarısını Amdehan’a vermişti. Amdehan’a zorluk çıkaran
hacı hoca takımını da, gözdağı anlamında köylünün karşısına dikmiş
ve onlara haksızlık yaptıklarını kabul ettirmiş ve bu tür
davranışları sürdürmeleri halinde cezalandırılacaklarını
bildirmişti.
Amdehan umarsız ve zorlukları tek başına yüklenmiş olma durumundan
kurtulmuştu. Adaleti yanında görmüş olmanın sevinciyle, adeta
kanatlanmıştı, üstündeki yük hafiflemiş, başı dik olarak
mahkemenin görüldüğü yerden ayrılmıştı.
Ancak, yargı sonrasında eskinin acımasız geleneği yeniden peşine
düşmüş ve onu tedirgin etmeye başlamıştı. Üstünden zar zor
atabildiği prangaları, yeniden kendisine takmak için sinsi oyunlar
oynanmaya başlanmıştı. Nereye baksa kendisini kınayan soğuk ve
nefret dolu bakışlarla karşılaşıyor, arkasından kötü kötü
konuşuluyordu. Akşamın bir karanlığında yolunu kesip ölüm
tehditleri savuranlar da oluyordu: ”Senin gidi ipsiz kancık bir
köpeği, seni, bu köyde senin gibileri yaşatmayacağız. Kadınsan
kadınlığını bil, yerinde dur, aksi takdirde seni bir böcek gibi
ezer, bir kedi gibi gebertir geçeriz!”.
“Utanıp, arlanıp” boyun eğme biçimindeki ve eski dünyaya ait son
esaret halkalarını, Amdehan, o an, üzerinden atmıştı: Kendisini
tehdit edenleri hemen Sovyet yargısına bildireceğini söyleyerek
ürkütmüş ve kaçırtmıştı. Ancak bu tür kötü insanların kendisi için
oyun tezgahlamaktan vaz geçmeyeceklerini de biliyordu, bu nedenle
geceleri işittiği seslerden ürperir olmuştu. Geceleri, ölüm
korkuları içinde bir cehennem yaşamına dönüşmüştü. Ninesinin köyün
bir ucundaki evinde kalmayı göze alamamış, gece boyu kalabileceği
yerler bulma arayışları içine girmişti.
İt-puşt takımının kendisi için oyunlar tezgahladığı yakınmasıyla,
Köy Sovyet’ine başvurularda bulunuyordu. Ancak, gizlice Amdehan’ın
karşıtlarını kollamakta olan Köy Sovyet’i Başkanı kendisine yüz
vermemiş, onu başından atmıştı. Ölüm kemendinden kaçış umudunu
tüketmiş bir halde, Değotluk’un içinde yer aldığı köy komsomoluna
gitmişti sonunda. Komsomolun okuma salonuna kadın olarak gidip
oturmaya, bir başına ve hiçbir şey demeden üzgün üzgün
konuşmaları izlemeye başlamıştı. Çalışmaktan çatlamış ve
nasırlaşmış elleriyle masa üzerindeki eski gazeteleri elleriyle
yeniden düzeltiyor, düzenliyor, konuşulanlara da kulak misafiri
oluyordu. Ancak sorunların özüne inemiyor, gerçeği kavrayamıyor,
yine de üzerinde durduğu konular konuşulurken, daha dikkatle kulak
misafiri oluyor ve konuşulanları anlamaya çalışıyordu.
Amdehan kendi seçtiği bu yolda bir başınaydı ve köydeki ilk
eylemci kadındı. Yalnız kalmış olmak ona ağır geliyor ve çok
üzülüyordu. Kendisi gibi birçok kadın vardı bu köyde, onların
kendi yanına gelmelerini bekliyordu, onlarla birlikte olmak,
onların insanca desteğini ve sıcaklığını paylaşma özlemi
içindeydi. Kendisi gibi kadınlarla birlikte, kendisine onca yıl
irin içirmiş olan eski düzenin acımasız geleneklerine karşı savaş
açmak istiyordu. Bunun için hazırlanıyor, için içine sığmıyordu,
bir yandan da korkuyor ve kaygılı anlar yaşıyordu. İşe neresinden
başlanılması gerektiğini de bilmiyordu. Komsomola güveniyordu, ama
komsomolların hızlı hareket etmediklerini görüyor ve onlara da
kızıyordu. Bazen konuşmalarına karışıyor, ağzından ateş
saçılırcasına çocukları azarlıyor, onları Adige kadınlarının
özgürleştirilmeleri işine daha etkin biçimde omuz vermeye
çağırıyordu.
Bazen tek bir kadın olarak aralarında bulunduğundan, çocukların
konuşmalarını ve yapacakları işleri engelliyormuş sanısına
kapılıyor, içinde bir üzüntü beliriyor, durumu daha da zora
koşmamak için kalkıp gidiyordu.
Yine de komsomolların işleri ağırdan aldıklarını görüyor ve onlara
kızıyordu, bu arada yapılması gereken işleri onlara anlatmak gerek
diyerek uzunca bir süre boyunca oyalanıp durmuştu. Ardından
komsomollarla pek bir şey yapamayacağını anladı ve bir başına
mücadele etme kararı aldı. Kendisine cehennem hayatı yaşatmış,
sıkıntı çektirmiş ve içinde kapanmaz yaralar bırakmış olan
geçmişin karanlık dünyasından, Adige kadınlarını çıkarmak için,
onlara yapılan baskılara karşı amansız bir savaş açtı. Sonunda
kendi gibi özgürleşmek isteyen kadınların yakınmalarını Sovyet
yargısına iletmeye başladı. Anaç tavuğun kartala karşı dikilişi
gibi, çoğunca duyarsız Köy Sovyet’i Başkanına karşı dikleniyor,
yardım arayışı içinde sık sık Değotluk’un yanına koşuyordu. Çok
geçmeden Amdehan köy kadınlarının bir kurtuluş umudu haline geldi.
Kadınlar kendisine güvenmeye, dert ve sırlarını ona açmaya
başladılar. Amdehan, giderek kadınlara baskı uygulayan köydeki
Adige erkeklerinin korkulu rüyası oldu.
Gün geçtikçe ve güçlendikçe, Amdehan’ın düşmanları da çoğalıyordu;
düşmanları, dillerini sarkıtmış birer zehirli kobra yılanı gibi
onu sokmaya çalışıyor, Amdehan aleyhinde uydurulmuş bin türlü
fitne-fesat, yalan ve dolan evden eve gezinip duruyordu. Amdehan,
öylesine kişileri yola getirmenin olanaksızlığını biliyor ve
mücadelesini sonuç alacağı alanlara yönlendiriyordu, kötülerinin
karşısına ise, en katı ve en sert bir biçimde dikiliyor, asla geri
adım atmıyordu. Onlara karşı edilgen davranmıyor, başını daima
daha dik tutuyor ve karşılarında kalın kaşlarını daha sert bir
biçimde çatıyordu.
Bugün Amdehan daha şık giyinmiş, başına da kızıl bir yazma
bağlamış bir biçimde Köy Sovyeti binasının koridorunda
koşuşturmaktaydı: Toplantı için gerekli Başkanlık Divanı masasını
hazırlıyor, sandalyeleri diziyor, direklere sarılmış olan sivri
söğüt dallarını eliyle temizliyor ve düzeltiyordu. Solgun ve zayıf
yüzü kızıl başörtüsü altında daha da görünür olmuştu. Dost ve
düşmana inat başını daha da yukarı kaldırıyor, kaşlarını daha sert
biçimde çatıyordu. ”İstediğinizi söyleyin, umurumda değilsiniz,
ben kendi yolumu seçtim!” der gibi bir hali vardı.
Yaşlılar biraz uzakta, küme küme meydanın orta yerine dağılmış
oturuyorlardı. Eskimiş Sovyet binası, hiç görülmemiş bir biçimde
yenilenmiş, badanası yapılmış, döşeme tahtalar bile yıkanıp
temizlenmişti, en önemli şey de bugün kadının -Amdehan’ın-
yönetici konumuna erişmiş olmasıydı, bu yüzden yaşlılar ürkmüşler
ve Köy Sovyeti binasından uzak durmayı yeğlemişlerdi.
Behuko-Alıko grubu da, meydanın biraz daha ötesinde oturuyordu.
Onlar bugünü hafife almıyorlardı, aralarında şakalaşmıyor ve
önderlik taslama gibisine işlere de kalkışmıyorlardı. Umursamadan
böyle bir günün hazırlanmış olması onları iyice ürkütmüştü.
Toplantı boyunca ne tür bir yol tutturacaklarını, nasıl bir
mücadele yürüteceklerini de bilemiyor, karamsar bir biçimde
oturmuş bekliyorlardı. Aralarında pek konuştukları da
görülmüyordu. Günü sabote için çevirecekleri entrikaları,
akıtacakları zehri, bir fırsatını yakalayıp Halaho-Değotluk
grubuna fırlatmak için, birer ejderha gibisine sivri dillerini
çıkartmış beklemekteydiler.
Köy Sovyeti binasının sol tarafında ağaçtan bir çit boyunca eğerli
atlar dizilmişti. Ayrıca at bağlama yerlerine de atlar bir daire
oluşturacak biçimde bağlanmıştı. Oraya uzak olmayan başka bir
yerde de Adige giysileri içinde ve bellerinde kamalar, bir grup
delikanlı ayaktaydı. Aralarından devasa boyu ile Şumaf’ın başı
seçilebiliyordu. Şumaf, Muştak adlı küçük göbekli atının dizginini
gemi hizasından tutuyordu. Grup onu kuşatmış, ciddi bir biçimde
onunla şakalaşmaktaydı. Şumaf’ın sesi bir gök gürüldemesini
andırır bir biçimde hemen fark edilebiliyordu:
- Hey-hey-hey bu benim Muştak’ım, onun böyle çelimsiz göründüğüne
aldanmayın, yaman bir at bu benim atım! Bu benim gördüğünüz
Muştak’ım Kuyjıy (Къуйжъый;Keloğlan) gibi: Gücüyle
başaramadığını, zekasıyla başarır. Muştak için bu eskimiş
kalpağımı ortaya koyarım, demiş ve ardından bir kahkaha
patlatmıştı Şumaf.
- Senin beş para etmez kalpağın neye yarar ki? O, ancak hindi
yumurtalarını koymak için yuva yapmaya yarar. Gerçekten çok büyük
ve çok da yünlü, dedi o sıra yanlarına gelmiş olan İsmahil.
Gruptan yükselen kahkaha sesleri yakın yerdeki bağlanmış atları
ürkütmeye yetmişti. Şumaf’ın Muştak’ı da, sahibine sataşılmasına
kızmış gibi, kuyruğunu sallayarak gerisin geri çekilmeye
başlamıştı.
- Vay anasını, bu senin Muştak’ın yaman mıdır, nedir bilemem ama
sonunda bizi çiğnettireceksin, uzaklaştır onu buradan, diye
kaçıverdi atın gerisinde duran delikanlı.
Atı çevreleyen kişiler de korkup uzaklaştılar.
Şumaf İsmahil’e dönüp şakayla karışık bir yanıt verdi:
- Kalpağa biçilen değer, bilmiyorsan hadi öğren, kalpağın
güzelliğine değil, kalpağı taşıyana göre değişir!Boş kafaya en
güzel kalpağı geçirsen bile beş para etmez, şakadan da anlamaz,
ona başka bir şeymiş gibi gelir!
Şumaf’ın sözlerinden bir tatsızlık çıkmaması için, oradakiler işi
şakaya vurdurmak istediler ama pek de başarılı olamadılar.
İsmahil de önce morardı, ardından yüzüne kan sıçradı, ama işi
ileriye götürmenin doğru olmayacağını anladı. Yalancıktan şakaya
vurdu:
- Kalpağı iri olanın kafası çok şey alıyorsa, senin kafanda da
çok şey olmalı, dedi.
- Senin Muştak’ın çok iyi bir at, ama önden ya da arkadan
yaklaşmaya gelmiyor, dedi Mıhamet, gruptan ayrılmak üzereyken
kendi kendine söyleniyormuş gibi. Sözlerinde sıcak ve içten gelen
yumuşaklık, aynı zamanda şakayla karışık tatsız bir hava vardı.
Şumaf’ın göbekli atına ilişkin yapmış olduğu şakanın ardında gizli
bir amaç bulunduğunu çok iyi biliyordu Mıhamet.
- Mıhamet, diye peşinden seslendi İsmahil.
Mıhamet durdu.
- Birlikte almış olduğumuz sözün hala geçerli mi? Atını yarışa
sokacak mısın?
Konuşma biçiminden, İsmahil’in atına ve kendine çok güvenen biri
olarak bir laf atmış olduğunu anlamıştı Mıhamet. Hemen dönüp soğuk
bir tavırla yanıtını vermekte gecikmedi:
- Benim sözüm, çit kazığı tepesindeki saksağan kekelemesi
değildir! Sana karşı bir söz öne sürdüysem, bu sözüm geçerlidir!
DİPNOTLAR:
(*) Gnome- Bir Karlik insan topluluğu olup yer altındaki
hazineleri koruma göreviyle yükümlü olarak, köstebekler gibi yer
altında yaşamak zorunda olan ve Kuzeybatı Avrupa mitolojisinde yer
alan cüce ve kamburumsu insanlar.
(**) Komsomol- Komünist gençlik örgütü ve bu örgüt üyesi
olan kişi. |